15 Aralık 2009 Salı

Eve dönüş (Bölüm 4)


Cesur, gözlerini açtığında gün doğmuştu. Uyuyakalmış olmalıydı. “Kahretsin!” diyerek ayağa kalktı. Siyem’in yatağının boş olduğunu gördüğünde ise okkalı bir küfür savurdu. Fakat az ötede kızın ayakta dikildiğini görünce sakinleşti. Köpeği de kızın hemen yanındaydı. “Anlaşılan birileri benden daha iyi nöbet tutmuş.” dedi kendi kendine. Yavaş adımlarla onlara yöneldi. Siyem başını kaldırmış, bakışları sabit, kolları iki yana açık vaziyette güneşe bakıyordu.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu Cesur merakla.

“Hiç bir şey.” diye yanıtladı kollarını indiren kız.

“Güneşin altında fazla kalmamalısın. Tehlikelidir. Açık alanda bu şekilde kendini belli etmek de öyle…”

Siyem hiç cevap vermedi. Onun yerine uzaktaki bir yapıyı göstererek “Orası neresi?” diye sordu.

“Orası eski Göztepe trafo merkezi. Düzenleyiciler’in üslerinden biri.”

“Orada kaç kişi yaşıyor?

“En fazla 10. Eğer bize yardım ederler mi diye merak ediyorsan hiç umutlanma. Onlar sadece kendi amaçlarına hizmet eder. Haydi gel, bir şeyler yememiz gerek.”

Ama Siyem hiçbir şey yemedi. Hatta Cesur’un tüm ısrarlarına rağmen su dahi içmedi. “Sen uyanmadan önce bir şeyler atıştırmıştım.” dedi. Cesur buna pek ihtimal vermese de fazla üstelememeye karar verdi.

***

Bir günlük bir yürüyüşün ardından Kadıköy meydanına vardılar. Meydanın etrafı demir levhalardan ve dikenli tellerden oluşan bir duvar ile örülmüştü. Duvarın bazı kısımları ise üst üste yığılmış araba hurdaları ile kapatılmıştı. Tam duvarın ortasında ise kapı görevini gören metal-ahşap karışımı bir barikat vardı. Kapın her iki yanında da yine metal-ahşap karışımı, derme çatma iki kule vardı. Kulelerde ise eli silahlı nöbetçiler… Nöbetçiler Cesur’u görünce onu selamladılar ve kapıları açtılar.

“Hoş geldin Arayıcı. Çabuk girin. Kum fırtınası yaklaşıyor.” dedi nöbetçilerden biri.

“Hoş bulduk. Kadı burada mı?” diye sordu Cesur, içeri girdiklerinde.

“Evet, her zamanki yerinde.” dedi nöbetçi, işaret parmağıyla yıkık dökük iskelenin yanındaki vapuru işaret ederek. “Dikkat etsen iyi olur. Bu aralar çok öfkeli.” diye ekledi.

“Neden? Bir sorun mu var?”

“Sorun mu? Bu lanet yerde sorunsuz bir gün geçmiyor ki! Mutant kertenkelelerle uğraştığımız yetmiyormuş gibi şimdi bir de cyborglar çıktı başımıza!”

“Cyborglar sonunda burayı buldular demek.”

“Evet ve kökümüzü kazımaya her zamankinden de niyetliler. Kadı sana anlatır. Benim nöbete devam etmem lazım.” dedi nöbetçi ve onları selamlayarak nöbetine döndü. Grup da vapura doğru yürümeye başladı. Etrafta bir sürü baraka vardı. Silahlı adamlar sağa sola koşuşturup duruyordu.

“Burası neresi?” diye sordu Siyem.

“Kadı’nın köyü. Ya da eski adıyla Kadıköy. Ufak bir yerleşim birimidir. İlk başta sadece Kadı ve arayıcıları vardı. Fakat kısa zamanda insanlar buraya yerleşmeye ve Kadı’nın önderliğinde yaşamaya başladılar. Cesur insanlardır.”

“Burada kaç kişi yaşıyor?”

“Çok fazla değil. En fazla 100. İşte geldik…” Vapurun hemen yanında duruyorlardı. “Şimdi… Kadı… Nasıl desem? Biraz farklıdır. O yüzden onu gördüğünde korkma, tamam mı?” Siyem başını tamam anlamında salladı ve içeri girdiler.


Kadı, terk edilmiş vapurun üst katında yaşıyordu. Gemiyi kendi zevkine göre düzenlemişti. Yer kilimlerle kaplıydı. Orada burada savaş öncesinden kalma bir sürü eşya görmek mümkündü. Tablolar, posterler, mobilyalar… Hatta çalışmayan bir plazma TV bile vardı. Hoş, çalışsa da alabileceği bir yayın yoktu.

İçeri girdiklerinde pencereden dışarıyı seyreden birini buldular. Sırtı dönük olduğundan yüzü görünmüyordu.

“Merhaba ihtiyar. Sana bir misafir getirdim.” dedi Cesur.

“Hoş geldin Cesur.” dedi titrek bir ses. Kartal, adamın yanına koşup Kadı’nın elini yalamaya başladı. “Sen de hoş geldin kızım.” dedi Kadı, nazikçe köpeği okşayarak. Yavaşça onlara doğru döndü ve kendini gösterdi.

Kadı, insan biçimli bir mutanttı. Yüzü biçimsizdi, ağzı çarpık, başı ise kocaman… Uzun beyaz saçları ve sakalı vardı. Cildi yer yer yeşil, yer yer ise ten rengiydi. Etleri sanki pul pul dökülüyordu. Elleri normal bir insana oranla daha ince, parmakları ise daha uzundu. Gözleri ise iri, sarı birer yuvarlaktan ibaretti. İnsandan çok bir böceğe aitmiş gibi görünüyorlardı. Üzerinde ise tek parça, kirli beyaz bir cüppe vardı.

Siyem, yaratığa merakla baktı. Hiç korkmadı, hiç geri çekilmedi. “Nesin sen böyle?” diye sordu kayıtsızca.

Kadı güldü. “Cesur çocuk.” dedi titrek sesiyle. “Bu soruyu sorup da artık yaşamayan bir sürü kişi olmuştur.” diye devam etti ardından. Siyem oralı bile olmadı.

“Kadı eskilerdendir. Savaş öncesi yaşayanlardan yani.” diye açıkladı Cesur.

“Hah! Buna yaşamak denirse tabi.” diye homurdandı Kadı. “Ben ne miyim evlat? Bir zamanlar ben de senin gibi insandım. İnanması güç, değil mi? Bu, savaştan önceydi elbette. Burada yaşardım, Kadıköy’de. O zaman her şey daha güzeldi. 42 yaşındaydım. Bir işim vardı, bir evim. Beni seven bir karım ve çocuklarım…  Sonra ne mi oldu?”

Yavaş adımlarla duvarda asılı el yapımı bir takvime ilerledi ve tarihi gösterdi; 23 Ekim 2277.  “150 yıl önce bugün Büyük Savaş oldu. Birkaç lanet Amerikalı ve Çinli’nin arasındaki anlaşmazlık ve küçük bir nükleer felaket. Sadece birkaç saat sürdü ama işte sonuçları ortada.” dedi bir eliyle dışarıdaki dünyayı göstererek. “Ve savaş… Savaş asla değişmez. Çok azımız hayatta kaldı. Birçoğumuz sonradan öldü. Birçoğumuz da değiştik. Ben de değişenlerdenim. Tam 192 yaşındayım evlat. Ama diğerlerinden farklıyım.” Bir parmağı ile gözlerini gösterdi “Bu gözlerle ne görüyorum, biliyor musun? Kilometrelerce öteleri… Her taşın altını, her kayanın ardını… Başka insanların gördüklerini onların gözünden görüyorum. Cyborglar bu yüzden peşimde zaten. Beni ele geçirip tüm insanların yerini öğrenmek istiyorlar. Böylelikle kökümüzü kazımaları daha da kolay olacak. Onların nereden geldiğini ve kim adına çalıştıklarını ise bilmiyoruz ne yazık ki.” diye bitirdi Kadı.

“Artık değil.” dedi Cesur, çantasından çıkardığı bir veri diskini sallarken.

“Nedir o? Yoksa…” diye sordu Kadı heyecanla.

“Aynen öyle. Maltepe’deki üniversitenin arşivine gittim ve hâlâ çalışan bir bilgisayar buldum. Biliyorsun, tüm bilgisayarlar Global Ağ’a bağlıdır. Görünüşe göre Ağ hâlâ canlı ve aktif. Beni oldukça zorladı ama istediğim bilgiyi elde etmeyi başardım. Görünüşe göre iki taraf da birbirine nükleer oyuncaklarını fırlatırken Global Ağ boş durmuyormuş. Tüm kontrolü ele geçirip yeryüzündeki tüm nükleer füzeleri ateşlemiş. Her yöne… Her ülkeye… Telsiz mesajlarını kontrol et, sen de göreceksin.”

Diski kadıya uzattı. Kadı elleri titreyerek diski aldı ve inanamayan bakışlarla minik cihaza baktı.
“Öyleyse şüphelerim de haklıyım!” diye fısıldadı heyecanla “Cyborg ordularının ardındaki şey gerçekten de Global Ağ. O hâlâ canlı ve insan ırkını yok etmeye kararlı.”

“Öyle görünüyor. Özellikle de bilgiyi elde ettikten sonra peşime takılan cyborg sayısını göz önüne alırsak… Neyse ki onları atlatmayı başardım.”

Kadı, ince elleriyle diski bir süre evirip çevirdi. Sonunda başını kaldırıp “Bu gerçekten de önemli bir bilgi.” diye fısıldadı. “Peki, kızın bunlarla ilgisi ne?” diye sordu ardından.

“Hiç… O, Yağmacılar’dan kaçan bir esir. Ona evine dönmesi için yardım ediyorum, hepsi bu.”

Bunun üzerine Kadı bir kahkaha attı. Kahkahası korkunçtu. “Demek, evine dönmesine yardım ediyorsun, öyle mi? Sen kendini ne sanıyorsun, seçilmiş kişi falan mı?”

Cesur yalnızca omuz silkmekle yetindi. “Kayıp Şehir’den geliyor.” dedi.

Kadı şaşkın bakışlarla kızı süzdü. “Bak sen şu işe…” diye mırıldandı.

“Yerini bilebileceğini umuyoruz.” diye üsteledi Cesur.

“Tabii ki yerini biliyorum!” diye tersledi Kadı. “Ben her şeyi bilirim! Sadece herkesle paylaşmam, o kadar. Neden tüm Arayıcılar’ı benim için çalıştırıyorum sanıyorsun?”

“Yeni bir plazma TV için?” diye sordu Cesur, gülümseyerek.

Kadı homurdanarak bir dolaba doğru ilerledi. Bir taraftan da “Zevzek!” diye mırıldanıyordu. Ama bıyık altından güldüğü Cesur’un gözünden kaçmamıştı. Az sonra elinde birkaç harita olduğu halde geri geldi. “İşte bu savaş öncesi bir harita. Bu da arayıcılarımdan birinin çizdiği… Kayıp Şehir tam burada.” diyerek bir noktayı gösterdi.

“Ne yani? Kayıp Şehir karşıda mı?” dedi Cesur şaşkınca.

“Aynen öyle. Kapalı Çarşı’nın hemen altında.”

“İyi ama o tarafa nasıl geçeceğiz? Bildiğim kadarıyla Boğaz Köprüsü dâhil 3 köprü de yıkık vaziyette. Tüp geçitte zombi ve dev sıçanlarla kaynıyor.”

“İkinci tüp geçidi unutuyorsun.” dedi Kadı sırıtarak.

“İkinci tüp geçit mi var?” diye sordu Cesur şaşkınlıkla.

“Evet, tam burada.” diyerek haritada limanın hemen yanındaki başka bir noktayı gösterdi. “Savaştan hemen önce tamamlandı ama hizmete hiç açılmadı. Tüneller temiz ve kontrolümüzde. Kimse de yerini bilmiyor.” diye ekledi ardından.

“Kimse bilmiyorsa Yağmacılar bu kızı ve annesini bu tarafa nasıl geçirmiş o zaman?” diye sordu Cesur kuşkuyla.

“Bu benim de merak ettiğim bir soru. Sanırım bunun cevabını en iyi sen verebilirsin kızım.” dedi Kadı. Ama Siyem onlarla değildi. “Nereye kayboldu bu?”

Onu bulduklarında vapurun balkonundaydı. Kafasını göğe kaldırmış, gökyüzüne bakıyordu. Tıpkı bu sabah çölde yaptığı gibi…  “Ne yapıyorsun?” diye sordu Cesur. Yanıt gelmedi.

“Garip kız… Haydi, içeri gelin. Hazırlıklara başlasak iyi olur. Sabahtan yola çıkmalısınız.” dedi Kadı. Hep birlikte içeri döndüler.

- Dördüncü Bölümün Sonu -



Screenshot from Fallout 3

2 comments:

Elif Kararlı dedi ki...

İstanbul'u çok sevdiğin bu yazı da hiç belli olmamış :)

Amerikan filmleri gibi olmauş öykün bu bölüm..Hani A.B.D filmlerinde şimdi olmayan teknolojik aletler olurya sonradan onları reelde görmeye başlarız seninki de o misal..3.köprü ve tüp geçit felan :))

Tmm sustum...devamını bekliyoruz:) Eline zihnine hayalgücüne sağlık ...

mit dedi ki...

Canım memleketim varken ne gerek var o Amerikan şehirlerine? Bizim ülkemiz ve tarihimiz de çok elverişli böyle şeylere...

Üçüncü köprü ve tüp geçit ayrıntılarını yakaladığın için tebrik ve teşekkür ediyorum ;)

Sen susma, hep yaz DBP. Yorumu yazan ellerine (klavyene?) sağlık...