27 Ağustos 2014 Çarşamba

Evine usta girsin!

İstanbul’da oturduğumuz zamanlarda karşı dairemizdeki tonton teyzeden işitmiştim bu lafı ilk kez. “Eğer birine beddua etmek isterseniz hiç o güzel kafanızı yormayın. Evine usta girsin, deyin yeter,” demişti anneme. Tabii o zamanlar ufacık bir velet olduğumdan ve annemin bacaklarına sarılıp tonton teyzeye kaçamak bakışlar attığımdan bu sözün değerini kavrayamamıştım. O günlerde karşı komşumuzun benim için tek anlamı yaptığı enfes mi enfes kurabiyelerdi ne de olsa. Şimdiyse ne demek istediğini çok ama çok iyi anlıyorum.

Her şey çocuğun pazara kaçmasıyla başladı… Durun bir saniye, bu başka bir hikâyeydi. Ne diyordum? Hah, hatırladım! Her şey banyomuzdaki 3-4 duvar fayansının bir gece ansızın intihar etmesiyle başladı. Ailecek o tarafa koşturduğumuzda kapının arkasındaki duvarda tablo boyutunda bir boşluk olduğunu gördük hayretle. “Eh, ne yapalım? Dört fayans alıp taktırırız artık,” dedik. Ama aksilikler bir başladı mı hepsi üst üste gelir kuralı burada da devreye girdi… 

Ertesi gün gelen usta fayanslara şöyle bir bakıp sadece düşenleri değiştirmekle bu işten paçayı sıyıramayacağımızı, inşaat ustasının malzemeden çaldığını ve çok geçmeden tüm fayansların ikişer üçer döküleceğini söyledi. Bizim cevabımız da pek bir medeni ve de anlayışlı oldu tabii: “Hadi oradan!” diye bağırdık (adam gittikten sonra elbette… yiğitliğimiz dillere destandır!) “Aklınca bizi kandırıp daha fazla para koparacak! Yer miyiz biz bu numaraları, hahayt!”

Yermişiz…

Aradan birkaç gün geçtikten sonra bir de baktık ki banyomuzdaki tüm fayanslar karalar bağlamış, “Siz olmadan bu banyoda yaşayamayız!” nidaları eşliğinde intihara meylediyorlar. Çünkü hepsi de aşağı doğru meyletmişti, şaftları kayıvermişti hafiften. Bunun iki anlamı vardı: ya usta doğru söylüyordu, ya da geceleri şişman bir ninja edasıyla çaktırmadan evimize girip fayanslara rüşvet veriyordu. Her hâlükârda artık banyonun duvarlarını komple yaptırmaya mecburduk. Ustalar çağrıldı, çalışmalara başlandı. Ustabaşının hesabına göre her şey üç gün içinde halledilecekti. Derken annemin hatun damarı tuttu ve “Madem yaptırıyoruz, o zaman küveti de değiştirelim,” demeye başladı. Kocalık damarı tutan babamsa buna katiyetle karşı çıktı. “Karıştırma şimdi küveti müveti! Ölürüm de yaptırmam!” Ertesi gün bir de baktım ki tadilat planlarına küvet de dahil olmuş ve ustanın tahmini bitiriş süresi hesapları beş güne çıkmış.

Tadilatlar başlayalı daha bir gün bile olmamışken küçük tuvaletimizin fayanslarının halatsız bungee-jumping’e heves sarmasıysa işlerin iyice çığırından çıktığı nokta oldu. İnşaat ustası gerçekten de malzemeden çalmıştı çünkü ve fayansların arkasında koca koca boşluklar vardı. Bu kadar dayanmaları bile mucizeymiş doğrusu… Böylece ustalar bir taraftan büyük tuvaleti yıkıp dökerken diğer taraftan da küçüğü onarmaya çalışıyordu, ama bu kahramanca çabalarının nafile olduğu anlaşılınca sonunda onun da komple değiştirilmesine karar verildi. Tahmini varış süresi bir hafta.

Bu evin evlikten çıktığı, inşaat alanı süsü verilmiş tımarhaneye döndüğü noktaydı aynı zamanda. Sürekli bir usta gelip bir usta gittiğinden evin kapısı sürekli açık kalmaya başladı. Bu esnada biz de halıları, tabloları vs. koridordaki tüm eşyaları toparlayıp salona tıkıştırdık. Maksat eşyalarımız kirlenmesin… ama ne mümkün? Ustalar bu sefer de ayakkabılarıyla dolaşmaya, sigara izmaritlerini yerlere atmaya, canları çay istedikçe mutfağı karıştırmaya, soğuk su almak için buzdolabını karıştırmaya başlamasın mı? Hâl böyle olunca mutfaktaki eşyaların bir kısmını da salona tıkıştırdık. Sonra koridordaki tüm duvarlar siyah el izleriyle kaplanmaya başladı. “Duvarları boyatmak farz oldu,” dedi annem. “Önce cesedimi çiğnemen gerek!” diye karşılık verdi babam. Ertesi gün eve bir de boyacı geldi… Tahmini tırlatma süresi oldu iki hafta… 

Koridorları boyama işlemi birkaç yanlış anlamanın, yanlışlıkla atılan bir iki fırça darbesinin ve aşırı hevesli bir boyacının sayesinde bütün evi boyamaya dönüştü. Böylece geri kalan bütün odalardaki eşyalar da salona taşındı. 

Aradan üç hafta geçti. Üç hafta... Şu anda sağ yanımda bir klozet, sol yanımdaysa bir makyaj masasıyla birlikte salonun ortasında oturuyorum. Kendimi "Para Tuzağı" filmindeki Tom Hanks gibi hissediyorum. Bu da yetmiyormuş gibi tavanda gezinen pembe renkli, minik bir kertenkele omzumun üzerinden yazdıklarımı okuyor. Terbiyesiz… 

Annemin içerden gelen sesini duyuyorum. “Madem koridorları boyattık bari bir de süpürgelik yaptıralım.”
Hayatta olmaz!” diyor babam. “Öldürseniz de gebertseniz de yaptırmam!” 
Sanırım yarın eve kimin geleceğini hepimiz biliyoruz…

Tahmini kafayı sıyırma süresi bilinmiyor.

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Tavan arası: Çizgi roman tadında bir seri - Dresden Dosyaları

Harry Blackstone Copperfield Dresden. O bir büyücü, ama akranlarından oldukça farklı bir büyücü. Günümüz Chicago'sunda yaşıyor örneğin. Hayatını başkaları adına paranormal soruşturmalar yaparak, kayıp kişi ya da eşyaları bulmaya çalışarak veya danışmanlık hizmeti sunarak kazanmaya çalışıyor. Hatta sarı sayfalarda bir ilanı bile var. Tıpkı özel bir dedektif gibi... Ama işi hiçte kolay değil, çünkü hiç kimsenin onu ciddiye aldığı yok. Tanıdığı hemen hemen herkes kendisine bir şarlatan ya da bir üçkağıtçı gözüyle bakıyor. Onu tutmak için ofisine telefon edenlerse ya fal baktırmak ya da bir aşk iksiri hazırlatmak istiyor. Yani Harry'nin bakmadığı tarzda işler... Bu yüzden faturalarını ödeme, kirasını karşılama ve karnını doyurma konularında ciddi sıkıntıları var Harry'nin.

Neyse ki Chicago Özel Soruşturmalar biriminden Karrin Murphy kendisine inananlar arasında. Karrin ne zaman başı sıkışsa ve içinden çıkılamayacak derecede karışık bir davayla karşılaşsa (yani tüm çareler tükendikten sonra) Harry'den yardım istiyor. Gerçi bu, çözümden çok bela getiriyor kahramanımızın başına. Ve şuna emin olun, belayı üzerine çekme konusunda Harry'nin üstüne yok. İçinde yaşadığınız şehir genelev işleten vampirlerle, motosiklet çetesi kuran kurtadamlarla, kara büyücülerle ve gözü pek mafya babalarıyla dolu olduğunda; bunlardan biri büyük bir iş çevirmeye kalktığında 'ayaklarına bağ olmaması için ortadan kaldırılacaklar' listelerinin en başına sizin adınızı yazdığında tersinin olması zaten düşünülemez. Neyse ki Dresden, büyücü sıfatını hakkıyla taşıyor.

Gücünün zirvesindeyken oldukça yetenekli bir büyü kullanıcısı Harry. Rüzgarlara hükmedebiliyor, ateş yağmurları yağdırıyor, şimşekler çaktırıyor ve etraftaki her şeyi havaya uçurmaktan da geri kalmıyor. Dresden’in dünyasında büyü, hayatın ve insan ruhunun bir parçası. Kaynağını mutlu bir anıdan, üzüntüden, korkudan ya da öfkeden alabiliyor. Tek yapmanız gereken ona uzanmak ve kullanılabilir bir enerji haline getirmek. İksir yapımında da mahir biri Harry; son iç çekiş, karanlıktaki tıpırtılar gibi tuhaf bileşenler kullanıyor üstelik. Gerçi Bob olmasa iksirde bu kadar iddialı olamazdı. Bob kim mi? Konuşan bir kafatası... Daha doğrusu kafatasının içinde yaşayan bir hava ruhu. Binlerce yıllık tecrübesi sayesinde büyü ve iksir hakkında neredeyse her şeyi biliyor Bob, ama bir sorunu var: Kafayı seksle bozmuş durumda ve bu da Harry ile arasında oldukça komik diyalogların yaşanmasına neden oluyor. Dresden'in kendisi de alay etmeyi ve ince espriler yapmayı seven biri. Sivri dilini düşmanlarını deli etmek için kullanmaktan da hiç çekinmiyor. Bu da kitabı okurken bol bol sırıtmanıza neden oluyor.

Toparlayacak olursak; elimizde çok özel yetenekleri olan, büyük güç büyük sorumluluk getirir ilkesini düstur edinmiş, ihtiyacı olanlara yardım elini uzatmaktan asla çekinmeyen bir kahraman var. Fakat bütün gücüne ve iyi niyetine rağmen başı beladan kurulmuyor, kiralarını ödemekte sıkıntı yaşıyor ve istisnasız olarak hep kaybedeni oynuyor. Bu saydıklarım size bir çağrışım yaptı mı? Evet, tıpkı eski dostumuz Örümcek Adam gibi...

Peki bir de şu açıdan bakalım. Beş parasız oluşunu bir daha sayalım. Üzerine vampir, kurtadam ve benzeri kabuslarla sürekli savaş halinde olduğunu, hizmetlerini inanlara bir dedektif ya da danışman gibi sunduğunu, ayrıca gözünün arsızca sürekli oynaşta olduğunu da ekleyelim. Gevezelik etmekten geri kalmayan yardımcısını da unutmayalım tabii. Dylan Dog diyen? Aynen öyle...

Yazar Jim Butcher bir çizgi roman karakterini bizlere en çok sevdiren unsurları ustaca bir araya getirmiş sanki. Güçlü ama mütemadiyen sürünen, iyi kalpli ama kaybeden ve en önemlisi de yeteneklerini saymazsak bizlerden farksız biri Harry Dresden. Yani tüm unutulmaz çizgi roman kahramanları gibi...

Yurtdışında on dördüncüsü basılan, ülkemizdeyse (şimdilik) ilk üç cildi yayınlanan bu seriyi her çizgi roman severe gönül rahatlığıyla tavsiye ederim. Okuduğunuza kesinlikle pişman olmayacaksınız.

(Not: 2013'te gün yüzü görmemiş bir fanzin için yazılmış, sonra da tavan arasına atılmış, "Çizgi-roman okurlarının sevebileceği macera romanları," konulu makaledir. Dresden serisi şu anda yurtdışında on beş, ülkemizde ise beş basılı kitaba sahiptir.)

8 Ağustos 2014 Cuma

Rahat...

Dün öğle vakitlerinde kapı zilimiz acı acı çalmaya başladı. Ben daha koltuğumdan kalkamadan ikinci kez, koridora adım atmaya başladığımdaysa üçüncü kez uzun uzun çalmıştı bile. Sanırsınız ki yangın var! "Kim öldü acaba?" diye düşünerek (selam insan psikolojisi) soluğu bir koşu antrede aldım ve kapıyı alelacele açtım. Karşımda kimi bulayım beğenirsiniz? Elinde ufak bir koli taşıyan, bezgin bakışlı bir kargocu... Bir de sanki onu görmemişim gibi, "Kargoooo..." diye bağırmasın mı suratıma? O anda bir aydınlanma yaşayarak "kimin öldüğünü," daha doğrusu ölmek üzere olduğunu keşfetmiş bulundum. (Kargocunun üzerine atılıp bir güzel ayak yiyen ben tabii ki...) Tam o esnada annem Hızır gibi sahneye girerek bilmeden hayatımı kurtarıverdi. "Aaa, kargom mu geldi? Hele şükür!" dedi sevinçle, kutuyu adamın elinden hevesle kaparken.

Ben de imza işlerini halledip benzer bir hevesle kapıyı adamın suratına kapattıktan sonra annemin yanına gittim. "Ne bu?" diye sordum merakla.

"Ekmek kızartma makinesi," dedi, kutuyla cebelleşirken. "Yeni aldım, çok güzel."

"Hmmm..." dedim, bir tost makinesinin neresinin çok güzel olabileceğini düşünerek. Altı üstü bir kızartma makinesiydi işte, neyi özel olabilirdi ki? Derken annem kutunun içinden minyatür bir uzay istasyonunu andıran bir şey çıkardı.

"Baaak..." dedi annem, makineyi masanın üzerine koyarken. "Şöyle sürgüsünü açıyorsun, ekmekleri falan buradan böyle koyuyorsun..." diye anlatmaya başladı sonra da. Ben de bu esnada zihin gözümün önünde tören yürüyüşüne geçen ünlü uzay gemilerini düşünüyordum. "Şu açma kapama düğmesi. Buna basınca da defrost yapıyor, ne güzel di mi? Ve bu da... a-aa? 'Rahat' da neymiş ki?"

"Ne neymiş, ne neymiş?" diye sordum, düşüncelerim 10 dakika film arasına girerken.

"Baksana, 'Rahat' yazıyor şu tuşun üzerinde," dedi annem, makinenin üzerindeki üç tuştan birini göstererek.

Eğilip mevzu bahis düğmeye biraz daha yakından bakmamla gülmeye başlamam bir oldu. "Anne 'Reheat' yazıyor orada. 'Yeniden ısıt' demek yani," dedim, gülmeye devam ederken.

Annem şöyle bir durdu, biraz düşündü, sonra da omuzlarını silkerek, "Ee, rahatmış işte, yalan mı?" diyerek yeni oyuncağıyla neşeli bir şekilde oynamaya devam etti.