28 Aralık 2015 Pazartesi

Vardiya | Kitap İnceleme


Not: Serinin ilk kitabı olan Silo’yu okumayanlar için spoiler içermektedir.

Issız topraklar, cansız tepeler, kapkara bulutlar, ufukta çürüyen gökdelenler ve gri bir gökyüzü… Hugh Howey’nin çizdiği gelecek portresinde 2345 yılının karamsar ve klostrofobik dünyası bunlardan ibaretti işte. Ve bir de etrafları yüzlerce kat derinliğinde beton duvarlarla örülmüş, tuhaf âdetlerle ve kurallarla yaşamaya mahkûm edilmiş, hayatlarını yeraltında idame ettirmeye çalışan silo insanlarından…

İlk kitap bir puzzle gibi, yavaş yavaş açılan bir macera eşliğinde bu dünyayla tanıştırmıştı bizleri. Holston ile başlayan maceramızda önce “dışarı” ve “temizlik” kavramlarını öğrenmiş, ardından Başkan Jahns ve Şerif Yardımcısı Marnes’la beraber silonun katlarında bir gezintiye çıkarak bu insanların hayatına yakından göz atmış, son olarak da Juliette ve Lukas’la birlikte silonun, daha doğrusu siloların gizem perdesini aralamıştık bir parça.

Yine de son sayfayı çevirip de kitabın kapağını kapadığımızda yanıtsız kalan onlarca soru vardı kafamızda cirit atan. Dünya nasıl bu hâle gelmişti? İnsanlar silolarda yaşamaya nasıl ikna edilmişti? Birbirlerinden neden haberleri yoktu? Düzen, Miras ve Antlaşma kimler tarafından yazılmıştı? Ve en önemlisi… Silo 1 kimdi ve neyin peşindeydi? İşte serisinin ikinci kitabı olan Vardiya tüm bunlara ve daha fazlasına cevap vermek için bizleri geçmişe, her şeyin başlangıcına götürüyor.

Gerçekler er ya da geç ortaya çıkar

MonoKL Yayınları, 2015, 506 Sf.
Çevirmen: M. İhsan Tatari, 
M. Rasim Emirosmanoğlu
Editör: Setenay Karaçay
Ayşegül Ergül Aslan
Her şeyden önce, Vardiya bizleri ilk kitapta yaşanan olayların 296 yıl öncesine götürdüğünden bu sayfaların arasında Juliette ile Lukas’ın başlarından geçenleri okuyamıyoruz. Onların yerine iki farklı karakter karşılıyor bizleri: Birincisi 2049 yılında Washington D.C.’de görev yapan, çiçeği burnunda meclis üyesi Donald Keene. İkincisiyse 2210 yılında gözlerini Silo 1’deki ilk vardiyasına açan Troy.

Donald hummalı bir seçim kampanyasının ve çok güçlü bir devlet adamı olan Senatör Thurman’ın açık desteğinin ardından meclis üyesi olarak Washington’a ayak basmayı başarmış biri olarak çıkıyor karşımıza. Eşi Helen’la mutlu bir birliktelikleri, gelecek için büyük hayalleri var. Bilmediği şeyse aslında çok daha farklı bir iş yapması için, kasıtlı olarak meclise alındığı… Çocukluğundan beri tanıdığı ve pek çok açıdan hayır diyemeyeceği bir pozisyonda bulunan Senatör Thurman kendisini ofisine davet edip önüne gizli bir dosya koyuyor. İçindense Donald’ın üniversite yıllarında, siyasete atılmaya karar vermeden önce mimarlık okuduğu yıllarda çizdiği bir eskiz çıkıyor: yüz küsur kat uzunluğunda, silindirik bir yapı. Ve bunu yerin üstüne değil, altına inşa etmesi bekleniyor kendisinden.

“Bu sadece bir önlem,” diyor Thurman ona. “Bir sığınak. Bölgede nükleer atık tesisi kurmak istiyoruz, fakat bir aksilik durumunda çalışanların sığınabileceği bir yer inşa etmezsek projemiz asla onaydan geçmez.” Donald bir şeylerin ters gittiğinden şüphelense de görevi kabul ediyor ve kendini eski dostu Mick Webb ve Senatör’ün kızı Anna Thurman’la ortaklaşa çalıştığı, devasa ve gizemli bir projenin ortasında, tekrar mimarlığa dönmüş bir vaziyette buluveriyor. Mick de tıpkı Donald gibi meclis üyeliğine yeni getirilenlerden. Anna ise Donald’ın eski kız arkadaşı… ve bu durum doğal olarak karısı Helen’ın hiç ama hiç hoşuna gitmiyor.

28 Kasım 2015 Cumartesi

Özüne Sadık Bir Film: Küçük Prens

Yüreğiyle bakmayan kişi gerçeği göremez…


Küçük Prens deyince aklınıza ilk olarak ne geliyor? Büyüklerin inatla şapka olarak gördüğü fil yutmuş yılan resmidir belki de zihninizde ilk canlanan. Ya da gün batımını günde kırk üç kez seyredebileceğiniz kadar küçük gezegenini hatırlıyorsunuzdur kahramanımızın. Veya o nazlı mı nazlı, güzel mi güzel güldür aklınıza düşen, tıpkı Prens gibi…

Cevabınız ne olursa olsun hepimizin fikir birliğine varacağı tek bir nokta var; o da Antoine de Saint-Exupéry’nin 1943 yılında kaleme aldığı Küçük Prens’in sadece sıradan bir çocuk masalı değil, aynı zamanda yetişkinlere yönelik eşsiz bir mesaj olduğu. Kaç yaşında olursak olalım her okuyuşumuzda farklı bir anlam çıkarırız o bir avuç sayfasında anlatılanlardan. Küçük bir çocukken nasıl bir yetişkin olmak istemediğimizi, koca bir yetişkinken de içimizdeki çocuğu kaybetmemek için ne yapmamız gerektiğini öğreniriz âdeta. Ne kadar tuhaf, değil mi? Ve ne kadar büyüleyici… İşte bu yüzde “7’den 70’e” tanımının en çok yakıştığı eserlerden biridir Küçük Prens. Bir bireyin büyürken kaybettiklerini, hayat denen bu çetin mücadelede “yetişkin olmak” adına neleri feda ettiğini ve aslında ne kadar da boş şeylerle uğraştığımızı anlatmak için masum bir çocuğun bakış açısından daha uygun ne olabilir ki?

Peki ruhumuzda böylesine derin izler bırakan bir eseri animasyon filmine dönüştürmek akıllıca bir seçim mi? Sinema hem ses hem de görme duyularımıza hitap ettiğinden duyguları yansıtmanın daha üstün bir aracıdır elbette, ancak bugüne dek ne gönül yarılarının beyazperdede hezimete uğradığını gördük de kitaplarımıza sarılıp “o şeyi” hiç izlememiş gibi yapmayı tercih ettik sayısını unuttuğumuz kerelerce. Ama korkmayın, çünkü ne mutlu ki söz konusu Küçük Prens’in son filmi olunca bunun tam tersi bir durum geçerli. Zira yönetmen Mark Osborne ve ekibi sadece kitabın özüne sonuna dek sadık kalmakla yetinmiyor, onu bir adım öteye, günümüze taşıyarak çok daha ilginç bir hâle getiriyor. Aynı masala bir başka küçük çocuğun gözünden bakmamızı sağlayarak…

23 Kasım 2015 Pazartesi

34. İstanbul Kitap Fuarı’nın Ardından


Bu yılki İstanbul Kitap Fuarı’na gitmek aklımın en karışık ve de çılgın köşelerinin ucundan bile geçmiyordu aslında. Kim gidecekti o kadar yolu? Hayır, İzmir’den İstanbul’a gitmeyi kastetmiyorum. O işin kolay kısmı! Bir uçağa atlayıp tüm yolculara iyi yolculuklar diliyor, sizinle aynı araca bindikleri için şimdiden şehadet getirmelerini çünkü daha sonra buna vakit bulamayabileceklerini tembihliyor, sonra da yüzlerindeki dehşet dolu ifadeye aldırmaksızın koltuğunuza oturup yolculuk sona erdiğinde bir türlü çözemeyeceğiniz kemerinizi bağlıyorsunuz. Ve hoooop! 45 dakika içinde İstanbul’dasınız. Asıl çile ondan sonra başlıyor! Çünkü havaalanından fuara gitmek, uçakla şehir değiştirmekten çok daha uzun ve de zorlu.

İşte bu yüzden yeni kitap kokusunun tüm cazibesine rağmen fuara gitmek gibi bir niyetim hiç ama hiç yoktu. Her şey bir Çinli, bir editör, bir ödül ve birkaç kuduz köpekle başladı… Cidden! Şöyle ki, bu yılki Hugo Ödülleri Rabid Puppies adlı grup yüzünden bir hayli karıştı bildiğiniz gibi. Ama en sonunda tüm o kaosu aşıp birinciliği kucaklayan kişi Üç Cisim Problemi adlı romanıyla Çinli yazar Cixin Liu oldu. İthaki Yayınları da bir kaplan edasıyla atılıp kitabın telif haklarını almaktan, üstüne çevirmekten, üstüne yayınlamaktan, onun da üstüne yazarını hem imza günü hem de bir panel için fuara getirtmekten geri kalmadı. Derken editörüm Alican Saygı Ortanca bana bir e-mail atıp Kayıp Rıhtım olarak Cixin Liu ile bir röportaj yapmak isteyip istemeyeceğimizi sordu. Biz de tüm soğukkanlılığımızla zil takıp oynadık tabii… Hugo Ödüllü bir yazarla röportaj… Bu fırsat kaçar mı? Kaçmaz! Az kalsın uçak kaçıyordu ama o başka mesele…

20 Kasım 2015 Cuma

Adalet - Kitap İnceleme


İmparatorluğa adalet gelecek… Basit bir slogan gibi görünen bu cümlenin arkasında yatan derin anlamı fark ettiğinizde Adalet’in son sayfalarını çeviriyor olacaksınız. Ve kitap bittiği için üzülürken bulacaksınız kendinizi…

Ann Leckie’nin bu ilk kitabının adını son yıllarda pek çok kez duymuştum ben de. Bir o ödülü kazanıyordu, bir bu ödülü. John Scalzi ve Patrick Rothfuss onu öve öve bitiremiyordu. Merakım had safhadaydı, ama endişelerim de öyle. Çünkü geçtiğimiz şu son 3-4 yıl içerisinde hangi ödüllü kitaba hevesle elimi atsam, onu bırakışım da o kadar hayal kırıklığıyla dolu oluyordu. Neyse ki Adalet onlardan biri değil…

27 Ağustos 2015 Perşembe

Neil Gaiman'ın Zümrüt Soruşturması Üzerine...


Bilmem hatırlar mısınız, bundan iki-üç yıl önce Neil Gaiman'ın Zümrüt Soruşturma (A Study ın Emerald) adlı hikâyesini çevirmek gibi çılgınca bir işe kalkışmıştım. O zamanlar henüz amatör sayılırdım (gerçi kendimi usta görmüyorum hâlâ) ve ilk uzun soluklu işlerimden biri olacaktı. Hikâye, Sherlock Holmes efsanesini Cthulhu mitosuyla çok başarılı bir şekilde birleştirmesiyle ünlü. Ben de bu iki evreni bir ayrı sevdiğimden öykünün bendeki yeri de bir ayrıydı/ayrıdır doğrusu. İşte bu nedenlerden dolayı bayağı heyecanlanmış, çok da özenmiştim hazırlarken.

Sonra büyük gün geldi çattı ve Yüce Eskiler, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük dedektifiyle ilk Türkçe danslarına başladı Kayıp Rıhtım'da. Yorumlar geldi, tebrik edenler oldu, eleştirenler de. Her hâlükârda güzel bir deneyimdi kendi adıma.

Sonra derken, Periyodik Neşriyat adlı bir rıhtımperver (kendisi İngilizce öğretmenidir) hiç beklemediğim bir şey yapıp çevirimi enine boyuna, inciğine cıncığına, noktasına virgülüne kadar kesti, biçti ve inceledi. Çok şaşırmıştım doğrusu. Aynı zamanda da çok gururlanmış, mutlu olmuştum. Eleştirilerini de kulağıma küpe etmiştim elbette. O günden beri ne zaman aklıma bu hikâye gelse Periyodik Neşriyat'ın kulağını çınlatır, çok zorlandığım bir anda yazdıklarını hatırlarım. Motivasyon kaynağıdır benim için.

Ama nedense bugüne dek onu başkalarıyla paylaşmak hiç aklıma gelmemişti. Halbuki çevirim kadar sevgili Periyodik Neşriyat'ın bu özenli çalışması da göz önünde olmayı hak ediyordu. Hatta daha fazla. O nedenle hazır aklıma gelmişken hemen kendisini buraya taşıyayım dedim. Buradan kendisine kocaman teşekkürler!

15 Ağustos 2015 Cumartesi

Çanlar Hugo Ödülleri İçin Mi Çalıyor?



Fantastik ve bilimkurgu edebiyatının en saygın ödüllerinden biri olan Hugo Ödülleri bu yıl politik savaşların gölgesinde kaldı. Sağcılar ve solcular arasındaki ezeli rekabet ödüllere de sıçradı ve ortaya belki de bir daha asla tamir edilemeyecek derecede hasarlı bir sonuç çıktı.

Önemli not: Bu yazı hazırlanırken hiçbir şekilde taraf tutulmamış, olaylara tamamen objektif bir bakış açısı getirilmeye çalışılmıştır. Amaç kesinlikle sağ ya da sol ağırlıklı bir görüş sunmak değil, tam aksine Hugo Ödülleri’nde yaşanan olayları en ayrıntılı şekilde aktarmaktır. Eğer okurken yazarın taraf tuttuğu gibi bir izlenime kapılacak olursanız lütfen samimiyetle yazılmış bu notu göz önünde bulundurun.


1953 yılından beri düzenlenmekte olan Hugo Ödülleri’nin bilimkurgu ve fantastik edebiyatı için önemi ve prestiji su götürmez bir gerçektir. Bugüne dek Isaac Asimov, Ursula Le Guin, Arthur C. Clarke, G.R.R. Martin ve Neil Gaiman gibi pek çok yetenekli ustanın hak ettiği ilgiyi görmesini sağladığı gibi Dune, Karanlığın Sol Eli, Ender’in Oyunu, Neuromancer ve Mülksüzler gibi ölümsüz eserlerin dünyanın dört bir yanındaki kitap tutkunlarıyla buluşmasına da önayak olmuştur. Hangimiz bu ödüle layık görülen bir eseri okuma listemize eklemedik ya da üst sıralara taşımadık ki?

Hugo’yu diğerlerinden farklı kılan en önemli unsur, adayların da galiplerin de okurlar tarafından belirlenmesidir hiç kuşkusuz. Örneğin Nebula Ödülleri, Amerikan Fantastik ve Bilimkurgu Derneği tarafından dağıtılır. Ama Hugo Ödülleri her yıl düzenlenen WorldCon’a (Dünya Fantastik ve Bilimkurgu Kongresi) katılan, o yıl çıkmış kitapların çoğunu okuyan ve 40 dolarlık üyelik ücretini ödeyecek kadar kendini bu işe adamış gerçek kitap kurtları tarafından belirlenir.

Ya da belirlenirdi… Bu yıla dek. Çünkü 2015 Hugo Ödülleri şimdiye kadar benzerine rastlanmamış bir politik çekişmenin savaş alanına dönmüş durumda. Hem de gerçek anlamda… Eğer sitemizde düzenli olarak paylaştığımız ödül haberlerini takip ediyorsanız bu yılki Hugo listelerini de görmüşsünüz demektir. Ve muhtemelen sizler de bizim gibi kafanızı kaşımışsınızdır. Evet, her ödül haberinde karşımıza çıkan Ancillary Sword’u ve sürpriz bir şekilde çok sevdiğimiz Dresden Dosyaları’nı orada görmek güzeldi ama… 6 farklı eserle 3 ayrı dalda birden aday olarak rekor kıran şu John C. Wright da kimdi? Diğer ödüllerde (Locus, Nebula, World Fantasy) karşımıza sık sık çıkan Peripheral (William Gibson), Lock In (John Scalzi), The Three-Body Problem (Cixin Liu), Bay Mercedes (Stephen King) ve övüle övüle bitirilemeyen tüm o diğer kitaplar neredeydi? Kimdi bu aday listelerini dolduran tanınmayan isimler?

Evet, Türk okurlar olarak ödül haberlerindeki isimlerin bir kısmını çoğunlukla tanımıyor oluruz zaten; fakat arada iki-üç tane tanıdık yazar illa ki satır aralarından bize el sallar. Ama bu yıl değil… Çünkü bu yıl aday olan isimlerin %90’ını Amerikalı okurlar bile tanımıyor. Bu bir şaka değil, acı gerçeğin ta kendisi. Peki bu nasıl mümkün olabilir? Bu sorulara yanıt bulabilmek için DeLorean’ımıza atlayıp zamanda biraz geriye gitmemiz gerekiyor.

6 Ağustos 2015 Perşembe

Don Kişot - Kitap İnceleme


Don Kişot adlı hayalperest şövalyemizi tanımayanınız, duymayanınız yoktur herhalde. İspanyol yazar Miguel de Cervantes Saaverda’nın taaaa 1605 yılında yazdığı bu eser bugün bile gelmiş geçmiş en önemli klasiklerden biri sayılır ve şimdiye dek sinemadan tutun da çizgi-filmlere kadar pek çok uyarlamaya konu olmuştur. İşte Alman yazar/çizer Flix’in Don Kişot çizgi-romanı da onlardan biri. Ama çok daha farklı, komik ve bir o kadar da eşsiz bir uyarlama bu…

Don Kişot, Cervantes’in meşhur romanından serbestçe uyarlanarak karelere dökülmüş bir çizgi-roman. O nedenle okurken maksimum keyfi alabilmek ve göndermeleri kaçırmamak için kitapla ilgili hatıralarınızın üstündeki tozları biraz silkelemeniz gerekiyor.

Zaman makinenize atlayıp okul sıralarınıza döndüğünüzde ve çantanızdan Don Kişot’un MEB onaylı ince baskısını çıkardığınızda kendisinin aslında Alonso Quixano adlı, ellili yaşlarındaki bir İspanyol soylusu olduğunu hatırlayabilirsiniz. Alonso kafayı şövalyelik romanlarıyla o denli bozmuş, onları o kadar çok okumuştur ki sonunda kendisinin de bir şövalye olduğuna inanmaya başlamıştır.

Sonunda kendine Don Kişot adını veren kahramanımız Rosinante adlı yaşlı atına atlar, siyah eşeğinin üstündeki Sancho Panza’yı peşine takar ve sonu hüsranla biten bir dizi trajikomik serüvene atılır. Don Kişot maceraları sırasında dev sandığı yel değirmenlerine karşı ümitsiz bir savaşa girişir. Bir de aslında adını bilmediği ama o bulanık zihninde “Tanrı’nın güneşinin altındaki en güzel yaratık” olarak gördüğü Tobosolu bir kadına âşık olur ve ona Dulcinea adını takar. Ama onunla ne tanışır ne de bir kerecik olsun konuşur.

23 Haziran 2015 Salı

Bir "Okur Mektupları Köşesini Yanıtlayamama" Macerası (Ya Da Selam OGZ! Köşesini Nasıl Sabote Ettim?)


CONAAAAAAAAN! Neredesin evladım? Getirsene şu okur mektuplarını! Bak, çocuklar derin irfanımdan faydalanmak için sıraya girmiş bekliyor. Efendim? Ne demek Aşkın Güngör gitti, şimdi de bu başladı? Ne biçim konuşuyorsun sen, hadsiz! Kaç kere dedim “Aşkın Hazretleri” diyeceksin diye? Ağlama. AĞLAMA! Getir şu mektupları. Ha şöyle… Şimdi çekil ayağımın altından. Crom, mektupları say!

Bu ay Oyungezer dergisini alıp da okur mektupları sayfasını açma gafletinde bulunanlar yukarıdaki giriş paragrafı kisvesine bürünmüş deli saçmasıyla karşılaşıp akıllarını hafiften kaçırdılar. Daha da kötüsü yazının hemen üstünde, “Ayın Postacısı: M. İhsan Tatari” yazan kısımda bulunan fotoğrafımı görüp de kör olanların sayısı hiç de az değilmiş diyorlar. Ama üzülmeyin, onlar şanslı olanlardı çünkü. Asıl eziyeti akıl ve göz sağlığını korumayı başarıp da yazının devamını ve mektuplara verilen cevapları okuyanlar çekti çünkü (Bir de kına gecesinde arka sıralara saklananlar… öhöm, karıştırmayın!)

Hâlbuki derginin yönetim kadrosundaki arkadaşlar çok iyi niyetle atılmışlardı bu işe. “Bu sefer de İhsan yanıtlasın mektupları, yazıktır,” demişlerdi herhalde. Ne bilsinler okurlarının yarısının giriş paragrafında diğer yarısını da mektuplara verilen cevaplarda heba olacağını? 20 yıl aradan sonra okur gören Conan’ın ağlayarak üzerine koştuğu, kaslı kollarıyla sımsıkı sarıldığı ve “Kurtarın beni bu delilerden!” diye ağlarken yanlışlıkla kemiklerini kırdığı kişilerden bahsetmiyorum bile…

Conan mı nereden çıktı dediniz? Çok basit, tabii ki İnfazcı Mektuplar’dan! Hatırlarsanız daha önceki bir yazımda sizlere bana yazmayı sevdiren, esprili yazım sanatını tanıtan iki önemli kişi olduğundan bahsetmiştim. Bunlardan biri Oyungezer’in kurucularından ve en sevilen yazarlarından biri olan Sinan Akkol. Diğeriyse ilk kez İnfazcı Mektuplar köşesiyle tanıdığım, daha sonraysa editörüm olma şerefine nail olduğum Aşkın Güngör.

Aşkın Abi, 90’lı yıllarda Alfa Yayıncılık’tan çıkan Punisher çizgi-roman fasiküllerinin mektup köşesini yanıtlardı. Ve bunu yaparken yayınevinin en çok sevilen karakterlerinden biri olan Conan’ı tıpkı yukarıdaki gibi yardımcısı olarak gösterir, onunla dalga geçer ve okurken kahkaha atmanıza neden olan cevaplar yazardı. Çok severdim o köşeyi, hatta çizgi-romandan önce mektupları okurdum her zaman.

OGZ ekibi okur mektuplarını bana pasladığında aklıma hemen o köşe geliverdi işte. (Heyecandan elimin ayağımın birbirine dolandığı, evin içinde deliler gibi koşturup amuda kalktığım, “Ne yapacağım ben?” diye çığlıklar attığım kısımları tamamen duygusal nedenlerden ötürü es geçiyorum tabii). Beni yazar olmaya heveslendiren iki şeyi tek bir potada eritmek çok münasip ve de manidar gözükmüştü çünkü gözüme. Kitle katliamına yol açacağımı bilemezdim elbette… Ben de bunun üzerine Aşkın Abi’ye mail atıp Conan’ı kullanma izni istedim kendisinden. O da hiç tereddüt etmeden Conan’ı azat etti ve yanıma yolladı sağ olsun.

Ama şüphelenmem gerekirdi! Meğer Conan’ı alan yanında mektup köşesinin bir diğer müdavimi olan Freddy Kruger’ı da alıyormuş! Aşkın Abi böylece 20 yıllık lanetten kurtulmuş ve bu ikiliyi bana devretmiş oldu! Artık Conan her daim omzumun üstünden yazdıklarımı okuyup “Sen beni sevmiyorsun işte!” diyerek ağlıyor. Freddy ise her gece yatağımın başında oturup bana yaşadığı çocukluk travmalarından falan bahsediyor.

Yok mu Conan’ı kullanarak mektup yanıtlamak isteyen? Yardım edin a dostlar!

30 Mayıs 2015 Cumartesi

Batman: Ailenin Ölümü - Kitap İnceleme

Kelimenin tam anlamıyla MUH-TE-ŞEMDİ. Şimdiye dek okuduğum, gelmiş geçmiş en Joker hikayelerinden biriydi hatta. Ki çoğunu okuduğumu düşünürseniz bunun yabana atılmayacak bir söz olduğunu söyleyebilirim.

JBC'nin bundan önce bastığı "Batman" ve "Dedektif Hikayeleri" ciltlerinin hepsini okudum, ama ne yaşan söyleyeyim, ne Baykuşlar Divanı ne de diğer maceralar beni tatmin etmedi. Ortalama Batman hikayeleriydi, pek bir özellikleri yoktu benim gözümde. Karakterin ve düşmanlarının derinliğine inemiyorlardı. Ama Ailenin Ölümü... dehşet güzel olmuş! Şöyle bir bakayım dememle elimden bırakamadım, soluksuz okudum hatta.

Joker ile Batman arasındaki ilişkiyi, kısır döngüyü bilirsiniz. Joker, Kara Şövalye'ye resmen aşıktır. Batman ise ona benzememek için Joker'i öldürmekten hep kaçınır. İşte hikaye yine bu temellere dayanıyor ama Joker bu sefer kendini aşıyor! Çünkü bu kez hedefi Gotham değil... Robin, Batgirl, Nightwing, Gordon... Alfred! Aile... Joker'in yüzünü neden kesip attığını, Batman'e nasıl bir mesaj vermeye çalıştığını, Bruce'un ailem dediği insanlara "sadece konuşarak bile" neler yapabildiğini görünce şaşıracaksınız.

Fazla detaya girip tadını kaçırmak istemiyorum, mazur görün. Ama şu kadarını söyleyeyim Scott Snyder bu sefer hedefi tam on ikiden vurmuş.

İçerik kadar kapağı ve dizaynı da güzel. Asıl kapağın hemen üstünde şeffaf plastikten yapılma, ikinci bir kapak var. Üzerinde Joker'in kesilmiş yüzünü görüyoruz. Şeffaf olanı kaldırıp alttaki kapağa baktığımızdaysa bu sefer kas lifleri görünen, "ciltsiz" bir Joker çıkıyor karşımıza. Cildi kaldırınca ciltsiz... zekice. Ama bitmedi! Arka kapakta yine Joke'i görüyoruz fakat bu kez cildi (maskeyi) kaldırınca altından Batman çıkıyor. Şahane bir mesaj olmuş doğrusu.

"Öldüren Şaka" artık zirvede tek başına değil, çünkü "Ailenin Ölümü" hemen onun yanında.

25 Mayıs 2015 Pazartesi

"Kahramanın Yol Türküsü" Radyo Programında Çevirmenliği Tartıştık

Geçtiğimiz hafta... Yok, geçen ay... Yoksa ondan önceki ay mıydı? Ne zamandır girmiyorum ben bu sayfaya yahu? Tamam blogçum, kızma hemen! Ben de biliyorum çok uzun bir süredir sana gerekli ilgiyi, alakayı, şefkati ve de sevgiyi gösteremediğimi. Hatta tüm bunların bana tekme, tokat, kafa ve dalak olarak döneceğinin de gayet farkındayım ama NE YAPAYIM? Cidden meşguldüm. Valla...

Bu süreç içerisinde 2 kitap çevirisi, 2 kitap düzeltisi yaptım. Üstelik her gün Oyungezer için haberler, dosyalar, incelemeler yazdım. Bir taraftan da farklı haberleri, dosyaları ve incelemeleri Kayıp Rıhtım adına kaleme aldım. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de forum yöneticisi oldum. Yaa, yaa... sorma. Ne demek "Sormadım zaten," terbiyesiz! İnsan bari numaracıktan önemsiyormuş gibi yapar.

Neyse efendim, Kahramanın Yol Türküsü'ne ve sevgili yayıncısı, biricik dostum Hazal Çamur'a ayıp olmadan (zaten olmuş olacağı kadar) konuya döneyim ben.

Geçtiğimiz mart ayında 4 yıldır dinleyici olarak katıldığım, dinlemeye doyamadığım, bana pek çok şey katan ve bir o kadar da eğlendiren Kahramanın Yol Türküsü adlı radyo programına canlı yayın konuğu olarak katıldım. Yayın boyunca bilimkurgu ve fantastik türlerindeki kitapların çevirilerinin nasıl olması gerektiğine "örneklerle" değindik. Ayrıca çevirmenliğe ve editörlüğe nasıl başladığımı, bu alandaki komik anılarını da paylaştım. Gayet keyifli ve bol kahkahalı bir yayın oldu.

Programın kayıtlarını (2 parça) aşağıdan dinleyebilirsiniz. Buradan başta sevgili yayıncımız Hazal Çamur olmak üzere katılan, dinleyen herkese tekrar tekrar çok teşekkür ederim.

Sizlere de keyifli dinlemeler dostlar...

Birinci Kısım:



İkinci Kısım:

2 Mart 2015 Pazartesi

TRT Kent Radyo İzmir'e konuk oldum!

Geçtiğimiz salı benim için büyük, insanlık tarihininse umurunda olmayan bir an yaşandı ve sevgili Nalan Kolağası İmre'nin sunduğu "Kent Kitaplığı" programına canlı yayın konuğu olarak katıldım! 

Aslında her şey bir İnsan Kaynakları kursuyla başladı... "Nasıl yani?" dediğinizi duyar gibi oluyorum. (Ah, pardon. O kapının ziliymiş.) Efenim şöyle ki, bundan seneleeeer önce, bendeniz bir taraftan haldır huldur iş ararken bir taraftan da insan kaynaklarına ilgi duymaya başlamıştım. Ben de madem hazır boştayım, şu öğrencilik günlerine hızlı bir dönüş yapayım dedim. Böylece 9 Eylül Üniversitesi'nin hazırladığı bir kursa balıklama daldım. Tarih yine tekerrür etti ve daha önce yazıldığım tüm eğitim kurumlarında olduğu gibi meslek değil, iyi arkadaşlıklar kazandım. Bunlardan biri de hem oradan sınıf arkadaşım hem de komşum olan Aslı (Evet, o da insan kaynaklarında çalışmıyor).

Sevgili komşum geçen hafta yakın bir arkadaşının radyo yayıncılığı yaptığını ve programında yazarları konuk ettiğini söyledi bana. "Katılmak ister misin?" diye sordu. Ben de tüm profesyonelliğimle "Önce bir randevu defte... EVET!!!" diye yanıtladım. Böylece Nalan Hanım'la kısa bir görüşme yapıp program için sözleştik. 

Programın yapılacağı gün tüm soğukkanlılığım, cesaretim ve kendime güvenimle tir tir titredim! Dizlerim Red Kit'in çapraz bacakları gibi birbirine çarpıp durdu. Yani düşünsenize... canlı yayına çıkmak kim ben kim? Bu sayfalarda yazdığım devrilen çam ve kırılan pot sayısını düşünürseniz ne demek istediğimi şıp diye anlayacağınızı sanıyorum.

Neyse ki korktuğum başıma gelmedi ve gayet eğlenceli bir program oldu. Bunda Kayıp Rıhtım ekibinin yayın boyunca internet üzerinden canlı olarak verdiği desteğin de rolü büyüktü elbette. Hatta sevgili Hazal çamur yayına telefonla katılarak bana çok güzel bir sürpriz bile yaptı.

Buradan başta Nalan Hanım, Aslı, Hakan, Hazal ve tüm Kayıp Rıhtım tayfası olmak üzere benden desteğini esirgemeyen tüm aileme ve dostlarıma teşekkürler. İyi ki varsınız!

Radyo yayınını dilerseniz buradan, dilerseniz aşağıdaki Youtube videosundan dinleyebilirsiniz. (Ağdalı sesimin akıl ve ruh sağlığınızda neden olabileceği kalıcı hasarlardan müessesemiz sorumlu değildir.)

12 Şubat 2015 Perşembe

Ve sonunda...

Çizim: Ömer TUNÇ

1765, Atlas Okyanusu
Fırtına Kuşu adlı yelkenli ticaret gemisi, rüzgârın on iki köşesinden birini arkasına almış bir şekilde Atlas Okyanusu’nun kuzey sularında ağır ağır yol alıyordu. Gemi bu gösterişli ismini dillere destan bir sürate sahip olmasına değil, pek çok öfkeli fırtınanın gazabından yelkenlerini başarıyla sıyırmasına borçluydu. Lâkin, her güzel şeyin bir sonu vardır kuralı ta o zamanlarda bile geçerliydi… Çünkü o günün erken saatlerinde başlayan ve gökyüzü yıldızlarla bezeninceye kadar devam eden şiddetli bir fırtına geminin ahşaptan gövdesine deniz tuzuyla işlenmiş o payeyi bir hışımla söküp atmıştı. Fırtına Kuşu bu şiddetli hava muhalefetini atlatmıştı atlatmasına ama tek parça olduğunu söylemek bir hayli zordu; üç direğinden birini ve mürettebatının yarısını okyanusun lacivert sularına gömmüştü. Geriye kalan iki yelkeninin lime lime, hayatta kalan mürettebatının da bitap durumda olması cabasıydı.

Vakit gecenin ilerleyen saatleri olmasına rağmen ortama kızıl bir ışık hâkimdi, zira dolunay bu gece sanki fırtınanın kıydığı canların kanıyla yıkanmışçasına kıpkırmızıydı. Kaptan Johnson fırtınayı atlatmalarının ardından hızlı bir hasar raporu çıkarmaları için adamlarına emirler yağdırmış, gemisinin okyanusun dibiyle kucaklaşmayacağına emin oluncaya kadar da onlara rahat yüzü göstermemişti. Ancak içindeki kuşku iblisçiklerini öldürdükten sonra hemen hemen tüm mürettebatına yaralarını yalayıp dinlenmeleri için izin vermişti; dümenciyi mecburen her zamanki yerinde bırakmıştı, gözcü direğine de pineklemeyeceğine güvendiği bir adam yerleştirmişti. Kendisiyse hem yardımcısı hem de kafası matematiğe en çok çalışan (yani en azından ona kadar sayabilen) birkaç adamıyla birlikte kaybettikleri ticari malların hesabını yapıp bu durumun kesesine ne kadar zarara mâl olacağını hesaplamakla meşguldü.

Hayatta kalan şanslı azınlık, yitirdikleri kürek arkadaşlarının yasını tutsa da güneşi bir kez daha göreceklerini bilmenin huzuruyla içten içe sevinmeden, hâlâ yaşadıkları için şükretmeden edemiyorlardı. Ah bir de ayın şu melun rengi olmasaydı! Mürettebattan bazıları tepelerinde asılı duran o meşum yuvarlağa bakarak, “Kötü şans,” diye fısıldıyorlardı kendi aralarında. “Kötü şans…”

Kızıl renkli dolunay oldukça yaygın bir denizcilik alametiydi ve hayra yorulduğu vakitler pek azdı. Kimilerine göre bu, denizin altında yaşayan ve yıldızların doğru konuma gelmesini bekleyen doğaüstü varlıkların uyanacağı günün yaklaştığını gösteren bir işaretti. Kimilerine göreyse kutsal kitaptaki kıyamet alametlerinden biriydi ve Tanrı’nın çok yakında dünyanın tıpasını çekeceğini, her şeyin sona ereceğini gösteriyordu. Bazıları bu yaklaşımı gülünç buluyor ve Büyük Gün gelip çattığında Yüce Buda’nın onları bu batıl inançları için cezalandıracağını söylüyordu. Bazılarıysa tüm bunlara gülüp geçiyor ve Allah’ın izniyle her şeyin yolunda gideceğini savunuyordu. Ama hangi görüşe inanırlarsa inansınlar yalnız kaldıklarında bir köşeye çekilip koyunlarında sakladıkları haçları, muskaları, Yahudi yıldızlarını, kutsal inek sembollerini ve çeşitli tılsımları öperek annelerinden öğrendikleri birkaç duayı yarım yamalak fısıldamayı da ihmal etmiyorlardı.

Tartışmalar, hesaplamalar ve ahlar vahlar eşliğindeki istirahat başlayalı çok olmamıştı ki gözcü direğindeki tayfadan gecenin kızıl sessizliğini delen bir bağırış yükseldi: “Sancak tarafında bi filika!”

Henüz günün yorgunluğuna yenik düşmeyen birkaç kişi geminin güvertesine koşturdu. Kaptan Johnson ve yardımcısı Gilbert da hemen arkalarındaydı. İçlerinden biri bir gemi fenerini tutuşturup havaya kaldırdı ve ileriye doğru tuttu; ama buna gerek yoktu, kızıl dolunay etrafı yeterince aydınlatıyordu.

“Orda!” diye bağırdı tayfalardan biri, tuzlu su ve palamarlar tarafından iyice yıpratılmış parmağını ilerideki bir noktaya uzatarak.

Kaptan fırtınaların gürültüsü üzerinden duyurmaya alıştığı o gür sesiyle o tarafa doğru bağırdı. “Hey! Sandaldaki! Kimdir o?”

Cevap gelmedi, fakat filikanın içinde boylu boyunca uzanan bir karaltı kıpırdayıp inledi.

“İblisler…” diye inledi Sünger lakaplı bir diğer tayfa. Diğerlerine göre nispeten daha kısa ve göbekli biriydi. “Kızıl ayın laneti! Bizi almaya geldiler! Kötü şans! Kötü!”