26 Eylül 2010 Pazar

Bir klozet kapağı hadisesi

Her zaman gözümüzün önünde olduğu halde değerini pek bilemediğimiz, önemini ancak onu kaybettiğimizde anladığımız şeyler vardır, bilirsiniz. Buna pek çok sıradan örnek verilebilir fakat ben bugün çok daha farklı bir tanesine değineceğim; klozet kapağı… Tamam, belki her zaman “gözümüzün önünde” değil de daha çok başka yerlerimizle haşır neşir olan bir nesne olabilir ama bu onun yukarıda bahsettiğim nesneler arasına girmediği anlamına gelmez. Neden mi? Anlatayım efendim…

Geçtiğimiz ay, emektar klozet kapağımız senelerdir maruz kaldığı – ağır – çalışma şartlarına daha fazla dayanamayarak küçük bir “Çatırt!” sesi eşliğinde tam orta yerinden kırılıverdi. Klozet kapağının aslında ne kadar mühim bir şey olduğunu ilk olarak o gece fark ettik biz de. Ne demek istediğimi çok merak edenler kapağı komple kaldırıp deneme sürüşü yapabilirler. Burada detaya girmemem hepimiz açısından daha sağlıklı olur ne de olsa…  Her neyse, gece boyu çektiğimiz zorlukların ardından ertesi gün ilk yaptığımız iş yeni bir klozet kapağı almak oldu tabii ki. Ama kapağı almakla sorunlar bitmiyormuş meğer. Bir de bu işin montajı var.

Tuvalet kapağı deyip geçmeyin, böylesine basit bir nesnenin montajı en karışık fizik problemlerini bile sollayabiliyor. Özellikle de paketi açtığınızda elinizde sadece birkaç parça vidamsı plastik, bir kapak ve yerinde yeller esen bir kullanım kılavuzu olduğunu düşündüğünüzde… Kullanım kılavuzu derken kapağı nasıl kullanacağımızı kastetmiyorum elbette. “Önce kapağı kaldırın, sonra kemerinizi çözün…” diye başlayan bir kılavuzu düşünemiyorum bile. Kastettiğim şey bu meret nasıl monte edilir, bu plastik parçalar nedir ne değildir bunu gösteren ufak bir yazı, bir kâğıt veya bunun gibi bir başka şey. Fakat onun yerine elimizde olan tek şey kutunun arkasında yazılı olan “Güle güle kullanın!” yazısıydı. Sizi bilmem ama tuvalette işimizi görürken kahkaha atmak pek âdetimiz olmadığından kutuyu bir yana fırlatmak zorunda kaldık. Ve ailecek tuvaletin etrafına çöküp fikir üretmeye başladık.

O dakikalar emektar tuvaletimiz için çok özel anlardı herhalde. Ne de olsa bugüne kadar bizi ilk defa o kadar yakından görmüş, hatta belki de yüzümüzle ilk kez müşerref olmuştu. Derken erkek kardeşim “Buldum galiba!” diyerek plastik parçaları eline aldı ve “Bunu şuradan sokalım, şu da oraya gelecek.” falan diyerek bize talimatlar vermeye başladı. Ardından annem bir ucundan erkek kardeşim de diğer ucundan tutarak vida gibi olan parçaları sıkıştırmaya başladılar. Sıkıştırdıkça sıkıştırdılar, sıkıştırdıkça sıkıştırdılar. Galiba oldu derken erkek kardeşim kapağı tutup açmaya çalıştı ve hop! Kapak komple elinde kaldı… Meğerse deminden beri vidaları boşa sıkıyorlarmış. İşte o anda kahkahayı patlattık. Artık yeni bir âdetimiz de vardı üstelik; tuvalette kahkaha atmak…

Neyse efendim, aman şöyleydi yok böyleydi derken zor da olsa kapağı yerine monte etmeyi başardık. Fakat ertesi gün bizi yeni bir sürpriz bekliyordu. Yeni aldığımız kapak da kırılmıştı! “Nasıl olur ya?” gibi hayret nidaları arasında kapağı aldığımız yere geri götürüp değiştirdik. İkincinin montajı daha kolaydı neyse ki, tecrübe edinmiştik ne de olsa. Ama bir gün sonra ikinci kapağın da kırılacağı hayatta aklımıza gelmezdi. 3 günde 3 kapak biraz fazla oluyordu ama! Ya biz çok kilo almıştık ya da kapaklarda bir sorun vardı.

Neyse ki yaptığımız küçük bir araştırma sayesinde sorunun kilomuzla değil gerçekten de kapaklarla alakalı olduğunu öğrendik. Yoksa “Ühü! Bizim bir tarafımız kocamaaaan!” deyip ailecek komplekse girecektik (Tıkınmaya devam). Meğerse klozet kapakların eskisi gibi yapmıyorlarmış. Onun yerine atık plastikleri kullanıyorlarmış bazı uyanık imalatçılar. Öyle olunca da malzemesi zayıf olan kapak çabucak kırılıveriyormuş haliyle. Yani – bir tarafımızın – bu olayda suçu yokmuş! İyi, güzel de kardeşim şunu biraz sağlam yapsanız ne olur sanki? Tamam, klozet kapakları yapıları itibari ile – başımızın üzerinde – yeri olan şeyler değil ama bu kadar da uyduruk olması gerekmez, değil mi?

Onun için siz siz olun efendim, emektar klozet kapağınıza iyi bakın. Sevin, okşayın demiyorum elbette ama kırıldığı zaman başınıza geleceklerden de haberdar olun. Sonra bizim gibi komplekse girmeyin.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Yemin ve Öç basıldı!

Söze nasıl başlasam bilemiyorum. Sizlere bir süre önce bahsettiğim ve bu sayfalarda tanıtımını yaptığım e-kitabım Yemin ve Öç artık sadece bir e-kitap değil. Tam aksine kapağıyla, dolu dolu sayfalarıyla, çizimleriyle gerçek bir kitap. Üstelik oldukça da kaliteli bir baskıya sahip.


Her ne kadar benden bahsetmeyin dese de sevgili Vildan ve Hakan Ceyhan'ın, değerli ağabeyim Aşkın Güngör'ün ve sevgili dostlarım Hakan Tunç ie Onur Selamet'in bu kitabın ortaya çıkmasındaki katkıları çok büyük. Ben böyle bir şeyi sadece hayal edebilirdim, onlar ise bir hayali gerçeğe dönüştüren kişiler oldular.

Kitabı ilk elime aldığımda hissettiğim duyguları, mutluluğu ve heyecanı size anlatamam. Sayfalarını karıştırmak, sayfalardan bana göz kırpan kelimelerimi görmek, yeni kitap kokusunu doya doya içime çekmek harika bir duyguydu gerçekten de...


Kitap şu an için sadece sembolik bir miktarda basıldı. O yüzden kitapçılarda falan aramayın, bulamazsınız. Bazı telif haklarından dolayı bu yolu seçmek zorunda kaldık. Ama bu bile oldukça önemli bir şeydir benim için.


Kitabı almak için kayiprihtim@gmail.com adresine bir e-posta göndermeniz yeterli. Daha ayrıntılı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.


Her şey için teşekkürler...

10 Eylül 2010 Cuma

Bizim ailenin halleri

Bizim ailenin dil sürçmelerinin ne kadar meşhur olduğundan daha önce de bahsetmiştim. Ramazan dolayısı ile midir nedir bilmem, bu aralar bu dil sürçmeleri had safhaya ulaşmış vaziyette. Hele geçtiğimiz gün sahur sofrasındayken ettiğimiz muhabbet mutlaka kayıtlara geçmeli, akıllara kazınmalı, üzerine de bol bol gülünmeli… İşte o sahurdan kesitler;

Kız kardeşim: Ya şu hocanın programını açsak ya. Çok seviyorum ben o adamı, çok güzel konuşuyor. Neydi adı? Hah, hatırladım; İmam Hatipoğlu! (Nihat Hatipoğlu demek istiyor aslında)

***

Babam: Başbakan bugünkü mitinginde ne yaptı biliyor musunuz? Hakan Şükür ile bir şarkıcıyı çağırmış sürpriz olarak. Neydi adı? Hah, Berdan Mahsuni (Berdan Mardini olmasın babacım?)

***

Kız kardeşim: O değil de, eşim bugün bir şey söyledi çok güldüm. Fitre miktarı bu sene ne kadar diye soracakmış bana, yanlışlıkla şöyle dedi: “Hanım bu sene fidye ne kadarmış?”

***

Bir tane de Kadir Gecesinden bir hatıra. Hep beraber anneannemin evinde toplanmış iftar yapıyoruz. Derken benim telefonuma bir tebrik mesajı geldi, arkadaşlardan biri kandilimizi kutluyor sağ olsun. Mesaj geldiğini gören anneannem hemen sordu:
Anneannem: “Hayırdır oğlum, kimmiş o? Kız arkadaşın mı yoksa?”
Ben: “Yok be anneanne, arkadaşlardan biri.”
Anneannem: “Ne yazmış?”
Ben: “Kandilin mübarek olsun demiş, sağ olsun.
Anneannem: “Randevun mübarek olsun mu? Randevun mu var?”

Kadıncağız evlenmemi o kadar çok istiyor ki her yolu deniyor artık :)

Hepinize iyi bayramlar…

9 Eylül 2010 Perşembe

Hayırlı Bayramlar

Bir Ramazan daha geldi geçti, bir bayram daha evlerimize konuk oldu.

Hepimizin mübarek Ramazan Bayramı kutlu olsun arkadaşlar. Bunca zaman boyunca gerek yazılarınızla gerekse yorumlarınızla beni yalnız bırakmadığınız, dahası dostluğunuzu ve arkadaşlığınızı benden esirgemediğiniz için sizlere çok çok teşekkür ederim.

Daha nice Ramazanlar, nice bayramlar görmemiz, sağlıklı, mutlu ve huzurlu günler geçirmemiz dileğimle...

M.İhsan Tatari - mit

4 Eylül 2010 Cumartesi

Çölün Yüreği

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

“Geliyor musunuz doktor?” diye seslendi kapının yanında duran güvenlik görevlisi. Laboratuar hemen hemen boşalmıştı, son birkaç asistan ve doktor da açık olan kapıdan çıkarak odayı terk ediyorlardı.
“Hayır, sanırım bu akşam fazla mesai yapacağım.” dedi orta yaşlı doktor.  Kısa boylu, kambur duruşlu bir adamdı. Tepesindeki saçları tamamen dökülmüştü ve kalın çerçeveli bir gözlük takıyordu.
“Emin misiz?” diye sordu iri yarı görevli. “Bana pek iyi görünmediniz de…”
“Eminim.” diye yanıtladı gözlerini kaçıran doktor. Sesi biraz tedirgin çıkmıştı. “Ben… Biraz yorgunum, hepsi bu.” diye devam etti beyaz önlüğünün cebinden çıkardığı bir mendil ile alnında biriken terleri silerken. “İlgin için teşekkürler. Şimdi izin verirsen…” dedi ardından, yüzüne yerleştirdiği zoraki bir gülümseme eşliğinde.
Güvenlik görevlisi kısa bir müddet daha doktora bakmayı sürdürdü. Ardından umursamaz bir tavırla omuzlarını silkerek “Siz bilirsiniz doktor, iyi çalışmalar o halde. Bir şeye ihtiyacınız olursa giriş bölümünde olacağım.” dedi ve otomatik kapılardan çıkarak laboratuarı terk etti.

Güvenlik görevlisi çıkar çıkmaz doktorun yüzündeki gülümseme soldu ve yerini heyecanla karışık telaşlı bir ifadeye bıraktı. Bir müddet olduğu yerde kaldı ve adamın geri gelmeyeceğine emin olduktan sonra hızlı adımlarla laboratuarın arka taraflarına doğru yürümeye başladı. Yüksek güvenlikli laboratuar kasasının önüne geldiğinde durdu ve derin bir nefes aldı. Kasa neredeyse yarım bir insan boyundaydı ve üzeri elektronik göstergeler ile rengârenk ışıklarla doluydu. Hemen sağ yanında da manyetik bir el izi okuyucusu vardı. Doktor tam elini buraya koyup kasayı açacakken tereddüt etti ve durdu. “Ne yapıyorum ben böyle? Aklımı kaçırmış olmalıyım!” diye söylendi kendi kendine. “Hayır, hayır. Bu çılgınlık!” dedi bir elini alnına koyup başını iki yana sallarken. “Buradan hemen gitmeliyim.” diye mırıldandı ve ayrılmak üzere kapıya döndü. O esnada tüm odada yankılanan bir ses duyuldu.

“Bize gel…”

Doktor olduğu yerde korku ile sıçradı ve bir deney tüpünün düşerek kırılmasına yol açtı. “Ki-kim var orada?” diye sordu korkuyla. Fakat bir cevap alamayacağını biliyordu. Sesin nereden geldiğini de gayet iyi biliyordu ayrıca… Korku dolu gözlerle tekrar kasanın olduğu yöne baktı ve o meşhum sesi yeniden duydu.

“Kullan bizi…”

Ses hem bir bayan hem de bir erkek sesini andırıyordu. Belki de her ikisi birdendi, doktor bunu ayırt edemiyordu. Ve fısıldayarak konuşmasına rağmen tüm odada yankı yapıyordu. Yoksa sadece kendi kafasının içinde miydi ses? Adam çaresiz ve korkmuş bir şekilde bunları düşünürken ses bir kez daha duyuldu.

“Gel…”

Doktor tüm sorularını bir kenara bırakarak adeta rüyadaymış gibi kasaya doğru ilerledi ve neredeyse içgüdüsel bir biçimde elini manyetik alana okuttu. Kısa bir Bip! sesinin ardından kasa hafif bir tıslama eşliğinde açıldı ve içinde sakladığı nesneyi gözler önüne serdi. Altın renginde, futbol topu büyüklüğünde bir küreydi bu. Doktor büyülenmiş bir biçimde uzanarak küreyi ellerine aldı. Küre anında soğuk, uğursuz bir ışıkla parıldamaya ve nabız gibi atmaya başladı. Ardından da tam ortasında eski fakat tanıdık bir simge belirdi; Ra’nın gözü… Ama bu simgede bir terslik vardı. Baş aşağı duruyordu çünkü ve ne yaparsanız yapın, küreyi ne kadar çevirirseniz çevirin simge baş aşağı kalmaya devam ediyordu. Gözle ilgili tek garip şey bu değildi üstelik. Kürenin yüzeyinde değil de kürenin içinde gibiydi sanki. Oysa küre saydam değildi, bunu pek çok testle kanıtlamışlardı. Ama işte göz oradaydı, kürenin derinliklerinde… Ve küreyi elinizde evirip çevirseniz bile göz hep size doğru bakıyordu. Gözlerinizin içine, ruhunuzun derinliklerine…

Doktor bu belirtilerin hiç birine yabancı değildi. Ne de olsa 3 haftadır bu nesneyi inceliyorlardı. Gerçi henüz hiç ilerleme kaydedememişlerdi. Doktor hariç… Kendisinin de bilmediği bir nedenden dolayı küre kendisiyle konuşmuştu. “Bunu duydunuz mu?” diye sormuştu yanındakilere. Fakat kimse bir şey duymamıştı. Bir ses duyduğuna dair ısrar ettiğinde ise kendisine delirmiş gibi bakmışlardı. Belki de delirmişti? Ama hayır… İşte nesne buradaydı ve yine konuşmuştu, buna emindi. O bakarken küre bir nabız gibi atmaya devam ediyordu. Zaten araştırma ekibi de bu yüzden o garip ismi vermişlerdi ona; Çölün Yüreği…

“Diğer geri zekâlılar ne düşünürlerse düşünsün!” diye geçirdi aklından. Bu araştırmalarında büyük bir adım olacaktı ve patronları bu işten çok memnun kalacaktı. Sahi, patronları olacak o esrarengiz  adam böylesine garip bir nesneyi nereden bulmuştu ya da nasıl ele geçirmişti acaba?

***

Mısır, 2 ay önce…

Batı Sahra Çölü’nün gözlerden uzak bir köşesinde küçük bir grup hızlı bir şekilde kazı yapmaktaydı. Ekiptekilerin büyük çoğunluğu yerli halktan oluşuyordu ve çoğu işçiydi. Klasik Mısır kıyafetleri giymişlerdi ve sürekli kazıp duruyor, bu uçsuz bucaksız hiçliğin ortasında ne yaptıklarını ya da ne aradıklarını tam olarak bilmiyorlardı. Başlarında yine yerli halktan bir tercüman ve her hallerinden buralı olmadıkları belli olan, biri kadın öteki erkek iki yabancı vardı. Erkek olan uzun boylu ve yapılı bir adamdı. Köşeli bir çeneye ve sivri bir buruna sahipti. Dağınık siyah saçları sıcak çöl rüzgârının etkisiyle hafifçe dalgalanmaktaydı. Üzerinde krem rengi bir pantolon ve yakası açık beyaz bir gömlek vardı. Pantolon askısı kullanıyordu ve elinde düz, siyah renkli bir baston taşıyordu. Kadın da tıpkı adam gibi yuvarlak çerçeveli bir güneş gözlüğü takıyordu. Koyu kırmızı saçları beline kadar uzanıyordu ve sıcak rüzgâr eşliğinde hafifçe salınıyorlardı. Sivri çeneli güzel bir yüze sahipti kadın. Fakat her daim çatık olan kaşları bu güzelliğini gölgeliyordu. Belinde asılı duran revolver model silahın da bu olumsuz etkiye katkısı yadsınamazdı elbette.

“Daha ne kadar sürecek?” dedi kadın, önlerinde uzanan kazı alanına çatık kaşlarla bakarken.
“Sabır.” dedi yanındaki adam, gayet sakin bir ses tonuyla.
“Nasıl bu kadar soğukkanlı olabiliyorsun anlamıyorum!” dedi kadın öfkeli bir biçimde.
“Bunun için 20 yıl bekledim, biliyorsun. 20 dakika ya da 20 gün daha beklemek benim için pek de önemli değil.” dedi güneş gözlüklerini düzelten adam.
“20 gün mü? Benim 20 saniye bile beklemeye tahammülüm kalmadı! Özellikle de bu çöl sıcağı altında!” diye yanıtladı kadın.
“Sabır.” dedi adam bir kez daha ve sessizce kazı ekibini seyretmeye devam etti.

O esnada kazı ekibindeki işçilerden biri heyecanla ellerini kollarını sallamaya ve kendi dilinde bir şeyler haykırmaya başladı. Bir anda tüm kampı bir heyecan dalgası sardı ve tüm işçiler keşfi yapan işçinin olduğu yere koşturup gösterdiği yeri hızla kazmaya başladılar. Ekibin başındaki tercüman çabucak iki yabancının durduğu tarafa dönerek “Bir şey bulduk!” diye bağırdı.

Kızıl saçlı kadın çabucak o tarafa doğru yöneldi. Bastonlu adam ise onu daha yavaş fakat daha heyecanlı adımlarla izledi. Kazıyı izlerken heyecandan elleri titriyordu. Az sonra işçiler ellerindeki kürekleri atıp diz çöktüler ve buldukları şeyin etrafındaki kumları elleri ile temizlemeye başladılar. Piramit şeklinde üst üste dizilmiş oldukça iri taşlardı bunlar. Yoksa kumların altında gömülü kalmış gerçek bir piramidin tepe noktası mıydı?

Kızıl saçlı kadın gözlüklerini çıkarıp bir hayranlık nidası atıverdi. Ardından bastonlu adama baktı ve “Onu bulduk!” dedi heyecanla.
“Bulduk!” dedi adam sırıtarak “Sonunda…”

***

“Kullan bizi…”

Doktor titreyen ellerle en yakın masaya ilerledi ve masanın üzerindekileri sert bir hareketle yere döktü. Küreyi nazik bir biçimde masanın üzerine yerleştirdi sonra da kendine bir sandalye çekip karşısına oturdu. Derin bir nefes aldı, ardından ellerini yavaşça küreye doğru uzattı. O anda odanın karşısından gelen keskin bir parıltı çarptı gözüne. Bakışlarını o yana çevirdiğinde nesne ile birlikte getirilen mumya ile karşılaştı. Kendilerini işe alan esrarengiz adam küre ile birlikte bu mumyayı da incelemelerini istemiş ve mumyayı cam bir muhafazanın içinde laboratuara yerleştirmişti.

Mumyayı incelemek küreye nazaran daha korkutucu olsa da çok daha kolaydı. Mumya uzun boylu bir erkeğe aitti. Elleri omuzlarına değecek şekilde kolları önünde çaprazlanmıştı ve ayakta duracak şekilde mumyalanmıştı.
“Neden yatarak değil de ayakta?” demişti ilk gün asistanlardan biri.
“Evet, gerçekten de neden?” diye mırıldandı doktor.

Mumya ile gelen taş tabletlere bakılırsa mumya Xab-Hru adında birine aitti ve muhtemelen M.Ö. 1200’lü yıllarda yaşamıştı. Fakat tarih kayıtlarında böyle bir isime rastlayamamışlardı. Oysa böylesine olağanüstü bir nesneye sahip olan biri mutlaka tarihte iz bırakmalıydı. Tabletlerde Xab-Hru hakkında birçok ifade olmasına rağmen bunların hiç biri bilgi verici değildi. Aksine hep üstü kapalı ifadeler kullanılmış ve Xab-Hru’nun adı sıkça lanetlenmişti. Tabletleri bulan ve okuyan kişiler için ise mezarı olduğu gibi bırakmaları tembihlenmiş aksini yapanların Ra, İsis ve Osiris tarafından sonsuza kadar lanetleneceği yazılmıştı. Bu bilgi laboratuardaki bilim adamlarının merakını daha fazla körüklemekten başka bir işe yaramamıştı. Fakat hiçbir şey bulamamışlardı.

“Şimdiye dek…” diye düşündü doktor. Nesne neden ve niçin kendisini seçmişti bilmiyordu ama bu fırsatı kaçıracak değildi. “Belki de…” diye düşündü kendi kendine, “Belki de diğerlerini gücünü kullanmaya değer bulmamıştır, kendisine sahip olmaya layık görmemiştir. İradesi zayıf kişilere tahammülü yoktur. Sadece bu onuru hak edeceğini düşündüğü kişilerle, güçlü zihinlerle iletişime geçiyordur. Benim gibi…”

Bu düşünceleri ile birlikte gizemli nesnenin etrafındaki parıltı ve nabız benzeri atışları kuvvetlendi. “Evet, öyle olmalı!” dedi doktor hırsla gülümseyerek. Ve ellerini bir kez daha nesneye uzattı.


***

Mısır, M.Ö 1254

Saat neredeyse gece yarısıydı ve hemen hemen herkes evlerinde mışıl mışıl uyumakla meşguldü. Hemen hemen herkes… Batı Sahra Çölü’nün gözlerden uzak bir köşesinde kalabalık bir grup işçi ellerinde kazma kürekleri ile hazır vaziyette bekliyorlardı. Tam önlerinde oldukça derin bir çukur, çukurun orta yerinde ise yaklaşık 4 metre uzunluğunda küçük bir piramit vardı. İşçiler merak dolu bakışlarla piramidin açık olan kapısını gözlüyorlardı.

Az sonra iyi giyimli bir adam peşinde iki koruması olduğu halde hışımla kapıdan çıktı ve hızlı adımlarla çukurdan çıkan yokuşu tırmandı. “Kapıyı kapatın!” diye bağırdı adam hükmedercesine.
“Emredersiniz Yüce Ramses!” dedi işçilerin başındaki kişi saygı ile eğilerek. Ardından çabucak işçilere döndü ve emriler yağdırmaya başladı. İşçilerin bir kısmı koşarak taş kapıları kavrayıp sıkıca kapattılar. Ardından çabucak çukurdan çıktılar ve tüm işçiler hep birlikte çukuru hızla kumla doldurmaya başladılar.

Onlar kazarken etrafı askerleri ve en güvendiği komutanı tarafından sarılan Ramses piramide katıksız bir kin ve nefretle bakmaktaydı. Piramit yavaş yavaş kumların altında kalmaya başlayıncaya kadar da bakışlarını başka tarafa çevirmedi. Nihayet yapının yarısı kumlar tarafından örtülünce yavaşça yanındaki komutanına döndü ve “Diğer askerlerin hazır mı Onytu?” diye sordu fısıltıyla.
“Emrettiğiniz gibi hemen şu ilerideki tepenin ardında gizleniyorlar Ulu Ramses.” dedi komutan.
“Güzel…” diye mırıldandı Ramses. “Kazı işi bitince bütün işçileri öldür.”
Komutan Onytu büyümüş gözlerle firavuna bakakaldı. “Fakat… ben… buna gerçekten gerek var mı yücelerin yücesi?” diye kekeleyebildi sadece.
“Emirlerime karşı mı geliyorsun?” diye sordu Ramses, sesini tehditkâr bir biçimde yükselterek.
“Elbette ki hayır! Bu sadık kulunuzun şaşkınlığını ve aptallığını bağışlayın Yüce Ramses.” dedi hafifçe öne eğilen komutan.
Firavun bir müddet sessizce komutanını süzdü. Sonra tatmin olmuş bir biçimde kafasını salladı ve konuşmaya devam etti. “Neyle karşı karşıya olduğumuzu unutma Onytu. Xab-Hru’nun sahip olduğu uğursuz şeyin neler yaptığını ve neler yapabileceğini de unutma. O köpeğin Anubis’in şehrinden kaçıp yeniden hayata dönmesini mi istiyorsun yoksa?”
“Asla!” diye yanıtladı komutan. “Onu öldürmek için harcadığımız bunca çaba ve verdiğimiz sayısız kayıptan sonra böyle bir olasılığın düşüncesi bile korkutucu.” diye devam etti sonra da, acı hatıraların etkisi ile bir elini yumruk yaparak.
“O zaman bunun gerekli olduğunu anlamalısın.” dedi Ramses. “O lanetli nesne iradesi zayıf olan herkesi kendisine çekiyor. Eğer küre yeterince ruhu bünyesinde toplarsa Xab-Hru geri dönecektir. Kürenin benim üstümde hükmü yok, senin üstünde de öyle. Ama bu işçiler… Onların üzerinde bir etkisi olup olmadığını bilemem. Bunu riske atamam, anlıyor musun?”
“Anlıyorum.” dedi komutan, acı acı başını sallayarak.
“Öldür onları…” dedi Ramses. Komutan tamam anlamında başını salladı.

Ramses iki koruması ile birlikte kendisini saraya ulaştıracak olan at arabasına doğru ilerlerken derin düşünceler içerisindeydi. Askerlerden de kurtulması gerekecekti. Hatta komutan Onytu’dan bile… Hiçbir şahit bırakmayı göze alamazdı. Küreyi gören ya da yakınına gelen herkes ölmeliydi. “Ra beni affetsin.” diyerek arabaya bindi ve saraya doğru yol almaya başladı.

***

“Kullan bizi…” diye fısıldadı küre, bir kez daha.
“Hayır!” dedi doktor. “Yapamam, yapmamalıyım!” Gizemli nesneyi kaptığı gibi kasaya yöneldi. Kapağını açıp küreyi yerine koydu ardından kasayı kilitleyip bir iki adım geri çekildi. Tekrar arkasına döndüğünde ise onu büyük bir şok bekliyordu.

Gizemli nesne hâlâ masanın üzerindeydi.

Tam önünde o uğursuz pırıltısı ile parlıyor, bir nabız gibi atıyordu.
“Şimdi… Al bizi… Kullan…” dedi ses, sabırsız bir fısıltı halinde. Doktor bu kez karşı koymadı. Bu çağrıyı daha fazla bekletmeye niyeti yoktu. Kürenin taşıdığı güç her neyse onu istiyordu, bu güce sahip olmalıydı!

Hevesle ellerini kaldırdı ve iki eliyle birden küreyi kavradı. İradesini tamamen küreye teslim etmişti. Anında kürenin nabız benzeri atışları hızlanmaya ve etrafına yaydığı ışıltı artmaya başladı. O anda beklenmeyen bir şey oldu ve baş aşağı duran Ra’nın gözü hareketlenmeye başladı. Hızla sağa sola bakınıyor sanki bir şey ararmış gibi odanın içine göz gezdiriyordu.
“Evet!” diye bağırdı doktor hırsla. “Gücünü göster bana, onu kullanmayı öğret bana!”
Doktorun bağırması ile birlikte göz bakınmayı kesti ve bakışını doktorun üzerinde yoğunlaştırdı. Doktor hevesle sırıtıyordu. Sonra birdenbire sırıtması soluverdi. Yüzündeki ifade yerini önce endişeye sonra da korkuya bıraktı. Bütün bedenini alev gibi bir sıcaklık kapladı. Ellerini küreden ayırmaya çalıştı fakat başaramadı. Parmakları sanki lanet şeye yapışmıştı. O anda bir kez daha mumya ile göz göze geldi ve mumyanın gözlerinin kırmızı bir ışıltı ile parlamakta olduğunu gördü. İçindeki korku bir kat daha arttı ama artık çok geçti. Ruhunun mumyaya doğru çekildiğini tüm benliğinde hissediyordu.
“Hayır!” diye bağırdı doktor çaresizce. “Yo! Hayır!”

Ve bunlar son sözleri oldu.

***

Ertesi sabah…

“Yani dün gece burada olduğunu ama onu bir daha görmediğini mi söylüyorsun?” diye sordu araştırmayı yöneten en kıdemli profesör.
“Evet profesör.” dedi güvenlik görevlisi. “Dün gece mesaiye kalacağını söyledi ve kaldı da. Ama bu sabah her şey yolunda mı diye kontrol etmek için geldiğimde burada yoktu.”
“Binadan ayrıldığını da görmedin öyle mi?”
“Evet, kesinlikle çıkmadı.”
“Peki nereye kayboldu bu lanet adam?” diye bağırdı baş profesör.

Bu sabah laboratuara geldiklerinde her şey normal görünüyordu. Küre her zamanki gibi kasadaydı ve mumya da olması gerektiği yerden kendilerine sırıtmakla meşguldü. Ta ki masalardan birinin darmadağın edildiğini fark edene kadar... Çabucak güvenlik görevlisini çağırmış ve durumu izah etmişlerdi. Görevli ise bir şey görmediğini, en iyisi bunu mesaiye kalan doktora sormaları gerektiğini söylemişti. Baş profesörün cevabı ise şöyleydi; “Hangi doktora?”

“Buradaki şey de nedir böyle?” diye sordu asistanlardan biri, yerdeki bir birikintiyi göstererek.
“Toz…” dedi eğilip bakan bir başka doktor. “Masalar dağınık, yerler kirli… Böyle bir ortamda nasıl çalışmamızı bekliyorlar anlamıyorum!” diye devam etti ardından öfkeli bir biçimde.
“Lanet olsun. Haydi herkes işinin başına, o hergeleyi daha sonra düşünürüz.” dedi baş profesör. “Bitirmemiz gereken bir araştırma var. Ve biri gidip temizlikçiyi çağırsın da bu pisliği ortadan kaldırsın. Haydi, herkes işine!”

Yarım saat kadar sonra temizlik görevlisi sallana sallana ve içinden küfürler ederek laboratuara girdi. “Diplomalı eşekler! Burayı daha dün süpürmüştüm ama umurlarında mı? Tabii ki hayır! Onlar sadece kirletmeyi bilirler.” Talihsiz doktora ait olduğunu bilmediği tozları süpürürken de söylenmeye devam etti. Ta ki o sesi duyana kadar.

“Gel…”