Cuma günü, artık âdetim olduğu üzere yine sabahın kör bir saatinde çıktım
evden. Elimde çok ağır olmaması için özenle hazırladığım el valizim vardı.
Issız ve tenha sokaklardan, içlerinden horultular yükselen evlerin arasından
geçip durağa vardım; kısa ve olaysız (evet, ben de şaşırdım) bir otobüs
yolculuğunun ardından da hava limanına. Sağda solda biraz dolaşıp eski iş
arkadaşlarımdan birine denk gelir miyim diye bakındım ama nafile; tanıdık kimse
yoktu meydanda. Ben de soluğu uçakta aldım.
Koltuğum cam kenarındaydı ve dışarıda inanılmaz güzellikte bir manzara
vardı. Uçuş boyunca bembeyaz bir örtünün üzerinde seyahat ettik. Bulutlar
öylesine yoğun, öylesine uçsuz bucaksızdı ki sanki pamuktan yapılma bir diyarın
üzerinde uçuyormuşuz gibi hissettim kendimi. Güneş de tepemizde parıl parıl parlıyordu. Elektronik eşyaların çalıştırılması yasak olduğundan manzaranın fotoğrafını çekemedim haliyle ama çok içimde kaldı doğrusu. Gerçeğinin yerini tutmasa da bu fotoğrafla idare edeceğiz artık...