Yüreğiyle bakmayan kişi gerçeği göremez…
Küçük Prens deyince aklınıza ilk olarak ne geliyor? Büyüklerin inatla şapka olarak gördüğü fil yutmuş yılan resmidir belki de zihninizde ilk canlanan. Ya da gün batımını günde kırk üç kez seyredebileceğiniz kadar küçük gezegenini hatırlıyorsunuzdur kahramanımızın. Veya o nazlı mı nazlı, güzel mi güzel güldür aklınıza düşen, tıpkı Prens gibi…
Cevabınız ne olursa olsun hepimizin fikir birliğine varacağı tek bir nokta var; o da Antoine de Saint-Exupéry’nin 1943 yılında kaleme aldığı Küçük Prens’in sadece sıradan bir çocuk masalı değil, aynı zamanda yetişkinlere yönelik eşsiz bir mesaj olduğu. Kaç yaşında olursak olalım her okuyuşumuzda farklı bir anlam çıkarırız o bir avuç sayfasında anlatılanlardan. Küçük bir çocukken nasıl bir yetişkin olmak istemediğimizi, koca bir yetişkinken de içimizdeki çocuğu kaybetmemek için ne yapmamız gerektiğini öğreniriz âdeta. Ne kadar tuhaf, değil mi? Ve ne kadar büyüleyici… İşte bu yüzde “7’den 70’e” tanımının en çok yakıştığı eserlerden biridir Küçük Prens. Bir bireyin büyürken kaybettiklerini, hayat denen bu çetin mücadelede “yetişkin olmak” adına neleri feda ettiğini ve aslında ne kadar da boş şeylerle uğraştığımızı anlatmak için masum bir çocuğun bakış açısından daha uygun ne olabilir ki?
Peki ruhumuzda böylesine derin izler bırakan bir eseri animasyon filmine dönüştürmek akıllıca bir seçim mi? Sinema hem ses hem de görme duyularımıza hitap ettiğinden duyguları yansıtmanın daha üstün bir aracıdır elbette, ancak bugüne dek ne gönül yarılarının beyazperdede hezimete uğradığını gördük de kitaplarımıza sarılıp “o şeyi” hiç izlememiş gibi yapmayı tercih ettik sayısını unuttuğumuz kerelerce. Ama korkmayın, çünkü ne mutlu ki söz konusu Küçük Prens’in son filmi olunca bunun tam tersi bir durum geçerli. Zira yönetmen Mark Osborne ve ekibi sadece kitabın özüne sonuna dek sadık kalmakla yetinmiyor, onu bir adım öteye, günümüze taşıyarak çok daha ilginç bir hâle getiriyor. Aynı masala bir başka küçük çocuğun gözünden bakmamızı sağlayarak…