31 Mart 2009 Salı

Haykırası Papatyalar

Yorgun Savaşçı yeşil bir tepenin zirvesine doğru hızlı adımlarla yürüyordu. Güneş solundaki dağların ardından hızla batıyor, ertesi şafağa kadar iyi bir uyku çekmeye hazırlanıyordu. Batmakta olan güneşin kızıl ışıkları tüm gökyüzünü koyu bir turuncuya boyamıştı. Savaşçı, soluk soluğa tepenin zirvesine vardı ve önünde göz alabildiğince uzanan, beyaz papatyalarla bezenmiş vadiye baktı. Gözleri hızla vadiyi taradı. Bir şey arıyordu ama ne aradığını bilmiyordu. Şu anda nerede olduğunu da bilmiyordu. Bildiği tek şey bir şey vardı o da aradığı şeyin – o şey her neyse – buralarda bir yerde olduğuydu. Birdenbire bir hareket çarptı gözüne. Önünde, oldukça ileride hoplayıp zıplayan bir karaltı vardı. Halbuki az önce orada hiçbir şey olmadığına yemin edebilirdi. Bir adam için fazla kısaydı karaltı. Belki de sakallı bir cüceydi… Ama daha önce hiç hoplayıp zıplayan bir cüce görmemişti. Cüceler bu kadar neşeli olmazdı hem. Onlar genellikle sürekli somurtup homurdanır ve ayaklarını sürüye sürüye yürürlerdi. Bu ise oyun oynarmışçasına oradan oraya atlayıp zıplayarak ilerliyordu. Tıpkı bir çocuk gibi… Karaltı gittikçe uzaklaşmaya başlamıştı. Onu izlerken içinde ansızın bir aciliyet ve telaş ve hissi uyandı. O anda aradığı şeye bakmakta olduğunu anladı. Tepeden aşağı hızla, koşarcasına indi ve minik gölgeyi takibe başladı.


Ama takip umduğu kadar kolay değildi. Bir kere çok yorgundu, adı üstünde Yorgun Savaşçıydı o. Bacakları onu istediği hızda taşıyamıyordu. Hedefi ise tam aksine oldukça enerjik görünüyordu ve aradaki mesafeyi giderek açıyordu. Adımlarını elinden geldiğince hızlandırdı. Tam bir papatya öbeğinin ortasından geçecekti ki tam ayağının dibinden, pek çok ağızdan çıkarmış gibi gelen tiz bir ses “Basmaaaaa!!!” diye bağırdı. Savaşçı oracıkta, bir ayağı havada kalakaldı. Sesin nereden geldiğini anlamak için sağına soluna baktı. Tam o sırada sesler yine aynı tizlikte, hani kasetçaları hızlı çekime alısınız da sesiniz incecik çıkar ya, işte aynı o tonda konuşmaya başladı. “Sen nereye gittiğini sanıyorsun? Ne yapmaya çalışıyordun? Önüne baksana!” Ses gerçekten de pek çok ağızdan çıkıyordu, çünkü konuşanlar papatyalardı. Savaşçı şaşkın gözlerle papatyalara bakakaldı. Bu sırada 100 kadar papatya hala hep bir ağızdan konuşmaya devam ediyordu. “Bizi ezecekti gördünüz değil mi?” dedi biri. Hemen “Sen bir çiçek olmanın ne kadar zor olduğunun farkında mısın?” diye çıkıştı diğeri. “Hiç sanmıyorum şekerim. Baksana, bu daha çok bir hıyara benziyor” dedi öteki ve hep bir ağızdan gülüştüler. Savaşçı hala bir ayağının havada olduğunu fark ederek hafif utangaçlık hafif kızgınlıkla ayağını yere indirdi ve başını kaldırıp izlediği gölgeyi aradı. Gölge, bir tepenin ardında kaybolmak üzereydi, arayı iyice açmıştı. Papatyaların çığlıklarına kulak asmayarak çevik bir hareketle öbeğin üzerinden atladı ve hızla koşmaya başladı. Arkasından hep bir ağızdan yükselen tiz bir “Hıyaaar!!” bağırtısı duydu. Pelerini arkasında rüzgarla savruluyordu. Papatyalara basmamaya dikkat ederek, yorgunluğunu hiçe sayarak koştu savaşçı. Hedefine ne pahasına olursa olsun ulaşmalıydı.


Az sonra izlediği gölgenin kaybolduğu tepenin üzerindeydi. Artık iyiden iyiye soluk soluğaydı. Bir adım atacak hali dahi kalmamıştı. İşin kötüsü ise görünürlerde takip ettiği kişiden tek bir iz bile yoktu. Sadece alabildiğince uzanan çimenler ve geveze papatyalar… Bitkinlik ve bezginlikle, oturup dinlenebileceği bir yer aramak için arkasına döndü. Ve o anda tam arkasında duran bir çocuk ile burun buruna geldi. Şaşkınlıkla olduğu yerde zıplayıverdi. Bu, ufaklığın çok hoşuna gitmiş olacaktı ki keyifle kıkırdamaya başladı. Savaşçı ilk şaşkınlığı üzerinden attıktan sonra bu çocuğun takip ettiği gölge olduğunu fark etti. Çocuk tarif edilemez derecede tanıdık geliyordu kendisine, bir o kadar da yabancı. Başını hafifçe yana eğerek çocuğu dikkatle incelemeye başladı. Hayretle çocuğunda aynı kendisi gibi, başı hafifçe yana eğik bir şekilde kendisine bakmakta olduğunu gördü. Çocuk önce ona gülümsedi, sonra aklına bir şey gelmişçesine suratını astı ve küskün bir tavır takındı.
“Sorun nedir ufaklık?” diye başladı Savaşçı konuşmaya, birinin başlaması gerekiyordu çünkü…
“Beni unuttun” diye cevapladı minik sesiyle, küskün küskün.
“Seni unutmak mı? Ama… ama ben seni tanımıyorum bile”
“Bak, gördün mü? Unuttun işte…” diye çıkıştı ufaklık daha da küskün bir şekilde.
Savaşçı şaşırmıştı. Çocuk gerçekten de tanıdık geliyordu kendisine. Ama bir türlü nereden olduğunu çıkaramıyordu.
“Beni unutmayacağına söz vermiştin.” dedi ufaklık ve Yorgun Savaşçının bacağına doğru sıkı bir tekme savurdu. “Beni güya hiç unutmayacaktın, ne olursa olsun kaybolmama izin vermeyecektin. Söz vermiştin.”
“Ben kimseye böyle bir söz vermedim” diye çıkıştı Savaşçı, minik ayağın çarptığı yeri ovuşturarak.
“Yalan söylüyor, yalaaaaan!” diye geldi tepedeki papatyaların tiz cevabı. Savaşçı, çiçeklere öfke ile baktı ve o yöne doğru bir alev topu fırlatmamak için kendini zor tuttu.
“Kimseye değil, kendine…” dedi ufaklık ve manalı bir bakış attı. Savaşçı gözlerini kısarak baktı ufaklığa. Sonra anladı. Gözleri fal taşı gibi açıldı bu defa da…
“Sen… ama bu imkansız!” dedi şaşkınlıkla. Çocuk, hatırlanmanın verdiği gurur ve mutlulukla başını dikleştirdi. “Nedenmiş o? Eskiden imkansız diye bir şey olduğuna inanmazdık.” dedi. Biz demişti konuşurken, bu savaşçının tüm şüphelerini ortadan kaldırmıştı. Karşısındaki gerçektende sandığı kişiydi, yani içindeki çocuk…


Sanki şaşkınlık ve yorgunluk güçlerini birleştirip omuzlarına bastırmışlar gibi birdenbire üzerine bir ağırlık çöktü. Bu çok fazlaydı onun için… olduğu yere çöküverdi. Çocuk bir an için yine başını yana eğerek ona baktı, sonra savaşçının çok eskiden bildiği ama artık unuttuğu bir tekerleme söyleyerek hoplaya zıplaya savaşçının etrafında dönmeye başladı. Savaşçı ise oturduğu yerde şaşkınlıkla onu izliyordu. Sonra dönmeyi bıraktı ve yine küskünlük dolu bir ifade takınarak savaşçının yanına oturdu. “Neden?” diye sordu ağlamaklı bakışlarla “Neden beni unuttun?” Ona bakamadı savaşçı, konuşamadı. Zorlukla yutkundu, boğazında bir yumru vardı sanki. İçindeki çocuk ruhu kaybedeli uzun zaman olmuştu. Şimdi bu kadar aradan sonra onu yanı başında görmek onu şaşırtmıştı. Aslında onu –görmek- bile şaşırması için yeterliydi. Yavaşça başını tekrar ona doğru çevirdi ve hala beklenti ile kendisine bakan gözlerle karşılaştı. Sonunda konuşmaya başlaması gerektiğine karar verdi. “Üzgünüm” dedi “Ben artık eski ben değilim, farkındayım bunun. Hayat şartları değiştirdi beni. Hayat koşturmacasına o kadar kaptırmışım ki kendimi, zorluklarla mücadele etmeye o kadar adamışım ki, artık… artık…”
“Artık hayatın eğlenceli yanını görmez oldun” diye tamamladı ufaklık.
“Evet, maalesef öyle. Ama ne yapabilirim ki? Hayat gerçekte de çok zor ve tüm gücümle çabalamama rağmen hiçbir şey istediğim gibi gitmiyor. Rüzgar önünde oradan oraya savrulan bir yaprak gibiyim”
Tam o esnada rüzgarla savrulan bir kuru bir yaprak “Bir de bana sor…” diyerek yanlarından geçip gitti. Bir an için ikisi birden yaprağın ardından baktılar. Sonra çocuk gülmeye başladı. Kahkahası o kadar şen, o kadar bulaşıcıydı ki Yorgun Savaşçı da ister istemez gülmeye başladı. Birbirlerinin omuzlarına yaslanarak dakikalarca güldüler. Uzun zamandır böyle gülmediğini fark etti birden savaşçı… uzun zamandır hayattan zevk alamadığını fark etti. Çocuğa baktı ve “Üzgünüm, gerçekten…” dedi.
Çocuk anladığını belirtmek için hararetle başını salladı ve umut dolu bakışlarla “O halde burada kal, yanımda.” dedi “Birlikte oyunlar oynar, maceralar yaşarız. Tıpkı eski günlerdeki gibi”
İlk başta bu teklif çok cazip geldi Savaşçı’ya. Tüm dertlerinden ve tasalarından kurtulmak ve hiçbir şeyi umursamadan yaşamak. Sonra sorumlulukları geldi aklına, ona ihtiyacı olan insanlar geldi gözünün önüne. Yapamazdı. Başını olumsuz anlamda salladı. Yapılması Çocuk hayal kırıklığıyla baktı kendisine. Sonra hışımla ayağa kalktı ve koşarak oradan uzaklaştı. Savaşçı arkasından gitmeye yeltendi ama ne yapacaktı, ne diyecekti ona? Tutamayacağı sözler vermeyi sevmezdi. Burada kalamayacağını da biliyordu. Uzaklaşan çocukluğunu hüzünle izledi oturduğu yerde…


Üzerinde bir yerlerde bir esneme sesi duydu. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı ve Ay’ın uykusundan gerinerek uyandığını gördü. Kafasındaki ponponlu gece şapkasını çıkardı Ay ve gökyüzüne doğru silkeledi. Şapkanın içinde binlerce küçük yıldız saçılıp gökyüzünü kapladı. Gece çökmüştü. Düşüncelere dalmıştı. Orada ne kadar oturduğunu bilemiyordu. Artık hareket etmeye başlasa iyi olacaktı. Ağır ağır kalktı oturduğu yerden. Ne tarafa gideceğinden emin olamaz bir halde yürümeye başladı. Hala nerede olduğunu bilmiyordu. Bir müddet daha amaçsızca yürümeye devam etti. O yürüdükçe papatyaların boyu daha da uzadı, gövdeleri kalınlaştı. Az sonra bir papatya ormanında yürüyordu. Sapları ağaç gövdeleri gibi kalındı, tepeleri ise görünmeyecek kadar yukarıda. Biraz sonra ise gerçek ağaçların arasında, bir ormanın ortasında yürüyordu. İleride bir ateş görür gibi oldu. Pelerinine sıkıca sarınarak gölgelerin arasına ustalıkla karıştı ve sessizce ateşin yandığı açıklığa doğru yaklaştı. Küçük bir kamp ateşiydi bu. Üzerinde yavaşça pişmekte olan bir tavşan vardı. Ateşin arkasında ise parlak zırhı içinde oturan bir şövalye… İnanamayan gözlerle baktı Savaşçı. Şövalye gerçek olamazdı. O sadece kafasında canlandırdığı bir karakterdi çünkü, bir lakaptı o. Ama işte orada, tam karşısında oturuyordu çelik zırhı içerisinde. Ne yapacağını bilemez vaziyette orada dururken şövalye konuştu. “Orada olduğunu biliyorum” dedi. “Saklanmana gerek yok, seni ısırmam. Hem bu tavşanın senden daha lezzetli olduğuna da eminim” diye ekledi yemeğinden bir lokma alırken. Yorgun Savaşçı ileri doğru bir adım atarak gölgelerin arasından sıyrıldı. Şövalye eliyle karşısındaki kütüğü göstererek oturmasını işaret etti. Gösterilen yere oturdu. Nedense Savaşçı bir asabilik hissediyordu şövalyede. Bir süre konuşmadılar. Şövalye yemeği ile meşguldü. “Neden geldin?” diye sordu sonunda, tavşandan artakalanları bir kenara bırakırken. Bu soru şaşırtmıştı Savaşçıyı. Buraya tesadüfen geldiğini anlatmaya çalıştı, “İsteyerek gelmedim” dedi. Bu söz Şövalyeyi sinirlendirmişti. “Demek isteyerek gelmedin, öyle mi?” dedi sinirle, artık asabiliğini gizlemeye gerek görmüyordu anlaşılan. “Bende akıllandığını, pişman olduğunu sanmıştım. Ne kadar budalayım. Gerçekten de Gurulu Budala ismi iyi yakışmış bana.”
“O ismi sana ben takmadım biliyorsun. Hem ne için pişman olacakmışım?”
“Bir de soruyor musun? Hem utanmadan yanıma gelip huzurumu kaçırıyorsun hem de suçunu bilmezlikten geliyorsun. Savaşçıların yüzkarası seni.”
“Affet beni gururlu Şövalye ama gerçekten de neden bahsettiğini anlayamadım.”
“Anlamamışmış. Sen onu benim çizmelerime anlat. Uğruna savaştığı şeyleri terk eden sen değil misin? Sevgiden ve sevilmekten kaçan?”
Savaşçı bu kez anlamıştı. Ama buna verebileceği bir cevabı yoktu, Şövalye haklıydı çünkü. Bir müddet bakıştılar. “Evet” dedi sonunda Savaşçı “O uğurda savaşmaktan vazgeçtim ben”
“Neden?” diye sordu. Bu, bugün bu soruyu ikinci duyuşuydu Savaşçının.
“Çünkü öyle olması gerekiyordu. Söyle bana şövalyem. Bugüne kadar bu uğurda savaştık da ne oldu? Kıymetimizi bilen mi oldu? Bizim uğrumuza canla başla çabalayan mı?”
“Ama bu ileride olmayacağı anlamına gelmez. Bu soylu uğurda çabalamaktan vazgeçmemizi gerektirmez. Denemeye devam etmeliyiz” diye cevapladı şövalye hararetle.
“Hayır… o defterler benim için artık kapandı. Birkez daha aynı hayal kırıklıklarını yaşayamam. Ben vazgeçmeyi seçtim ve vazgeçiyorum”
“Korkaksın da ondan!” diye bağırdı şövalye sinirle.
“Hayır, sadece o kadar budala değilim” dedi Savaşçı iğneleyici bir tonla.
Şövalye bu hakareti kaçırmadı. Hışımla ayağa kalkarak kılıcını çekti ve Savaşçının üzerine yürüdü. Kılıç hızla indi ve başına bir iki santim kala durdu. Yorgun Savaşçı kıpırdamadı bile. Şövalyenin ona zarar vermeyeceğini biliyordu. Hem istese bile bir kılıçla kendisine zarar veremezdi zaten. Gözlerini kaldırıp Şövalyenin gözlerine dik dik baktı. Şövalyenin titreyen kolu kılıcı yavaşça indirdi. Arkasına döndü, birkaç adım uzaklaştı. Sonra bir savaş çığlığı atarak Savaşçının üzerine atıldı.


Uyandı… Sıçrayarak yattığı yerde doğruldu. Kalbi güm güm atıyordu, kollarını aslında orada olmayan bir saldırıyı savuşturmak için kaldırmıştı. Rüya görüyordu. Tabi ya… Bu bütün o gariplikleri açıklıyordu. İçindeki çocuk, esneyen ay… Derin bir nefes alarak tekrar başını yastığa yasladı ve düşünmeye başladı. Evet, bir rüyaydı gördüğü. Ama bu rüyada göz ardı edemeyeceği bir gerçek payı vardı. İçindeki çocuk gitmişti gerçekten de, içindeki şövalye de öyle… Geriye sadece bir kişi kalmıştı, Yorgun Savaşçı… Ve bunun tek sorumlusu maalesef kendisiydi. Uzaklardan bir yerden bir grup papatyanın kendisine “Hıyaaar!” diye bağırdığını duyar gibi oldu. Sonra yavaşça huzursuz ve mutsuz bir uykuya daldı.

20 Mart 2009 Cuma

Zorlu Görev

Metro istasyonundaydım. Hava tahminimden daha da soğuktu. Titreyerek üzerimdeki paltoya sıkıca sarındım ve kafamı kaldırıp metronun geliş süresini gösteren tabelaya baktım. 9 dakika… Gözlerim yavaşça tabeladan ayrılıp metronun geleceği istikamete doğru kaydı. Gördüğüm manzara karşısında bir an için afalladım. O yönde hava güneşliydi ve yolun iki yanındaki çimenler yemyeşil görünüyor, üzerlerindeki çiğ taneleri ışıl ışıl parıldıyordu. Uzaklardaki dağların zirvelerinde ise kar vardı. Gerçekten de şehrin göbeğinde görmeyi beklemediğim, nefes kesici bir manzaraydı. Bir an için hafiflediğimi hissettim ve umutla başımı gideceğim yöne çevirdim. Umutlarımı boşa çıkarmak istercesine kapkaranlıktı gideceğim yön… Kara bulutlar hızla o yönde toplanıyordu. Bir anlığına bir umutsuzluk kapladı içimi… fakat yılmadım, kararlılıkla kaşlarımı çattım ve toplanan bulutlara meydan okurcasına baktım. Bugün çok önemli ve zorlu bir görevim vardı ve hiç bir şeyin bana engel olmasına müsaade etmeyecektim. Bunu ne pahasına olursa olsun başarmalıydım. Elektrik idaresine gidip aboneliğimi iptal ettirecektim.

Kafamda uçuşan düşünceleri boşalttım ve kendimi görevime konsantre olmaya zorladım. Az sonra bir devlet dairesine girecektim ve kafa olarak buna hazır olmam gerekiyordu. Birdenbire gözümün önüne sonsuza kadar uzayan bir merdivenin hayali geldi. Ben de oradaydım işte. Yorgunluktan tükenmiş, sürünerek çıkmaya çalışıyordum basamakları… Kafamı silkeleyip bu kâbusumsu görüntüyü gözümün önünden uzaklaştırmaya çalıştım. O anda metronun geldiğini belirten tiz ses duyuldu. Kafamı meşgul edecek bir şeyler bulduğuma şükrederek hızla metroya bindim.

Kısa bir yolculuğun ardından ineceğim durağa vardım. Yavaş ama kararlı adımlarla tünelden çıkan merdivenlere yöneldim. Konsantrasyondan yüzüm kasılmıştı. Kaşlarım çatık ve son derece ciddi bir surat ifadesiyle son basamağı da tırmandım. Ve tam o anda pat! diye kafama hızla bir dolu tanesi indi. Şaşkınlıkla kafamı kaldırıp gözlerimi kırpıştırarak gökyüzüne baktım. Pıt! Bir tane de alnıma… İşte bunu beklemiyordum. Kendimi yağmura hatta şiddetli rüzgara bile hazırlamıştım ama buna asla… İzmir’in ortasında dolu yağmuruna tutulmak çölde kutup ayısına rast gelmekten bile düşük bir ihtimaldi. Ama başıma gelen tam olarak buydu işte. Gerçekten de bu kadar bahtsız olabilir miydi bir insan? Bana bakarak kıs kıs gülen, kol kola girmiş bir bedevi ve kutup ayısının görüntüsü geldi bu kez de gözümün önüne. Yüzüme pıtır pıtır inmeye başlayan dolu taneleri bu görüntüyü dağıttı. Yağış hızını gittikçe arttırıyordu. Şanssızlığıma inanamayarak inlercesine “Allah’ım…” dedim gökyüzüne bakar vaziyette. “Yürü!” diye bir ses geldi ansızın. “Allah’ım?” dedim bir kez daha bu kez sorarcasına bakışlarla gökyüzüne… “Yürüsene kardeşim!” diye geldi ses, bu kez tam arkamdan. Sıçrarcasına arkama döndüm. Sinirli bakışlarıyla bir adam yanımdan hışımla geçip dolu yağmurunun içerisinde kayboldu. Aval aval gökyüzüne bakarken metronun çıkışını tıkamıştım. Dolu taneleri daha da şiddetli inmeye başladı. Harekete geçme vakti gelmişti de geçiyordu bile…

Hızlı adımlarla fırtınanın içerisine daldım. Ama ne kadar hızlı olursam olayım, ne kadar köşe bucak saklanırsam saklanayım takır takır kafama inen tanelerden kurtulamıyordum. Birkaç dakika içerisinde sırılsıklam olmuştum bile… Kafamda davul çalan buz tanelerinin akortsuz temposu eşliğinde bir süre koşturduktan sonra kendimi Elektrik Dairesinin kapısından içeri atıverdim. Saçlarımdaki buzları temizledim ve kafamı kaldırıp etrafa baktım. Gördüklerim karşısında bugün üçüncü kez şaşkına döndüm. Binanın içi yoğun bir sis ile kaplıydı. Göz gözü görmüyordu. Sonra görmeyen gözlerin aslında benimkiler olduğunu fark ettim. İçerisi sisle falan kaplı değildi, gözlüklerim buğulanmıştı o kadar… Kendi aptallığıma gülerek gözlüklerimi iç ceplerimden birine yerleştirdim ve üzerimden sular damlaya damlaya danışmaya yaklaştım. Danışmadaki memur çok önemli bir şeylerle uğraşıyor gibi görünüyordu. Yakından baktım. Adam büyük bir ciddiyetle spor sayfasını okuyordu. “İşte başlıyoruz” diye geçirdim içinden. Derin bir nefes aldım ve gülümseyerek, kibarca konuşmaya başladım. “Merhaba, kolay gelsin. Ben aboneliğimi iptal ettire…” Daha sözümü tamamlayamadan danışman, yoğun bir doğulu aksanıyla “İkinci kat, 203 numara” diye lafımı kesiverdi. Bir saniyeliğine yarı açık bir ağızla memura bakakaldım. Sonra kendimi toparlayarak “şey… teşekkürler” diyebildim. Ama memur çoktan gazetesini okumaya geri dönmüştü ve beni umursamadı bile. Kendi kendime söylenerek merdivenleri tırmanmaya başladım. Merdivenler gerçekten de hayal ettiğim kadar kötü görünüyordu. Neyse ki gideceğim yer ikinci kattaydı. İlk katı hızla tırmandım. O da ne? İkinci katın kapısının olması gereken yerde bir duvar vardı. “Hmm… herhalde dubleks binalardan biri” dedim kendi kendine. Bir kat daha tırmanmaya başladım. Ama merdivenler çok dikti. Üstelik metrodan buraya gelinceye kadar da koşmuştum. Kısa sürede nefes nefese kaldım. Zar zor ikinci kata ulaştım. Daha doğrusu üçüncü kat olan ikinci kata. Ama aslında varamamıştım. Karşımda kapı yerine yine bir duvar dikiliyordu. “Tripleeeks?” 

 Aslında dördüncü kat olan ikinci kata vardım nihayet. Üzerinde dalga geçercesine, büyük mavi harflerle “İkinci Kat” yazan tabelanın yanından geçtim. Nefes nefese kalmıştım ve terlemiştim. Soğuk yağmur damlaları ise ironik bir biçimde hala üzerimden damlıyordu. İçeri girince herkes başını dönüp garip garip bana bakmaya başladı. Benden başka hiç kimse ıslak değildi. Köşede oturan yaşlı bir amca bastonuna iki eliyle yaslanmış bir halde beni süzüyordu. “Galiba yağmur yağıyor” diye zekice bir yorumda bulundu. Gülsem mi ağlasam mı bilemez bir vaziyette ilerledim ve koridorun sonundaki danışma masasına geldim. Masanın arkasında duran bir memur, gözlüklerinin üzerinden bana baktı. “Merhaba, ben aboneliğimi iptal ettire…” sözüm bir kez daha kesildi. Memur “Yok, kalmadı” diyerek arkasındaki odaya girdi ve kapıyı çarparak kapadı. Aklımdan geçen naçizane kelimelerin ağzımdan kaçmasına zar zor engel olarak geldiğim yönden geri döndüm. Az önceki ihtiyarın kıkırdayarak halime güldüğünü gördüm. Kendisine baktığımı farkeden yaşlı kişi hemen uyuma numarası yapmaya başladı. Bakışlarımı ihtiyardan ayırdım ve biraz ötede sıra bekleyen başka bir adam çarptı gözüme, elinde de bir sıra numarası vardı. “Merhaba” dedim “sıra numarasını nereden alıyoruz acaba?” Adam da “Merhaba” diyerek hemen karşısındaki kapıyı işaret etti. Kapıdan içeri adımımı atınca asıl bekleyenlerin burada olduğunu anladım. İçerisi bayağı kalabalıktı. Hemen kapının yanında bir numaratör cihazı duruyordu. Ürkek bir şekilde düğmeye bastım ve 666 olmaması için dua ettim. 272… Derin bir oh! çektim ve göstergeye baktım. 247 sayısı canlı bir kırmızı ile parlıyordu. Fazla beklemem gerekmeyecekti anlaşılan. Her şey olumsuz gidecek değildi ya canım. Neşem tekrar yerine geldi ve etrafı incelemeye başladım. Tam yanımda bir duyuru panosu vardı. Üzerindeki yazıyı okumamam gerektiğini hissettim birdenbire. Gülümseyerek karşıya bakmayı sürdürdüm ve yazıyı görmezden gelmeye çalıştım. Ama kafam yavaş yavaş ilana doğru dönmeye başladı. İşte şimdi ona bakıyordum. Okudukça yüzümdeki gülümseme silinmeye başladı.

-Teminat bedeli ödenmeden abone iptalleri yapılmamaktadır –

Bu lanet olası teminat bedeli de ne oluyordu? Kaç paraydı? Nereye ödenecekti? Bu soruların hiçbirinin yanıtı orada yazmıyordu. Aslına bakarsanız başka hiç bir şey de yazmıyordu. Sadece bu… Panonun arkasına bakmak gibi salakça bir fikir geçti birden aklımdan. Sonra bugün yeterince rezil olduğuma karar vererek girdiğim kapıdan dışarı çıktım. Biraz önceki bey pekala bana yardımcı olabilirdi. Ama adam bıraktığım yerde değildi. Bezginlikle bir nefes koyuverdim. Bu, ihtiyarın çok hoşuna gitmiş olacaktı ki tekrar kıkırdamaya başladı. Adam, başını önüne düşürerek tekrar uyur numarasına geçti. Ama kıkırdamaları hala duyuluyordu. Yaşlı adama öfkeyle baktım. Danışmanın yerinde yeller esiyordu ve ihtiyar bunaktan yardım isteyecek değildim. Ümitle sağa sola bakındım. Üzerinde -Halkla İlişkiler- yazan bir kapı ilişti gözüme. “Halka İlişkiler memurları her zaman yardım severdir, onlar bana yardımcı olur eminim” diyerek kapıya yaklaştım. Kapı kapalıydı. Kapıyı tıklattım ve kapı koluna asıldım. Bu Halka İlişkiler memuru oldukça utangaçtı herhalde. Çünkü kapısı kilitliydi. Durdum ve dinledim. İçeriden karşılıklı dedikodu yapan iki bayanın sesleri geliyordu. Sinirlerim iyice gerilmişti. O anda üzerimdeki sular buharlaşmaya başlasaydı buna hiç şaşırmayacaktım. Tam o sırada arka taraftan bir kapı sesi geldi ve danışma masasına bir memurun yerleşmekte olduğunu gördüm. Hızla o tarafa yöneldim. Memur kendisine yaklaşan birini gördüğüne hiç de memnun olmamış bir şekilde beklemeye başladı.

Masaya varır varmaz “Merhaba, ben aboneliğimi iptal ettirecektim” diyerek balıklama konuya daldım. Memur bezgin bir ifadeyle iç geçirdi ve masanın üzerindeki kağıtlardan birini bana doğru uzattı ve “Bunu dolduracaksın” dedi.

“Teminat bedeli nedir?” diye sordum formu alırken.

“80 ila 90 TL arası bir bedel.” diye cevapladı memur, esneyerek.

Harika… cebinde sadece 5 TL olan birine verilebilecek en kötü haber bu olsa gerekti. Hemen bir yerlerden para çekmem gerekiyordu. Homurdanarak çıkışa doğru yöneldim. Bu bütün o merdivenleri tekrar ineceğim anlamına geliyordu. Yanından geçerken ihtiyarın hala kıkırdadığını duydum. Sinirli adımlarla dört kat aşağıya indim ve dışarı çıktım. İyi haber yağış durmuştu. Kötü haber ise sokakta sırılsıklam dolaşan tek kişi bendim. Üstelik insanın içine işleyen bir rüzgar esiyordu. Bugünü sağ salim atlatabilecek miydim acaba? Caddenin önce üst tarafına sonra da alt tarafına göz gezdirdim. Bir sürü banka tabelası görünüyordu ama Güvence Bankası’nın yeşil logosu görünürlerde yoktu. Az ilerde yeşil bir tabela gözüme çarpar gibi oldu. Hızlı adımlarla oraya doğru yöneldim fakat tabelaya birkaç adım kala hüsranla bunun bir banka ama farklı bir banka olduğunu gördüm. En iyisi güvenlik görevlisine sormaktı. Kapıyı araladım ve güveliğe yöneldim. Aradığım bankanın yerini sordum. Adam kabaca “Yok, bilmiyorum.” dedi ve sırtını dönüp uzaklaştı. En azından ‘yok, kalmadı’ dememişti. Telaşla tekrar sokağa çıktım. Birkaç kişiye sordum ama bilen ya yoktu ya da çok uzaktaki bir yeri tarif ediyordu. Tam iyice umutsuzluğa kapıldığım anda aradığımı gördüm. Meşhur dört yapraklı yonca logosu uzaktan göz kırpıyordu bana. Sevinçle o yöne doğru koştum ve ne olur ne olmaz diyerek 200 TL çektim hesabımdan. Ardından bir koşu tutturdum Elektrik İdaresine doğru.

Yine merdivenler… Bu kez daha da dik görünmüşlerdi gözüme. Kan ter içinde tırmandım basamakları. İkinci kat tabelasına bakarak yüksek sesle homurdandım ve telaşla göstergeye baktım. 257… Daha 15 kişi vardı önümde. Ne kadar yavaş çalışıyordu burası böyle? Danışmaya doğru ilerledim. Memur, beni tekrar gördüğüne hiç de memnun olmadığını her hareketi ile belli ederek baktı yüzüme. “Formu doldurdum” dedim nefes nefese ve kağıtlarımı memura doğru uzattım. Adam kağıtları biraz inceledikten sonra “Bu eksik, sayaç numarası lazım. Hem faturanın bakiyesi varsa onu da ödemen lazım” dedi. “Ama… ama bunları daha önce söylememiştiniz?” diye kekeledim. Memur ise pişkin pişkin “Şimdi söyledim işte” diyerek kağıtları geri uzattı ve arkasına yaslandı. Beynimdeki haykırışları bastırarak sinirle kağıtları geri aldım. İhtiyar bunağın güldüğünü görmek için arkama döndüm ama adam orada değildi. İşini bitirip gitmiş olmalıydı. Onun boş bıraktığı sandalyeye oturup cep telefonuma sarıldım. Az sonra sayaç numarası elimdeydi. Geçmiş dönem borcunu öğrendiğimde ise ufak çaplı bir şok geçirdim. 188 TL… Bu ,o kadar yolu tekrar gidip para çekeceğim, o merdivenleri tekrar inip çıkacağım anlamına geliyordu. Kulaklarıma yaşlı kişinin kıkırdaması gelir gibi oldu ama adam ortalıkta yoktu. Galiba kafayı yiyiyordum. Hışımla kalktım ve tekrar danışmaya ilerledim. Yüzümde beni sempatik gösterdiğini düşündüğüm ama muhtemelen delice görünmeme neden olan bir sırıtışla kağıtları tekrar memura uzattım. Beynimin bir yarısı o kağıtlarla memurun bilumum yerleri arasında yapılabilecek çeşitli fantezileri kafamda kurarken diğer yarısı da yeni bir aksilik çıkmaması için dua ediyordu. Adam, bir eksik bulamayınca “Tamam, arşivden dosyanızı alabilirsiniz” dedi. “Ne dosyası?” diye ağzımdan çıkıverdi soru kendiliğinden… Memur ise sadece arşivin yerini eli ile göstermekle yetindi.

Neyse ki arşivdeki görevli hayret derecede yardımsever çıkmıştı. Teminat bedeli ödenmeden abone iptalleri yapılmamaktadır yazısının manası o değildi. Orada söylenmek istenen aslında şuydu. ‘Aboneliğiniz iptal edildikten sonra gelip daha önceden ödediğiniz depozitonuzu geri almazsanız elektriğiniz kesilmeyecektir.’ “Bu kadar basit, iyi günler” demişti dosyayı uzatırken. Dumurlardan dumur beğenerek dosyayı aldım ve neyin bu kadar basit olduğunu anlamaya çalıştım. Bir ilan nasıl bu kadar yanlış ifade edilebilirdi? Bu dosyayı almam gerektiği hiçbir yerde nasıl yazmazdı? Ve asıl soru buraya kadar idare etmeyi nasıl başarmıştım? Ardından anlamamanın daha iyi olduğuna karar verdim ve vazgeçtim.

Öğle tatili hızla yaklaşıyordu ve hala beklemem gereken 10 kişi vardı. Devlet daireleri kendilerini iyice aşmıştı anlaşılan… Öğle tatiline 10 dakika… 5 dakika… 2 dakika…Bana sadece bir kişi kalmıştı ama ben ne olacağını gayet iyi biliyordum. Tam sıra bana geldiği anda öğle yemeğine çıkacaklardı. Böyle bir güne bu yakışırdı.

Ding!

Benim sıram gelmişti! Bu gerçek miydi? Hayal görüyor olmalıydım. İnanmayan bir ifade ile banka yanaştım, kağıtlarımı uzattım. Görevli evraklarımı kontrol etti, her şey tamamdı. Fatura bedelini ödemem gerekiyordu, çektiğim parayı kendisine uzattım. “İyi ki fazla çekmişim” dedim kendi kendime. Adam, bir iki incelemeden sonra kaşeyi bastı ve kağıtlarımı geri verdi. Hepsi bu kadardı, bitmişti. Büyük bir rahatlama ile kalktım sandalyemden. Yavaş yavaş indim çıkışa doğru giden merdivenlerden. Eh.. her şeye rağmen başarmıştım işte. Sonunda bitmişti. Gülümseyerek binadan dışarı adımımı attım. İşte o an yağmurun tekrar başladığı andı…

Karikatür by Erdil Yaşaroğlu @ Penguen