28 Eylül 2009 Pazartesi

Bakış açısı


Ramazan bitti, bayram geldi derken bu mübarek günleri de ömrümüzün geri kalanı gibi hızlıca tüketip bitirdik. İnşallah üzerimize düşen görevi hakkı ile yerine getirebilmişizdir. Ne de olsa bir sonrakini görür müyüz görmez miyiz, orası şüpheli…

Bayramın ilk günü her zamanki gibi ilk ziyaretimizi anneanneme yaptık. Zaten evi hemen bir sokak aşağımızda… İlk ona gitmezsek bizi öldürür. Anneanneciğim bizi her zamanki gibi güler yüzüyle karşıladı ve hepimizle tek tek bayramlaştı. Sonra bana dönüp dedi ki: “Ah canım benim. Ne kadar da güzelleşmiş bu çocuk böyle. Ne kadar yakışıklı bir torunum var benim. Maşallah!” Ve ben bu sözler üzerine şok oldum. Neden mi?

Anneannem beni çok sever sağolsun. Eh, ne de olsa ilk baş… aman, şey… göz ağrısıyım. Bu sevgi de karşılıksız değildir hani, ben de onu çok severim. Allah eksikliğini göstermesin, beni her zaman el üstünde tutar, duasını benden eksik etmez. Ama anneannemin bir de şöyle bir takıntısı vardır; beni hiçbir zaman beğenmez. Beğenmez derken kişisel özelliklerimden, karakterimden falan değil, yanlış anlaşılmasın. Fiziksel özelliklerimden ötürü… Top sakalım konusunda takıntılıdır mesela. “Kes şu pis sakalını!” lafı “Hoş geldin oğlum.”dan sonra en çok duyduğum laftır kendisinden. Boyum konusunda da oldukça hassastır. Senelerdir boyumu uzatmak için giriştiği çeşitli çabalar sonucunda 1,60 olan boyum üstün gayretlerimiz sonucu 1,61’e çıktı. Bunda benim inadımın payı da büyük elbette… Ama en çok taktığı ve en hassas olduğu konu kilo konusudur. Kendimi bildim bileli anneannem beni şişmanlatmaya çalışır. Yedirir, içirir, doktorlara götürür. Fakat ne yaptı ne ettiyse şişmanlatamadı beni… Yaş 29’a geldikçe de bu çabalarından vazgeçer gibi oldu ama söylenmekten hiç vazgeçmedi. Bana “Sıskalatorum benim.” demesi de ondandır sanırım.

Neyse efendim, yukarıda bahsettiğim konulardan ötürü anneannemden böyle bir iltifat işitmek beni gerçekten de çok şaşırtmıştı haliyle. “Hayırdır inşallah, bayram diye alttan mı alıyor acaba?” diye düşündüm kendi kendime. Ama bundan önceki bayramları şöyle bir film şeridi misali gözümün önünden geçirince bunun ihtimal dâhilinde olmadığına karar vermiştim. Çok düşünmeme rağmen gün içerisinde buna bir anlam veremedim. Olayın içyüzü ise geçen Cuma açığa çıktı.

Yoğun geçen bir iş gününün ardından yorgun argın da olsam anneannemi bir ziyaret edeyim dedim. Bayram bittiğinden beri görüşemiyorduk zaten. Yorgun argın kendimi kapısına attım. İçeri girdiğim, eğilip elini öptüm. “Nasılsın anneannecim?” diye sordum en şirin görünmeye çalışan yorgun halimle. Bir tarafta da hafif şişinip kendimi ona güzel göstermeye çalışıyordum. Ne de olsa son görüşmemizde bir iltifat koparmıştım kendisinden, umutluydum yani. Anneannem bana şöyle bir bakıp “Bu ne çirkinlik? Zayıflamışsın, kuruyup kalmışsın yine pis oğlan!” demez mi? Ben daha “Ne oluyoruz yahu?” demeye kalmadan yarım saatlik rutin fırçamı yemeye başlamıştım bile. Sonra durup anneanneme şöyle bir baktım ve o anda olayı çözdüm.

Bu akşam anneannemin gözünde gözlüğü vardı!


19 Eylül 2009 Cumartesi

Göl halkı (Bölüm 5)


Küçük kurtarma grubu göle doğru giden yolda ilerliyordu. Grubun başını Korucu Ranum ve Apol çekiyordu. Hemen onların ardından ise şövalye ve diğerleri geliyordu. Normal şartlarda oldukça gergin ve sessiz geçmesi gereken yolculuk, geveze kılıcın sayesinde sanki bir piknik yolculuğuna dönüşmüştü. Kılıç, susmak yorulmak bilmeden kâh Marvin ile yaşadığı bir olaydan, kâh şövalye ile atlattıkları maceralardan esinlenerek komik hikâyeler anlatıyor, etrafındakilerin gülüşmelerine sebep oluyordu. Şövalye, birçok defa kılıcı sessiz olması konusunda uyarmıştı ama delikanlıların yüzlerindeki eğlenen ifade buna biraz müsamaha göstermesine neden olmuştu. Hem, anlatılanların yarısının palavradan ibaret olduğunu bilse de kendisi bile gülümsemeden edemiyordu. En çok candan kahkahaları ile Beved gülüyordu anlatılanlara. Osgar ise daha çok utangaç gülümsemeler ile karşılık veriyordu. Susmaları için işaret veren Kolcunun bile bir iki kez güldüğüne şahit olmuşlardı hatta. İçlerinde tek gülmeyen ise Apol’dü. Sık sık sert bakışlarını geriye, gruptaki arkadaşlarına yönelterek susmalarına neden olmuştu. Yine böyle bir bakışın ardından, şövalyenin pek de tasvip etmeyen bakışlarla Apol’ü süzmekte olduğunu gördü Beved.
“Hep böyle somurtkan mıdır?” diye sordu şövalye, kendisini izlemekte olan Beved’e.
“Onun kusuruna bakmayın şövalyem. Aslında oldukça iyi yüreklidir Apol.”
“Ona şüphem yok. Aslında doğru olanı yapıyor, hepimizin sessiz olması gerek çünkü. Özellikle senin!” dedi, itiraz etmeye başlayan kılıcına sert bir bakış atarak. “Etrafta ne kadar uğursuz şey varsa başımıza toplayacaksın ve bu çocukların zarar görmesine neden olacaksın.” Kılıç, bu yorum üzerine hemen sessizleşti. Delikanlıların başına bir şey gelmesini istemezdi, onları sevmişti. Şövalye ileri baktığında Apol’ün yine öfkeli bakışlarla kendilerini süzmekte olduğunu gördü.
“Beni rahatsız eden şey bu yaşta bir delikanlının bu kadar soğuk ve mesafeli olması…”
“Elanor yüzünden.” dedi Osgar, duyulamayacak kadar alçak bir sesle. Sonra şövalyenin kendisine baktığını görünce utanıp kızararak başını önüne eğdi.
“Öyle mi? Kimmiş bakalım bu Elanor?” dedi şövalye merakla.
“Yoksa altın saçlı bir prenses mi?” dedi kılıç, oldukça çapkın bir sesle. Yine bir dakikadan fazla suskun kalmayı başaramamıştı.
Bu yorum üzerine hafifçe kıkırdayan Beved, “Evet, öyle sayılır. Elanor, Apol’ün kız kardeşi.” dedi.
“Onu kaçırdılar.” diye ekledi Osgar, hüzünlü bir tavırla.
Başını öne eğen Beved, “Maalesef bu doğru. Sahuaginlerin kaçırdıkları arasında o da var. Bu yolculuğa gönüllü olmamızın başlıca sebebi de bu zaten.” diye ekledi. “Apol ve Elanor çok küçük yaşta ailelerini kaybetmişler. Bir göl kazası… Sandal ters dönmüş ve talihsiz karı koca boğularak can vermişler. O zamandan beri Apol hem kendine hem de kız kardeşine göz kulak olmak zorunda. Yıllardır Elanor’a hem ağabeylik hem de ana-babalık yapar. Bu yüzden ona çok düşkündür. Kaçırıldığını anladığımızda çılgına döndü. Biz daha ne yapabileceğimizi doğru dürüst düşünemeden Apol onu kurtarmak için yola çıkmaya karar vermişti bile. Bizle ya da bizsiz…”
“Onu asla yalnız bırakmayız.” dedi Osgar, kararlı bir yüz ifadesiyle.
“Sonra benim Sahuaginlerin ardından gideceğim haberini aldınız ve bana katılmaya karar verdiniz sanırım.” dedi şövalye.
Beved bunu bir omuz silkişle yanıtladı. Şövalye bakışlarını tekrar Ranum’un yanında ilerleyen sessiz delikanlıya çevirdi. Bu kez bakışlarında derin bir anlayış ve saygı vardı. Grup ormanda ilerlemeye devam etti. Ama bu kez derin bir sessizlik içindelerdi. Şimdi ormandaki gece hayvanlarının ve rüzgârın sesini rahatça duyabiliyorlardı.
Tabii ki kılıç bağırıp bu sessizliği yırtana kadar…
“Balık-adamlar tarafından kaçırılan sarışın bir prensesi kurtarmaya gidiyoruz! Bu tahminimden de eğlenceli!”
Hep bir ağızdan yükselen bir “Şşşt!” sesi…
“İyi be, sustum! Eğlence düşmanları. Şşştmiş… Pöh!”


Yarım saatten biraz fazla süren bir yürüyüşün ardından küçük grup nihayet Uzun Göl’e varmıştı. Korucu Ranum gölün kıyısında bir dizinin üzerine çöktü ve zemindeki pençemsi ayak izlerini inceledi.
Gruba dönerek “İzler burada sona eriyor. Yaratıklar göle girmiş olmalı…” dedi.
“Na-nasıl yani? Peki ya rehineler?” diye sordu Beved kekeleyerek.
“Korkarım onları da yanlarında götürmüşler.” diye yanıtladı korucu. Osgar ufak bir itiraz iniltisi koyuverdi. Apol’ün yüzü karardı.
“Korkmayın, hâlâ hayatta olduklarına bahse girerim.” dedi şövalye.
Apol hışımla şövalyeye döndü ve sinirden titreyen bir sesle “Nereden bilebilirsin ki? Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?” diyerek çıkıştı.
“Sakin ol Apol.” dedi Beved, arkadaşının bu tavrından hiç hoşlanmamıştı.
“Siz sakin olun!” diye bağırdı Apol.
“Sesini alçalt genç adam!” dedi şövalye, sert bir biçimde. “Kız kardeşin için endişelendiğini biliyorum. O yüzden bu seferlik bana bağırdığını göz ardı edeceğim. Ama hemen sesini kesmezsen tüm Sahuaginler burada olduğumuzu anlayacak ve tepemize binmekte tereddüt etmeyeceklerini garanti edebilirim.”
“E o zaman niye susuyoruz ki?” diye sordu kılıç hevesle. Yeni bir dövüş için sabırsızlanıyordu.
Gruptakiler hep bir ağızdan “Sakın ha!” diyerek kılıcı susturdular.
“İyi, peki, tamam sustuk. Hıh!” diye homurdandı, yeniden gücenen kılıç.
Şövalye Apol’e dikkatle bakarak “Merak etme, onlar iyi. Eğer onları öldüreceklerse Sahuaginler onları buraya taşıma zahmetine ne diye katlansınlardı? Onları başka bir amaç için kaçırdılar. Ve emin ol hâlâ canlılar. En azından şimdilik…” dedi.
Apol bu sözlerdeki mantığı reddedemezdi. Dudaklarını birbirine bastırıp sustu ve kafasını tamam anlamında salladı.
“Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu korucu.
“Şimdi biz…”
Şövalye tam planını açıklayacaktı ki göl suları sanki kaynıyormuş gibi fokurdamaya başladı.
“Geliyorlar!” dedi Ranum, kılıcını çekerek.
“Kahretsin!” diye homurdandı şövalye.
“Yaşasın!” diye bağırdı kılıç.
Hepsi hızla kılıçlarını çektiler. Bir an sonra göl yüzeyinde bir düzine kadar Sahuagin belirdi. Yaratıklar savaş naralarıyla birlikte mızraklarını fırlattılar. Bir mızrak ayaklarının dibindeki yere saplandı. Bir diğeri Osgar’ın başının üzerinden geçti. Bir diğerini ise Ranum kılıcıyla durdurdu.
“Geriye!” diye bağırdı şövalye, üzerlerine gelen mızraklardan birini kılıcı ile ikiye bölerken. Grup geri geri ilerlerken önlerindeki Sahuagin grubu da tehditkâr bir biçimde ama yavaşça üzerlerine doğru geliyordu.
“Neden saldırmıyorsunuz? Gelsenize!” diye bağırdı kılıç.
“Lütfen saldırmasınlar, lütfen…” diye inledi Osgar. Şövalye şüphe ile önündeki yaratıklara baktı. Sistemli bir şekilde yaklaşıyorlardı ama saldırmıyorlardı. “Gerçekten de… Neden saldırmıyorlar?” diye mırıldandı şüpheli bir ses tonuyla. Aynı anda Ranum’un uyarı çığlığı geldi ve üstlerindeki ağaçlardan tam üzerlerine geniş bir ağ atıldı.
“Lanet yaratıklar! Bu bir tuzak!” diye haykırdı şövalye. Daha onlar kıpırdayamadan ağ üzerlerine inmişti bile. Apol ve diğerleri hızla ağı kesmek için davrandılar fakat ipler çok sağlamdı. Çelikten dokunmuşlardı adeta. Sahuaginler bu yetersiz çabalarını sivri dişleri ile sırıtarak izlediler. Bu kez de şövalye denedi ve büyülü kılıç, gürültülü bir kahkaha eşliğinde ağı tereyağı gibi kesti.  Yaratıkların yüzündeki sırıtma anında kayboldu ve hızla ileri atıldılar. Şövalye bir hamle daha yapıp ağın tamamen parçalanmasına neden oldu ve ilk saldırganı ile yüzleşmek için hazırlandı.


Kısa sürede etrafları sarıldı. Gölden çıkan yaratıklara ağaçlardan inen birkaç tanesi daha katıldı ve sertçe saldırmaya başladılar. Görünüşe göre Veskel, delikanlılar hakkında yanılmamıştı çünkü hepsi ustaca dövüşüyorlardı. Osgar bile… Özellikle Apol bu konuda gerçekten de çok iyiydi.
“Onlara acımayın çocuklar! Onlar bize acımaz!” diye haykırdı korucu.
“Elanor için!” diye haykırdı Apol.
Kılıçlar kılıçlarla çarpıştı, hamle üzerine hamle yapıldı. Ama Sahuaginler küçük grubu ele geçirmeyi bir türlü başaramadı. Şimdiden yerde cansız yatan 5 Sahuagin vardı. Fakat durum bizimkiler için pek de parlak değildi. Ranum sol kolundan yaralanmıştı. Beved’in başından kanlar süzülüyordu. Ve işin en kötüsü öldürdükleri her Sahuagin’in yerine yenileri geliyordu. Durumdan tek memnun olan ise kıkırdayıp duran ve yere indirdiği rakiplerini sayan kılıçtı.

Önlerindeki yaratık cansız bir biçimde yere düşerken “Üç!” diye bağırdı kılıç. Şövalye bir anlık boşluktan faydalanarak umutsuzca etraflarını çevreleyen çembere baktı. Sonra da yaralı arkadaşlarına… Durum oldukça kötü görünüyordu. İçi Sahuagin kaynayan bu gölün kenarında kazanmaları imkânsızdı. Birdenbire “Beni takip edin!” diye bağırdı ve ormana doğru bir yarma hareketine başladı. Bu hareketi beklemeyen iki Sahuagin’i tek bir darbeyle indirip koşmaya başladı. Diğerleri de hemen peşindeydi.
“Hey! Nereye gidiyoruz? Daha dövüş bitmemişti ama.” diye mızmızlandı kılıç.
Şövalye “Haklısın. Daha yeni başlıyoruz.” diyerek topukları üzerinde hızla döndü ve Ranum’a dönüp “Koşmaya devam edin!” diye bağırdı. Korucu anladığını belirterek delikanlıları önüne kattı ve kaçmaya devam etti. Onlar uzaklaşır uzaklaşmaz şövalye, yol kenarındaki çalılık ve ağaçların arasına daldı ve iyice gizlendi.
“Ne yapıyoruz? Dövüşmeyecek misin?” diye mızıldandı kılıç.
“Merak etme. Eğer planım tutarsa düşmanların hepsi sadece bize kalacak.” diye fısıldadı şövalye. Kılıç memnuniyetle mırıldandı ve anında sessizleşti.

Apol ve arkadaşları ellerinden geldiğince toprak yolda koşuyorlardı. Ama yeterince hızlı değillerdi. Çünkü korucunun ve Beved’in yaraları yavaşlamalarına neden oluyordu. Her yönden fışkıran kökler ve dallar da cabası…
“Şövalye nerede?” diye haykırdı Beved panikle.
“Koşmaya devam edin!” diye üsteledi Ranum.
“Ama yaralanmış olabilir.” dedi nefes nefese kalmış olan Osgar. Zar zor koşmaya devam ediyordu. Hafiften geri kalmaya bile başlamıştı.
“Hayır, yaralanmadı. Bizi bırakıp kaçtı. Size söylemiştim. O ihtiyar bir sahtekârdan başka bir şey değil.” dedi Apol hırlayarak.
Tam bu sırada köklerden biri haince Osgar’ın ayağına dolanarak gürbüz delikanlının yere yuvarlanmasına neden oldu. Osgar acı dolu bir iniltiyle yere kapaklandı. Daha ileriden giden grup üyeleri hızla durup geriye baktılar ve Osgar’a yardım etmek için çabucak geri döndüler. Daha bir-iki adım atmışlardı ki çalıların arasından bir Sahuagin fırladı ve Osgar’ın başına dikildi. Beved ve Apol endişeyle “Hayır!” diye bağırdı. Osgar kollarını başına siper ederek korkuyla dolu bir imdat çığlığı attı. Sahuagin ise haince sırıtarak mızrağını saplamak için havaya kaldırdı.

Havayı bir kesme sesi yardı. Sahuagin gözlerinde şaşkın bir ifade olduğu halde cansız bir biçimde yere yığıldı. Ardından da “13!” diyerek kıkırdayan kılıcın sesi geldi. Şövalye tam zamanında yetişmişti. Gülümseyerek, şaşkına dönmüş gruba baktı ve elini uzatıp Osgar’ın yerden kalkmasına yardımcı oldu.
“Sen… Nasıl?” diye kekeledi Beved.
“Eski bir savaş taktiğidir evlat. Her zaman işe yarar.” diyerek göz kırptı şövalye. Arkadaşları sevinçle Osgar’ı kucaklarken ise çaktırmadan belini tutup “Bu işler için çok yaşlandım.” diye mırıldandı.
“Öyle olmadığını söylemiştim.” dedi Osgar manalı bir biçimde Apol’e bakarak.
“Daha fazlası gelecektir.” dedi Ranum. Bir taraftan da telaşlı gözlerle arkalarındaki yolu gözetliyordu.
“Şüpheniz olmasın.” dedi şövalye. “Dinleyin… Fazla vaktimiz yok. Biz yaratıkları oyalarken içimizden birinin göle yalnız gitmesi gerek. Rehinelerin henüz canlı olduğunu düşünsem de bunun ne kadar böyle kalacağını bilemeyiz. Acele etmemiz gerekiyor.”  diye ekledi ardından.
Grup içindekiler birbirlerine şüpheli bakışlar attı. Sonra Osgar derin bir iç çekti ve düştüğünde sırtından yuvarlanan çuvalına doğru ilerledi. Çuvalı yerden alıp şövalyeye uzattı ve “Alın şövalyem. Göle siz gidin. Eğer onları kurtarabilecek bir kişi varsa o da sizsiniz.” dedi.
Şövalye teşekkür ve minnettarlık arası bir duyguyla Osgar’a baktı. Osgar da aynı duygularla gülümseyerek şövalyeye karşılık verdi. Merakla çuvalı açan şövalye daha önce benzerini hiç görmediği, garip, deriden yapılma bir zırh ile karşılaştı.
“Nedir o?” diye ciyakladı kılıç.
“Göl kıyafetleri…” dedi Beved. “Gölün dibine inerken bu kıyafetlerle dalarız. Çok hafiftir, esnektir ama sağlamdır da.” dedi. Şövalye memnuniyetle deri zırhları inceledi ve çabucak kendine uyan bir tane bulup yanına aldı.
“Artık ayrılmalıyız. Her an geri gelebilirler.” dedi korucu Ranum.
“Haklısın.” dedi şövalye. “Onları oyalayabildiğiniz kadar oyalayın. İyi şanslar.”
“Sana da iyi şanslar şövalyem.” dedi Osgar. Ranum şövalyenin omzunu sıktı, Beved başıyla bir selam verdi. Apol ise hareketsizdi. Kısa bir müddet şövalyeye baktı ve ardından ileri doğru bir adım attı. “Kız kardeşimi kurtarın şövalye. Size güveniyorum. Bahtınız açık olsun.” dedi.
Şövalye başını olumlu anlamda sallayarak delikanlının omzuna hafifçe vurdu. Ranum’la göz göze geldi ve kafasını tek bir kez daha sallayarak sessizce veda edip çalıların arasına daldı.

Az sonra şövalye gölü görebileceği avantajlı bir noktada gizleniyordu. Bir taraftan zırhını çıkarıp dalış zırhını kuşanırken bir taraftan da Sahuaginlerin gölden çıkış noktalarını gözetliyordu. Az sonra ormandan, şövalyenin bulunduğu istikametin aksine bir yerlerden bir gürültü ve savaş çığlıkları yükseldi. Küçük grup şaşırtma planlarını harekete geçirmişti. Şövalye sıkıntıyla bir iç geçirdi ve “Umarım doğru şeyi yapıyoruzdur.” dedi kendi kendine.
“Meraklanma. Ranum onlara göz kulak olur. Ayrıca çocuklar oldukça iyi dövüşüyorlar. Yaşlı bir şövalye bile tek başına 13 tane hakladıysa gençler neler yapar kim bilir…” dedi kılıç, hafif iğneleyici bir ses tonuyla.
“Yaşlı mı? Sen kendine bak paslı teneke!” diye kıkırdadı şövalye. Sonra denginden Galsamotu’nu çıkartıp şüpheyle otu süzdü. Fare kuyruklarına benzeyen, grimsi yeşil bir toparlaktı ot. “Umarım tadı görüntüsünden daha iyidir.” dedi ve tiksintiyle otu ağzına attı. Değildi… Aksine kaygan ve yapışık bir tadı vardı. Kılıcını eline alıp sessizce ve görünmeden göle ilerledi.

(Devam edecek...)


Göl / Lake by Kim Aubrey

14 Eylül 2009 Pazartesi

Hazreti televizyon...

Bugünlerde hangi kanalı açsam dini bir programla karşılaşıyorum. Ramazan’ın bunda etkisi büyük tabi ki… Bu ayın başlangıcından beri tüm kanallar “En Müslüman biziz! Bizim kanalı izleyin!” diye bas bas bağırıyorlar. Hani utanmasalar “Bizim iftar programımız eşliğinde açılmayan oruç kabul olmaz.” ya da “Diğer kanalın hocası sahte! Bizim hoca ona bir okuyup üflerse çarpılır kalır valla!” diyecekler. Hepsi o derece kendilerini izletme derdinde. Öyle ki sahur ve iftar programlarını saatler öncesinden başlatıyorlar. Programlardan arta kalan zamanları da araya dini filmler sıkıştırarak kapatıyorlar.

Bizim de ailecek izlediğimiz bir sahur programımız var. Her sabah annem itina ile o programı açıp televizyonun karşısına kuruluyor. Bir taraftan sahurumuzu yaparken bir taraftan da muhterem zatların anlattığı hikâyeleri dinliyoruz. Yalnız bizim hoca ne hikmetse hep ya peygamber efendimizin ya da diğer halifelerin ölümlerinden bahsediyor. Eh bir yerden sonra da insanın içi kararıyor. Bir gün dayanamayıp “Bu ne ya? Gene kimi öldürüyor bu adam?” dedim de sofrada bir kahkaha koptu. Meğer hepimiz aynı dertten muzdaripmişiz. İşin aslını ise geçen gece anladık. Meğerse adamcağız gece saat 2:00’de programa başlıyormuş ve o gün kimi seçtiyse onun hayatını başından sonuna kadar anlatıyormuş. Biz ise sahura saat 4:00 gibi kalktığımız için anca sonuna, yani ölümü ile ilgili kısma denk geliyormuşuz. Adamın günahını aldık boşuna… Bir de peygamber efendimizden bahsettiği bir program vardı ki sormayın gitsin. Adam, efendimizin adını andıkça salâvat getirmekten iki lokma yemek yiyememiştim.

Neyse efendim… Buraya kadar anlattıklarım yanlış anlaşılmasın sakın. Benim bu durumdan şikâyet ettiğim falan yok. Programlarda oldukça güzel ve faydalı şeyler anlatılıyor hatta. Benim şikâyetçi olduğum kısım, kanalların bu tutumu. Be güzel kardeşim, madem bu kadar dindardınız, madem bu tip programlar yapmayı biliyordunuz da bugüne kadar neredeydiniz? İlle de Ramazan ayını mı beklemeniz gerek bu tip programlar hazırlamak içi? Gayet de güzel beceriyorsunuz oysaki… Elbette sabahtan akşama dini programlar yayınlansın demiyorum. Ama sabahtan akşama yok magazin yok yarışma gibi abidik gubidik şeyler de yayınlansın istemiyorum! Daha eğitici, daha bilgilendirici, daha doyurucu olsun şu televizyonlar artık. Gençliğimizin içi kurudu, hepsi tiki oldu çıktı bu tip yapmacık programlardan… Daha Cumhurbaşkanımızın adını bilmiyorlar ama hangi manken hangi futbolcuyla evli biliyorlar!

Ama ben çok iyi biliyorum ki Ramazan biter bitmez, hatta bayrama birkaç gün kala bütün kanallar bu sorumluluk sahibi maskelerini bir kenara atıp bu kez de başka bir konuda yarışacaklar. Dansöz… “En iyi dansöz bizde! Diğer kanalın dansözü sahte… Bizim dansöz ona bir mıç atarsa yamulur kalır valla!” demeye başlamayacaklar mı birkaç gün içinde? Bayram olayını da atlattık mı bu seferde başlayacaklar “Bayramda hangi ünlü kiminle kırıştırdı? Hangi mankenin neresini çekmeyi başardık? Hepsi bizim magazin programımızda!” demeye…

Hâlbuki bilmiyorlar ki bizim kumandalar artık daha duyarlı. Bir düğmesine basarsak yamulur kalır bütün kanallar…

13 Eylül 2009 Pazar

Yemin ve Öç

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi bölümünün "Köle" teması için yazılmıştır.

Sıçrayan Geyik Kabilesi zor günler geçiriyordu çünkü kış çok erken ve çok şiddetli bastırmıştı. Buzyeli Vadisi’nin kışları her zaman sert olurdu ama bu yıl her zamankinden de zorlu geçeceğe benziyordu. Kışın sertliği, barbar kabilesini tek başına yıldıramazdı elbette. Onlar tundranın acımasız ikliminde yaşamaya alışıktı. Ama en nihayetinde onlar da insandı. Suya ihtiyaçları vardı. Ve yemeğe… Başlıca geçim kaynakları olan ren geyikleri bu yıl diğer yıllara oranla oldukça azdı. Bu durum kabileler arası sürtüşmelerin ve çatışmaların kaçınılmaz olarak artmasına yol açmıştı. Diğerlerine oranla daha zayıf olan Sıçrayan Geyik kabilesinin savaşçıları gururlarına yediremeseler de erkenden göç etmek zorunda kaldılar. Gurur karın doyurmuyordu çünkü. Ve kendileri umurlarında olmasa bile gözlerinin içine bakan çocuklarının görüntüsü ve eşlerinin sessiz bekleyişleri gururlarına üstün gelmişti. Daha fazla ren geyiği bulma ümidiyle şefleri Hardouin’in önderliğinde güneye indiler. Fakat daha fazla kar ve daha soğuk bir havadan başka bir şey bulamadılar. Bu yıl Sıçrayan Geyik Kabilesi için her şey ters gitmişti. Ve bu sorunlarının sadece başlangıcıydı.

(Yazının tamamını okumak için tıklayınız...)

11 Eylül 2009 Cuma

80

Yazının başlangıcına bakıp da aldanmayın. 80’leri anlatan ve o dönemin güzelliklerinden dem vuran bir yazı olmayacak bu. Aksine, o dönemi yaşayan, 80’li yıllarda doğanlarla ilgili olacak anlatacaklarım. Tıpkı benim gibi…

Çünkü geçiş dönemi çocuklarıyız biz. Ya çok geç kalmışız bazı şeyler için ya da çok erken gelmişiz dünyaya…

Geç kalmışız güzellikleri yaşamaya… Denizin girilebilir olduğu dönemin sonunu yakalayabilmişiz ancak. Yeşil tepelerin son baharlarında koşturmuşuz tepelerinde, bin bir renkli çiçeklerin arasında. Hormonsuz meyvelerin son mahsulüymüş minik ellerimizde tuttuğumuz elmalar. Küçüktük. Değerlerini bilemedik, anlayamadık.

Erken gelmişiz dünyaya… Eski kaldık günümüz için. En basitinden okuduğumuz okullar bile eski moda kaldı. Diplomalarımızı aldığımızda aslında bir başlangıç değil bir bitiş yaşadığımızın farkında değildik. Bizim devrimizin bitişi… Kıyafetlerimiz zevksiz, saç kesimlerimiz şekilsiz olarak tanımlandı. Dinlediğimiz müzik ise demode…

Sadakatten bahsettik, saçmalık dediler. Dürüstlük dedik, aptallık dediler. Peki ya aşk dedik, peki ya sevgi? Para dediler. Ayak uyduramadık bir türlü yeniliklere. Belki de ayak uydurmak istemedik.

Yine de vazgeçmedik çabalamaktan. Vazgeçmedik hayata sımsıkı sarılmaktan. Hayat doluyuz çünkü. Ve de ümit… Eskilerin dürüstlük, saygı, ahlak dediği, şimdikilerin ise aptallık, saflık, enayilik dediği erdemlere sahip bir kuşağız biz. Ayakta kalmayı becerebildiğimiz sürece de elimizden en iyisini yapmaya ve yaşamaya gayret edeceğiz.

Eski ile yeni arasında sıkışıp kalmış, şanssız bir nesiliz biz. Bir arada durmaya çalışan, ürkek gözlerle etrafa bakan bir avuç genç insan… Çünkü geçiş dönemi çocuklarıyız biz. Ya çok geç kalmışız bazı şeyler için ya da çok erken gelmişiz dünyaya…

Yorgun Savaşçı savaşmaya devam edecek…

1 Eylül 2009 Salı

Bir ben var benden içeri...

Sevgili Hakan-can sağolsun, yine mimlemiş beni. Bu seferki konumuz “İçimdeki ben ya da içimdeki erkek.” Kısaca özetlemek gerekirse içimizde yatan canavarı ya da meleği (kişiye göre değişir) afişe ediyoruz bir bakıma… Normal şartlarda kendimden bahsetmeyi sevmem. “Ben, ben, bennnn…” kelimeleri ile dolu yazılar bir yerden sonra megalomanyaklık sınırlarını zorlamaya başlıyor çünkü. Ama mimleyen Hakan-can olunca kılımız boyundan ince… (böyle değildi bu atasözü galiba ama neyse) O yüzden bir şeyler karalayayım kısaca…

İçimdeki erkek saç baş yolduracak kadar soğukkanlıdır. Hem de en olağanüstü durumlarda bile istifini bozmaz. Eğer beni kızdırmaya çalışıyorsanız, bir de bunu psikolojik baskı uygulayarak yapmaya çalışıyorsanız vay halinize. Büyük ihtimalle sinirinden yerinde hop hop hoplayan kişi siz olursunuz.

İçimdeki erkek az buçuk kırıktır. Canı sıkıldığında duvarlardaki izlere, gökyüzündeki bulutlara, halılardaki desenlere vs. bakar, bunlarla kafasında birbirinden ilginç tipler uydurur. Onlara bakarak kendini eğlendirir, arada bir kıkırdar.

İçimdeki erkek, çocuk ruhludur hâlâ. Kaldırımda yürürken çizgilere basmaz, en sevdiği çizgi-romanı görünce deliler gibi heyecanlanır. Harcamaya kıyamadığı, itina ile biriktirdiği parasını söz konusu bilgisayar oyunları olunca düşünmeden çarçur eder. Jelibon ve çikolataya dayanamaz.

İçimdeki erkek bir süper kahramandır. Hep binaların tepesinde dolaşır, oradan oraya uçup herkese yardım eder. Bu bir kısıma doğru sayılır. Herkese elimden geldiğince, bir karşılık beklemeden yardım ederim gerçek hayatta. Tabii ki binaların tepesinde uçmadan…

İçimdeki erkek çocukla çocuk, adamla adam olur. Herkesle rahatça anlaşır, sıkıntı çekmez. Yeter ki karşısındaki insan olsun, “dünyayı ben yarattım” havalarında dolaşmasın. Hepsiyle konuşacak bir konu bulur, herkesi gülümsetmenin peşinde koşar. Başarınca mutlu olur, o da gülümser.

Şimdilik benden bu kadar… Aklıma başka bir şeyler gelirse sonradan ekleyebilirim belki. Ama belki… Hakkını vererek yazabildim mi bilmiyorum. Dilerim okurken keyif alırsınız. Bu mim için sevgili Hakan-can’a tekrar teşekkürler.