Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Kasım 2016 Cumartesi

Yarınya




* Taaa 2 sene önce bir yarışma için yazdığım (dereceye giremedi) ama sonrasında nedense blog sayfama eklemeyi unuttuğum muzip bir hikâye. Kurgu gereği birazcık argo ve muzırlık içerir, ona göre :)

Eğer olur da biri size Dünya’nın berbat bir yer olduğunu söylemeye kalkarsa sakın ona inanmayın; çünkü öyle değil. Şey… ya da en azından değildi. Bu, büyük ihtimalle onun akıbeti hakkındaki son kayıt olacak. Ve de insanlığın…

Teknolojimiz son bin yılda çok gelişmişti. Hatta o kadar çok gelişmişti ki biz bile onu takip edemez olmuştuk. Dün icat edilen ekstra nano-işlemcili bir zamazingoyu yarın ekstra koca göbekli bir eskicinin dükkânında bulmanız işten bile değildi. Uçan araba ve kaykaylar çoktan müzelerdeki yerlerini almıştı; doğum ve nüfus kontrollerinde mutlak söz sahibiydik; yaşlanmayı nispeten durdurmuş, yüzyıllar boyunca yaşar olmuştuk. Açlık, fakirlik ve ırkçılık gibi kavramlar sadece sözlüklerde bulabileceğiniz kelimelere dönüşmüştü. Havayı dilediğimiz gibi kontrol edebiliyorduk; canımız istediğinde yağmur yağdırabiliyor, istediğinde de gökyüzünü günlük güneşlik yapabiliyorduk. Artık uzaya gidip yeni yerler keşfetmek bizi cezp etmiyordu, çok istiyorlarsa onlar gelip bizi bulabilirlerdi pekâlâ. Gelirken yanlarında biraz döviz getirmelerine de itirazımız yoktu hani. Kısacası istediğimiz her şeye sahiptik, tanrılar gibi yaşıyorduk.

Buna rağmen mutlu olduğumuz söylenemezdi; çünkü tüm bu çağ atlatan gelişmelere rağmen hareketlerimiz Dünya’nın kanunlarıyla sınırlıydı. Fizik, kimya ve biyoloji kurallarına sadece bir dereceye kadar karşı gelebiliyorduk. Evlerimiz, araçlarımız, köpeklerimiz, hatta köpeklerimizin üstündeki pireler bile uçabiliyordu ama hepsini teknolojiye borçluyduk. Oysa daha iyisini yapabileceğimizi… hayır, hayır… daha iyisine layık olduğumuzu biliyorduk.

12 Şubat 2015 Perşembe

Ve sonunda...

Çizim: Ömer TUNÇ

1765, Atlas Okyanusu
Fırtına Kuşu adlı yelkenli ticaret gemisi, rüzgârın on iki köşesinden birini arkasına almış bir şekilde Atlas Okyanusu’nun kuzey sularında ağır ağır yol alıyordu. Gemi bu gösterişli ismini dillere destan bir sürate sahip olmasına değil, pek çok öfkeli fırtınanın gazabından yelkenlerini başarıyla sıyırmasına borçluydu. Lâkin, her güzel şeyin bir sonu vardır kuralı ta o zamanlarda bile geçerliydi… Çünkü o günün erken saatlerinde başlayan ve gökyüzü yıldızlarla bezeninceye kadar devam eden şiddetli bir fırtına geminin ahşaptan gövdesine deniz tuzuyla işlenmiş o payeyi bir hışımla söküp atmıştı. Fırtına Kuşu bu şiddetli hava muhalefetini atlatmıştı atlatmasına ama tek parça olduğunu söylemek bir hayli zordu; üç direğinden birini ve mürettebatının yarısını okyanusun lacivert sularına gömmüştü. Geriye kalan iki yelkeninin lime lime, hayatta kalan mürettebatının da bitap durumda olması cabasıydı.

Vakit gecenin ilerleyen saatleri olmasına rağmen ortama kızıl bir ışık hâkimdi, zira dolunay bu gece sanki fırtınanın kıydığı canların kanıyla yıkanmışçasına kıpkırmızıydı. Kaptan Johnson fırtınayı atlatmalarının ardından hızlı bir hasar raporu çıkarmaları için adamlarına emirler yağdırmış, gemisinin okyanusun dibiyle kucaklaşmayacağına emin oluncaya kadar da onlara rahat yüzü göstermemişti. Ancak içindeki kuşku iblisçiklerini öldürdükten sonra hemen hemen tüm mürettebatına yaralarını yalayıp dinlenmeleri için izin vermişti; dümenciyi mecburen her zamanki yerinde bırakmıştı, gözcü direğine de pineklemeyeceğine güvendiği bir adam yerleştirmişti. Kendisiyse hem yardımcısı hem de kafası matematiğe en çok çalışan (yani en azından ona kadar sayabilen) birkaç adamıyla birlikte kaybettikleri ticari malların hesabını yapıp bu durumun kesesine ne kadar zarara mâl olacağını hesaplamakla meşguldü.

Hayatta kalan şanslı azınlık, yitirdikleri kürek arkadaşlarının yasını tutsa da güneşi bir kez daha göreceklerini bilmenin huzuruyla içten içe sevinmeden, hâlâ yaşadıkları için şükretmeden edemiyorlardı. Ah bir de ayın şu melun rengi olmasaydı! Mürettebattan bazıları tepelerinde asılı duran o meşum yuvarlağa bakarak, “Kötü şans,” diye fısıldıyorlardı kendi aralarında. “Kötü şans…”

Kızıl renkli dolunay oldukça yaygın bir denizcilik alametiydi ve hayra yorulduğu vakitler pek azdı. Kimilerine göre bu, denizin altında yaşayan ve yıldızların doğru konuma gelmesini bekleyen doğaüstü varlıkların uyanacağı günün yaklaştığını gösteren bir işaretti. Kimilerine göreyse kutsal kitaptaki kıyamet alametlerinden biriydi ve Tanrı’nın çok yakında dünyanın tıpasını çekeceğini, her şeyin sona ereceğini gösteriyordu. Bazıları bu yaklaşımı gülünç buluyor ve Büyük Gün gelip çattığında Yüce Buda’nın onları bu batıl inançları için cezalandıracağını söylüyordu. Bazılarıysa tüm bunlara gülüp geçiyor ve Allah’ın izniyle her şeyin yolunda gideceğini savunuyordu. Ama hangi görüşe inanırlarsa inansınlar yalnız kaldıklarında bir köşeye çekilip koyunlarında sakladıkları haçları, muskaları, Yahudi yıldızlarını, kutsal inek sembollerini ve çeşitli tılsımları öperek annelerinden öğrendikleri birkaç duayı yarım yamalak fısıldamayı da ihmal etmiyorlardı.

Tartışmalar, hesaplamalar ve ahlar vahlar eşliğindeki istirahat başlayalı çok olmamıştı ki gözcü direğindeki tayfadan gecenin kızıl sessizliğini delen bir bağırış yükseldi: “Sancak tarafında bi filika!”

Henüz günün yorgunluğuna yenik düşmeyen birkaç kişi geminin güvertesine koşturdu. Kaptan Johnson ve yardımcısı Gilbert da hemen arkalarındaydı. İçlerinden biri bir gemi fenerini tutuşturup havaya kaldırdı ve ileriye doğru tuttu; ama buna gerek yoktu, kızıl dolunay etrafı yeterince aydınlatıyordu.

“Orda!” diye bağırdı tayfalardan biri, tuzlu su ve palamarlar tarafından iyice yıpratılmış parmağını ilerideki bir noktaya uzatarak.

Kaptan fırtınaların gürültüsü üzerinden duyurmaya alıştığı o gür sesiyle o tarafa doğru bağırdı. “Hey! Sandaldaki! Kimdir o?”

Cevap gelmedi, fakat filikanın içinde boylu boyunca uzanan bir karaltı kıpırdayıp inledi.

“İblisler…” diye inledi Sünger lakaplı bir diğer tayfa. Diğerlerine göre nispeten daha kısa ve göbekli biriydi. “Kızıl ayın laneti! Bizi almaya geldiler! Kötü şans! Kötü!”

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Tuhaf

“Sen çok tuhafsın,” dedi bir öğrenci, sınıfın en sonunda tek başına oturan yeni çocuğa. 

“Hayır, değilim,” dedi yeni çocuk, deniz mavisi ve iri gözlerini ürkekçe karşısındakine çevirerek.

“Öylesin,” diye ısrar etti öğrenci. Siyah renkli kıvır kıvır saçları ve kalın çerçeveli bir gözlüğü olan zayıf bir oğlandı. Başını bir yana eğmiş, kuşkulu gözlerle muhatabını süzüyordu.

“Hayır, değilim,” diye yanıtladı yeni çocuk tekrardan. Kulaklarının üzerine kadar inen saman sarısı saçlara sahipti. Göz bebekleri durgun bir gölün üzerine yansıyan dolunay misali hafifçe dalgalanıyor, bu da ona her an ağlayacakmış gibi bir görüntü veriyordu.

“Aaa, konuştu!” dedi diğer öğrencilerden biri. Altın sarısı saçlara, bacak kadar bir boya ve elma gibi yanaklara sahip sevimli bir kızdı bu kez konuşan. Üzerinde şeker pembesi bir kıyafet vardı, saçları iki yandan örülmüştü. Kafasına kağıttan bir taç takılıydı. O da yeni çocuğun sırasına doğru ilerledi, onu talebelerin geri kalanı takip etti. Bir anda 3-B sınıfının bütün öğrencileri yeni çocuğun etrafında toplanmıştı.

“Merhaba, ben Melisa,” dedi kız, pembe eteğinin uçlarını asillere özgü bir edayla kaldırıp dizlerini hafifçe kırarak.

“Can…” diye tanıttı kendini yeni çocuk, gözlerini utangaç bir tavırla yere sabitleyerek.

“Memnun oldum Can.” dedi Melisa, başını hafifçe yukarı kaldırıp sağ elini gösterişli bir biçimde sallarken. “Ben bu sınıfın kraliçesiyim ve bunlar da...” Eliyle sınıfın geri kalanını işaret etti, “...benim hizmetkârlarım.”

“Ben senin hizmetçin değilim, ben bir şövalyeyim!” diye çıkıştı şişman bir oğlan, gururla göğsünü şişirerek. Farkında olmasa da bu hareket sadece göbeğinin daha da belirgin olmasını sağlamıştı. “Adım Sör Kocayürek!”

“Olsa olsa Kocagöbek’tir o,” dedi kıvırcık çocuk, yüzünde alaycı bir tebessümle. Sınıfın geri kalanından neşeli bir kahkaha koptu. Can hariç… Kendisini oturduğu köşeye esir eden bu yabancılar taburuna ürkek gözlerle bakmakla meşguldü o. En azından artık her an ağlayacakmış gibi görünmüyordu.

“Bu bir hakaret!” dedi adının Kocayürek olduğunu iddia eden koca göbekli. “Seni düelloya davet ediyorum alçak adam,” diye devam etti sonra da, pantolon kemerine sıkıştırdığı plastik bir cetveli gösterişli bir hareketle çekerek. Bu esnada ağzından sahte bir metale-sürtünen-kılıç sesi çıkartmayı da ihmal etmemişti; ama hareketine devam etme fırsatı bulamadı çünkü öğrenciden bozma Kraliçe Melisa, cetvelden bozma kılıcı elinden hızla kapıvermişti.

“Dediğim gibi… Ben Sınıfolya ülkesinin kraliçesiyim ve bunlar da benim hizmetkârlarım!” dedi kız, son kelimeyi telaffuz ederken yuvarlak hatlı çocuğa kötü kötü bakarak. “Ama merak etme, emrimde yeteri kadar hizmetçi var. Bu yüzden seni kraliyetimin ilk Pembe Generali ilan ediyorum. İşte kılıcın,” diye ekledi cetveli bir resmiyet havasıyla Can’a uzatarak.

“Ama… Bu bir kılıç değil ki?” diye yanıtladı çocuk, kafası karışmış bir biçimde elindeki plastik parçasına bakarken.

Tüm diğer çocuklar uzun ve sessiz bir an boyunca ona bakakaldı.

“Söylemiştim,” dedi sonunda kıvırcık. “O çok tuhaf!”

19 Mayıs 2013 Pazar

Eski Dostlar

Fötr bir şapka ve yıllanmış, lacivert bir takım elbise giyen yaşlı adam gözlerini kırpıştırarak etrafına bakındı. Soluna doğru uzanan, kırmızı halıyla kaplı karanlık ve dar bir koridorun üzerinde duruyordu; sağ yanında üzeri posterler ve gösteri afişleriyle kaplı bir duvar vardı. Loş ışıkla aydınlatılmış bir vestiyerin önündeydi. O anda sırtındaki paltoyu görevliye teslim etmek üzere çıkarıp eline almış olduğunu fark etti. İşin garip tarafı oraya ne zaman geldiğini, orada ne kadar zamandır durduğunu ve paltosunu ne ara çıkarttığını bilmemesiydi. Aslına bakarsanız şu anda nerede olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Bir kez daha, bu kez meraklı bakışlarla etrafına bakındı. Vestiyerde bir görevli görünmüyordu, karanlık koridorda da kendisinden başka kimsecikler yoktu. Geriye dönüp arkasında kalan çift kanatlı cam kapıya dikti gözlerini. Tersten de olsa üzerindeki harfleri okumayı başardı: Eski Dostlar Kulübü. Bu isim de kendisine bir şey çağrıştırmamıştı. Derken kesik kesik öten, hafif bir dıt! sesi duyar gibi oldu.

Dıt!… Dıt!… Dıt!…

Sesin kaynağını görebilmek için bir kez daha bakındı etrafına, sonra da ihtiyar gözlerini önündeki vestiyere dikti. Bu gizemli ses oradan geliyor olabilir miydi acaba? Fakat tamamen başka bir şey oldu dikkatini çeken: Paltolar. Gözlerinizi bir vestiyere diktiğinizde paltolardan oluşan ufak bir ordu görmenin ilginç bir yanı yoktu elbette, ama göz bebeklerinizin önünde sessiz bir resmi geçit düzenleyen her bir palto tarif edilemez derecede tanıdıksa o zaman işler değişirdi. Bir okul sırasında, bir iş çıkışında, bir sinema kuyruğunda, bir pastanede koltuğunda, eve gidiş yolunda sık sık gördüğü, en az kendisininki kadar aşina olduğu paltolardı bunlar. Renkleri, modelleri, desenleri… Çok tanıdıktı her biri, çok bildik. Sanki hiç bilmediği bir yerin ortasında değil de evinin antresinde durmuş, aile fertlerinin eşyalarının asılı olduğu bir portmantoya bakıyormuş gibi hissetti kendisini.

O esnada soluna doğru uzanan, kırmızı halı kaplı koridorun sonundan şen, sıcak ve davetkâr bir kahkaha tufanı koptu. Gayri ihtiyari olarak kafasını o yöne çeviren ihtiyar, gölgelerin arasında durmakta olan birini gördü. Oysa az önce orada hiç kimsenin olmadığına yemin edebilirdi. Daha net görebilmek için yaşlı gözlerini hafifçe kıstı. Uzun boylu, zayıf yapılı bir erkekti gölgelerin arasında duran kişi; loş ışığın altındaki hatları güç bela seçiliyordu. Elindeki köstekli saate bakmakla meşguldü.

“Şey… Bakar mısınız?” diye sordu yaşlı adam.

Bakmadı.

Onun yerine seri bir hareketle saatini cebine attı ve önündeki çift kanatlı ahşap kapılardan içeri girip gözden kayboldu. O eşikten geçerken kalabalık bir gurubun neden olduğu konuşma ve kahkaha gürültüsü tanıdık bir müzik eşliğinde dışarıya taştı. İçeride bir çeşit parti veriliyor olmalıydı. Ya da bir tür kutlama… Kapılar kapanır kapanmaz koridor yeniden sessizliğe, adamsa tekil şahısa bürünüverdi. Neden kendisine yanıt vermeden apar topar içeri girmişti ki? Ya da daha doğrusu neden kendisini görmezden gelmişti acaba? Belki de ona seslendiğini duymamıştı? Emin olamıyordu ihtiyar, fakat kesin olarak bildiği bir şey varsa o da adamı bir yerlerden tanıyor olduğuydu. Tıpkı paltolar gibi, onda da feci derecede aşina gelen bir şeyler vardı.

17 Şubat 2013 Pazar

Zümrüt Soruşturma | Neil Gaiman


Şenlik kapsamındaki projelerimiz hız kesmeden devam ediyor. Bu kez farklı bir çalışmayla, Neil Gaiman’ın kaleme aldığı bir kısa hikayeyle karşınızdayız. Hatırlarsanız daha önce aynı yazarın “Ben, Cthulhu” adlı öyküsünü sizlerle paylaşmıştık. Bu kez de “Zümrüt Soruşturma” adlı eserini sunuyoruz beğeninize.

Zümrüt Soruşturma 2003 yılında, H.P. Lovecraft ve A. Conan Doyle’un evrenlerini bir araya getiren, “Baker Sokağı Üzerindeki Gölge” isimli kısa hikaye derlemesi için kaleme alınmış bir çalışma. Cthulhu mitosunun ve Sherlock Holmes efsanesinin şaşırtıcı derecede başarılı ve bir o kadar da heyecan verici bir karışımı olan öykü aynı zamanda 2004 yılında Hugo Ödülü’ne de layık görülmüş.

Çevirisini yazarlarımızdan M. İhsan Tatari’nin, düzeltisini ise Ozancan Demirışık’ın üstlendiği hikâyeyi okumak için BURAYA tıklayın.

Keyifli okumalar!

12 Kasım 2012 Pazartesi

Bizimkisi bir aşk hikayesi, siyah-beyaz kedi gibi biraz...

Sevgili Pabuç bu aralar fotoğrafçılığa merak saldı. O cin gibi gözleriyle birbirinden güzel ve enteresan kareleri yakalayıp ara sıra blog sayfasında paylaşıyor. Geçtiğimiz gün aşağıdaki iki kediciği yakalamış bir teknenin üzerinde ve "Ben fotoğrafladım, öyküsünü siz yazın," demiş. Ben de yazdım efendim! Buyurun, bakın bakalım ne diyormuş bu kedicikler...


Tekir: Niye getirrrdin beni buraya Niyazi?

Siyah-Beyaz: Niye mi? Evlendiğimiz günden beri tatil tatil diye başımın etini yiyen sen değil miydin Mualla? Zıplatma pirelerimi!


Tekir: Tatil mi? Valla mı? Ciddi misin sen Niyazi? Ay patilerime inanamıyorrrum!

S.B: Ciddiyim tabi ki balık kokulum. Bak ikimize özel tekne bile tuttum. Durrr da motorrrru bir çalıştırayım, denize açılalım hele. Mihahahayyy!


Tekir: Miy-Ayy! Vallahi de doğru. Aferin sana be Niyazi! 
Kedi olalı bir farrre tuttun sonunda. Niyazi?


Tekir: A-a? Nerrreye gitti bu herif? Niyaziii. Niyazi? 
Aslan kocacığım benim. Nerrredesin mi-yahu?


Tekir: NİYAZİ! Allah belanı vermesin senin, tüyleri dökülesice! Terrrk ettin di mi beni? 
Mmmeyvahlar olsun! Nasıl gerrri döndüreceğim ben şimdi bu tekneyi? 
Kuyruğun kopsun inşallah Niyazi. 
NİYAZİİİ!

30 Haziran 2012 Cumartesi

Ben, Cthulhu | Neil Gaiman

Neil Gaiman'ı duymuşsunuzdur. Hani Mezarlık Kitabı, Yokyer ve Amerikan Tanrıları adlı kitapların meşhur yazarı. Sandman adlı ünü çizgi-romanın da senaristidir kendisi ayrıca. Hah! O adam işte... 

Kendisi oldukça yetenekli ve hayal gücü de acayip derecede zengin biridir. Öyle ki yazdığı her roman, her kısa hikaye, her senaryo mutlaka bir yerlerde bir çeşit ödüle layık görülür, hayranları tarafından çılgınca alkışlanır. Yukarıda saydığım romanlarının çoğu da dilimize İthaki Yayınları tarafından kazandırılmıştır.

Geçtiğimi aylarda sevgili TurkceBKF sağ olsun, Gaiman'ın kendi internet sitesinde bazı kısa hikayelerini okuyucularıyla ücretsiz olarak paylaştığını öğrendim. Soluğu hemen orada aldım tabi. Hemen hemen de hepsini okudum. İçlerinden bazıları özellikle çok hoşuma gitti ve "Keşke Türk okurları da bunları okuyabilseydi." diye hayıflanırken buldum kendimi. O anda beynimde bir şimşek çaktı  ve bu işe bir el atmaya karar verdim. Konuyu Kayıp Rıhtım ekibine açtım, onlar da benden desteklerini esirgemediler sağ olsunlar. Böylece sıvadık kolları.

Çevirilerimizden ilki Gaiman'ın "I, Cthulhu ( Ben, Cthulhu )" adlı öyküsüne sahip. Özellikle H.P. Lovecraft hayranlarının seveceğini düşündüğüm bu çeviriye ulaşmak için buraya tıklamanız yeterli.

Çevirimin düzeltisi Sayın Evrim Öncül'e ait. Bu sihirli ve kıymetli dokunuşu için kendisine teşekkürü bir borç bilirim. Kayıp Rıhtım ekibine de dostlukları ve bitmeyen destekleri için ayrıca teşekkürler.

Şimdiden keyifli okumalar...

10 Haziran 2012 Pazar

Seçkide üçüncü yıl!


ÇizimEthem Onur Bilgiç
Selam Sana, Yolcu!

Bizi, “Selam sana, Yolcu,” diye karşılayan Kayıp RıhtımAylık Öykü Seçkisi’nin üçüncü yılını yazarlarıyla kutluyor. Bu yıl, seçtikleri ana tema “Rıhtım”. Yazarlar da, bazen bu kavramın etrafında dolaşan, bazen onu merkezine alan, bazen de onunla koşut giden öyküler yazmış. Lafın kısası, öykücülük internet üzerinde de devam ediyor.

Aslında bu seçkideki hikâyeleri okumanın bizim için bir şans olduğunu düşünüyorum. Zaten Kayıp Rıhtım her zaman fantastik edebiyatın takipçisi olmuştur. Burada da fantazya hüküm sürüyor.

Türkiye’de bu türün önde gelen adı olan Barış Müstecaplıoğlu’nun hikâyesine adını veren “Kayıp Rıhtım”, yıllar önce limanın üzerine çöküp hiç kalkmamış sis nedeniyle ıssızlaşmış, uğrak yeri olmaktan çıkmış. Bana hemen yeni kitabı “Şamanlar Diyarı”nın denizlerini, gemilerini ve kaptanlarını hatırlattı.

Mustafa Samsunlu’nun “Cemile”sinin kahramanı Cem ise, hikâyesine eve dönme derdindeki “Sel gibi bir insan kalabalığı”nın olduğu Galata Köprüsü’nde başlıyor. Önce gemiye binip, sonra karaya çıkıyor ve aşkla çarpılıyor. Dilinde eski bir şarkı: “Rıhtımda boynun büküp, bana mendil salladın.

Aşkın Güngör, “Geceyle Gelen”i anlatmaya “Bir kayıp rıhtımda hiç gelmeyecek ölü yolcularını bekleyen yolcu gemisi”yle başlıyor. Köpek Burhan’a, “içinde kurtadamların, vampirlerin, zombilerin dört döndüğü korku dolu öykülere dek bir yığın hezeyan, bir yığın safsata” naklediyor.

Altay Öktem’in “Kılıçbalığı”nda çok ciddi soruları var. “Benim o gemiden inmemiş olma ihtimalim… Daha doğrusu, o geminin buraya yanaşmamış olma ihtimali var mı?” Yok. Öyleyse gemisi nasıl kayboldu? Hızlı adımlarla rıhtıma yürüyüp de bakınca, rıhtımın da olması gerektiği yerde olmadığını keşfediyor. Eh, ne de olsa kayıp rıhtım.

Hamit Çağlar Özdağ “Kıyamet”te, Göktengri’nin insanlara öfkesiyle uğraşmış. Gel deyince, kayıkçı çıkıyor meydana. Kayıkçı ezeli, kadim, mengü. “Önünde yeryüzü koskoca bir rıhtım, dev bir liman. Rıhtımda dizi dizi ruhlar. Hepsi hain, hepsi nankör, hepsi insan.

Funda Özlem Şeran’ın yazdığı “Rıhtım”da kürek çekmeye mahkum Edip Efendi, yolu bilen kişi olan iriyarı ağzı bozuk Haydar’a, “Yani bana o rıhtımı hiçbir zaman bulamayacağız gibi geliyor; hatta o rıhtımı bırak, bir daha karaya adım atabileceğimden bile şüpheliyim!” diyor. Hedefleri, yıllardır kayıp bir rıhtımda bir başına onları bekleyen bir adam.

Hakan Bıçakcı ise, “Sessiz Dans”ta rıhtımdaki otelin düğün konuğu. Geç kalmış bir konuk, çünkü cebindeki yarım altınla köprü trafiğine takılmış. Hem de en iyi arkadaşının düğünü… Sonunda denizi aşıp erişiyor. “On bir buçuk gibi rıhtıma vardım. Denizin üzerindeki devasa otel binası göründü. Kocaman, açık renk bir kaya parçası gibiydi.” İçinde ise insanlar sessizlik içinde dans ediyorlar.

Sadık Yemni’nin “Son Demirzâr”ındaki rıhtım, “denizin tuzunun, güneşin ve zamanın aşındırdığı tahtalarla inşa edilmiş…” Dört masalık bir kır kahvesinin bir masasına oturmuş onu bekleyen dört kişi, “Tam zamanında belirdiniz rıhtımın üzerinde” diyorlar. Orada da devasa bir otel var ve başın dertteyse dalgaların üst üste bindiği anları kollamak yeterli.

Gülşah Elikbank’ın, “Şövalyeler ve İnsanlar”daki kahramanı, kullandığı gemi rıhtıma yaklaşır yaklaşmaz ahşap direklerini ateşe veriyor, bir daha kimse binemesin diye. Burada da geçit rıhtımda. Hep öyle değil midir zaten? Rıhtım bir geçit, sanki bir köprü değil midir? “Yüz yıl önce oraya demirlemiş bir korsan gemisinin içinde.”

Göktuğ Canbaba imzalı “Evrenin Şarkısı”nda, Kayıp Rıhtım’ı ise sadece kaderinde olanlar görebiliyor. Kahramanı, evrenin şarkısını dinlemek için, “efsanelerde göğe en yakın yerdeki rıhtım, diye bahsedilen Kayıp Rıhtım’a” ulaşmaya çalışıyor. “Sonrasında ise Kayıp Rıhtım’ın kalbindeki iskelenin üzerinde, yaşlı evren beni tekrar kucakladı ve ay bitmeyen şarkısına tekrar başladı.

Şebnem Pişkin, “Ve çıkarttım ayakkabılarımı” adlı öyküsünde, baktığı her yerde aşkını görerek rıhtımda ilerliyor. “Ve incecik rıhtım yolu tıpkı hayat yolu gibi uzanıyor önümde, belirsizce… Gemiler yanaşıyor rıhtıma, gemiler ayrılıyor rıhtımdan. Tıpkı dünyaya gelenler ve dünyadan ayrılıp gidenler gibi.” Ve yalınayak yürüyor rıhtımın yollarında…

Ayfer Kafkas ise, “Sedefzade Hüseyin Bey’in Meselesi” adlı polisiye öyküsünü, Ebüssüreyya Sami’nin “Amanvermez Avni’nin Serüvenleri” dizisine övgü olarak yazmış. Ziyaeddin Hüsrev Paşa’nın İzmir Akyokuş’taki Zerdeçal Konağı’nda Cuma içtimaları ile başlıyoruz ve tüccar Sedefzade Hüseyin Bey’in önemli sorunu rıhtımda, daha doğrusu denizde çözülüyor.

Erbuğ Kaya’nın “İrna”sı, kendini kabul edecek bir rıhtım arayan güçlü, özgür bir kadın. Bir zamanlar, kocası Nidra’yı onu kabul eden rıhtım olarak görmüş. Olmamış ama. Onu “fırtınalı havada, kabarmış dalgaların üstünde yol alan bir yelkenli”ye benzeten arkadaşı Mishle, “O kadar özgür ruhun vardı ki,” diyor, “bir gün bunun olabileceğini biliyordum. Bağlandığın o rıhtım bile seni uzun süre tutamadı.” Çünkü “Halatlarını bağladığı tüm rıhtımlar bu şehirde paramparça olup kaybolmuş.

M. İhsan Tatari’nin kaleminden çıkan “Geçmişin Gölgesi, Geleceğin Laneti”ndeyse yüzyıl arayla inşaa edilen Titanik gemilerinin öyküsü anlatılıyor. “Belfast Rıhtımı”nda önce 1900′lere sonra da 2000′lere giderek Titanik’in yeniden ve yeniden inşaasına tanık oluyoruz..

Rıhtım esaret de olabilir, özgürlük de. Yelkenleri savuran rüzgârlara orada bırakırsın kendini, ya da özgürlüğün için, bir insan olarak hakların için mücadele edersin. Bazen aşkı bulursun, bazen kavgayı. Bazen “Rıhtımlar Üzerinde”sindir, “bazen de “Yalnızlar Rıhtımı” seni çepeçevre kuşatır. Aylık Öykü Seçkisi’nin rıhtımları bizi öykünün sihirli koridorlarında dolaştırıyor.

- Sevin Okyay

26 Temmuz 2011 Salı

Kusursuz Plan

Sıcak bir yaz gecesiydi. Genç kız böylesine güzel bir havada evinde oturmaktan sıkılmış, arkadaşında ders çalışma bahanesiyle ailesinden izin alıp dışarı çıkmıştı. Apartmandan çıkmadan önce merdiven boşluğunda kısa bir mola verip eteğini bel hizasından katlamayı ve bluzunun üst düğmelerinden birini açmayı da ihmal etmemişti tabi. Evde takındığı cici kız rolünü daha fazla sürdürmesine gerek yoktu ne de olsa.

Sokağa çıkıp havalı olduğunu düşündüğü bir tarzla ana caddeye doğru yürümeye başladı. Kendisini ilgiyle süzen mahalle erkeklerine küçümser bir bakış atıp, yanlarından geçti. Delikanlılardan biri ayağa kalkıp "Hey bebek! Bu gece benimle takılmaya ne dersin?" diye laf attı arkasından. "Ne kadar da banal." diye düşündü içinden. "Seninle takılacağımı düşünüyorsan tam bir salaksın yanee..." dedi kelimeleri yuvarlayarak, omzunun üzerinden geriye bakarken. Basit erkeklerle işi yoktu onun, özel olanı bekliyordu. Mükemmel olanı... Daha aşağısını kabul etmesine imkân yoktu. 

"Gerçek aşkı ne zaman bulacağım ben? Kusursuz sevgilimi?" diye mırıldandı kendi kendine. Sonra elini çantasına atıp en sevdiği kitabı çıkarttı. Kitabın kapağında kırmızı bir elma tutan bir çift el vardı ve büyük harflerle "Twilight" yazıyordu üzerinde. "Benim bir vampire ihtiyacım var. Neredesin mükemmel sevgilim?" diye hayıflandı kız, iç çekerek.

Adımları onu şehrin en gözde mekânlarından birine götürdü. Hiç düşünmeden içeri daldı ve ahşap barın önündeki yüksek taburelerden birine oturdu. Barmeni küçümseyici bakışlarla süzerek kendine içecek bir şeyler söyledi. Ardından kitabını açıp en sevdiği bölümlerden birini okumaya başladı. 
"Ah, en sevdiğim kitap." dedi sağ yanından bir erkek sesi.

Genç kız irkilerek yerinde hafifçe sıçradı. Sesin geldiği yöne döndüğünde hemen yanındaki taburede genç bir adamın oturmakta olduğunu gördü hayretle. Oysa bir saniye önce o taburenin boş olduğuna yemin edebilirdi. 
"Nasıl yani? Twilight sever misiniz?" diye sordu kız, kuşkuyla.
"Evet, bayılırım." dedi adam, dramatik bir tonda. Hareketlerinde garip bir abartı, değişik bir aşırılık vardı. Kız, böyle bir terimin farkında olsa bu tavırlarını teatral olarak adlandırabilirdi belki. Ama değildi... 
"Ne yazık ki gerçeğinin yanına bile yaklaşamıyor." diye devam etti adam, başını mutsuz bir biçimde iki yana sallayarak.
Bu laf üzerine kızın kaşları çatıldı. "Eğer gerçek vampir şöyle olmalı falan diyecekseniz hiç başlamayın yane. Ay, nedir bu Krokula takıntısı anlayamıyorum hiç!"
"Drakula..." diye düzeltti adam.
"Her neyse haltsa işte..." dedi kız, her zamanki gibi kelimeleri uzatarak ve yuvarlayarak.
"Ayrıca ben öyle bir şey demeyecektim. Kitap, vampirleri tam da olması gerektiği gibi yansıtıyor bence." dedi adam, kızın gözlerinin içine bakarak. "Zeki, etkileyici ve yakışıklı... Kusursuz âşık." 

3 Temmuz 2011 Pazar

Kehanet ( Bölüm 5 ) -Son-

Kenn çaresiz bir biçimde uzanmış, ölümün soğuk kollarının kendisini kucaklamasını beklerken derin ve güçlü bir ses çalındı kulaklarına; “Ayağa kalk cesur savaşçı.”

“N-Ne?”

“Ayağa kalk ve bana katıl.”

“Sen de kimsin?” dedi Kenn, başını yattığı yerden hafifçe kaldırarak. Görüşü tekrar düzelirken beyaz sakallı, mavi cüppeli bir adamın kendisine baktığını gördü hayretle.

“Ben büyücü Merlin, Avalon’un hükümdarı.” dedi yaşlı kişi gururla. “Krallığıma hoş geldin Kenn Wulf.”

“Adımı nereden biliyorsun?” diye sordu yavaşça ayağa kalkarken. Mızrağın saplandığı yere baktığında tişörtünün hâlâ delik olduğunu gördü. Göğsündeki ölümcül yara ise kaybolmuştu.

“Çünkü sen kaderini önceden görmüş olduğum ve kehanette adını zikrettiğim o savaşçısın Kenn. Tam 1500 yıldır seni bekliyorum.”

“Şey… Beklettiğim için üzgünüm.” diye mırıldandı Kenn şaşkınlıkla. “Yani o kehaneti yazan sen miydin? Madalyonları yapan?”

“Onu ve daha pek çok şeyi…”

“O halde doğru… Madam haklıydı.”

“Elbette… O çok güçlü bir Görücü Wulf, kadını hafife almamalısın. Kendini de öyle… Omuzlarında çok büyük bir yük var savaşçı, insanlığın kaderi senin başarıp başaramamana bağlı çünkü.

“Tipik bir seçilmiş kişi senaryosu yani…” dedi Kenn, sıkıntı ile oflayarak. “Neden hep kirli işlerinizi bize yaptırırsınız ki?”

“Kurallar böyle Wulf, karışmamız yasak. Sadece yol göstermeye iznimiz var.”

“Siz de kimsiniz? Ve bu kuralları da kim koyuyor böyle.”

25 Haziran 2011 Cumartesi

Kehanet ( Bölüm 4)

Stonehenge çemberi M.Ö. 3000 yılında inşa edilmeye başlanmış gizemli bir yapıydı. Nasıl ve kimler tarafından inşa edildiği bugün bile bilinmeyen bir sırdı. Her biri ortalama dört buçuk metre olan ve çember şeklinde dizilmiş bu devasa taşların hangi amaca hizmet ettiğine dair çeşitli söylentiler vardı. Kimileri Druidler ile alakalı olduğunu söylüyor kimileri ise burasının bir şifa merkezi olduğunu iddia ediyordu. Bazı bilim adamlarına göreyse burası çok eskiden beri kullanılan bir mezarlıktı. Hatta bu mucizenin büyücü Merlin’in işi olduğunu söyleyenler bile vardı. Gerçek ne olursa olsun şurası kesindi; burası bir turist cennetiydi.

İki otostop ve birkaç kilometrelik yürüyüşün ardından hedefine varan Kenn şimdi de bu fotoğraf makineli kalabalıkla uğraşmak zorundaydı. “Turistler! Yağmur yağıyor farkında mısınız?” diye homurdandı meydandaki kalabalığı ilk gördüğünde.

Pardösüsüne iyice sarınmıştı, uzun ve ıslak saçlarından şakır şakır su damlıyordu. İstemeye istemeye de olsa kalabalığın arasına karıştı ve güvenlik görevlilerinin dikkatini çekmemeye çalışarak devasa taşların arasında dolaşmaya başladı. Mühürlere dair bir iz, ne yapacağına dair bir işaret arıyordu fakat bir saate yakın bir araştırmanın sonunda ümitlerini yitirdi. Yorulmuştu, ıslaktı ve tek bir şey bile bulamamıştı. En azından artık yağmur yağmıyordu. Etraftaki satıcılardan yiyecek bir şeyler alıp uzaktaki ağaçlardan birinin dibine çöktü. Havanın kararmasını beklemekten başka çaresi yoktu.

Birkaç saat sonra hava iyice karardığında ve turistler ayakaltından çekildiğinde Wulf harekete geçti. Önce güvenlik görevlilerinden birini sonra ötekini sessizce saf dışı bıraktı. Ardından taş sütunların arasına dalıp yeniden etrafı araştırmaya başladı. Bu kez mühürler de ellerindeydi. Aniden kuvvetli bir hapşırık atıverdi. “Büyük kahraman grip mikrobuna yenik düştü. Aman ne güzel!” diye söylendi, burnunu çekerken. “İki mührü bulacak, çemberi tamamlayacak.” diye mırıldandı kendi kendine. “İyi de hangi çember? Burada çemberden bol ne var! Hapşuuu!”

14 Haziran 2011 Salı

Kehanet ( Bölüm 3)

Reinfred hızla kapının önündeki boncukları söküp attı ve etraftaki eşyalardan derme çatma bir barikat kurmaya başladı. Madam mühürleri çantanın içine tıkıştırarak birkaç adım geri çekildi ve odanın gölgelerine gizlendi. Kenn ise tabancalarını çekip onları başının hizasına kaldırdı ve büyülü kelimeleri fısıldadı;

“Nosferatu…”

Silahların üzerindeki ejder işlemeleri canlı bir kırmızılıkla parıldadı ve ahşap uçlu mermiler namluya sürüldü. Kenn, damarlarına yayılan adrenalinin de etkisiyle yüzüne yayılan sırıtışa engel olamadı. Derken ilk saldırganlar, biri erkek diğeri dişi iki vampir solgun yüzleri ve sivri dişleriyle kapının ardında belirdi.

Reinfred hiç beklemeden barikatın üzerinden pompalı tüfeğini ateşledi. Göğsünden vurulan erkek vampir darbenin etkisiyle geriye uçup yere yığıldı fakat tekrar ayaklanmakta hiç gecikmedi. Kenn ise tabancalarını dişi vampire doğrulttu ve tam kalbine iki el ateş etti. Ahşap uçlu mermileri yiyen vampir acı dolu bir çığlık attı ve kalbine bir kazık çakılmış misali önce hızla yaşlandı, ardından toza dönüşerek yitip gitti. Kenn tam silahlarını diğer vampire çevirmişti ki Reinfred tüfeğini bir kez daha, bu kez yaratığın başına hedef alarak ateşledi. Kafatası patlayan vampir dizlerinin üstüne yığılarak sonsuz hayatına veda etti.

Aynı anda odanın pencereleri büyük bir şangırtı eşliğinde kırıldı ve içeriye üç büyük yarasa giriverdi. Yarasalar çabucak önce sis sonra da vampir suretine büründüler ve avlarının üzerine atıldılar. Ateş edecek kadar bile zamanları yoktu. Reinfred üzerine gelen dişi vampire tüfeğinin kabzası ile okkalı bir yumruk attı. Ardından Madam’ın üzerine koşan diğer vampire ateş etti. Vurulan vampir uçarak odanın duvarlarından birine sertçe tosladı.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Kehanet ( Bölüm 2)

Kenn bir taraftan şehrin dar ve karanlık ara sokaklarında hızla ilerlerken bir taraftan da az önce dövüştüğü canavarın söylediği cümleleri aklında tartıyordu. Kurt adam bir konuda kesinlikle haklıydı, sonsuza kadar saklanamazdı. Ama zaten artık öyle bir niyeti de yoktu, o kararını çoktan vermişti. Adımlarını yıllardır gitmediği bir sokağa yönlendirdi.

Bir müddet sonra şehrin karanlık ve izbe bölgelerinden birindeydi. Sokaklarında uyuşturucu satıcılarının ve hayat kadınlarının, karanlık köşelerinde ise adı ağza anılmayacak canavarların ve yaratıkların kol gezdiği bu bölgeye aklı başında hiç kimse kolay kolay adımını atmazdı. Aklı başında olan hiç kimse…

Sokak satıcılarından biri Kenn’e ihtiyatla yaklaştı ve “Hey adamım, ihtiyacın olan bir şey var mı?” diye sordu pardösüsünün bir bölümünü hafifçe aralayarak. Sahte saatler, kopya elmas kolyeler ve bunun gibi birkaç işe yaramaz şey çarptı Kenn’in gözüne.

“Hayır teşekkürler.”

“Belki bunlar daha çok ilgini çeker?” diye sordu satıcı, pardösüsünün diğer yanını aralayarak. Poşetlenmiş kan, uyuşturucu maddeler ve ölü bir fare çıktı bu kez ortaya.

Kenn adama kabaca bir omuz atıp caddenin uzak köşesindeki mekâna doğru ilerlemeye devam etti. Arkasından pek de kibar olmayan bazı sözcükler sarf eden satıcıya yine pek de kibar olmayan bir el hareketi çekmekten de geri kalmadı.

Kristal Küre adındaki mekân dışarıdan bakıldığında çift kanatlı eski kapıları, yer yer kalaslarla örtülmüş pencereleri ve eski püskü tabelasıyla terk edilmiş bir yer gibi görünüyordu. Tabelanın ışıkları muhtemel bir elektrik arızası nedeniyle ritimsiz bir şekilde yanıp sönüyor, garip cızırtılar çıkarıyordu. Tam kapının önünde ise mor renkli kıvırcık saçları olan, uzun boylu ve iri yapılı bir zenci duruyordu. Üzerinde kaliteli siyah deriden kıyafetler, gözlerinde ise güneş gözlükleri vardı. Sırtında oldukça havalı ve muhtemelen bir o kadar da ölümcül bir pompalı tüfek asılıydı. Tüfeğin sırtına çeşitli rünler işlenmişti. Adamın yüzünde ise beyaz renkli, garip bir dövme vardı.

“Ne istiyorsun Dışlanmış?” diye sordu zenci, kendisine yaklaşan Kenn’i gördüğünde.

“Sana da selamlar Gece Gözcülerinden Reinfred. Eski dostlarını hep böyle mi karşılarsın?”

“Dışlanmışlarla irtibat kurmamız yasaktır. Şimdi eğer burada işin yoksa…” diyerek elinin tersiyle uzaklaşmasını işaret etti kabaca.

“İşim olmasaydı şehrin bu güzide köşesine kadar gelme zahmetine katlanır mıydım sence?”

“O halde isteğin ya da aradığın nedir Dışlanmış?”

“Senin gül yüzünü görmeye gelmediğim kesin.” dedi Kenn, kıs kıs gülerek. “Madam burada mı?”

“Bu seni hiç ilgilendirmez.”

“Aslına bakarsan ilgilendirir. Onunla acil olarak görüşmem gerek.”

“Dışlanmışların içeri girmesi kesinlikle yasakt…”

Derken ikisi de kendilerine seslenen bir kadın sesi ile susuverdiler. Ses ne içeriden ne de dışarıdan geliyordu, sanki zihinlerinin içerisindeymiş gibiydi.

“Bırak gelsin.” dedi zihinlerinde yankılanan kadın sesi.

“Siz nasıl isterseniz Madam.” dedi Reinfred ve yana çekilerek kapının önünü açtı. Kenn yüzünde arsız bir sırıtışla Reinfred’e baktı ve “Müsaadenizle Sayın Gözcü.” diyerek kapıdan geçti. Arkasından gelen memnuniyetsiz homurtular ise sadece gülümsemesinin daha da genişlemesine neden oldu.

2 Haziran 2011 Perşembe

Kehanet ( Bölüm 1)

Gözlerini aniden açtı ve yatağında hızlıca doğrulup etrafına bakındı. Karanlık otel odası yatmadan önce nasıl bıraktıysa aynen öyleydi. Yani gayet sıradan ve küçük… Pencereden sızan dolunayın solgun ışığı odayı bir parça da olsa aydınlatıyor, içerideki eski mobilyaları yarım yamalak ortaya çıkarıyordu. Etraf oldukça sessizdi fakat adam az önce bir tıkırtı duyduğuna yemin edebilirdi. Eli gayri ihtiyari olarak boynunda asılı olan madalyona gitti. Zinciri çekip atletinin altında gizli olan madalyonu ortaya çıkardığında şüphelerinde haklı olduğunu gördü. Madalyonun yuvarlak kenarlarını süsleyen rünler soğuk ve mavi bir parıltı ile ışıldıyordu. Normalde boş ve pürüzsüz olan orta kısmında ise şimdi uluyan bir kurt başı görünüyordu.

Tam o esnada meşhum tıkırtıları bir kez daha duydu ve pencerenin önünden iri bir karartı geçiverdi. Adam hışımla yatağından fırlayıp yatmadan önce yastığının altına gizlediği tabancalarını eline aldı. Tabancalar gümüş renkli, Colt marka birer 45’likti. İkisinin de namlusuna dönerek ilerleyen birer ejder motifi işlenmişti ve ağızları namlunun ağzına denk gelecek şekilde açık duruyorlardı. Bu da sanki mermiler ejderlerin ağzından çıkıyormuş gibi bir izlenim veriyordu. Adam silahları başının hizasına kaldırdı ve “Lykánthroph…” diye fısıldadı. Ejder işlemeleri anında kızıl bir pırıltı ile parıldamaya başladı ve namluya sürülen mermi sesleri duyuldu. Bu, mermileri gümüş kurşunlara çevirmek için söylenen büyülü kelimeydi. Adam artık dövüşe hazırdı.

Aniden odanın camı patlarcasına kırıldı ve bir sürü küçük cam kırığı eşliğinde içeriye devasa bir kurt adam giriverdi. Boyu iki metreden fazlaydı ve iki adam genişliğindeydi. Vücudu kül rengi tüylerle kaplıydı, gözleri ise adeta birer kan çanağıydı. Kurt adam avına büyük bir iştahla baktı ve başını geriye atıp vahşice uludu. Adamın buna cevabı silahlarını kaldırıp hızla ateş etmek oldu. Fakat kurt adam çok hızlıydı, çabucak kenara sıçrayıp dört pençesiyle birlikte duvara tutundu. Adam silahlarını süratle o tarafa çevirip birkaç el daha ateş etti ama canavar bir kez daha sıçradı. Bu kez tavandaydı. Kurt adam vahşi bir hırıltı koyuverip hızla avına doğru dalışa geçti. Adamın bu kez ateş edecek kadar zamanı yoktu. Son anda kendini yere atıp ileriye doğru yuvarlandı. Kurt adamın duvara toslamasıyla çıkan tok sesi duyduğunda ise keyifle sırıtmadan edemedi. Olduğu yerde çabucak döndü ve ayağına batan cam kırıklarına aldırmadan doğrularak silahlarını bir kez daha ateşledi. Kurt adam yine yana doğru sıçramaya çalıştı fakat bu kez yeteri kadar hızlı değildi. Gümüş kurşunlardan biri bacağına, bir diğeri ise omzuna saplandı. Dengesini kaybeden koca canavar bir köpek yavrusu gibi inleyerek yatağın üzerine devrildi. Eski mobilya, üzerindeki sıra dışı ağırlığa itiraz ederek gıcırdadı ve kırılarak parçalarına ayrıldı.

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Gizemli Soygun ( Bölüm 6 ) -Son-

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.


“Şimdi ana haber bültenimize bağlanıyoruz!” dedi porselen dişlerini yapmacık bir sırıtışla sergileyen sunucu. Araya kısa bir jenerik girdi ve ekrandaki görüntü yerini daha somurtkan bir spikere bıraktı. 
“İyi akşamlar Türkiye.” dedi erkek muhabir, gayet ciddi bir sesle. “Bildiğiniz gibi İstanbul son birkaç gündür bir Noel Baba krizi yaşıyor. Kılık değiştirmiş soyguncular önce bir bankayı sonra da şehrin önde gelen alış-veriş merkezini güpegündüz soydular. Ortaya atılan çete iddiaları da cabası… Tam “Polis nerede, güvenlik güçleri uyuyor mu?” diye sormaya başladığımız anda beklenen açıklama gerçekleşti.”

Görüntü değişti ve bir kürsü üzerinde konuşma yapan baş komiser Haldun Gürses görünmeye başladı ekranda.

“Bu akşamüzeri saat 18:00 sularında, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün kapısında bir konuşma yapan baş komiser Gürses çetenin tüm üyelerinin yakalandığını bildirdi.” diye anlatmaya devam etti spiker. “Olayı çözenin ünlü müfettiş Selim Kuzgun olduğunu belirten Gürses, halkın artık korkmasına gerek kalmadığını ve yılbaşı gösterilerinin planlandığı gibi yapılmasında hiçbir sakınca olmadığı müjdesini de verdi. Bu haber tüm şehirde bayram havası yaratırken…”

***

Gökyüzünde patlayan havai fişekler karla kaplı caddeleri çeşitli renk ve ışık oyunları ile boyarken siyah bir araç ağır ağır Kağıthane yönünde ilerliyordu.
“Şefin Melahat hakkındaki demecine yer vermemişler anlaşılan.” dedi Murat, az önce haberleri sunan radyoyu kapatırken.
“Eh, kanallarının kapatılma riskini göze alamazlardı. Hem de süresiz…” diye yanıtladı Selim, gülerek. Üzerlerinde bir yerde birkaç fişek daha patladı.
“Kutlamalara bayağı erken başladılar.” dedi ön camdan eğilerek yukarıyı seyreden Murat. “Baksana saat daha 21:00 bile olmadı.”
“Bunca olaydan sonra onlara hak vermemek elde değil.”
“Şey… Baş komiserin önünde beni ele vermediğin için teşekkür ederim. Hani şu bulmaca olayı ile ilgili…”
“Sorun değil.”
“Yani evet, biliyorum içinde aksi ya da ihtiyar geçen her sorunun karşısına senin adını yazmam yanlıştı.”
“Ne yazdığın umurumda bile değil evlat. Seni korudum çünkü suç mahallindeki bir delille oynadın ve bunun cezası da oldukça ağırdır. Ortağımdan olmak istemedim, hepsi bu.”
“Ortak… Bu seninle çalışmaya devam etmemi istediğin anlamına mı geliyor yoksa ihtiyar?” diye sordu Murat, biraz da havalara girerek.
“Hayır, bu benimle çalışmana izin verdiğim anlamına geliyor bay çokbilmiş.”
İkili kısa bir an için birbirlerine dik dik baktılar sonra da aynı anda gülmeye başladılar.
“Eh, ortağız o halde.” dedi Murat gülümseyerek.
“Ortağız. Şimdilik…”
“Söylesene Selim, daha önceki iş arkadaşının ölümüne sebep olduğun şakaydı değil mi?”
Selim cevap vermek yerine, sessizce aracı sürmeye devam etti.
“Değil mi?” diye üsteledi Murat.
“Yakında görürsün.” dedi Selim, bıyık altından gülerek.
“Ah, hiç komik değil!”

22 Mayıs 2011 Pazar

Gizemli Soygun ( Bölüm 5 )

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.


“Başlarım sizin yapacağınız işe!” diye bağırdı baş komiser Haldun Gürses, bütün polis merkezini inleten bir sesle. Masasında oturmuş, sinirinden sandalyesinde hop hop hoplar bir vaziyette Selim ve Murat’ın raporunu dinliyordu.
“Sakin ol Haldun.” dedi Selim, komiser ne zaman bağırmaya başlasa yaptığı gibi.
“Sakin? Sakin olayım öyle mi? Olayla ilgili tanık var mı diyorum, var diyorsunuz. Nerede diye soruyorum, öldüler diyorsunuz! Nasıl sakin olmamı beklersin? Elinizi kime atsanız öbür tarafı boyluyor maşallah!”
“Abartma… Adamlardan ilki biz olay yerine varmadan ölmüştü zaten. İkincisini ise hastaneye kaldırılırken yolda kaybettik maalesef.” dedi Selim.
“İyi de ne diye adamı hastaneye götürüyordunuz ki? Bana bak Selim, herifi konuşturmak için onu eşek sudan gelinceye kadar dövdüğünü söyleme bana yine.”
“Kim? Ben mi? Tabi ki hayır, benim öyle bir şey yaptığım nerede görülmüş?” diye cevapladı Selim, abartılı hareketlerle.
Murat ise oturduğu yerde huzursuzca kıpırdanarak ortağına baktı.
“Tabi canım, hiç öyle şey yapar mısın sen?” diye homurdandı Haldun. “Geçen seferki barmeni sorgulayabilmek için iki gün ayılmasını beklemek zorunda kalmıştık, hatırlatırım sana.”
“O tamamen bir kazaydı. Adam tökezleyip vitrininin camından dışarı fırladıysa bu benim suçum mu?” dedi Selim, artık bariz bir biçimde gülerek.
“Tökezlemişmiş. Sen onu benim külahıma anlat!” diye gürledi Haldun.
“Bir de ajans sahibine…” diye mırıldandı Murat. Ardından Selim’den yediği dirsek darbesiyle hafifçe inledi.
“Hangi ajans sahibi?” diye sordu Haldun endişeyle.
“Önemli bir şey değil.” diyerek araya girdi Selim tekrar, genç ortağına kötücül bir bakış attıktan sonra. “Bak, bu öyle bir şey değildi inan bana. Adamı mezarlıkta kıstırdık. Üzerimize doğru koşarak geliyordu. Sonra… Sonra birdenbire durdu.”
“Evet, gerçekten de çok garipti.” dedi Murat. “Neredeyse insanüstü denebilecek bir hızla üzerimize koşuyordu. Bir an için bizi ezip geçecek sandım ama tam önümüzde kazık gibi duruverdi. Gözleri görmüyor gibiydi, öylece boşluğa bakıyordu adeta.”
“Kesinlikle! Birkaç saniye sonra ise adamın kendine geldiğine şahit olduk ve dediği şey tam olarak şuydu; neredeyim ben?
“Kendine geldiğine mi?” diye sordu Haldun, şaşırarak.
“Evet, sanki bir rüyadan uyanmış gibiydi ve oraya nasıl geldiğini anlamaya çalışıyordu.”
“Uyurgezer gibi miydi diyorsun yani?”
“Öyle de denebilir fakat bir ordu dolusu adamı tepeleyecek kadar da uyanıkmış aynı zamanda. Bilemiyorum, garip bir durum…”
“Ya sonra?”
“Sonra aniden kalp krizi geçirmeye başladı. İlk müdahaleyi yapıp doğruca en yakın hastaneye kaldırdık fakat oraya vardığımızda artık çok geçti.”

17 Mayıs 2011 Salı

Gizemli Soygun ( Bölüm 4 )

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.



Noel Baba kılığındaki bir adam, sırtında hediye paketleri olan bir çuval olduğu halde ağır adımlarla yürüyen merdivenden yukarı çıkıyordu. Yılbaşı zamanı olduğu için bunda bir gariplik yoktu. Asıl gariplik adamın aşağı inen merdivenleri tırmanmaya çalışmasıydı.
“Hey! Ne yaptığını sanıyorsun be adam?” diye sordu merdivenlerden inmekte olan bir kadın. Fakat adam onu duymadı bile. Boş bakışlar ve her iki yanında serbestçe sallanan kollarla merdiveni çıkmaya devam etti. Biraz zor da olsa merdivenleri aştı ve Cevahir’in dördüncü katındaki teknoloji mağazasına doğru ilerlemeye başladı.

İçeri girer girmez birdenbire hareketleri hızlanıverdi adamın. Önce köşedeki güvenlik görevlisinin üzerine doğru koştu. Ardından uçan bir tekme atarak görevliyi mağazanın karşı tarafına uçurdu. Neye uğradığını şaşıran güvenlik, üzerine yığılan teknolojik cihazların altında kalıverdi. Etraftaki müşterilerden panik dolu bir çığlık yükselirken Noel Baba kasaların olduğu bölüme ilerlemeye başlamıştı bile. Önünü kesmeye çalışan satış temsilcilerinden birine elindeki çuvalla sert bir darbe vurdu. Çığlık atarak olduğu yerde çakılı kalmış kasiyer kızı da fırlatıp attıktan sonra kasaları açtı ve içlerindeki parayı çuvalına doldurmaya başladı. Kısa süre içinde işini tamamlamıştı. Yine koşar adımlar ve boş bakışlarla mağazanın çıkışına doğru ilerledi.

Tam kapıda iki güvenlik görevlisi ile daha burun buruna geldi. Hiç beklemeden elindeki çuvalı soldaki görevlinin kucağına fırlattı. Adam ne olduğunu anlayamaz bir şekilde paraları kucaklarken Noel Baba diğer görevlinin suratına sağ dirseğini geçiriverdi. Adam acı ile bağırıp yüzünü tutarken önce elinin tersiyle bir yumruk sonra da döner bir tekme attı Noel Baba. Ayakları yerden kesilen görevli büyük bir şangırtı eşliğinde vitrinin camını kırarak dışarı uçtu. Vitrinin parçalanmasıyla birlikte mağazanın alarmı da çalmaya başladı. Bütün bunlar o kadar çabuk olmuştu ki diğer görevli kıpırdamaya dahi fırsat bulamamıştı. Noel Baba’nın boş bakışları kendisine döndüğünde ise artık çok geç olduğunu biliyordu. Çuvalı yere bırakıp bacaklarının el verdiğince hızla kaçmaya başladı. Fakat Noel Baba peşinden gitmedi. Çuvalını alıp bir diğer mağazaya doğru yöneldi.

O esnada genç bir kadının sesi duyuldu Cevahir’in tüm katlarında; “Hayır!” Bu, Noel Baba kılığındaki adamın çiçeği burnunda sevgilisinden başkası değildi. “Hayır, ne yapıyorsun? Dur lütfen. Dur!” dedi kadın, adama doğru koşarken.
Adam ise oralı bile olmadı. Kadın, adamın koluna yapışarak “Bana bak! Lütfen bana bak!” diye yalvardı. Adamın gözlerindeki boş bakışları gördüğü anda ise donakaldı. “Sen… Sen o değilsin! Kimsin sen?”
Aldığı cevap adamın elinin tersiyle gelen bir tokattan ibaretti. Kadının son hatırladığı şey etrafında yükselen çığlıklar ve sevdiği adamın yürüyerek uzaklaşan görüntüsüydü. Sonra her yer karardı.

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Gizemli Soygun ( Bölüm 3 )

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

“Öldüm.” dedi genç adam.
“Abartma…” diye yanıtladı genç kadın.
“Ciddiyim! Bu iş beni öldürüyor! Bütün gün yürümek kolay mı sanıyorsun? Hem de bu saçma sapan kostümün içinde!” diye yakındı adam, üzerindeki Noel Baba kıyafetini göstererek. 

Cevahir Alışveriş merkezinin üst katlarından birinde oturmuş, öğle yemeğini yiyordu. Tıpkı bir haftadır olduğu gibi yine aynı yere gitmiş, aynı koltuğa oturmuş ve aynı menüden söylemişti. Bunu boşu boşuna yapmıyordu elbette, orada çalışan tezgâhtar kıza âşıktı çünkü. Hem de gördüğü ilk andan beri… Müsait olduğu her saniye soluğu bu katta alması da bu yüzdendi zaten. İşte yine her zamanki gibi tezgâhın önündeki koltuklardan birine oturmuş, o kızla muhabbet ediyordu.

“Bence seni sevimli gösteriyor.” dedi kız, utangaç bir şekilde gülümseyerek.
“Öyle mi?” dedi yanakları kızaran adam.“Şey… Teşekkür ederim.”
Bir müddet utangaç bir biçimde bakıştıktan sonra ikisi de aynı anda konuşmaya başladı. Ne yaptıklarını fark edip sustuklarında ise kahkahalarına engel olamadılar.
“Diyordum ki… Bu akşam müsaitsen… Yani sen ve ben…” diye gevelemeye başladı adam sonunda.
“Evet, çok isterim.” 
“Gerçekten mi? Şey, tamam o zaman.”
“Tamam o zaman.” diye yanıtladı aynı şekilde genç kadın, gülümseyerek.

Ağzı kulaklarına varan adam son lokmasını da büyük bir keyifle ağzına attı, ardından yerinden kalkarak kıza ufak bir selam verdi. Tam uzaklaşmaya başlamışken kadın arkasından sesleniverdi.
“Bir şey unutmadın mı?”
“Ah, tabi ya.” dedi adam ve bir koşu geri dönüp kızın yanağına bir öpücük kondurdu.
“Şey… Teşekkür ederim ama ben hesabı kastetmiştim.” dedi kıkırdayan kadın.
“Ay, pardon!” dedi adam, biraz daha kızararak. Artık neredeyse üzerindeki kostümle aynı renge bürünmüştü. Yemeğin parasını ödedikten sonra kızı bir kez daha öptü ve yüzünde geniş bir sırıtışla merdivenlerden aşağı, giriş katına doğru ilerlemeye başladı. “Ben dünyanın en şanslı adamıyım!” diye düşünüyordu, takma sakalını yüzüne geçirirken.

29 Nisan 2011 Cuma

Gizemli Soygun ( Bölüm 2 )

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

Sokaklar, kar bulutlarının arasından kendini gösteren sabah güneşinin soluk ışınlarıyla yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı. İstanbulluların büyük bir çoğunluğu sıcacık yataklarını keyifsiz homurtularla terk ederek işlerine veya okullarına gitmeye hazırlanıyordu. Bir taraftan da yaklaşan yılbaşı tatilini düşünerek kendilerini avutmakla meşguldüler. Bazıları ise bütün geceyi çalışarak geçirmişlerdi ve uyumak ya da tatil gibi şeylerden çok daha önemli meseleler vardı akıllarında. Selim Kuzgun da onlardan biriydi.

Sorgu odasının kapısı gıcırdayarak açıldı. Selim, peşindeki iki memura dışarıda beklemelerini işaret ederek içeri girdi ve kapıyı arkasından kapattı. Küçük ve sade bir odaydı burası. İçerideki yegâne eşyalar bir masa ve üç sandalyeden ibaretti. Berduş masanın ardındaki tek sandalyede oturuyordu.

“Ayıldın mı?” diye sordu Selim, berduşun karşısındaki sandalyelerden birine otururken.

“Sana da günaydın aynasız.” diye cevapladı berduş. “Bana bi yemek sözü verdiini sanıyodum, alkol terapisi değil.”

Selim bu yoruma gülerek karşılık verdi. “Sözüm söz ihtiyar. Ama önce konuşabilecek kadar ayık olman gerekiyordu. Dün gece beni bayağı bir uğraştırdın.”

“Öyle mi?” diye kıkırdadı ayyaş. “Umarım seni öpmeye falan kalkmamışımdır.”

“Adın ne?” diye sordu Selim, ihtiyarın alkol kokan nefesine aldırmamaya çalışarak.

“Adım mı?” dedi düşüncelere dalan berduş. “Bu soruyu duymayalı uzun zaman olmuştu.” diye devam etti kirli sakalını sıvazlayarak. “Sokaklarda ismin bir anlamı olmuyo, anlıyosun ya. Her neyse… Adım Garip, soyadımı ise hatırlamıyom. Zaten umrumda da diil. Fakat sokaktaki dostlarım bana Sünger der, istersen sen de böyle çaaağrabilirsin.”

“Pekâlâ Sünger… Bana ne gördüğünü anlat, ben de sözümü tutup sana iyi bir yemek ısmarlayayım.”

“Öyle olsun o halde…” dedi berduş, ufak bir geğirik atarak. Ardından sandalyeye iyice kurulup bir gün önce şahit olduğu olayı anlatmaya başladı.

23 Nisan 2011 Cumartesi

Gizemli Soygun ( Bölüm 1 )

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

İstanbul’da bir akşam vakti… Şişli semtinin bütün caddeleri birbirinden ışıltılı yılbaşı süsleri ile donatılmış, vitrinler ışıklarla bezenmiş, yani yaklaşan yeni yıl kutlamaları için gerekli olan tüm hazırlıklar yapılmıştı. Büyük şehrin insanları ise her zamanki gibi bu güzelliklerden bihaber bir şekilde oradan oraya koşturuyor, bir yerlere yetişmeye çalışıyorlardı. Yılın bu son günlerinde hava da iyice soğumuş, şehrin caddelerine yer yer kar atıştırmaya başlamıştı.

Tüm bu koşuşturmacanın ortasında yaşlı bir adam yavaş adımlarla karlı kaldırımları arşınlıyor ve elindeki çanı isteksiz bir biçimde sallayıp bağırıyordu.
“Ho-ho-ho! Herkese mutlu yıllar, ho-ho-ho!” dedi yürürken. Son “Ho” gereğinden de cansız bir şekilde dökülmüştü dudaklarından. “Mutlu yıllarmış, peh!” dedi adam, üzerindeki Noel Baba kıyafetlerini memnuniyetsizlikle çekiştirerek.
“Paraya ihtiyacım olmasa bu gâvur kıyafetlerini bana zor giydirirdiniz ya neyse…” diye homurdandı kendi kendine, başındaki beyaz ponponlu kırmızı şapkayı düzeltirken.
Aniden “Önüne baksana babalık!” dedi arkasından gelen bir ses sertçe.
Yaşlı adam gayri ihtiyari olarak geriye döndü ve iri yarı bir güvenlik görevlisi ile burun buruna geldi. Görevlinin üzerindeki üniformayı ve belindeki silahı gördüğünde ise ne diyeceğini bilemedi. “Mu-mutlu yıllar…” diye kekeleyebildi sadece.
“Yolumuzu kapatıyorsun ihtiyar, çekil şöyle kenara!” dedi güvenlik görevlisi asabi bir şekilde. Noel baba ancak o zaman görevlinin arkasındaki diğer adamları fark edebildi. Usulca kenara kayarken önünden geçen grubu ürkek ama meraklı gözlerle süzmeyi de ihmal etmedi.

İri yarı üniformalı adamın arkasında yine onun kadar iri ama siyah takım elbiseler içinde iki kişi daha vardı. Ellerinde de her hallerinden tıka basa dolu oldukları anlaşılan iki büyük çanta taşıyorlardı. Onların hemen arkasında ise ilkine nazaran daha tıknaz fakat daha kalıplı olan bir görevli daha yürüyordu. Adamlar seri adımlarla Noel Baba’nın yanından geçip genişçe bir binanın cam kapılarından içeri girdiler ve gözden kayboldular. Noel Baba başını kaldırıp binanın tepesindeki tabelaya baktı ve ülkenin en büyük bankalarından birinin önünde durduğunu fark etti şaşkınlıkla.
“Para…” dedi dalgınlıkla. “Onlar para çantalarıydı. Transfer saati gelmiş olmalı.” dedi saatine bakmak için kolunu sıvarken. Sonra da borçlarını ödeyebilmek için baba yadigârı kol saatini sattığını hatırlayarak okkalı bir küfür etti. Elindeki çanı sinirli sinirli çalıp sıkılı dişlerinin arasından “Mutlu yıllar!” diyerek yürümeye devam etti ardından. Bir yandan yürürken bir yandan da o çantalardan birine sahip olmak için nelerini feda edebileceğini düşünmeden edemiyordu.