İnceleme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İnceleme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Haziran 2023 Çarşamba

Halaskâr | Kitap İnceleme

Beklediğimden çok çok daha fazla sevdim ben bu kitabı. 

Birkaç istisna dışında Türk yazarları pek okuyamıyorum. Hep bir şeyler eksik ya da yarım kalıyormuş gibi geliyor bana. O hissi siz de bilirsiniz. Okuyup da işte bu olmuş dediğim, en sevdiğim kitaplar arasına yerleştirdiğim Türk roman sayısı azdır kısacası. Halaskâr da onlardan biri oldu benim için.

Daha önce Yüksel Yılmaz'ın hiçbir kitabını okumamıştım. Kitabın ilk bölümünde biraz bocalar gibi oldum. Ama ilkeller, asistanlar, yabancı bir gezegeni kahramanımızla birlikte keşfetme duygusu ve Serkan'ın karamsar espri anlayışı derken kendimi sayfalara gömülmüş buldum. Uzun bir süredir kendini kitaplara veremeyen, günde birkaç sayfadan fazlasını okuyamayan ben, sayfaların nasıl akıp gittiğini anlamadım. Bir de baktım ki kitabı birkaç günde bitirmişim, daha yok mu diye arka kapağı eşeliyorum.

Kitapta Semele adlı yabancı bir gezegene giden ve buranın dünyalaştırılmaya uygun olup olmadığını araştıran Serkan adlı bir "Halaskâr"ın, bir nevi araştırmacı süvarinin başından geçenlere tanık oluyoruz. Serkan'ın tek dostu beynine eklenen yapay zekâ Arya. Onun dışında bu bilinmeyen tehlikeler ve mucizelerle dolu gezegende bir başına yaşıyor kahramanımız. 

Orada yaşayan canlıların listesini çıkarması, bitkileri araştırıp neleri yiyip içebileceğini keşfetmesi, geceleri saldıran ilkellerle olan amansız savaşı onu bir nevi modern Robinson Crusoe kılmış diyebilirim. Romanın ilk sayfaları bu leziz keşif ve tanıtım bölümleriyle geçiyor. Ama daha sonra Serkan bir acil durum çağrısı alır ve kendisinden kayıp bir Halaskâr'ı bulması istenir. Böylece kahramanımız kendisini hiç beklemediği olayların ortasında bulur.

Kesinlikle çok keyifli, aksiyon dozu yerinde, yer yer güldüren yer yer de doğaya karşı tutumumuzu sorgulatan, çok başarılı bir roman Halaskâr. Ucu açık hiçbir soru bırakmadığı gibi "şu çok mantıksız" ya da "şu çok klişe" dediğiniz bir şey de içermiyor.

Kısacası çok sevdim. Aksiyon-bilimkurgu türünü sevenlere tavsiyemdir.

3 Haziran 2023 Cumartesi

Kutlu Kan | Kitap İnceleme

Kayıp Rıhtım semalarında tanıştığım, Öykü Seçkisi'ndeki hikâyelerini severek okuduğum Harun Çimen'den günümüz Türkiye'sinde geçen, Osmanlı döneminden kalma bir lanet ile gizemli bir cinayeti birleştiren güzel bir polisiye.

Balat'taki terk edilmiş bir köşkte korkunç bir katliam yaşanır ve ruh çağırmak için oraya toplanan yedi gençten altısı öldürülür. Sadece Çiğdem Duman adlı genç kız hayatta kalır. Polis ne yapsa ne etse cinayeti bir türlü çözemez. Dışarıdan eve kimse zorla girmemiştir. İçeriden çıkıp giden birine dair bir işaret de yoktur. O zaman bu cinayeti kim, nasıl işlemiştir? Kimse cevabı bulamaz. Sonunda suçu mahallenin külhanbeyi Ömer Pehlivan'a yıkarlar ve dava kapanır.

Yıllar sonra Ömer Pehlivan, çiçeği burnunda avukatımız Cihan Akça'yı kendini savunması için tutar. Cihan bu cinayeti onun işlemediğine emindir. Gel gelelim kiminle konuşsa kapılar yüzüne kapanır. Kime bu konu hakkında soru sorsa kendisine duygusuz, hain, fırsatçı bir avukat muamelesi yapılır. Herkes halkın sevgilisi hâline gelen Çiğdem Duman'dan yanadır.

Derken Çiğdem Duman televizyonda Cihan'a verip veriştirdikten sonra birdenbire ortadan kaybolur. Baş şüpheli olarak da saf avukatımız görülür elbette. Böylece Cihan hem adını temizlemek, hem de bu büyük gizemi çözmek için ümitsiz bir maceraya atılır.

Açıkçası Cihan'ı çok sevdim. Fazla saf, fazla kibar, iyi niyeti sürekli suistimal edilen bir temiz aile çocuğu kendisi. Avukat olmak için fazla iyi biri. Sürekli olarak kendisini abes durumların içinde buluyor, karşısındakine kabalık etmemek için de sesini çok fazla çıkaramıyor. Ama bir yandan da davayı çözmek için azimle çalışmaya ve sorması gereken soruları bir şekilde sormaya devam ediyor. Bu da onu okuması keyifli bir karakter hâline getiriyor.

Kitabın zaman zaman geçmişe gitmesi ve Osmanlı dönemini, yeniçeri isyanlarını, şehzadeleri ve lanetleri konu alması da romana ayrı bir lezzet katmış. Severek, keyif alarak okudum. Bu tür eserleri sevenlere gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.

18 Mart 2022 Cuma

Batman: Dünyadaki Son Şövalye | Kitap İnceleme


Batman: Dünyadaki Son Şövalye'yi nihayet okuyabildim. İhtiyar Logan'ın DC'deki karşılığı gibi olmuş.

Batman bir gün gözlerini Arkham'da açıyor, kendini hatırladığından daha genç buluyor ve yıllardır doktorların gözetiminde yaşadığını öğreniyor. Hiç Batman olmamıştır... Batman sadece deliliğinin ona oynadığı bir oyundur. Joker, İki Surat ve Penguen gibi azılı düşmanlarıysa tımarhane çalışanları... Alfred ona yıllardır tedavi gördüğünü, artık normale dönmenin vaktinin geldiğini söylüyor.

Ama Batman bu, böyle bir şeye körlemesine inanır mı hiç? O da başlıyor araştırmaya ve aslında işlerin hiç de Alfred'in anlattığı gibi olmadığını keşfediyor. Tam aksine, tıpkı İhtiyar Logan'daki gibi mahvolmuş bir gelecekte uyanmıştır Batman. Kötüler kazanmış, şehirler yıkılmış, tuhaf anormallikler topraklara hâkim olmuştur. Ve nasıl ki yaşlı Wolverine yanına kör Hawkeye'ı alıp o uğursuz topraklarda bizi bir gezintiye çıkarıyorsa, genç Batman de yanına cam bir fanusun içindeki Joker'in kellesini alıp başlıyor buraları dolaşmaya.

İlk cilt kanımca aralarındaki en iyisiydi. Maceraya giriş, bir sürü gizem unsuru, Joker'le karşılaşmak, kafada deli sorular...

İkinci ciltte bu topraklarda tam bir tur atıyor, DC evreninin yeni ve eski karakterlerinin (bazıları o kadar eski ki göndermeleri anlamak için internetten araştırmam gerekti) başlarına gelenleri görüyor ve sonunda Gotham'a geri dönüyoruz.

Üçüncü ve son ciltteyse Batman'in bu distopik dünyanın baş kötüsü olan Omega'yla savaşmasını okuyoruz. Açıkçası Omega'nın kim olduğunu daha en başından doğru tahmin ettiğim için bu ciltte yaşananlar bana o kadar etkileyici gelmedi. Yine de o son sahneyi sevdim. Klasik maceralar arasına koymam belki ama okuduğuma da kesinlikle pişman değilim bu seriyi.

Yeni 52'den tanıdığımız Snyder ve Capullo ikilisi yıllar sonra bir araya gelip gene güzel bir iş çıkarmışlar. JBC Yayıncılık her zamanki gibi muazzam bir baskı kalitesiyle buluşturmuş bu ciltleri bizlerle. Emre Taşkıran'ın çevirisi ve Aslı Dağlı'nın editörlüğü de her zamanki gibi dört dörtlüktü. Hepsinin ellerine sağlık.

Son olarak sevgili Ertan Ergil'e hem teşekkürlerimi hem de özürlerimi gönderiyorum buradan. Bana bu ciltleri inceleme yazmam için yollamıştı. Ama ben ailevi sağlık sorunları nedeniyle ona sözümü tutamadım. En azından bu şekilde yorumumu ve tanıtımımı yapayım bari dedim ben de.

19 Şubat 2022 Cumartesi

İsimsizin Çocukları | Kitap İnceleme

Akılçelen, 2021, 170 Sf.
Çevirmen: Deniz Evliyagil
Editör: Selcan Yıldız
Bu kadar ince bir kitap nasıl hem bu kadar dolu hem de bu kadar eğlenceli olabilir? İnsan Sanderson'a her seferinde biraz daha hayret ediyor doğrusu...

İsimsiz'in Çocukları, Magic: The Gathering adlı ünlü kart oyunu için yazılmış kısa bir roman aslında. Ama Magic hakkında hiçbir şey bilmeniz gerekmiyor. Wizards of the Coast, Sanderson'dan kendileri için yepyeni bir karakter yazmasını istemiş ve ona sınırsız yetki vermiş. Ünlü yazar da bu kısa ama doyurucu romana imza atmış.

Kitap Yaklaşımlar adlı, karanlık ve kasvetli bir diyarda geçiyor. Buranın halkı Batak'tan geldiklerine inanan ve ölülerini yine onun sularına bırakan insanlardan oluşuyor. Köylerin etrafı her türden iblis ve canavarla dolu. Ama içlerinden biri kısmen şanslı, çünkü Tacenda ve Willia adlı iki kutsanmış koruyucuları var. Bu ikiz kız kardeşlerden Tacenda çok güçlü bir sese sahip ve şarkılarıyla canavarları köyden uzak tutabiliyor. Cesur Willia ise çok güçlü bir kılıç ustası. Ama ikisinin de bir laneti var: Tacenda gündüzleri, Willia ise geceleri bütünüyle kör oluyor. Yine de bu durum onları nöbetleşe olarak köyü korumaktan geri bırakmıyor.

Ancak günün birinde Fısıldayanlar adlı yeşil hayaletler köye musallat olur, Tacenda'nın şarkısı onları kaçırmayı başaramaz ve Willia ölür (sürpriz bozan değil, korkmayın; daha ilk sayfalarda oluyor bu olay). Koskoca köyden geriye bir tek Tacenda kalır. Genç kız bu olayın sorumlusunun o topraklara yeni taşınan ve köyün efendisi olarak bilinen gizemli adam olduğundan emindir. Böylece intikam almak için adamın konağının yolunu tutar...

Açıkçası kitabın ilk 20 sayfasını zor okudum. Ağlayıp duran Tacenda, yavaş ilerleyen kurgu, kasvetli bir atmosfer, keder, keder, keder... Derken sahneye kitabın kapağında boy gösteren Davriel Cane giriyor ve kitabın bütün gidişatı bir anda değişiveriyor.

Davriel son yıllarda okuduğum en eğlenceli karakterlerden biri. Karizmatik, zeki, soğukkanlı ve... son derece tembel. Tek istediği çay içip uyumak ve rahat bırakılmak. Etrafında olan hiçbir şey umurunda değil. Pek çok şeye muktedir olmasına rağmen şekerleme yapmaktan başka bir şeyle ilgilenmiyor. Aslında çok büyük bir yeteneği yok; tek kabiliyeti insanların zihinlerine girip onların büyülü güçlerini kısa bir süreliğine çalmak. Bir de iblislerle çok zekice anlaşmalar imzalamak... O yüzden etrafı ruhunu almak için sırada bekleyen ama bu esnada anlaşma sona erene kadar ona çeşitli şekillerde hizmet eden bir sürü ifrit ve iblislerle dolu.

Ve ne var biliyor musunuz? Bütün bu saydığım karakterlerin hepsi birbirinden renkli, sevilesi ve ilginç tiplemeler. Sanderson şu kısacık kitabın içine bu kadar detaylı, eğlenceli ve bol karakteri nasıl yerleştirmiş diye şaşırmadan edemiyorsunuz okurken.

Kitabın çevirisi de gayet iyi ve akıcı. Deniz Evliyagil ve Selcan Yıldız çok iyi bir iş çıkarmışlar. Akılçelen'in önceki eserlerinde yaşadığım sıkıntıların hiçbiri gözüme çarpmadı. Birkaç ufak yazım hatası dışında çok temiz bir çeviri olmuş. İkisinin de ellerine sağlık.

Özetle Davriel'i çok sevdim. Olayları bir onun gözünden, bir Tacenda'nın bakış açısından okumak da epey keyifliydi. Heyecanı, espri dozu, merak unsuru dozunda, eğlenceli bir kitap oldu benim için İsimsiz'in Çocukları. Sanderson sevensen herkese tavsiye ederim.

25 Ağustos 2021 Çarşamba

Blacksad: Gölgeler Arasında Bir Yerde | Kitap İnceleme

YKY, 2021, 50 Sf.
Çevirmen: Elif Gökteke, Düzelti: Filiz Özkan
"Biz kedilerle ilgili bir yığın basmakalıp söz vardır. 'Dokuz canlı' olduğumuz gibi... Açıkçası bunun doğruluğunu ispatlamaya hiç hevesli olmadım."

John Blacksad... İnsansı hayvanlarla dolu bir şehirde özel dedektiflik yapan bir kara kedi. Tıpkı her kara (noir) dedektiflik romanı kahramanının olması gerektiği gibi hep karamsar, hep parasız ve epey şanssız biri. Ve tabii ki yasaları çiğnemek uğruna kendi adaletini sağlayan bir anti-kahraman.

Günün birinde eskiden sevgili olduğu, ünlü bir aktris cinayete kurban gittiğinde ve polisin eli kolu bağlı kaldığında John katili kendi başına bulup cezalandırmaya karar verir. Tabii bu esnada başına gelmeyen kalmaz. Bir sürü farklı karakterle tanışır, bir sürü belaya bulaşır, bir araba dayak yer falan... Bu tür dedektiflik hikâyelerini okuduysanız büyük resmi gözünüzün önünde canlandırmanız kolay.

İşin aslı hikâye biraz klişe. Ama çizgi romanın İspanyol yaratıcıları bu 50 sayfalık, kısa eserin her karesine öyle güzel detaylar, öyle güzel çizimler ve öyle başarılı monologlar yerleştirmiş ki okurken bunu pek umursamıyorsunuz.

Çizimlerin yanı sıra en çok beğendiğim şey karakterler ve temsil ettikleri arketipler arasındaki güçlü bağ oldu. Şanssız dedektif, kara kedi. Soğukkanlı haydut, kertenkele. Sadık polis müfettişi, köpek... gibi gibi.

10 yıldır baskısı bulunmuyordu Blacksad'in. YKY bu bahtsız kediyi yeniden bizlerle buluşturmuşken bu fırsat kaçmamalı, kaçmaz. Umarım bu sefer geri kalan 4 cildi de basıp seriyi tamamlarlar.

Bu arada çizgi romanı severseniz yakın bir zamanda çıkan macera oyununu da tavsiye ederim. Çıktığında epey sorunluydu ama hataların çoğu düzeltilmiş. Oynarken epey eğlenmiştim ben.

21 Ağustos 2021 Cumartesi

Thanos Kazanır | Kitap İnceleme

Gerekli Şeyler, 2018, 168 Sf.
Çeviri: Tulgan Köksal, Editör: Nihan Alak

Thanos'u pek sevmem. Ama bu cilt gerçekten de çok keyifli ve epey farklıydı. Yer yer "İhtiyar Logan" tadı aldığımdan olsa gerek...

Marvel çizgi romanlarını okumayı bırakalı çok oldu. Sürekli sıfırlanan evrenler, değiştirilen karakterler, ardından yine sıfırlamalar derken evrene olan ilgimi bütünüyle kaybettim. 80'li ve 90'lı yıllardaki klasikler, Marvel'in altın çağları olarak kalacak benim için.

Bu iki nedenden ötürü Thanos Kazanır'ı okuyup okumamakta epey kararsızdım. Ama bir yandan da hakkında çok güzel yorumlar duymuştum. O yüzden gözümü karartıp ilk birkaç sayfasını okumaya karar verdim. Sonrasını hatırlamıyorum... Öyle sürükleyici, öyle ilginç, öyle yenilikçiydi ki ne zaman bittiğini anlamadım. Bir baktım, son sayfayı çevirivermişim. Gerçekten de son yıllarda okuduğum en güzel maceralardan biriydi.

Onu özel kılan şey bence tıpkı "İhtiyar Logan" gibi Marvel evreninin olası sonlarından birini bize sunması. Bu ciltte Thanos muradına ermiş ve galaksilerdeki neredeyse herkesi öldürerek mutlak hâkim hâline dönüşmüş. Geriye sadece tek bir düşmanı kalmış. Ama onu tek başına yenmesi mümkün olmadığından sağ kolunu (son yıllarda gördüğüm en uçuk karakter) geçmişe gönderip genç Thanos'u yanına, geleceğe getirtiyor. İşte biz de bu sayede gelecekte evrenin nasıl bir yer hâline dönüştüğünü genç Thanos'un gözlerinden görüyoruz.

Dünya'ya ne oldu? Thanos kimi nasıl öldürdü? Hangi kahraman hangi sonla karşılaştı? Kurtulan var mı? Hepsi ya bir karedeki küçük bir görsel detayla, ya uzun uzadıya anlatılan savaş sahneleriyle bize anlatılıyor. Bir kurukafa, çorak toprakların ortasında duran bir nesne, harabe hâlindeki bir gezegen... Enfes detaylar. İşte buralarda da başından beri bahsettiğim o "İhtiyar Logan" tadını alıyoruz.

Thanos Kazanır'ı daha da keyifli kılan şey hiç kuşkusuz az önce bahsettiğim, Thanos'un gizemli "sağ kolu." Yani Kozmik Ghost Rider. Bildiğimiz Ghost Rider'ın kozmik güçlere sahip versiyonunu düşünün. Ama kendisine en az Deadpool kadar kafadan çatlak bir kişilik ekleyin. Gerçekte "kim" olduğunu öğrendiğimiz an kesinlikle müthiş ve bir o kadar da afallatıcıydı. Zaten o kadar popüler oldu ki daha sonra kendi çizgi romanlarına da kavuştu.

Thanos'un son düşmanı, onu öldürmeye "neyle" geldiği ve nihai savaş da böyle bir çizgi romana yaraşır cinstendi. Çok keyif aldım şahsen. Thanos'u seven sevmeyen herkese gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.

10 Mayıs 2020 Pazar

Londra Nehirleri | Kitap İnceleme

"Londra Nehirleri tam olarak Harry Potter büyüyüp polis teşkilatına katılsa işlerin nasıl olacağını anlatıyor. Eğlenceli ve fazlasıyla muzip."
-Diana Gabaldon
Epsilon Yayınları, 2019
Çevirmen: Aslı Dağlı
Düzelti: Su Akaydın
Kitabın arkasında bu alıntıyı görünce kendi kendime gülmüş ve şöyle demiştim: İşte hayatında hiç Dresden Dosyaları okumamış bir yazarın yorumu... Ama kitabı bitirdikten sonra Diana Gabaldon'un ne kadar haklı olduğunu görebiliyorum. 

Londra Nehirleri uzun zamandır ilgimi çeken bir kitaptı. Bunun bir sebebi Dresden Dosyaları’yla benzerlikler içermesiydi. Diğer sebebiyse çevirmeni Aslı Dağlı’nın heyecanlı yorumları. 

Kitap alışılmışın aksine İngiltere’de, modern Londra’nın göbeğinde geçiyor. Başkarakterimiz Peter Grant yeni yetme bir polis memurudur ve tüm çaylaklar gibi bütün istenmeyen işler ona yıkılmaktadır. Bir gece Aktörler Kilise'sinde başsız bir ceset bulunur ve suç mahallinde sabaha kadar nöbet tutup oraya kimseyi yaklaştırmama görevi Peter ve teşkilattaki en iyi arkadaşı (aynı zamanda da hoşlandığı kız olan) Lesley’ye düşer. 

Gel gelelim Peter çok geçmeden hiç beklenmedik bir şeyle karşılaşır, gerçek bir hayaletle… Dahası, onunla konuşabildiğini de fark eder. Akabinde kendisini Thomas Nightingale adlı bir üstünün emrinde bulur. Çok geçmeden Nightingale’in teşkilattaki tek büyücü polis olduğu ortaya çıkar. Peter’ın büyüye yatkınlığını fark eden adam onu kendine çırak olarak almaya karar verir. Çok ama çok uzun yıllardan beri ilk kez olmaktadır bu. 

Peter eğlenceli bir karakter. Hem zeki, hem komik hem de akıllı biri. Olup olmadık yerlerde yaptığı zıpır yorumlar insanı gülümsetiyor. Kitap birinci şahıs açısından yazıldığından düşüncelerini, esprilerini vs sık sık duyabiliyoruz. Bu da Dresden Dosyaları ile olan benzerliğini bir parça arttırıyor.

30 Kasım 2019 Cumartesi

Yeni Paris’in Son Günleri | Kitap İnceleme


China Miéville için son on yılın en yaratıcı fantastik ve bilimkurgu yazarlarından biri demek kesinlikle yanlış olmaz. Genç yaşında Arthur C. Clarke gibi prestijli bir ödülü üç kez, Locus Ödülü’nüyse tam dört kez kazanma başarısı gösteren İngiliz yazar, son derece uç noktalarda gezen hayal gücü ve orijinal kurgularıyla dikkat çekiyor. Yayımlattığı son kısa romanı Yeni Paris’in Son Günleri de yazarın bu özelliğini ziyadesiyle yansıtıyor.

Yurt dışında 2016 yılında basılan kitap bizleri İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Paris’e götürüyor. Ama bildiğimiz tarihin dışına çıkıp, alternatif bir zaman dilimi resmediyor sayfalarında. Bu yeni gerçeklikte tüm sürrealist eserler hayat bulmuş ve Paris’in sokaklarında cirit atmaya başlamıştır. Şehir halkıysa bir yandan işgalci Nazilerle savaşırken diğer yandan da sağı solu belli olmayan bu tuhaf yaratıklarla bir arada yaşamak zorunda kalmıştır. Sadece bununla kalsa iyi, Nazilerin okült bilimlere olan tutkusu Cehennem ordularını da şehre çekmiş, işleri iyice çorba hâline getirmiştir. İşte bu karmaşada La Main à Plume’dan, yani sürrealist direnişçilerden biri olan Thibaut adındaki genç bir adamın başından geçenleri okuyoruz Yeni Paris’in Son Günleri kitabında.

S-Patlaması

Yeni Paris’in Son Günleri adına S-Patlaması denen, gizemli bir olay sonucunda şehirdeki tüm sürrealist eserlerin hayat bulması etrafına kurulu bir roman. Olay yaşandığı sırada Paris hâlihazırda Nazi işgali altındadır. Hitler’in askerleri tüm sokakları, tüm mahalleleri kontrol etmekte ve yerel halkı demir yumruğunun altında ezmektedir. Derken kaynağı bilinmeyen o esrarengiz patlama gerçekleşir ve sürrealizmle yakından uzaktan alakası olan her ne varsa – tablolar, heykeller, karakalem resimler, biblolar, şiirler ve daha nicesi – açıklanamaz bir şekilde hayat bulur. Böylece Paris’in kisvesi ve şehirdeki güç dengeleri sonsuza dek değişir.

Paris halkı bu sürrealist canlılara manif adını verir. Manifler doğaları gereği karmaşık canlılar. Bizim dilimizi konuşamıyorlar, insanlarla da iyi geçindikleri söylenemez. Daha çok neden orada olduklarını anlamlandırmaya, ait olmadıkları bir dünyada var olmaya çalışıyormuş gibi bir hâlleri var. Bunu tam olarak başaramadıkları için de her şeyi yakıp yıkıyor, hatta Fransız ya da Alman farkı gözetmeksizin karşılaştıkları tüm insanları öldürüyorlar. Bu durum Nazilerin şehri bütünüyle kontrol altına almasına engel oluyor elbette ama Fransız direnişçilerin de manifleri tam anlamıyla bir müttefik olarak göremedikleri, hatta onlardan korktukları da bir gerçek.

Üstüne, Hitler’in kara güneş efsanesine ve okült güçlere karşı duyduğu tutku da işin içine giriyor. Karanlık sanatları kullanarak zaferlerini kesinleştirmek isteyen Naziler bir şekilde Cehennem güçleriyle anlaşma sağlıyor ve envai çeşit iblisi Paris sokaklarına salıveriyor. İblisler ve manifler birbirlerinden ölesiye nefret ediyor ve bu iki ırkın üyeleri bir sokakta karşılaştığında tam manasıyla kan gövdeyi götürüyor.

Ne ilginçtir ki, ya gençliğinde sürrealizmin sıkı bir savunucusu olduğundan ya da tamamen bilinmeyen bir sebepten dolayı, kahramanımız Thibaut ile manifler arasında sıra dışı bir ilişki mevcuttur. Normalde karşılarına çıkan her şeyi ezip geçen bu gerçeküstü varlıklar Thibaut ile karşılaştıklarında şöyle bir duraksıyor, afallıyorlar. Hatta içlerinden bazıları ona zarar vermeye yönelik herhangi bir harekette bile bulunmuyor. Thibaut bu alışılmadık özelliği sayesinde direnişçiler arasında kendisine sağlam bir yer ediniyor.

Kahramanımız hem şehrine hem de yoldaşlarına son derece bağlı biri olarak resmediliyor. Ancak günün birinde (kitabın hemen başında) hiç tanımadığı bir kadın kollarında can verirken genç adamın eline bir iskambil kartı tutuşturuyor ve son nefesinde onu yaklaşan bir tehlikeye karşı bölük pörçük uyarıyor. Ne yapacağını şaşıran Thibaut, anlamlandıramadığı bir içgüdüyle kartı yoldaşlardan saklıyor. Sonrasında da ölen kadının sözlerinin arkasında yatan anlamı çözmek için düşüyor yollara. İşte bu yolculuğu sırasında Sam adındaki kadın bir Amerikalı gazeteciyle kesişiyor yolları. Sam ona bir kitap yazmak için burada olduğunu, bu uğurda Paris’in fotoğraflarını çektiğini ve burada yaşananları tüm dünyaya göstermek istediğini söylüyor. Thibaut kadına pek güvenmese de şehrinde yaşanan bu tuhaf ötesi olayların bir kitapla ölümsüzleştirilmesi fikri aklını fena hâlde çeliyor. O noktadan sonra maceramız hiç beklenmedik, şaşırtıcı yönlere doğru yelken açıyor.

Kitapta Thibaut ile Sam’in başından geçenlerin yanı sıra, 1941 yılında (yani 9 sene önce) yaşananları konu alan bazı ara bölümler de var. Bu kısımlarda Varian Fry (binlerce Nazi karşıtı ve Yahudi mülteciyi soykırımdan kurtaran ünlü Amerikalı gazeteci) ile meşhur roket bilimcisi Jack Parsons’ın (kendisi aynı zamanda okült ustası Aleister Crowley’in bir öğrencisi olur) buluşması anlatılıyor. Bu iki tarihi kişilik arasında geçen olaylar dönemin ünlü sürrealistlerine dek uzanıyor. Evet, bu kısacık romana iki farklı zaman dilimi sıkıştırmayı başarmış Mieville…

15 Nisan 2019 Pazartesi

Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları | Kitap İnceleme

İthaki Yayınları, 2015
Çevirmen: Aslı Dağlı
Editör: Emre Aygün
Keyifle okunan, bir an bile sıkmayan, eğlenceli bir gençlik fantazyası.

Kitabımızın başkahramanı Jacob, büyükbabasının anlattığı tuhaf hikâyelerle büyüyen, sıradan bir çocuk. Ama çocukluk yıllarını geride bırakıp 16 yaşına geldiğinde kendisine anlatılan şeylerin aslında gerçek olmadığını, küçük bir çocuğu eğlendirmek için sıkılan palavralar olduğunu anlıyor. Ardından dedesiyle arası açılıveriyor. Ama günün birinde dedesi tıpkı hikâyelerinde anlattığı tuhaf bir "şey" tarafından öldürülünce aslında tüm o tuhaflıkların gerçek olabileceği fikri kafasına dank ediveriyor.

Böylece hem hakikati öğrenmek hem de büyükbabasının son nefesinde kendisine verdirdiği sözü tutmak için düşüyor yollara. Ve kendisini Bayan Peregrine ile Tuhaf Çocuklarıyla karşı karşıya buluveriyor.

Kitap bir bakıma Harry Potter'ın formülünü uyguluyor aslında. Sıradan bir çocuk. Tuhaf güçlere sahip çocuklarla dolu bir yetimhane. Hepsini koruyup gözeten bir öğretmen. Kaçınılması gereken gölge yaratıklar. Benzerlikler çok bariz. Bununla birlikte kendi ayakları üstünde durmayı ve kendi evrenini yaratmayı başarıyor yazar. Hikâyesini anlatmak için gerçek fotoğraflar kullanması da öyküsünün etkisini arttırıyor.

Açıkçası okurken hiç sıkılmadığım, acaba ne olacak diye her sayfayı merakla çevirdiğim bir kitap oldu. Hatta son bölümlerde heyecan dozu öyle bir artıyor ki satırları atlaya atlaya okumamak için kendimi zor tuttum. Tabii bunda Aslı Dağlı'nın çok başarılı ve akıcı çevirisinin de katkısı büyük.

Bakalım devam kitabında neler olacak?

22 Kasım 2018 Perşembe

Merdivenler Kenti | Kitap İnceleme


Bazı kitaplar vardır, fantastik edebiyatta sık sık kullanılan klişelere düşmeyip yıllar boyunca keyifle hatırlayacağınız bir macera sunar sizlere. Merdivenler Kenti onlardan biri oldu benim için.

Bilirsiniz; tüm diyarları tehdit eden karanlık bir lord, herkesi kurtaracak bir seçilmiş kişi, klasik elf ve cüce ırkları… ve tabii ki ak sakallı, asalı büyücüler. Neredeyse her fantastik romanda gördüğümüz, okuduğumuz şeyler bunlar. Tolkien’in izinden giden, ona benzer dünyalar kurmaya çalışan kitaplar.

Ama arada sırada bu klişeleri yıkıp tamamen özgün şeyler ortaya çıkaranlar da oluyor. Brandon Sanderson seneler önce Elantris’le yapmıştı bunu bana mesela. China Mieville de Perdido Sokağı İstasyonu’yla. İşte şimdi bu ikisinin yanına büyük bir keyifle koyacağım başka bir kitabım daha oldu Merdivenler Kenti’yle.

Bir zamanlar birbirinden farklı karakterlere ve güçlere sahip olan altı ilahi varlığın hükmettiği Bulikov’da, namı diğer “Merdivenler Kenti”nde geçiyor hikâyemiz. Burası eskiden pek çok mucizeye ev sahipliği yapan ve “Kıta” olarak anılan toprakların en gözde şehri. Her ilahın kendi kuralları, kendi müritleri ve kendi mucizeleri var. Ve her biri farklı şehirlerde kendi halklarına hükmediyor. Hepsinin birleştiği, tüm mucizelerin ve halkların bir araya geldiği yerse Merdivenler Kenti.

Ancak uzun zaman önce, ilahlar tarafından görmezden gelinen ve yıllar boyunca sömürülüp ezilen Saypur halkı isyan ederek Kıta’ya saldırmış. Ve bu isyan sırasında kimsenin aklına gelmeyecek bir şey başarmışlar: İlahları öldürmek…

Bulikov artık eski günlerinin sadece solgun bir hayaleti. Sokakları pislik içinde, insanları fakir, binaları ve tapınakları yıkık dökük. Dahası, tarihleri ve dinleri de yasaklanmış, sansürlenmiş durumda. İlahlara inanmaya devam etmek şöyle dursun, onların isimlerini bile ağızlarına alamıyorlar. Kıta’yı işgal eden ve yönetimi elinde tutan Saypur yetkilileri bunu bizzat garanti altına alıyor. Kurallara karşı çıkanlarsa cezalandırılıyor.

Derken günün birinde Saypulu ünlü bir arkeolog gizemli bir cinayete kurban gidiyor ve kahramanımız Shara Thivani ile sekreteri Sigrud bu olayı araştırmak için Bulikov’a gönderiliyor. Shara aslında çok yetenekli bir casus ve ilahlar konusunda belki de dünyadaki en bilgili kişi. Sigrud ise… Ah, Sigrud! Kendisi kesinlikle kitaptaki en sevdiğim karakter oldu. İki metreye yakın boyu, iri yarı cüssesi, umursamaz tavırları ve tek gözüyle kuzeyli bir korsan o. En iyi yaptığı şey adam öldürmek ve Shara’yı korumak için elini kana bulamaktan hiç çekinmiyor. Ama tüm o umursamaz tavırlarına rağmen oldukça sempatik, sevilesi bir karakter kendisi. Shara’nın onu “sekreterim” diye tanıtması da ayrı bir komiklik katıyor işin içine.

30 Ekim 2016 Pazar

Sandman 1: Prelüdler ve Noktürnler | Kitap İnceleme


Fantastik edebiyatla içli dışlı olup da Neil Gaiman’ın, çizgi roman okuyup da Sandman’in adını duymayan yoktur herhâlde. Gaiman bugüne dek pek çok önemli eser vermesine, birçok ödüle layık görülmesine rağmen adı hep bu çizgi romanla anılmış, “başyapıtı” olduğu söylenmiştir. Ki çıktığı ilk yıldan, yani 1988’den beri hem yurtdışında hem de yurtiçinde kendine geniş bir okuyucu kitlesi bulmuş, pek çok hayran kazanmıştır.

Türk okurlar olarak Sandman’le ilk tanışmamız 2000’lerin başında Arkabahçe Yayıncılık aracılığıyla olmuş, seriyi tamamlamaksa Laika’ya kısmet olmuştu. Ancak o zamanlar üniversiteyi daha yeni bitirmiş, hayata yeni yeni atılan bir genç olduğumdan (evet, ben, genç… insan hayret ediyor) alıp da okumak kısmet olmamıştı. Meteliksizdim çünkü; bırakın pahalı ve ciltli çizgi romanları, kitap bile alamıyordum. İşte bu yüzden hep içimde bir ukde olarak kalmıştı Sandman.

O nedenle İthaki tüm seriyi yeni baştan çevireceğini duyurduğunda ne kadar sevindiğimi tahmin edebilirsiniz. Sonunda ben de tüm dünyayı etkisi altına alan bu grafik romanı kendi dilinde okuyanlar kervanına katılabilecektim. Yine de şüphelerim yok değildi. Ya beğenmezsem? Ya aradan geçen bunca yıl sonra etkileyiciliğini ve orijinalliğini yitirmişse? Ya… Derken ilk sayfayı açtım ve Bay Kumadam beni siyah pardösüsünün kanatlarının altına aldı.

27 Ağustos 2016 Cumartesi

Pinokyo: Vampir Avcısı | Kitap İnceleme


İster nostalji tutkusu deyin, ister geri kafalılık, isterseniz de yaşlılık, siyah-beyaz çizgi romanları şimdilerin renkli ve dijital baskılarına nazaran daha çok seviyorum ben. O nedenledir ki Pinokyo: Vampir Avcısı’nın tanıtımlarını Çizgi Düşler’in sayfasında ilk kez gördüğümde “İşte bu tam benim kalemim!” dedim kendi kendime. Ne mutlu ki haksız da çıkmadım.

Pinokyo: Vampir Avcısı, Flix’in Don Kişot’undan (Marmara Çizgi) beri okuduğum en “farklı” şeydi. Ki o kitabı ya da hakkında yazdığım naçizane incelememi okuduysanız bunun kendi adıma hatırı sayılır bir övgü olduğunu da bilirsiniz. Gerçi iki eserin arasındaki benzerlikler ikisinin de siyah-beyaz olması ve bir roman kahramanını konu almasıyla sınırlı. Zira Pinokyo da hiç beklenmedik anlarda bizleri güldürse de bunu çok nadiren yapıyor. Ellerimizde tuttuğumuz bu hikâye daha karamsar ve daha bir karanlık masalsı.

Disney’i unutun

Ünlü Pinokyo masalın nasıl sona erdiğini, tahtadan yapılma kahramanımızın iyiliklerinin mükafatı olarak Mavi Peri tarafından gerçek bir çocuğa dönüştürüldüğünü ve babası Geppetto’yla sonsuza dek mutlu mesut yaşadığını hepimiz biliriz. Ancak bilmediğimiz şey Disney’in meşhur çizgi filmiyle akıllarımıza kazınan bu hikâyenin aslında kitaptan çok ama çok farklı olduğu.

Örneğin, animasyon filmi Pinokyo’yu Geppetto tarafından oyulan bir kukla olarak tanıtır bizlere ilk olarak. Evlat özlemiyle dolu ihtiyar kuklacı, uykuya dalmadan önce bir yıldıza bakar ve “Keşke Pinokyo gerçek bir çocuk olsaydı,” diye bir dilekte bulunur. Ve o gece Mavi Peri tarafından dileği kabul edilir, Pinokyo can bulur. Ama hâlen bir kukladır. “Eğer cesur ve iyi bir çocuk olursan bir gün gerçek bir çocuğa dönüşebilirsin,” der Peri ona. Hatırladınız mı? Güzel… şimdi hepsini unutun!

Carlo Collodi’nin 1883’te kaleme aldığı orijinal masal böyle başlamıyormuş çünkü. Aksine, Cherry adından bir marangoz “konuşan bir odun” buluyormuş kitabın hemen başında. Daha sonra odunu ondan alan Geppetto zaten konuşmakta olan bir tahta parçasını bir kuklaya dönüştürüyormuş. Yani ortada ne bir dilek var ne de Mavi Peri…

Peki Pinokyo’ya sürekli akıl verip ona yol gösteren, dans edip şarkı söyleyen smokinli ve bastonlu meşhur cırcırböceğimiz Jiminy’yi hatırlıyor musunuz? Meğer masalın aslında çok farklı bir biçimde çıkıyormuş okurların karşısında o da. Giysisini, şarkılarını ve öğütlerini bir kenara bırakın; daha ilk sayfalarda Pinokyo’ya nasihat veren ve tahta oğlanımız tarafından bizzat “öldürülen” önemsiz bir yan karaktermiş cırcırböceğimiz. Hatta ileriki sayfalarda bir “hayalet” olarak geri dönüyor, ama uyarıları Pinokyo tarafından yine ciddiye alınmıyormuş. Ya Mavi Peri? Ya da masaldaki orijinal adıyla “Turkuvaz Saçlı Peri” mi demeliyim? Evet, kendisi hikâyede yer alıyor almasına fakat sadece ikinci yarısından sonra.

24 Ağustos 2016 Çarşamba

Original Sin | Kitap İnceleme


Marvel Comics evrenini yakından takip ediyorsanız İzleyici Uatu’yu da tanıyorsunuz demektir.Fantastik Dörtlü ve Gümüş Kayakçı başta olmak üzere 90’lı yıllarda ülkemizde yayınlanan bazı çizgi romanlarda sık sık görürdük kendisini. Ay’ın karanlık yüzündeki ıssız üssünde tek başına yaşayan bu kel, koca kafalı ve sessiz kozmik varlık her şeyi izlemeyi ve kaydetmeyi kendine görev edinmiştir. O her şeyi görür. Hatta koşullar farklı geliştiği takdirde paralel evrenlerde yaşanacak olanları bile. Ama ettiği yemin nedeniyle hiçbir şeye karışmaz. Sadece izler ve kaydeder.

Original Sin (İlk Günah) adlı bu cilt de İzleyici Uatu’nun etrafında şekilleniyor. Daha doğrusu kurban gittiği cinayetin etrafında… Çünkü birileri bu çok güçlü ve ketum kozmik varlığı bir şekilde öldürmüş, hatta bununla da kalmayıp “gözlerini” çalmıştır. İyi ama kim? Daha da önemlisi neden? İşte Marvel Comics evrenindeki neredeyse tüm süper karakterlerinin bir cevap bulmaya çalıştığı sorular bunlar…

Süper kahraman alayı

Original Sin toplamda 10 bölümden oluşuyor. Kitabın hemen başlarında Nova Birliği’nin en genç üyelerinden Sam Alexander ile İzleyici arasındaki kısa ama duygusal bir görüşmeye şahit oluyoruz. Aynı zamanda da Uatu’nun kişiliği, geçmişi, görevi ve yemini hakkında da doyurucu bilgiler ediniyoruz. Sonrasında malum son gerçekleşiyor ve İzleyici bilinmeyen biri ya da birileri tarafından katlediliyor.

Soruşturmayı ilk üstlenen her zamanki gibi İntikamcılar oluyor. Hikâyenin Marvel evrenine denk geldiği noktadan ötürü İntikamcılar Birliği Kaptan Amerika’nın önderliğindeki Wolverine, Black Widow, Thor ve Iron Man’dan oluşuyor. S.H.I.E.L.D.’tan emekli olan Nick Fury de istemeye istemeye de olsa onlara katılıyor. (Ultimate ve Sinematik evrenindeki siyahi Nick değil, bizim eski, tanıdık, orijinal Nick Fury var karşımızda, ki bence bu süper bir şey).

Bu esnada gizemli biri Black Panther’den İzleyici’nin cinayetini ayrıca, İntikamcılardan bağımsız bir şekilde araştırmasını istiyor. Böylece Black Panther, Ant-Man ve Emma Frost dünyanın merkezine; Ay Şövalyesi, Winter Soldier ve Gamora uzayın derinliklerine; Punisher ve Doctor Strange ise başka boyutlara giderek ipuçları aramaya başlıyor. Birbirinden alakasız bu kahramanların birlikte çalıştığını ve aralarındaki atışmaları görmek çok keyifli doğrusu.

20 Ağustos 2016 Cumartesi

Deadpool: İntihar Kralları | Kitap İnceleme

Eğri oturup doğru konuşalım. JBC Yayıncılık elini taşın altına koyup Deadpool basmaya başladığından beri geveze paralı askerimizin pek çok macerasını dilimizde okuma şansına kavuştuk. Bunun için kendilerine ne kadar teşekkür etsek az. Öte yandan, Türkçeye çevrilen maceralara genel olarak baktığımızda ben aradığımı bulduğumu tam olarak söyleyemem.

Evet, Deadpool Marvel Evreni’ni Öldürüyor’u “ilk” olmasının da verdiği hazla bağırlarımıza basmıştık. Edebiyat Kahramanlarını Öldürüyor da vadettiği hikâyeyle ümitlerimizi iyice arttırmıştı. Ya sonrası? Sonrası bir parça hüsran, bir parça da hayal kırıklığı…

Evet, Cullen Bunn gerçekten de ilgi çekici fikirlerle çıkıyordu hep karşımıza, ancak o fikri bir Deadpool macerasına çevirme konusunda ciddi sorunları var bana kalırsa. Çünkü… çünkü Deadpool sadece önüne geleni kesip biçen ve rakibiyle alay eden bir karakter demek değil. Nerede dördüncü duvarı yıkışlar? Nerede sarı ve beyaz düşünce kutucuklarıyla ettiği kavgalar? Nerede çarpık zihninin ona oynadığı oyunlar?

Oysa Wade Wilson’ın Savaşı öyle miydi? Üstte saydığım tüm eksikleri bünyesinde başarıyla toplaması sayesinde kendisi şimdiye dek dilimize kazandırılmış en iyi Deadpool macerası benim gözümde. Keza Kayıp Rıhtım’daki çoğu arkadaşım için de öyle… Bize göre o maceranın yanına yaklaşabilen hiç olmamıştı. İntihar Kralları’nı okuyana dek…

Montaj bu!

İntihar Kralları aslında iki farklı maceradan oluşan tek bir cilt. İlki kitaba da adını veren İntihar Kralları. İkincisiyse Ölüm Oyunları.

İntihar Kralları henüz daha ilk sayfalarında, Deadpool’un özgeçmişini okumaya başladığınız andan itibaren ne kadar eğleneceğinizi yüzünüze âdeta haykırıyor. Yani… kim hayat hikâyesini anlatırken kendisine laf sokup ikinci benliğiyle kavga eder ki? Hemen akabinde geveze paralı askerimizi az önce bahsettiğim düşünce kutucuklarıyla dalaşırken görüyor ve koca bir oley çekiyorsunuz.

İntihar Kralları’nın hikâyesi başlangıçta aldığınız bu tadı, espri ve macera dozunu hiç düşürmeden devam ediyor yoluna. Her şey Deadpool’un Conrad adındaki bir genç tarafından kandırılmasıyla ve bir bina dolusu insanın ölümünün suçunun üstüne atılmasıyla başlıyor. Deadpool intikam almak için paçaları sıvasa da bunca masumun katline göz yummayacak biri vardır çevrede: Punisher.

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Batman: Ölümcül Tasarım | Kitap İnceleme



JBC Yayıncılık sağ olsun, çok uzun bir zamandır bizler için sadece bir hayalden ibaret olan Batman serüvenlerine artık düzenli olarak kavuşuyoruz. Bu sayede Kara Şövalye Dönüyor’dan Ailenin Ölümü’ne, İlk Yıl’dan Baykuşlar Divanı’na dek Pelerinli Süvari’nin hem yeni hem de eski maceralarını kendi dilimizde doya doya okur olduk. Ancak bunların arasında öyle bir tane var ki her çizgi roman okurunun mutlaka tecrübe etmesi gerektiğini düşünüyorum: Ölümcül Tasarım

Pekâlâ, başlıyoruz

Chip Kidd ve Dave Taylor ikilisinin yarattığı Batman: Ölümcül Tasarım, muhtemelen sizin de duymuş olabileceğiniz gibi, tamamen karakalem çizimlerden oluşan, sıra dışı bir Kara Şövalye macerası. Cildin sayfalarında yer alan her bir kare, her bir sayfa, her bir karakter ve her mimari tasarım babadan kalma yöntemlerle, siyah-beyaz olarak çizilmiş. Sadece bu bile onu eşsiz kılmaya yetiyor. Ama Ölümcül Tasarım bundan çok daha fazlası.

Her şeyden önce çizgi romanın konusunu gerçek hayatta yaşanmış iki olaya dayanıyor. Bunlardan ilki tarihi Pennsylvania İstasyon Binası’nın yıkılması. İkincisiyse Manhattan’da meydana gelen korkunç bir vinç kazası. “Bu iki kaza bir şekilde bağlantılı olsaydı ne olurdu? Ya da Gotham Şehri’nde, altın bir çağda gerçekleşmiş olsalardı?” diye soruyor senarist Chip Kidd bize, maceranın hemen başında. Ve tam olarak bunu yapıyor ve her ikisini de zekice bir senaryoyla birleştirmeyi başarıyor. Üstelik tıpkı vadettiği gibi, Gotham’ın “Altın Çağı”nda yapıyor bunu…

Ölümcül Tasarım’da karşımıza çıkan çizimler 1950-60’lı yıllardaki görsel tasarımları, çizgi romanların “altın çağını” yaşadığı yılları anımsatacak bir şekilde tasarlanmış. Baş karakterimiz Batman son yıllardaki modern hâliyle değil de en eski kostümlerinden biriyle, göğsünde eski sembolü ve maskesiyle çıkıyor karşımıza. Aynı şekilde aletleri, mağarası, arabası, bilgisayarı… hepsi o yılların izini, “Na-na-na Batman!” jeneriğiyle gönlümüzde ayrı bir yer eden televizyon dizisindeki görünümlerini taşıyor.


Dahası çizgi romanın sayfaları arasında karşılaştığımız diğer teknolojik ve mimari şeyler de yine bilimkurgunun altın çağında hayal edilen, Uzay Yolu gibi dizilerde sık sık gördüğümüz çok ışıklı, bol düğmeli tasarımlara sahip. Ama bu sizi yanıltmasın, çünkü hiç de neşeli ve olayları hafife alan bir macera yok karşımızda. Aksine okurken gayet keyif veren, güzel bir dedektiflik hikâyesi sunuyor bizlere Ölümcül Tasarım.

13 Ağustos 2016 Cumartesi

Sınav Hortlağı | Kitap İnceleme

Çizmeli Kedi, 2012, 128 Sf.
Editör: Nurgül Ateş
"Gerçek ayrıntı tozutur. Hayal çiy tutmaz."

Sınav Hortlağı, Türk fantastik ve bilimkurgu edebiyatının en tecrübeli isimlerinden üstat Sadık Yemni'nin Gölge E-Dergi'de yayımlanan çalışmalarından bazılarının bir araya getirilmesiyle oluşan bir kısa hikâye derlemesi. Ya da arka kapaktaki tabirle "birbirinden farklı, tahrip gücü yüksek 13 öykü" barındırıyor sayfaları arasında.

Gölge'yi yakında takip ettiğimden bu hikâyelerden birkaçını daha önce okumuştum, birkaçıyla ise ilk defa müşerref oldum. Dilediğiniz bir hatıranızı vesikalık olarak alabildiğiniz "Öte Yer Fotoğrafçısı", ertesi gün olabilecekleri esrarengiz bir e-postalar olarak alan bir adamın yaşadıklarını konu alan "Yarın Olacak" ve gizemli bir şekilde kaybolan eşyalarımızı sorumlusu olarak addedilen "Cepcepniler" gibi daha basit ama vurucu olanları daha çok sevdim.

Geri kalan hikâyeler de güzeldi aslında, ama sayfa sınırlaması olan bir dergide yayımlanmanın en büyük sıkıntısına yakalanmışlar ve anlatmak istedikleri daha çok şey olmasına rağmen aceleyle bitivermişler ne yazık ki. Sadık Yemni her zamanki gibi her hikâyesinde bir romana konu olabilecek maceralar çıkarmış ortaya anlayacağınız.

Kitabın en sevdiğim yanıysa yazarın âdeti olduğu üzere kâh İstanbul'un göbeğinde kâh İzmir'in Kemeraltı Çarşısı'nda geçen, yurdum insanının başından geçen birbirinden fantastik, kimi zamanda bilimkurgusal maceraları konu almasıydı.

Yazarla ve üslubuyla tanışmak isteyenler için iyi bir başlangıç olabilir.

20 Temmuz 2016 Çarşamba

Kara Bilim | Kitap İnceleme


Evinize dönebilmek için ne kadar ileri gidebilirsiniz?
Her ne kadar Fumetti ve Frankafon gibi farklı tatlar sunan, birbirinden kıymetli alt türleri olsa da çizgi roman dendiğinde aklımıza ilk gelen şey genellikle süper kahraman maceraları oluyor. Zaten her zaman diğerlerine nazaran bir adım daha önde olan Marvel ve DC’nin son yıllarda sinema ve dizi sektörünü de arkasına alarak iyice popülerleşmesinin bunda etkisi büyük elbette.

Yine de Amerikan çizgi roman sektöründen çıkıp da farklı konularıyla kalbimizi çalan eserler de yok değil. Akla hemen her ikisi de Eisner Ödülü’nü defalarca kucaklayan Saga ve Fables geliyor mesela. Image Comics’ten çıkan Kara Bilim (Black Science) de süper kahramanları değil, halis muhlis bilimkurguyu işleyerek akranlarının arasından sıyrılanlardan biri işte. Peki onlar kadar vurucu ve bağımlılık yapıcı mı? Gelin, hep birlikte bakalım.

Kara bilim, kara yürekler

Kara Bilim konuya kelimenin tam anlamıyla bodoslama bir giriş yaparak bizleri yabancı bir dünyada bilinmeyen bir tehlikeden kaçan, tuhaf giysiler içindeki iki bilim insanıyla baş başa bırakıyor. Dikkatimizi ilk çeken şey çevre tasarımlarının muazzam olduğu. Bitki örtüsünden canlılarına, mimari yapılarından gökyüzünün rengine dek oldukça iştah açıcı bir gezegen veya boyutta olduğunuzu, daha fazlasını bilmek için can attığınızı fark ediyorsunuz.

Birkaç sayfa sonra karakterlerden birinin Grant McKay adında bir bilim adamı olduğunu öğreniyoruz. Kendisi Anarşist Bilim İnsanları denen bir topluluğun lideri ve “Sütun” adını verdikleri bir icatları sayesinde gerçeklik bariyerini yıkarak farklı boyutlara ve dünyalara geçiş yapabiliyorlar.

Ancak Grant mutsuz, hatta pişman. Dahası başına gelen tüm bu kötü şeyleri hak ettiğini düşünüyor. Ne kadar kötü bir insan, sadakatsiz bir eş ve yetersiz bir baba olduğundan yakınıyor başının üstünde beliren o küçük karelerde. Kendisiyse tüm bu zaman zarfında arkadaşıyla birlikte pekâlâ fantastik bir romandan fırlamış olabilecek mekânlarda, dehşetengiz canavarlardan kaçarak hayatını kurtarmaya çalışıyor. Derken yanındaki arkadaşı, henüz çizgi romanın ilk sayfalarında olmamıza rağmen ölüyor.

Grant zorlu bir kaçışın ardından soluğu diğer ekip arkadaşlarının yanında alıyor. Tam bu noktada iki şey daha öğreniyoruz. Baş karakterimizin iki çocuğu da burada, bu tuhaf boyutta onlarla birlikte. Öğrendiğimiz ikinci şeyse Sütun’un kontrol mekanizmasının sabote edildiği. Makinenin geri sayımı tamamlanana dek o boyutta kalmak zorundalar. Bir sonraki sıçramanın nereye gerçekleşeceğini ise bilmiyorlar.

Son derece fantastik, son derece realist

İşte bu şekilde, her seferinde farklı bir boyuta, bilinmeyene sıçrayarak hayatta kalmaya ve makinelerini onarmaya çalışıyor kendine “Boyutonotlar” diyen bu grup. Sıçradıkları her boyut gerek çizimleri gerekse de çeşitlilikleri bakımından gerçekten muazzam. Kimi zaman bizimkini andıran, ama işlerin fena hâlde farklı yürüdüğü alternatif bir boyutta; kimi zaman Star Wars’tan fırlamış gibi görünen bir yerleşim yerinde; kimi zamansa tuhaf yaratıkların mesken edindiği, Lovecraft-vari yerlerde çıkıyorlar ortaya.

Arkabahçe, 2016, 176 Sf.
Çeviri: Sinan Ural
Editör: Kayra Küpçü
Tüm bu zaman zarfında kâh geçmişe giderek kâh karakterlerin arasındaki sert kavgalara şahit olarak aslında bu grubun hiç de masum olmadığını fark ediyoruz. Bir kere hepsi de oldukça gerçekçi. Gerçekçiden kastım herkesin boğazına kadar kötü huylara batmış olması. Karısını aldatanlar, birbirlerinin kuyusunu kazanlar, diğerlerine yardım etmektense kendini kurtarmayı tercih edenler… Ne ararsanız var. İşler sarpa sardıkça aldıkları riskler artmaya, verdikleri kararlar da sertleşmeye başlıyor.

İşin güzel yanı her an herkesin ölebilmesi. Yazar bu konuda hiçbir karakterine acımıyor ve en beklemediğiniz anda en beklemediğiniz kişi bir anda size veda edebiliyor. Kötü tarafıysa her biri görsel ve tasarımsal olarak çok etkileyici olan tüm o boyutları tadına tam anlamıyla varamadan geride bırakmak zorunda kalmamız. Çünkü gerek çizgi roman fasiküllerinin sayfa sayısının azlığından gerekse de Sütun’un geri sayım muhabbetinden dolayı olaylar çok ama çok hızlı gelişiyor.

Ek olarak yazar Rick Remender’in yazım tarzının ve diyaloglarının da biraz yorucu olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Bunun çeviriden değil de yazarın tarzından kaynaklandığı çok açık. Çeviri demişken, Sinan Ural ve Kayra Küpçü gerçekten de başarılı bir iş ortaya çıkarmışlar. Arada sırada birkaç yazım hatasına denk geldim ama o kadarı da nazar yarası olsun artık. Baskı da her zamanki Arkabahçe kalitesinde.

Sonuç olarak Kara Bilim’in süper kahraman çizgi romanlarına iyi bir alternatif olduğunu söyleyebilirim. Sizi merakta bırakmayı ve kendini okutmayı başarıyor. Üstelik bir sonraki ciltte neler olacağını düşünmenize neden olacak bir yerde bitiyor ilk cildi. Belki bir Saga değil ama farklı şeyler arayanlar için kesinlikle iyi bir tercih. Bunun henüz ilk cilt olduğunu ve sonraki sayılarda (yurtdışında dört cildi yayınlanmış ve hâlâ devam ediyor) çıkışa geçeceğini düşündüğümden sonraki sayısını şimdiden merakla beklemeye başladım bile.

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Bioshock: Rapture Şehri | Kitap İnceleme


“Ben Andrew Ryan ve size bir soru sormak için buradayım: Bir insan kendi alın terinde hak sahibi olamaz mı? Hayır, der Washington’daki adam. O ter fakirlere aittir. Hayır, der Vatikan’daki adam. O ter Tanrı’ya aittir. Hayır, der Moskova’daki adam. O ter herkese aittir. Bu cevapları reddettim. Bunların yerine başka bir şeyi seçtim. Ben imkânsızı seçtim. Ben… Rapture’ı seçtim.”
Eğer 2007’de çıkan BioShock adlı video oyununu oynadıysanız yukarıdaki sözler size çok ama çok tanıdık gelecek ve şöyle bir ürpermenize neden olacak demektir. Hem çıktığı dönemde hem de sonraki yıllarda devam oyunlarıyla âdeta bir fenomen yaratmıştır BioShock. Üstelik bunda sadece oynanış mekaniklerinin değil, içerdiği distopik ve felsefi yapının, insan doğasını sorgulayışının, art-deco tarzı gösterişli mimarisinin de etkisi büyüktür. Ama en çok da Rapture adlı muazzam sualtı şehrinin ve onu inşa eden adamın, Andrew Ryan’ın öyküsü etkilemiştir bizleri.

Yolumuz Rapture’a düştüğünde karşımızda bir zamanlar görkemli bir yer olduğu her hâlinden belli olan, ama bir şekilde felakete sürüklenmiş ve yıkılmanın eşiğindeki bir sualtı şehriylekarşılaşırız. Her taraf cesetlerle doludur. Balo maskeleri takan çılgın Sentezciler (Splicer) her yerdedir ve gördükleri yerde üzerimize saldırmaktan geri kalmazlar. Oysa bu insanların bir zamanlar bu şehrin halkı olduğu çok açıktır. Dahası, gizemli Büyük Babacıklar ve Küçük Kız Kardeşler çarpık bir masaldan fırlamışçasına etrafta kol gezer. Bu da yetmiyormuş gibi plazmid denen bir madde kullanana âdeta insanüstü yetenekler bahşetmektedir.

Peki burada neler olmuştur? Nasıl olmuştur da yıkık dökük hâli bile böylesine gösterişli olan bu şehir bu hâle gelmiştir? Onu geçtik, böyle bir yerin okyanusun dibinde ne işi vardır? Nasıl inşa edilmiştir? Ve neden? Bu incelemeye konu alan kitap da tam olarak bu konuyu ele alıyor işte. Daha doğrusu kusursuz bir ütopyanın nasıl korkunç bir distopyaya, rüyalarının peşinden koşan bir adamınsa nasıl bir diktatöre dönüştüğünün öyküsü.

3 Temmuz 2016 Pazar

Canavarın Çağrısı | Kitap İnceleme


“Hikâyeler her şeyden daha vahşidir. Hikâyeler kovalar… ısırır… avlar.”

Patrick Ness’in rahmetli Siobhan Dowd’ın son öyküsünden yola çıkarak kaleme aldığı Canavarın Çağrısı adlı bu sıra dışı eseri özetlemenin en iyi yolu kitabın sayfalarında da yer alan bu iki cümle belki de. Çünkü ilk sayfasından son kelimesine dek kitabın size yaptığı şey tam olarak bu: Sürükleyici yapısıyla sizi oradan oraya koşturuyor, hiç beklemediğiniz anda ısırıyor ve fena hâlde gafil avlıyor.

Kayıp Rıhtım’ın video incelemeleri olmasaydı Tudem Yayınları’nın 2014’te dilimize kazandırdığı bu kitaptan hiç haberim olmazdı herhâlde. Çok da yazık olurdu. Çünkü, biraz klişe olacak ama, iyi ki okumuşum, iyi ki hayatıma bu sayfaları da kattım dedirten eserlerden birisi kendisi. Ama işin özü hiç de sandığınız gibi değil…

Kitap size heyecandan sayfaları yırtarcasına çevireceğiniz bir macera sunmuyor, ama onun yerine aklınızdan hiç çıkmayacak bir hikâye okutuyor size. Yüzünüzde gülücükler açtırmıyor, boğazınızda en irisinden bir düğüm oluşturuyor. Mutlu bir son vermiyor, unutulmaz bir son yaşatıyor. Klişelere sığınmıyor, onları Canavar’ın o koca yumruklarıyla yıkarak sizi her seferinde şaşırtıp merakta bırakıyor.

On üç yaşındaki bir oğlan olan Conor O’Malley ile kansere yakalanan annesinin hikâyesini konu alıyor Canavarın Çağrısı. Conor’ın babası uzun zaman önce onları terk edip başka bir kadınla evlenerek Amerika’ya taşınmış. Annesi de aldığı kemoterapi tedavisi yüzünden gün geçtikçe yorgun düştüğünden evin bazı sorumlulukları Conor’ın omuzlarında. Okuldaki arkadaşları ve öğretmenleri durumu bildiklerinden oğlana aşırı mesafeli ve sinir bozucu bir anlayışlılıkla yaklaşıyorlar. O yaklaşınca kesilen fısıldaşmalar, kendisine atılan kaçamak bakışlar, herkesin ona acıması… Eğer hayatınızda bir kere bile böyle bir durumda kaldıysanız ne kadar sinir bozucu olduğunu bilirsiniz.

Tudem, 2014, 116 Sf.
Çeviri: Arif Cem Ünver
Editör: Tuğçe Akyüz
Tüm bunlar yetmiyormuş gibi Conor her gece tekrar tekrar aynı kâbusu görmektedir. Bu öyle korkunç bir rüyadır ki bir gece, saat tam 12:07’yi gösterirken arka bahçelerindeki porsuk ağacı kanlı canlı, devasa bir canavara dönüşüp de penceresine dayandığında baş karakterimiz oralı bile olmaz. “Korkmuyorum! Senden çok daha korkunçlarını gördüm ben!” diye bağırır hatta.

İkilinin arasındaki fırtınalı başlangıcın ardından Canavar oğlana üç hikâye anlatacağını ve en sonunda da Conor’dan ona kendi öyküsünü anlatmasını isteyeceğini söylüyor. Ufaklık itiraz etse de başka seçeneği yokmuş gibi görünüyor, çünkü Canavar bunu hiç umursamıyor. Böylece gündüzleri okul arkadaşlarıyla ve annesiyle, geceleriyse Canavar’la yaşadıklarını okumaya başlıyoruz karakterimizin. İşin en güzel yanlarından biri Canavar’ın anlattığı hikâyelerinin hiçbirisinin beklediğiniz gibi bitmemesi, hatta sizi ters köşe üstüne ters köşeye yatırarak hepten şaşkına çevirmesi. Peki Conor’a her gece musallat olan kâbus nedir? Baş karakterimizin okuldaki davranışlarının altında yatan gerçek sebep ne? Canavar neden sürekli 12:07’de geliyor? İşte tüm kitap boyunca kafanızda dönüp duran, açıklığa kavuştuğunda da sizi hüzne boğan sorulardan bazıları da bunlar.

İşin ilginç tarafı, hikâyenin asıl yazarı olan Siobhan Dowd bunu göğüs kanseri olduğu dönemde kaleme almış. Ve daha sonra da basıldığını göremeden hayata gözlerini yummuş. Nasıl bir ruh hâliyle yazdığını tahmin edemiyorum doğrusu. Çizer Jim Kay ise hiç görmediğim bir teknikle, neredeyse dört sayfayı birden kaplayan harika karakalem çizimleriyle kitabın atmosferine tavan yaptırmış. Çeviri ve editörlük açısından da çok temiz, hatasız bir roman Canavarın Çağrısı. Tek eleştirim Conor adının çok ama çok sık kullanılması. Bazen “oğlan” denebilirmiş pekâlâ kendisine. Onun haricinde her zamanki Tudem kalitesiyle, dört dörtlük bir çalışma var karşımızda.

Bu kitabı hem çok sevecek hem de ondan nefret edeceksiniz; çünkü size ya kaybettiğiniz birini hatırlatacak ya da sevdiklerinizi kaybetmenin nasıl bir şey olduğunu düşündürecek. Çünkü hikâyeler her şeyden daha vahşidir. Hikâyeler kovalar… ısırır… avlar.

Not: 21 Ekim'de sinema uyarlaması da geliyor. Hatta fragmanı bile çıkmış.

21 Haziran 2016 Salı

Yabani Dergi | İnceleme


Sosyal medyayla ve edebiyat siteleriyle azıcık haşır neşirseniz geçtiğimiz şu son birkaç ayda Yabani Dergi’yle ilgili paylaşımları öyle veya böyle fark etmişsinizdir. “Bilimkurgu, fantastik, korku ve çizgi-roman dergisi” alt başlığıyla karşımıza çıkan ve bu ay (Haziran 2016) itibariyle ilk sayısıyla arz-ı endam eden Yabani, gerek raflardaki yerini almadan önce gerekse de sonra oldukça konuşuldu, tanıtıldı ve hakkında bir şeyler karalandı. Ben de çorbada tuzum bulunsun diyor ve ilk sayıyı okumamın ardından edindiğim izlenimleri kısaca aktarmak, henüz tanışmayanlara tanıtmak ve bir parça da gönül borcumu ödemek istedim.

Dede Korkut
Gönül borcu dedim çünkü Yabani’nin sayfalarını karıştırdığımda yarısının daha önce beraber çalıştığım dostlardan, diğer yarısının da tanıdığım ahbaplardan oluştuğunu gördüm yüzümde bir tebessümle. Derginin ortaya çıkmasına öncülük eden, kapağını çizen ve “Kralına İsyan” adlı öyküsüyle sayfalarında yer alan Devrim Kunter’i çoğunuz Seyfettin Efendi serisinden tanıyorsunuz elbette. Ben kendisiyle çok daha önce, Gölge E-Dergi aracılığıyla çalışmıştım ve Yitik Öyküler Kitabı’ndaki “Eve Dönüş” adlı hikâyemi resimlemişti kendisi vakti zamanında. Yabani için kaleme alıp resimlediği çizgi romanında Dede Korkut ve Köroğlu gibi Türk efsanelerini bilimkurgu/steampunk öğeleriyle birleştirerek tadına doyulmaz bir işe imza atmış doğrusu. Sayfa sayısı az olduğundan konusundan çok fazla bahsedemiyorum, ancak dergideki en sevdiğim çalışmalardan biri olduğunu söylemeden edemeyeceğim.

Osmanlı öykülerinin en son ve sağlam neferlerinden biri olan, engin bilgisi kadar hikâyeciliğiyle de nam salan, Kayıp Rıhtım’ın sevilen üyelerinden Mehmet Berk Yaltırık da dergide bir çizgi romanıyla yer alıyor. “Voyvoda’nın Askerleri” adlı bu çizgi hikayeyi resimleyen kişiyse hem Yemin ve Öç’te hem de Yitik Öyküler Kitabı’nda birlikte çalışma şansı bulduğum A. Gökhan Gültekin’in ta kendisi. Bu ikilinin adını birlikte görmek benim için ayrı bir tebessüm ve mutluluk oldu. Tarzları da birbirini çok güzel tamamlamış bence. Yaltırık her zamanki gibi Osmanlı yeniçerilerini başarıyla kaleme alırken Gültekin de kendine has o çizgisini her karede konuşturmuş. Çizimler baskıdan ötürü biraz fazla koyu çıkmış gerçi ama ilklerin günahı olmaz.

Derginin dehşetengiz arka kapağını resimleyen Ömer Tunç’la da Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi’nde Kaptan Buzdağı temasında birlikte çalışmıştık. O da detay fışkıran bir zombi çalışmasına imza atmış. Dergide bu kadar ortak isim varken ben gülümsemeyim de kim gülümsesin efendim?

Onların haricindeki isimler de bir o kadar tanıdık. Bu aralar Pusova adlı ilk kitabıyla adından sıkça söz ettiren Galip Dursun, A İrem Aktaş’ın resimlediği “Misafirler” adlı kısa, vurucu ve buram buram Anadolu kokan bir çizgi romanla yer alıyor Yabani’nin sayfalarında. Sevgili Işın Beril Tetik, okuyanlara Damızlık Kızın Öyküsü’nü anımsatacak, güzel bir bilimkurgu öyküsü kaleme almış. Okurken çok keyif aldım şahsen. Bir diğer tanıdık sima, bizzat tanımasam da çok samimi bulduğum Murat Dural da hem Türk mitolojisinde hem de yabancı mitolojilerde yer alan tanrıları başarıyla kapıştırdığı, sonu da beklenmedik şekilde gelişen bir başka bilimkurgu hikâyesiyle bizlerle. Çizimiyse Amak-ı Hayal’i çizgi romanlaştıran Mustafa Ahmet Kara’ya ait. Kendisi aynı zamanda iç kapağı da resimlemiş.

Kadir Özen ve Ege Avcı’nın çizgi romanları da dâhil olmak üzere ilk sayı itibariyle oldukça başarılı buldum Yabani’yi. Çizimler zaten şahane. E öykülerin de onlardan aşağı kalır yanı yok. Tek sıkıntısı sayfa sayısı kısıtlaması nedeniyle hiçbirinin tadına tam anlamıyla doyamamanız ve çabucak bitivermeleri. Eh, bu da ikinci sayıyı dört gözle beklemek için daha çok sebep veriyor elbette… 

Yolun açık olsun Yabani.