7 Aralık 2018 Cuma

Ya Batarsa?

Yazdığım son roman gerçek oluyor...

Titanik II, ilk geminin yapılışının 100. yılı şerefine yeniden inşa ediliyor ve 2022 yılında öncülünün orijinal rotasını kullanarak denize açılacak. Geminin aslına sadık bir şekilde çok şaşaalı olması ama modern teknolojileri de kullanması hedefleniyor.

Aslında ilk olarak 2012'de duyulmuştu bu haber ama daha sonra ses çıkmamıştı. Şimdi işler ciddi, Blue Star Line da projeye dahil oldu ve geminin inşası hızla devam ediyor.

"Geçmişin Gölgesi Geleceğin Laneti" adlı kısa romanımda ben de benzer bir şekilde Titanik'in 100. yılında yeniden inşa edildiğini ve orijinal rotasını kullanarak denize açıldığını işlemiştim. Yine benzer bir şekilde aslına sadık ama modern bir gemiydi. Ama içine fantastik öğeler ve bir miktar **öhhö** Cthulhu **öhhö** katmıştım tabii :)

Hatta o kitapta Titanik batmadan tam 14 yıl önce "Titan" adlı, Titanik'e çok benzer bir gemi hakkında roman yazan ve gemiyi bir buzdağına çarptırarak batıran Morgan Robertson'dan da bahsetmiştim.

Kaderim benzemesin :)

28 Kasım 2018 Çarşamba

Yumurtlatan Cevher

Asimov'un çevirisini tamamlamamla birlikte Babür İmparatorluğu serisinin düzeltisine geri döndüm. Bu sefer Hümayun Şah'ın hayatını anlatan bir tarihi roman var elimde. Var olmasına var da ne yazık ki çevirisi daha ilk sayfalardan, hayır hayır, ilk satırlardan itibaren sıkıntılı. Öyle ki romanın giriş kısmından önceki isim listesine bile saatler, abartmıyorum, saatler harcadım.

Sorun, bu karakterlerin hepsinin aslında tarihi bir kişilik olması. Yani gerçekten de yaşamışlar. Bu da onların bizim tarihi kaynaklarımızda da yer aldığı anlamına geliyor. Ama kitabın yazarı hepsini İngilizcede olduğu şekliyle yazmış doğal olarak. Mesela "Hanzade" değil de "Khanzada," "Baysungur" değil de "Baisanghar" olarak... Dolayısıyla hepsini bizim tarihi kaynaklarımızda geçtiği şekliyle, Türkçe olarak yazmak gerekiyor. Ama maalesef çevirmen meslektaşım bu detayı büyük ölçüde atlamış.

Bunlardan bazılarını ilk kitabın düzeltisi sırasında bulmuştum zaten. Yine de ikinci kitapta pek çok yeni şahıs var. Beni en çok uğraştıransa "Jauhar" adlı karakter oldu. Çevirmen diğer karakterlerde olduğu gibi onun adını da olduğu gibi bırakmış. Tabii seri enayisi... aman, şey... seri editörü olarak hiç durur muyum?! Hemen el attım! Ama o kadar da "hemen" olamadı...

22 Kasım 2018 Perşembe

Merdivenler Kenti | Kitap İnceleme


Bazı kitaplar vardır, fantastik edebiyatta sık sık kullanılan klişelere düşmeyip yıllar boyunca keyifle hatırlayacağınız bir macera sunar sizlere. Merdivenler Kenti onlardan biri oldu benim için.

Bilirsiniz; tüm diyarları tehdit eden karanlık bir lord, herkesi kurtaracak bir seçilmiş kişi, klasik elf ve cüce ırkları… ve tabii ki ak sakallı, asalı büyücüler. Neredeyse her fantastik romanda gördüğümüz, okuduğumuz şeyler bunlar. Tolkien’in izinden giden, ona benzer dünyalar kurmaya çalışan kitaplar.

Ama arada sırada bu klişeleri yıkıp tamamen özgün şeyler ortaya çıkaranlar da oluyor. Brandon Sanderson seneler önce Elantris’le yapmıştı bunu bana mesela. China Mieville de Perdido Sokağı İstasyonu’yla. İşte şimdi bu ikisinin yanına büyük bir keyifle koyacağım başka bir kitabım daha oldu Merdivenler Kenti’yle.

Bir zamanlar birbirinden farklı karakterlere ve güçlere sahip olan altı ilahi varlığın hükmettiği Bulikov’da, namı diğer “Merdivenler Kenti”nde geçiyor hikâyemiz. Burası eskiden pek çok mucizeye ev sahipliği yapan ve “Kıta” olarak anılan toprakların en gözde şehri. Her ilahın kendi kuralları, kendi müritleri ve kendi mucizeleri var. Ve her biri farklı şehirlerde kendi halklarına hükmediyor. Hepsinin birleştiği, tüm mucizelerin ve halkların bir araya geldiği yerse Merdivenler Kenti.

Ancak uzun zaman önce, ilahlar tarafından görmezden gelinen ve yıllar boyunca sömürülüp ezilen Saypur halkı isyan ederek Kıta’ya saldırmış. Ve bu isyan sırasında kimsenin aklına gelmeyecek bir şey başarmışlar: İlahları öldürmek…

Bulikov artık eski günlerinin sadece solgun bir hayaleti. Sokakları pislik içinde, insanları fakir, binaları ve tapınakları yıkık dökük. Dahası, tarihleri ve dinleri de yasaklanmış, sansürlenmiş durumda. İlahlara inanmaya devam etmek şöyle dursun, onların isimlerini bile ağızlarına alamıyorlar. Kıta’yı işgal eden ve yönetimi elinde tutan Saypur yetkilileri bunu bizzat garanti altına alıyor. Kurallara karşı çıkanlarsa cezalandırılıyor.

Derken günün birinde Saypulu ünlü bir arkeolog gizemli bir cinayete kurban gidiyor ve kahramanımız Shara Thivani ile sekreteri Sigrud bu olayı araştırmak için Bulikov’a gönderiliyor. Shara aslında çok yetenekli bir casus ve ilahlar konusunda belki de dünyadaki en bilgili kişi. Sigrud ise… Ah, Sigrud! Kendisi kesinlikle kitaptaki en sevdiğim karakter oldu. İki metreye yakın boyu, iri yarı cüssesi, umursamaz tavırları ve tek gözüyle kuzeyli bir korsan o. En iyi yaptığı şey adam öldürmek ve Shara’yı korumak için elini kana bulamaktan hiç çekinmiyor. Ama tüm o umursamaz tavırlarına rağmen oldukça sempatik, sevilesi bir karakter kendisi. Shara’nın onu “sekreterim” diye tanıtması da ayrı bir komiklik katıyor işin içine.

24 Ekim 2018 Çarşamba

Şah Mat

Asimov'un "Pebble In The Sky" adlı romanını çevirmeye son sürat (kağnı hızıyla) devam ediyorum. Tam işin bilimsel açıklamalar kısmını atlatıp düzlüğe çıktım diyordum ki bu sefer de iki karakterin satranç oynadığı bir bölüme denk geldim. Ne var bunda diyebilirsiniz. Ama burada Asimov'dan söz ediyoruz. Kendisi tam bir satranç hayranıdır ve bu bölümde de her iki karakterin tüm hamlelerini tek tek, kuralına uygun bir şekilde yazmaktan geri kalmamış.

Yani, "Adam filini ileri çıkarıp rakibinin kalesini aldı," gibi cümlelerle değil, bayağı bayağı her taşın rengini, hangi kareye gittiğini, tahtanın neresinde durduğunu vb tüm ayrıntılarıyla anlatmış. Ama ne yazık ki bunu yaparken standart satranç terimlerini değil, İngiliz satranç terimlerini kullanmış. Bilirsiniz, İngilizler metre yerine inç, mil gibi farklı terimler kullanır. Satrançta da yine kıllık... pardon, orijinallik yapıp kendi sistemlerini tasarlamışlar. Farklı olacaklar ya...

İşte bu yüzden Asimov bir taşın hareketini anlatırken "Beyaz Fil, Vezir'in Atı 5'e sıçradı, Schwartz’ın Vezir Piyonu bir kare ileri çıkınca da Kale 4'e geriledi," şeklinde yazmış (Tabii ben size anlatırken fil, vezir, kale falan diyorum ama bu taşların isimleri asıl metinde bishop, queen, rook olarak geçiyor). Gelgelelim bizim satranç terimlerimiz böyle değil, standart kurallara göre yani a5, b4, c7 gibi harflerle anlatıyoruz biz hamleleri.

Baktım, işin içinden çıkamıyorum, ben de çareyi çevirimiçi bir satranç tahtası açıp hamleleri tek tek takip etmekte buldum. Böylece "At Q5'te şaha kalktı, Piyon KN3'te göbek attı," gibi yabancı terimler kullanmaktansa "At c5'e edebiyle ilerledi, bunu gören fil f6'da dişlerini biledi," şeklinde, aşina olduğumuz harfler ve sayılarla anlatmaya çalıştım.

Şükür ki rahmetli dedemle çok satranç oynardık; vakti zamanında bana bayağı sevdirmişti bu oyunu. O yüzden taşların hareketleridir, kurallardır, şudur budurla fazla uğraşmam gerekmedi. Kitap basıldığında bu hamleleri takip etmek isterseniz karşınızda gerçek bir satranç maçı bulacaksınız böylece. Tıpkı yazarın niyetlendiği gibi...

Buna rağmen Asimov'un anlattığı hamleleri birkaç kez yanlış yorumlayıp tamamen farklı bir hamle yaptığım ve bunu ancak birkaç el sonra, çıkmaza düşünce fark ettiğim anlar oldu. O zaman bütün taşları devirip her şeye baştan başlamak zorunda kaldım tabiiiiğğğğ. Böyle olunca da o bir bölüm tam bir gün sürdü. En son hatırladığım havanın aydınlamaya, "sıçtın mavisinin" görülmeye başladığıydı.

Kısacası Asimov beni mat etti. Hem kitapta hem de çeviride...

29 Eylül 2018 Cumartesi

Çevirmenin Çemberi: Toz Gibi Yıldızlar


Asimov nicedir içimde bir ukdeydi. Bundan bir-iki yıl evvel, İthaki Bilimkurgu Klasikleri yeni yeni başladığı sıralarda Alican Saygı Ortanca bana gelip, “Ben, Robot’u çevirmek ister misin?” diye sormuştu. İsterdim tabii! İsterdim istemesine ama… o sıralarda başka bir kitap için Pegasus’la anlaşmıştım. Üstelik öyle sıradan bir kitap için değil, The Witcher serisinin ilk cildinin editörlüğünü yapacaktım. Beni tanıyanlar o serinin benim için çok özel bir yeri olduğunu, Türkçeye kazandırılması için yıllarımı verdiğimi bilirler.

Kendinizi o durumda hayal etsenize. Bir elinizde Ben, Robot var, diğerinde de gönülden bağlı olduğunuz başka bir kitap ve sadece birini seçebilirsiniz. Ne yapardınız? Zor bir karar, değil mi? Eh, ben The Witcher’ı seçtim ve içim kan ağlayarak da olsa Ben, Robot çevirisini reddettim. Sonra ne oldu peki? Sapkowski ve ajansı, The Witcher serisinin İngilizceden değil, Almancadan çevrilmesini şart koştu ve bir anda o iş de yattı. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da oldum anlayacağınız.

İşte bu yüzden Alican geçen sene bu sefer de Galaktik İmparatorluk üçlemesinin çevirisini önerdiğinde evde iki kat fazla göbek atmış olabilirim. Ve hayır, karşı apartmandaki komşuların tam o sıralarda aniden kör olmasının suçunu hâlâ kabul etmiyorum…

Üçlemenin ilk kitabı olan Toz Gibi Yıldızlar, kronolojik olarak Robot Serisi’nden 1400 küsur yıl sonra, Vakıf Serisi’nden ise 8600 sene evvelki bir zaman aralığında geçiyor. Yani Trantor İmparatorluğu henüz ortada yok. Ancak insanoğlu uzaya açılmış ve çeşitli yıldız sistemlerini kolonileştirmeye çoktan başlamış. Hatta aralarında bazı ufak tefek imparatorluklar bile var. Bunların en güçlüsü de acımasız Tyrann İmparatorluğu.

Dünya ise yaşanan nükleer savaşlar sonucunda artık radyoaktif bir gezegen hâline gelmiş, öyle ki çok az bir kısmı yaşanılabilir durumda. Bununla birlikte insanlar hâlâ tarih, felsefe, uzay mekiği pilotluğu gibi kadim ilimleri öğrenmek için Dünya Üniversitesi’ne gidip burada eğitim görüyor. İşte biz de o öğrencilerden biri olan Biron Farrill’in başından geçenlere ve kendisini bir anda Tyrann egemenliğine karşı kurulan bir komplonun tam ortasında bulmasına şahit oluyoruz kitapta.



Kitabı çevirirken en çok keyif aldığım kısım hafif de olsa Robot ve Vakıf serileri arasındaki bağlantıları gördüğüm yerler oldu. Şüphesiz, okur olarak sizlerin de en çok seveceğiniz yerler bu küçük ipuçlarını fark etmek olacaktır. Özellikle Elijah Baley ve R. Daneel Olivaw sonrası Dünya gezegeninin ne tür değişimler geçirdiğini, sonrasında da Vakıf’ta adını sık sık duyduğumuz Trantor İmparatorluğu kurulmadan önce insanoğlunun uzaya yerleşirken ne gibi zorluklarla ve siyasi çekişmelerle karşılaştıklarını görmek ilginç bir tecrübe yaşatıyor.

Kitabın ara başlıkları da çeviri sırasında gülümsememe neden olan bir diğer şey oldu. Eğer dikkat ederseniz bazı bölümlerin isimleri bir sonrakiyle bağlantılı bir şekilde yazılmış. Mesela beşinci bölümün adı “Büyük Başın Derdi” iken altıncı bölümse “Büyük Olur” şeklinde yazılmış. Asimov biraz muziplik yapmış sizin anlayacağınız buralarda. Yazarın kendisi için yazdığı “Hakkında” yazısı da bayağı komik ve eğlenceliydi. Ne yazık ki bizim baskıda kendine yer bulamamış. Ama üzülmeyin, yazımın sonunda bunu da sizlerle paylaşacağım. Siz de azıcık tebessüm edersiniz hem.



Asimov’u orijinal dilinden okuyanlar üstadın dilinin oldukça yalın ve kolay anlaşılır olduğunu bilir. Özellikle de eski kitaplarında daha da sade bir üslup kullanır kendisi. Konuştuğu gibi yazar hatta. Ses kayıtlarını dinlediyseniz ne demek istediğimi kolayca anlarsınız. O yüzden kitabın genelinde çeviri anlamında pek zorlanmadım. Ama saçımı başımı yolduran birkaç nokta olmadı demek değil bu.

Bunlardan ilki kitabın hemen başında karşılaştığım, “When the threshold of head and particle density was reached,” (Kafa ve parçacık yoğunluğu eşiğine varıldığında) cümlesi oldu. Hadi parçacık yoğunluğu tamam da “kafa yoğunluğu” da neyin nesiydi yahu? Hayır, basit bir şeyden de bahsetmiyordu ki üstat; radyasyon bombasını anlatıyordu. O zaman bu neyin kafasıydı? Ben de başladım radyasyonla ilgili yerli, yabancı bir sürü kaynağı araştırmaya. Amacım içinde “head density” yazan bir şeye denk gelebilmekti. Ama ne mümkün! Yok, yok… Neredeyse bir günümü harcamama rağmen bir türlü işin içinden çıkamadım. Ben de o kısmı kırmızıyla işaretleyip geçtim sonunda.

Kitabın ortalarına doğru bu sefer de, “lie is, of course, the son of the ex-Rancher,” (Yalan, eski Kâhya’nın oğluydu elbette) diye başka bir cümle çıktı karşıma. Yalan mı adamın oğluymuş, adamın oğlu mu yalancıymış, hastanede karışıklık mı olmuş, ne olmuş? diye düşündüm bir müddet. Sonra nereden estiyse, “Yahu bu yazım hatası olmasın sakın?” dedim kendi kendime. Haşa, Asimov yapmazdı öyle bir şey… Değil mi? Değilmiş… Sonunda “lie” kelimesini “He” (o) olarak değiştirip cümleyi tekrar arattım ve Toz Gibi Yıldızlar’ın 1983 yılındaki gözden geçirilmiş bir baskısıyla karşılaştım. Benim kitabımdaki “lie” hakikaten de orada “He” olarak geçiyordu. Meğersem Asimov kitabın ilk baskısında orada bir yazım hatası yapmış… Ve yıllar boyunca da kitabın İngilizce baskılarında bu hata olduğu gibi kalmış. Ta ki 30 yıl sonraki baskılarda düzeltilene dek.

Ben de işkillendim, “Yahu acaba şu kitabın başında takıldığım ‘head’ de ‘heat’ olmasın sakın?” diye araştırasım geldi. Aynı cümleyi bu kez de “head” yerine “heat” yazarak arattım ve tombala! Gerçekten de “ısı eşiği” olarak düzeltilmişti o kısım da. Aslında bu şekilde bakınca çok basit bir şey elbette ama insan Asimov gibi birinin yazım hatası yapabileceğini beklemiyor işte. Hadi o yapmış, editörü nasıl uyumuş, o apayrı bir mevzuu. Neyse efendim, Google Books sağ olsun, bunu da böyle çözüverdim.

Beni zorlayan bir başka şeyse Asimov’un bir bölümde Efemeris (gök günlüğü) üzerinden ışınlanmayı anlatmaya başlaması oldu. E çünkü bu Yıldız Savaşları değil. Ve eğer Asimov ışınlanma gibi bir şeyden söz ediyorsa bunu mutlaka sağlam bilimsel ve matematiksel temeller üzerine oturtmalı. Oturtmuş da… Beni oturttu vallahi. Yerime. Gezegenlerin konumunu ρ (ro), Θ (teta) ve φ (fi) harfleriyle temsil eden bu hesaplamayı anlatırken üstat Galaktik Taban Çizgisi, kütleölçer, Galaktik Lens ve gemi-gezegen hattı gibi bir sürü şeyden bahsediyor, üstüne bir de hesaplamasını yapıveriyor. Onunla da kalmayıp saat yönü ve saatin aksi yönü değerlerini yanlış okuyor olabileceğini düşünerek bir de tersten hesaplayıveriyor. Ne şeker, değil mi? Ben böyle anlatınca size kolay görünüyordur belki ama bu kelimelerin İngilizceleriyle ilk defa karşılaşınca ve okuduğunuzdan hiçbir şey anlamadığınızı fark edince hissettiğiniz o panik duygusunu az çok hayal edebilirsiniz sanırım.



Toz Gibi Yıldızlar’da kelime oyunu gerektirecek pek fazla şeyle karşılaşmadım. Onun yerine Vakıf ve Robot kitaplarında geçen bazı terimler vardı: Visiplate, visiphone, book reels, needle gun… gibi gibi. Bu tür terimlerle her karşılaştığımda kendi çevirimi yapmak yerine İthaki’den daha önce çıkan Asimov kitaplarına başvurdum ki tutarlılık olsun, aynı terim kullanılsın, kitapların aynı evrende geçtiğini gösteren o hava bozulmasın. Böylece bu terimler viziekran, vizifon, kitap-film, iğne-tüfek vb şeklinde çevrildi.

Son olarak ben kitabın adını “Toza Benzer Yıldızlar” olarak çevirmiştim. Ama editörlük aşamasında “Toz Gibi Yıldızlar” şeklinde değiştirilmiş bu isim. Aslına daha sadık olmuş.

Böylece bir çeviri macerasının daha sonuna geldik. Öncekiler kadar olaylı olmadığına üzülüyor olabilirsiniz ama bu konuda sizinle hiç ama hiç hemfikir olmadığımı derin bir “Oh!” çekerek belirtmek isterim :) Ha, unutmadan. Asimov’un kendisi için yazdığı espirili “Hakkında” yazısını da hemen aşağıda paylaşıyorum. İşte benden size dev hizmet! (Kopyala-yapıştır yaptı…)

YAZAR HAKKINDA
Isaac Asimov kendini hayretler içerisinde bırakarak Sovyetler Cumhuriyeti’nde doğdu. Bu durumu düzeltmek için çabucak harekete geçti ve ailesi Amerika Birleşik Devletleri’ne göçerken (o zamanlar üç yaşında olan Isaac) onların bavuluna saklandı. Sekiz yaşından beri bir Amerikan vatandaşı.
Brooklyn’de büyüyüp devlet okullarında okuduktan sonra kendisini Kolombiya Üniversitesi’nde buldu ve okul yönetiminin protestolarına rağmen kimya alanında bir dizi derece elde ederek doktora yaptı. Ardından gizlice Boston Üniversitesi’ne sızdı ve öfkeli çığlıklara aldırış etmeden akademik basamakları bir bir tırmanarak biyokimya profesörü oldu.
Bu esnada, dokuz yaşındayken, ilk bilimkurgu dergisini keşfederek hayatının aşkını buldu (cansız anlamda). On bir yaşında hikâyeler yazmaya başladı, on sekizine geldiğinde içlerinden birini yayıncılara gönderme yüzsüzlüğünü bile gösterdi. Tabii ki reddedildi. Sıkıntı ve ızdırap dolu dört uzun ayın sonunda ilk hikâyesini satmayı başardı ve bir daha arkasına bakmadı.
1941 yılında, yirmi bir yaşına bastığı zaman, bugün artık bir klasik olarak görülen “Karanlık Bir Dünya” (Galaksi Şeytanları, Altın Kitaplar) adlı kısa hikâyesini kaleme aldı ve geleceğini sağlama aldı. Ondan bir süre önce robot hikâyelerini, bir müddet sonra da Vakıf serisini yazmaya başladı.
Geriye nicelikten başka ne kaldı? Hâlihazırda 260’tan fazla kitabı basıldı, kütüphanelerin sınıflandırma sistemlerinin bütün belli başlı bölümlerine dağıtıldı ve hiç yavaşlama emaresi göstermedi. Her zamanki kadar genç, hayat dolu ve cana yakın biri; yıllar geçtikçe daha da yakışıklı bir hâle geliyor. Bu küçük özgeçmişi bizzat yazdığından ve mutlak tarafsızlığıyla ünlü olduğundan söylediklerimi kesin kabul edebilirsiniz.
Bir psikiyatr ve yazar olan Janet Jeppson’la evli, önceki evliliğinden iki çocuğu var ve New York’ta yaşıyor.
Isaac Asimov
Kasım, 1982

Not: İlk olarak Kayıp Rıhtım'da yayımlanmıştır. 

24 Eylül 2018 Pazartesi

Nasıl???

Şu sıralar Isaac Asimov'un Pebble In The Sky adlı romanını çeviriyorum. Daha doğrusu çevirmeye çalışıyorum... Çünkü daha ilk 50 sayfada ağzımı burnumu dağıttı üstat. Daha önceki iki kitabına nazaran çok daha fazla bilimsel açıklama var çünkü içerisinde. Zincirleme reaksiyonlar, protoplazmalar, kolloidal dispersiyonlar falan derken şaftım fena kaydı sizin anlayacağınız. Hayır, öyle bir-iki satırlık şeyler de değiller ki. Yazdıkça yazmış üstat, yazdıkça yazmış. Bazı yerlerde iki-üç paragrafı, bazen de bir sayfayı buluyor bu açıklamalar. Hâl böyle olunca da bir günde çevirdiğim sayfa sayısı dibe vurdu.

Sonunda dayanamadım, "Yahu ben bunu bugünün imkânlarıyla bile çeviremiyorsam 1980'lerde nasıl çevirmişler o zaman??" diye sordum kendime, kalan bir tutam saçımı da yolarak. Öyle ya... Bugün elimizin altında hem internet hem de envai çeşit sözlük var. O zamanlardaysa daha doğru dürüst İngilizce sözlük bile yoktu muhtemelen.

Böylece fırlattım attım elimdeki her şeyi, internete girip kitabın Türkçe baskısını aramaya başladım. Sonunda buldum: "Zamandan Kaçış" adıyla Altın Kitaplar'dan çıkmış. Ne zaman? 1984'te... İndirdim dosyayı, açtım ilgili bölümü ve baktım nasıl çevirmişler diye.

Çevirmemişler... :))

23 Ağustos 2018 Perşembe

Haydi Heidi

Malumunuz, kurban bayramındayız. Dün dini vecibemizi yerine getirmek için makul bir vakitte (kargalar kahvaltılarını etmeden) kalkıp büyük bir huzur içinde (kavga gürültü) doluştuk arabalara, düştük yollara... Geçtiğimiz senelerde büyük şehrin imkânlarının neden olduğu imkânsızlıklardan ötürü hep alışveriş mağazalarının listelerine yazılıyor, günümüz gelince gidip, "Burada kesilmişi var!" misali kutulara tıkılmış olarak alıyorduk kurbanımızı. Ama içimize de sinmiyordu hani. Görmüyorsun çünkü. Adamlar usulüne uygun mu kesti, yoksa sırtına binip rodeo mu yaptı ne etti? Şüpheli...

Biz de bu sene değişiklik olsun diye Menemen'deki bir köyde kestirelim dedik kurbanları. Kız kardeşimin eşi Aziz geçen sene gitmiş, görmüş, beğenmiş orayı. Hadi dedik, bu sene beraber halledelim bu işi. Demeye dedik de... yol git git bitmiyor arkadaş. Şehir dışına çıktık, Menemen'i geçtik, tepelere çıktık, daracık yollara girdik falan... Git deseniz bir daha hayatta bulamam, o derece. Ama nasıl güzel oralar. Yemyeşil! Sulama kanaları, dereler, nehirler, ağaçlar, bağlar, bahçeler... İnsanın içi açılıyor resmen.

Neyse efendim, sonunda bir tepenin başında bulunan, küçücük bir yere vardık. İki katlı bir ev, bir kamelya ve alabildiğine yeşillik... "Nereye geldik biz böyle?" dememe kalmadan karşıdan bir kaz sürüsü yaklaşmaya başladı. Asker gibi sıraya dizilmişler, uygun adım yürüyorlar sanki. Vak vak vak vak... Bir de kafalar da bir sağa bir sola dönüyor her vaklamayla. Bana beş-on adım kala durup öylece bakmaya başladılar. Ben de onlara bakıyorum tabii, ne oluyoruz diye. İleri doğru bir adım attım, hepsi kanatlarını açıp bağırmaya başladı. Vakvakvakvak! Amanın deyip, bir iki adım geri çekildim. Onlar da bir-iki adım yaklaştı. Ben geri gidiyorum, onlar geliyor. Ben duruyorum, onlar duruyor. "Barış içinde geldim ey dünyalılar!" dedim, yemediler... Kanlı bir mesele için orada bulunduğumu bir yerlerden duymuşlar anlaşılan. Derken, ben bu kaz açmazından nasıl kurtulacağım diye kara kara düşünürken, kulübelerden birinin arkasından küçücük, bacak kadar bir kız çocuğu fırlayıp sürünün üstüne doğru çığlık çığlığa koşturdu. Kazlar bu heybetli savaşçı karşısında ürkmüş olacak ki (boyları aşağı yukarı aynı seviyedeydi gerçi) hemen dağıldılar. Kazları bol, kızları delikanlı bir memlekete gelmiştim belli ki...

Ben daha karşılama komitesiyle karşılaşmanın şokunu üstümden atamadan bu sefer de çilli bir horoz dikildi karşıma. Sadece dikilmekle kalsa iyi, bir de dik dik bakıp şişiniyor. Tüyleri de beyaz üstüne siyah beneklerden ibaret. Ben diyeyim leopar, siz deyin çita kürkü kuşanmış sanki hayvan. Bir cakalar, bir çalımlar... "Haydaaa..." dedim, "bu da köyün muhtarı herhâlde." Horoz bana şöyle bir baktı, "Bana bak genç, buralar benden sorulur ona göre," der gibi bir kabardı, sonra da çalım ata ata uzaklaştı.

"Oh, bundan da yırttık," deyip arkamı dönmemle küçücük bir keçi yavrusuyla burun buruna gelmem bir oldu. "Nee?" dedim. "Meee!" diye cevap verdi. Mantıklı hayvan... O sırada da yanımda Metin Abi vardı. "Ben bunu öperim!" diye aşka gelip keçinin üstüne koşturdu. Ufaklık da, "Ben bundan kaçarım!" diyerek bir koştu... bir sıçradı... Aman yarabbi, sanki keçi değil, Süpermen! O minnak şey öyle bir havaya sıçradı ki benim boyumu aşıp yanımdan uçuverdi resmen. Ben de ağır çekimde, ağzım zarafetle bir karış açık vaziyette onu gözlerimle öylece takip ediverdim.

Sonra bir sülün gördüm, hatta hayatımda ilk defa sülün sesi duydum. Biraz ileride bembeyaz güvercinlere rastladım, üzerlerinde bir tanecik bile siyah benek yoktu. Danalar, ördekler, kuzular derken köye inen masum şehirli misali yerimi yurdumu iyice şaşırdım. Hatta kendimi Heidi çizgi filminde gibi hissetmeye başladım. Hani bir köşeden, "Haydiiii! Haaaaydiiiii!" diye şarkı söyleyerek çıksa şaşırmazdım.

Derken tam o sırada arkamdan bir ses duyuldu. "Haydeeee!" Dedim geldi! Vallahi de Heidi geldi! Siyah saçlı, al yanaklı, pembe kıyafetli bir kız görme beklentisiyle yavaşça arkama döndüm... Ak saçlı, çalı sakallı, kaba görünüşlü bir ihtiyarla karşılaştım. Mandıra sahibi... "Haydeee," dedi bir daha. "Sökülün kurban paralarını, haydeee!"

Söküldüm...

18 Temmuz 2018 Çarşamba

"Miskin mi demek istediniz?"

Şu sıralar harıl harıl Asimov'un Uzay Akımları (Current Of Space) kitabını çeviriyorum. Ortalarında bir yerlerde Fifelı Samia (Samia of Fife) adında genç bir kadın çıkıyor karşımıza. Asimov'un alametifarikası olduğu üzere kendisi bilime âşık olan, sıradan bir ev hanımı olmaktan uzak, ne istediğini bilen bir kadın olarak portre ediliyor.

Gelgelelim bir noktada anılarına dalıyor ve dadısıyla aralarında geçen bir konuşmayı hatırlıyor.

“Neden böyle parlıyor dadı?”
“Çünkü o kirt Miakins.”

'Miakins' mi? Bu kızın adı Samia değil miydi yahu? Miakins de nereden çıktı şimdi? Soyadı mı acaba diye merak ettim önce. Öyle ya... "Fife" gezegeninin veya şehrinin ismi olabilir sonuçta. Ama ı-ıh. Tam adı Fifelı Samia olarak geçiyor her yerde. Kitabı hızlıca taradığımda Miakins kelimesinin sadece iki yerde geçtiğini gördüm. İkisi de dadısı tarafından, Samia'ya hitaben teleffuz ediliyor. E, baş harfi büyük olduğundan özel isim olduğu da belli. İyi de ne ki bu şimdi??

Sonraki işim kendine güveni olan her çevirmenin yapacağı gibi bir koşu gidip her derde deva olan Google'dan kopya çekmek oldu! :P Ama karşıma çıkan sonuç hüsrandı:

"Miskin mi demek istediniz?"

"Hayır be her derde dana Google! Miskin demek isteseydim öyle yazardım, salak mıyım ben?" dedim (Ekranda "evet" çıkıyormuş). Ardından "Asimov" ve "Miakins" kelimelerini yan yana arattım, ama sonuç yine aynıydı. "Miskin mi demek istediniz?" Hışımla arama üstüne arama yaptım: Samia Miakins, Currents of Space Miakins, Fife Miakins... Ama yok! Yok arkadaş, yok. En nihayetinde karşıma tek çıkan çevirmeye çalıştığım kitabın bölümleri oldu sadece.

Sonra, tam da ümidi kesmişken, "Ya acaba bir küçültme sıfatı falan mı? Hani Mehmet'e Memo deriz ya hani..." diye bir düşünce geçti aklımdan. Nasıl geçti diye sormayın, manyak işte...

Derken bir "anne-bebek" sitesinde çocuğunun adını "Savannah" koymak isteyen ama bunun nasıl kısaltılacağından emin olamayan bir anne adayının yazdıklarıyla karşılaştım. Hamile ve çocuklu anneler bu ismin kısaltılıp kısaltılamayacağı konusunda hararetli bir tartışmaya girmişler. En sonunda da bir tanesi iyice kızıp de demiş ki, "Her isim kısaltılabilir. Benim kızımın adı Mia. Ve ona Moo, Minky, hatta Miakins bile diyorlar."

Miakins = Miacık...

Böylece çeviri için araştırma yaparken girdiğim abuk sabuk sitelerin arasına bir de hamilelik sayfaları katıldı. Doğurtturdun be Asimov!

7 Haziran 2018 Perşembe

Na-niii! Na-nii!

Bu aralar acil servis şoförü gibiyim.

Bir-iki hafta önce muhabbet kuşumu kan revan içinde veterinere yetiştirmiştim. Her hafta kontrole gidiyoruz şimdi, pansumanı yapılıyor.

Dün akşam da tam iftar vaktinde canım annemin eli iki yerden birden çok fena kesildi, her yere kanlar fışkırdı. Turnike yaptık, acile götürdük apar topar. Dikiş attılar, 1 hafta elini suya sokmayacaksın dediler. (Bilin bakalım yemek ve bulaşıklar kime kaldı :P) Şimdi de annemi götüreceğim günaşırı kontrole.

Panik anında araba nasıl sürülür, kan nasıl durdurulur, kırmızı ışıkta nasıl geçilir, şehrin en izbe köşelerindeki nöbetçi eczaneler nasıl bulunur, ara sokakta yol vermeyen şoförlere nasıl küfredilir, arkada annenizin olduğunu hatırlayıp nasıl kızarılır... Hepsini öğrendim!

Meslek değiştirip ambulans şoförü mü olsam acaba? (Olacakları görür gibiyim...)

25 Mayıs 2018 Cuma

Müebbet muhabbet

İki gündür veterinerlerde koşturuyoruz. Çılgın'ın kanadında bir kitle çıkmış. Doktor da oraya operasyon yaptı. Ama bizimki durur mu? Gagalayıp kanattı orayı eşek sıpası. Kan kaybından gidiyordu az kalsın...

Üstüm başım, yüzüm gözüm kan olmuş bir vaziyette yine veterinere gittik dün. Adam orayı dağladı, dikiş attı, bir daha gagalayamasın yarasını diye de kafasına bu koniyi taktı.

Şimdi çay kaşığıyla yem ve su veriyoruz beyime. O ise hâlâ şaklabanlık peşinde. Koniyi çıkarmak için geri geri koşuyor, bizi kandırıp aparatı çıkarttırmak için kafasını okşatıyor (hiç yapmaz). Bir yandan üzülüyorum bir yandan da gülüyorum kerataya.

Şuncacık can, nasıl da içini acıtıyor insanın... 9 yıllık arkadaşımız sonuçta. Dua ediyoruz şimdi iyileşsin diye.

27 Nisan 2018 Cuma

İkinci Baskı!


Cthulhu mitosu ile Titanik faciasını harmanladığım kısa romanım "Geçmişin Gölgesi Geleceğin Laneti" (Bkz. Bir kitaba neden uzun isim vermemeliyiz) ikinci baskısını yapmış. 

Başta emekleri için sevgili editörüm Aşkın Güngör olmak üzere okuyan herkese ve bugüne kadar tek kuruş telif ödemeyen yayınevime teşekkürler 😄

19 Nisan 2018 Perşembe

Kitapkolik...


Kitap alıp alıp okumamanın zararları... 

Uzun zamandır merak ettiğim bir romanı Kitapyurdu'ndan sipariş etmek üzereydim az önce. Sonra dur dedim, bir bakayım kitaplığımda var mı... Aradım taradım, tam yok galiba derken çıktı karşıma. Ama bir de ne göreyim? İki tane var! Üstelik ikisini de altlı üstlü koymuşum kitaplığa ve bundan haberim bile yok 😅 

Bir kısmını okumaya başlasam iyi olacak gaaalibaaaaaağğğ...

11 Nisan 2018 Çarşamba

Gece yarısı editör tırlatması...

Babür İmparatorluğu'yla ilgili şu malum tarihi romanın düzeltisine devam ediyorum. Az önce geldiğim bölümde "Mangligh boyunun beyi İbrahim Saru" (Ibrahim Saru, the leader of the Mangligh clan) diye bir adamdan söz ediliyor. Çevirmen "Mangligh" adını olduğu gibi bırakmış. Tabii benim gene kaşıntım tuttu. "Adamın adı İbrahim, halk Müslüman, boyun adı Mangligh, he mi? Olur mu len öyle şey?!" diyerek başladım araştırmaya.
Geçen seferden tecrübeli olduğum için bu sefer direkt Babürname'ye baktım ve "Manglıg ilinden İbrahim Saru" şeklinde çevrildiğini gördüm. Özbekistan'da Manglıg diye bir il var mı peki? Tabii ki yok... Hatta tarihi hiçbir kaynakta "Manglıg" diye bir yer yok. Yani yanlış çevrilmiş.
Bunun üzerine İngilizce Babürname'yi açtım. İyice arayıp taradıktan sonra denk gelen bölümü buldum ve orada da "Mingligh halkından İbrahim Saru," (Ibrahim Saru is of the Mingligh people) çevirisiyle karşılaştım. Mangligh oldu size Mingligh. E iyi de Çin'de ya da Hindistan'da değiliz. Özbekistan'ın göbeğinde, Semerkant ve Fergana civarındayız. Mingligh diye boy ismi mi olurmuş? Olmaz! Zaten aramalarda da öyle bir halk çıkmıyor kesinlikle.
Bu sefer de mingligh kelimesini araştırmaya başladım. Derken Cengiz Han'ın ordu düzenlerine verdiği isimlerle ilgili akademik bir makaleyle karşılaştım:
Tuman-begi (10,000 soldiers) 
Yuz-atlik (Centurion of horse)
Mingligh (1000 soldiers)
"Tuman-begi" bariz bir şekilde Tümen Beyi, ya da bizdeki Tümen Komutanı, yani 10.000 kişiye komuta eden subay. Yüz atlık ile ne kastedildiği de belli. O zaman Mingligh de Binbaşı, ya da eski adıyla Bin Beyi oluyor... mu acabaaa? 
İşi sağlama alıp Babürname'nin orijinal dilinde (orijinal dili, dikkatinizi çekerim) yazılmış metinlere de baktım. Ve şöyle bir cümle buldum:
"...tört-beš ming kišini šabīxūnğa yibärdük."
Aradaki "ming" kelimesine dikkat. Türkçesi:
"... dört-beş bin adamı gece baskınına gönderdik."
Ming = Bin
Mingligh = Binbaşı / Bin Beyi

Peki bu ne demek? Kitabın İngiliz yazarı Alex Rutherford, "mingligh" kelimesini yanlış anlamış ve bir boy olduğunu farz etmiş. Hatta Babürname'yi İngilizceye çeviren diğer kişi de aynı hatayı yapmış. Yaaaniiiiiiiiiiii... çevirmenin hatalarını geçtim, artık yazarın yanlışlarını da düzeltiyorum!!!! Nirvana'ya ulaştım!!!!! Nerede benim bir sıkımlık diş macunum???? 
Ben yatmaya gidiyorum... 

3 Nisan 2018 Salı

Bir Editörün (Hazin) Günlüğü



Babür İmparatorluğu’yla ilgili bir romanı düzeltme maceram, yirminci gün:

* Sabah erkenden kalk. Hırs yap. “Bugün en az 20 sayfa düzelteceğim! Bitecek o kitap!”

* Bilgisayarı aç, hevesle çalışmaya başla. İlk cümle hatalı, düzelt. İkinci cümle hatalı, düzelt. Üçüncü cümle hatalı, düzelt. Dördüncü cümle…

* Özel bir isme denk gel: “Chakraks.” Savaşçı bir Özbek kavmi. Hmmm… Çevirmen nasıl çevirmiş diye bak: “Şakraklar.”

* İçine kurt düşür. “Şakraklar doğru mu acaba yav? Tarihte böyle bir kavim var mıymış ki? Çakraklar olmasın o?”

* Kavimle ilgili kitapta geçen diğer detayları kontrol et. Savaşçı, acımasız, hain, dönek… Şakrak? Eli kanlı savaşçılar için fazla “şen şakrak” bir isim olmasından kıllan.

* Google’ı aç, Şakraklar adını arat. Karşına çıkan şen şakrak resim ve haberlere bakakal.

* Çakraklar olarak bir daha şansını dene. Bir sürü reiki ve yoga sitesiyle karşılaş. “Çakralar mı demek istediniz?”

* Çakrakları tırnak içinde yaz, Google’ın arama üçkâğıtlarına başvur. Bu sefer de çakra yerine yanlışlıkla çakrak yazan reiki ve yoga siteleriyle karşılaş. Kudur…

* Saatlerce ara ama bir şey bulama. Öğlene doğru Mehmet Berk Yaltırık’a (tarihçi ve yazar) mesaj at. Durumu anlatıp kibarca (salya sümük) yalvar.

* Gelen cevap: “Araştırmalarımda böyle bir boya hiç denk gelmedim. Jigrak adı verilmiş, orijinal ismi bu. Ama Türkçe bir karşılıklarını bulamadım. En olmadı Çakraklar dersin, dipnot olarak belirtirsin.”

* Teşekkür et. Şakrakları şen şakrak bir biçimde Çakraklar olarak değiştirmeye hazırlan.

* Rahat edeme. Huzursuz ol. İçine sinmesin. Bulmak için inat et. Babürname’nin İngilizcesini ara, bul, indir. “Jigrak” kelimesinin geçtiği bölümü bul. Şimdi de Babürname’nin Türkçesini ara, bul, indir. Jigrak’ın karşılığına bak: Çegrekler. ÇEGREKLER! Yihhuu!

* Mutluluk dansı et!

* Dansın tam ortasında saate bakakal. Akşam olmuş! Bütün günün tek bir kelimeyi araştırarak geçmiş. Peki kaç sayfa düzeltmişsin? Dört… DÖRT!!!

* Ağla….