17 Aralık 2022 Cumartesi

Soykırım Gibi Çeviri

Ender Serisi'nin üçüncü kitabı olan Soykırım'ın çevirisini nihayet bitirdim. Ama ben de bittim. Sanırım "2312" (Kim Stanley Robinson) adlı devasa bilimkurgu romanından sonra çevirdiğim en zor kitap buydu.
 
Aslında 2312 kadar bilimsel açıklama yoktu içinde, onun kadar ağır da değildi. Filotlar ve çalışma presipleriyle ilgili sayfalarca süren, karmaşık açıklamaları saymazsak tabii. O kısmı gerçekten zorluydu. 

Mesonlar, atomlar, nötronlar falan derken "filot" adını verdiği yeni olguyu bildiğimiz fizik kurallarının içine katmayı ve yepyeni bir fiziksel düzen kurmayı hedeflemiş yazar.

Ama bir önceki kitabında kime insan denir, kime uzaylı tartışmasından yola çıkan Card bu sefer işi bir adım ileriye götürüp tanrı nedir, kime tanrı denir konusunu irdelemiş. Batı ve Uzak Doğu dinlerini ayrı ayrı ele alıp bunları birbirleriyle çarpıştırmış. İnancı sorgulamış. 

Öyle olunca da felsefi ve teolojik tartışmaların bol bol döndüğü, 600 sayfalık bir roman çıkmış ortaya. 3 ayda bitiririm dediğim kitabın çevirisini 6 ayda zor tamamladım.

Özetle, beynim yandı 😅 Muhtemelen seneye Pegasus Yayınları'nda...

14 Eylül 2022 Çarşamba

Destekli sallamanın faydaları

2009 senesinde “Eve Dönüş” adlı bir hikâye yazmıştım. Nükleer kıyamet sonrası bir dönemde, İstanbul’un yıkıntılarında geçiyordu. Cesur isimli bir arayıcının Bağdat Caddesi’nin yıkıntılarında bulduğu köle bir kızı ailesine götürme çabalarını konu alıyordu.

Bir noktada Cesur ve küçük kızın karşıya geçmesi, Kapalı Çarşı’nın altındaki yeraltı kentine ulaşması gerekiyordu. Ama bir sorun vardı: Üç köprü de yıkılmıştı. Boğazın altından geçen tüp geçidi de zombiler ve dev sıçanlar basmıştı.

Dikkatinizi çekerim, “üç köprü de” dedim. Şimdi, ne var bunda diyebilirsiniz. Ama bu öyküyü yazdığımda İstanbul’da sadece iki köprü vardı. Üçüncünün inşaatına ta 2012 yılına kadar da başlanmamıştı.

Hadi bu çok önemli değil. İstanbul boğazına üçüncü bir köprü yapılacağına dair söylentiler ben lisedeyken bile (90’larda yani) konuşulurdu. Ama işin ilginç tarafı yazdığım hikâyede boğazın sularının altından geçen iki tüp geçitten bahsetmiş olmam.

Ne ilginçtir ki bu tüp geçitlerden biri Üsküdar civarından başlayıp Karaköy’e gidiyor. Yani yaklaşık olarak Marmaray tüneline yakın bir güzergâh izliyor; başlangıç noktası aynı, bitiş noktası farklı. Ama asıl şaşırtıcı olan ve bana tebessüm ettiren şey, yazdığım ikinci tüp geçidin izlediği yol. İstanbul limanının oradan başlayıp Kennedy Caddesi’ne, Sultanahmet Camii’nin alt tarafına çıkıyor. Yani tamı tamına Avrasya Tüneli’nin izlediği yolun tıpkısının aynısını takip ediyor. Hikâyede bu güzergâhı ayrıntılı olarak belirtmişim üstelik.

Çok iyi hatırlıyorum, hikâyeyi yazarken İstanbul haritasını açmış ve olası köprü ve tünel noktalarını kendimce hesaplamaya çalışmıştım. Gerçeğe yakın olsun istiyordum. Ama bu kadar isabetli olacağı hiç aklıma gelmemişti doğrusu. Dün gece kafama takıldı, acaba ne kadar tutturdum diye bir bakayım dedim. Sonucu görünce hem çok şaşırdım hem de mutlu oldum :)

Bu da böyle bir anımdır.

7 Eylül 2022 Çarşamba

Babamın bilimkurguyla imtihanı


Babam geçen gün çeviriyle ilgili yaptığım paylaşımı okumuş. Yanıma gelip, "Ne çeviriyorsun sen şimdi? Konusundan biraz bahsetsene," dedi.

"Şimdi baba... Nasıl anlatsam ki? İnsanlar uzaya çıkmış, tamam mı? Bir sürü gezegeni kolonileştirmişler. Bir gezegen var, halkı komple Çinli."

"Allah Allah... Eee?"

"Bu Çinlilerden bazıları tanrılarla konuşabildiklerini iddia ediyorlar."

"Tövbe tövbeee..."

"Kötü bir şey yaptıklarında günah çıkarmak için temizleniyorlar, ellerini kanatıncaya kadar yıkıyorlar, derileri soyulana kadar keseleniyorlar falan."

"Eee?"

"İşte şimdi bir kız var. Adı Qing-jao."

"Kim ne???"

"Qing-jao. Bu kıza babası çok önemli bir vazife verdi. Eğer kız başarırsa babası büyük bir şeref kazanacak, bu sayede de ölünce tanrılığa yükselebilecekmiş."

"Tövbe estağfurullah! Bu ne saçma kitap yahu! Niye tercüme ettiriyorlar oğlum bunu sana?"

"Öyle deme baba. Yazarı çok ünlü. 3 kez Hugo ödülü kazanmış."

"Ne ödülü ne?"

"Hugo."

"Hugo mu? Hugo şu şey değil miydi ya? Hani televizyonda oraya buraya zıplayan bir zibidi vardı..."

"Yok baba, bu Hugo o Hugo değil!"

"Hadi be siz de! Zibidiler.... Tövbe tövbe. Tövbe tövbe."

Babamın bilimkurguyla imtihanı, birinci perdenin sonu.

2 Temmuz 2022 Cumartesi

Balyemez


Osmanlıların ağır kuşatma silahlarına verdiği isimler çok hoş yahu!

Başka ülkelerden öğrenip, isimlerini sorup, nasıl anlıyorlarsa öyle kullanmışlar resmen. Kendi telaffuzlarına göre.

Mesela "Colubrina" denen küçük topun ismi bizde "Kolunburna" olmuş. Avrupa'da "Basilisco" ismiyle tanınan bir top bizde "Bacaluşka" olarak kullanılmış. Macarların “Szakállas” silahı olmuş size "Şakaloz." İtalyanların "Ballamezza" topuna da "Balyemez" demişler gitmiş.

Evliya Çelebi de durur mu hiç? Bu isimlerin aslında Türkçe olduğuna dair hikâyeler uydurmuş tabii hemen. Seyahatnamesinde düşmandan ele geçirilen bir balyemez topunun üzerinde bu silahı yapan kişinin baldan nefret ettiğini, ömründe ağzına bir kaşık bile bal sürmediğini ve o yüzden de bu topların bal yemez diye şöhret saldığını yazmış.

Belki bunları zaten biliyorsunuzdur ama çeviri yaparken karşıma çıktı. İlginç ve eğlenceli bir bilgi olduğunu düşündüğüm için paylaşayım dedim.

18 Nisan 2022 Pazartesi

Aptal Müteahhit...


Doksanlı yılların sonunda, bir gün rahmetli dedemlerin evinde oturuyoruz. O evin salonu epey geniş ve ferah bir yerdi. İçeriye iki tane yemek odası takımı sığardı, o kadar diyeyim ben size. Ama bir eksiği vardı: Elektrik prizi.

Dedem çok sert bir adamdı. Çok da gür bir sesi vardı. "Eşşoooğluuu..." diye bir bağırdı mı bütün mahalle duyar, apartmandaki komşular Ferit Bey gene sinirlendi diyerek en yakın mobilyanın arkasına siper alırdı.

Hatırlamadığım bir nedenden ötürü o gün salonda priz arıyorduk. Televizyonun yerini mi değiştirecektik neydi, öyle bir şey... Ama yok oğlu yok. Koskoca odada sadece odanın girişinin yanında iki tanecik priz var. Uzatma çekiyoruz, yetmiyor. Uzatmaları birbirine bağlıyoruz, bu sefer de her taraf kabloyla doluyor, anneannem kızıyor. Misafirlere çirkin gözükecek diye...

En sonunda patladım. "Yahu bu müteahhit de ne salak herifmiş! Koskoca salon yapmış, içine iki tanecik priz koymuş. Koysana şu duvarlara da. Aptal herif!" diye söylenmeye başladım.

Dedem birden sessizleşti. Dönüp ona baktığımda kızarıp bozardığını, kaşlarını hafiften çatmaya başladığını fark ettim.

O anda beynimin çarkları hızla dönmeye başladı. Bu apartman kimindi? Dedemin... Dedem emekli olmadan önce ne iş yapıyordu? Müteahhitlik... O zaman ben demin kime salak herif demiş oluyordum???

Kendime sorduğum her soruyla gözlerim giderek daha çok açılıyor, verdiğim her cevapla da ecel terleri döküyordum. "Dede..." dedim sonunda, fare gibi bir sesle.

"Efendim..." diye karşılık verdi dedem, davudî bir homurtuyla.

"Bu evi kim yapmıştı?" diye sordum, hafif hafif yana kaçarken. 

"BEN!" diye geldi cevap, tam da korktuğum gibi. Sonrasını anlatmama gerek yok sanırım. Çok şükür hâlâ yaşıyorum, hayattayım. Beden ve ruh sağlığım da az buçuk yerinde sayılır hamdolsun. O günden beri nerede bir priz görsem hürmetle yaklaşıyor, hâlini hatırını soruyorum. Müteahhit kelimesini duyunca da hafif bir ağlama krizi geçirdiğim oluyor. Ama iyiyim yani... Valla.

15 Nisan 2022 Cuma

Bayinizden ısrarla isteyiniz...


İngilizcede bir şeyi kesip biçip havalı kısaltmalar bulmak ne kadar kolay yahu. Orson Scott Card "computer interface implants" (bilgisayar arayüzlü implantlar) kelimelerinden "cifi" diye bir isim türetmiş mesela. Hem orijinal olmuş, hem de sci-fi (bilimkurgu) gibi okunan bir şey çıkmış ortaya.
 
Nasıl yapmış peki? Baş harflerini birleştirmiş sadece. Computer'ın "c"sini, inter-face'in "i" ve "f"sini, implant'ın "i"sini yan yana yazmış alt tarafı. Ben aynısını yapsam ne oluyor peki? "Bayi..." 

Gitti bütün karizma! 😅

18 Mart 2022 Cuma

Batman: Dünyadaki Son Şövalye | Kitap İnceleme


Batman: Dünyadaki Son Şövalye'yi nihayet okuyabildim. İhtiyar Logan'ın DC'deki karşılığı gibi olmuş.

Batman bir gün gözlerini Arkham'da açıyor, kendini hatırladığından daha genç buluyor ve yıllardır doktorların gözetiminde yaşadığını öğreniyor. Hiç Batman olmamıştır... Batman sadece deliliğinin ona oynadığı bir oyundur. Joker, İki Surat ve Penguen gibi azılı düşmanlarıysa tımarhane çalışanları... Alfred ona yıllardır tedavi gördüğünü, artık normale dönmenin vaktinin geldiğini söylüyor.

Ama Batman bu, böyle bir şeye körlemesine inanır mı hiç? O da başlıyor araştırmaya ve aslında işlerin hiç de Alfred'in anlattığı gibi olmadığını keşfediyor. Tam aksine, tıpkı İhtiyar Logan'daki gibi mahvolmuş bir gelecekte uyanmıştır Batman. Kötüler kazanmış, şehirler yıkılmış, tuhaf anormallikler topraklara hâkim olmuştur. Ve nasıl ki yaşlı Wolverine yanına kör Hawkeye'ı alıp o uğursuz topraklarda bizi bir gezintiye çıkarıyorsa, genç Batman de yanına cam bir fanusun içindeki Joker'in kellesini alıp başlıyor buraları dolaşmaya.

İlk cilt kanımca aralarındaki en iyisiydi. Maceraya giriş, bir sürü gizem unsuru, Joker'le karşılaşmak, kafada deli sorular...

İkinci ciltte bu topraklarda tam bir tur atıyor, DC evreninin yeni ve eski karakterlerinin (bazıları o kadar eski ki göndermeleri anlamak için internetten araştırmam gerekti) başlarına gelenleri görüyor ve sonunda Gotham'a geri dönüyoruz.

Üçüncü ve son ciltteyse Batman'in bu distopik dünyanın baş kötüsü olan Omega'yla savaşmasını okuyoruz. Açıkçası Omega'nın kim olduğunu daha en başından doğru tahmin ettiğim için bu ciltte yaşananlar bana o kadar etkileyici gelmedi. Yine de o son sahneyi sevdim. Klasik maceralar arasına koymam belki ama okuduğuma da kesinlikle pişman değilim bu seriyi.

Yeni 52'den tanıdığımız Snyder ve Capullo ikilisi yıllar sonra bir araya gelip gene güzel bir iş çıkarmışlar. JBC Yayıncılık her zamanki gibi muazzam bir baskı kalitesiyle buluşturmuş bu ciltleri bizlerle. Emre Taşkıran'ın çevirisi ve Aslı Dağlı'nın editörlüğü de her zamanki gibi dört dörtlüktü. Hepsinin ellerine sağlık.

Son olarak sevgili Ertan Ergil'e hem teşekkürlerimi hem de özürlerimi gönderiyorum buradan. Bana bu ciltleri inceleme yazmam için yollamıştı. Ama ben ailevi sağlık sorunları nedeniyle ona sözümü tutamadım. En azından bu şekilde yorumumu ve tanıtımımı yapayım bari dedim ben de.

19 Şubat 2022 Cumartesi

İsimsizin Çocukları | Kitap İnceleme

Akılçelen, 2021, 170 Sf.
Çevirmen: Deniz Evliyagil
Editör: Selcan Yıldız
Bu kadar ince bir kitap nasıl hem bu kadar dolu hem de bu kadar eğlenceli olabilir? İnsan Sanderson'a her seferinde biraz daha hayret ediyor doğrusu...

İsimsiz'in Çocukları, Magic: The Gathering adlı ünlü kart oyunu için yazılmış kısa bir roman aslında. Ama Magic hakkında hiçbir şey bilmeniz gerekmiyor. Wizards of the Coast, Sanderson'dan kendileri için yepyeni bir karakter yazmasını istemiş ve ona sınırsız yetki vermiş. Ünlü yazar da bu kısa ama doyurucu romana imza atmış.

Kitap Yaklaşımlar adlı, karanlık ve kasvetli bir diyarda geçiyor. Buranın halkı Batak'tan geldiklerine inanan ve ölülerini yine onun sularına bırakan insanlardan oluşuyor. Köylerin etrafı her türden iblis ve canavarla dolu. Ama içlerinden biri kısmen şanslı, çünkü Tacenda ve Willia adlı iki kutsanmış koruyucuları var. Bu ikiz kız kardeşlerden Tacenda çok güçlü bir sese sahip ve şarkılarıyla canavarları köyden uzak tutabiliyor. Cesur Willia ise çok güçlü bir kılıç ustası. Ama ikisinin de bir laneti var: Tacenda gündüzleri, Willia ise geceleri bütünüyle kör oluyor. Yine de bu durum onları nöbetleşe olarak köyü korumaktan geri bırakmıyor.

Ancak günün birinde Fısıldayanlar adlı yeşil hayaletler köye musallat olur, Tacenda'nın şarkısı onları kaçırmayı başaramaz ve Willia ölür (sürpriz bozan değil, korkmayın; daha ilk sayfalarda oluyor bu olay). Koskoca köyden geriye bir tek Tacenda kalır. Genç kız bu olayın sorumlusunun o topraklara yeni taşınan ve köyün efendisi olarak bilinen gizemli adam olduğundan emindir. Böylece intikam almak için adamın konağının yolunu tutar...

Açıkçası kitabın ilk 20 sayfasını zor okudum. Ağlayıp duran Tacenda, yavaş ilerleyen kurgu, kasvetli bir atmosfer, keder, keder, keder... Derken sahneye kitabın kapağında boy gösteren Davriel Cane giriyor ve kitabın bütün gidişatı bir anda değişiveriyor.

Davriel son yıllarda okuduğum en eğlenceli karakterlerden biri. Karizmatik, zeki, soğukkanlı ve... son derece tembel. Tek istediği çay içip uyumak ve rahat bırakılmak. Etrafında olan hiçbir şey umurunda değil. Pek çok şeye muktedir olmasına rağmen şekerleme yapmaktan başka bir şeyle ilgilenmiyor. Aslında çok büyük bir yeteneği yok; tek kabiliyeti insanların zihinlerine girip onların büyülü güçlerini kısa bir süreliğine çalmak. Bir de iblislerle çok zekice anlaşmalar imzalamak... O yüzden etrafı ruhunu almak için sırada bekleyen ama bu esnada anlaşma sona erene kadar ona çeşitli şekillerde hizmet eden bir sürü ifrit ve iblislerle dolu.

Ve ne var biliyor musunuz? Bütün bu saydığım karakterlerin hepsi birbirinden renkli, sevilesi ve ilginç tiplemeler. Sanderson şu kısacık kitabın içine bu kadar detaylı, eğlenceli ve bol karakteri nasıl yerleştirmiş diye şaşırmadan edemiyorsunuz okurken.

Kitabın çevirisi de gayet iyi ve akıcı. Deniz Evliyagil ve Selcan Yıldız çok iyi bir iş çıkarmışlar. Akılçelen'in önceki eserlerinde yaşadığım sıkıntıların hiçbiri gözüme çarpmadı. Birkaç ufak yazım hatası dışında çok temiz bir çeviri olmuş. İkisinin de ellerine sağlık.

Özetle Davriel'i çok sevdim. Olayları bir onun gözünden, bir Tacenda'nın bakış açısından okumak da epey keyifliydi. Heyecanı, espri dozu, merak unsuru dozunda, eğlenceli bir kitap oldu benim için İsimsiz'in Çocukları. Sanderson sevensen herkese tavsiye ederim.