31 Ekim 2009 Cumartesi

Hayati Dünya'dan bir misafir (Bölüm 2)

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

Delikanlı gözlerini açtığında kendisini küçük bir hücrede elleri arkasından zincirlenmiş vaziyette buldu. Onu buraya kim tıktıysa kaçmayacağından emin olmak istemişti anlaşılan. Çok fazla uzaklaşmış olamazdı. Dışarıdan hâlâ o garip müziğin tınısını ve kalabalığın uğultusunu duyabiliyordu çünkü. Zincirlerinden kurtulmak için biraz debelendi ama çırpınmanın faydasız olduğunu fark etmesi fazla zamanını almadı. Çaresizlikle iç geçirip omuzlarını çökertmişti ki hücresinin karanlık köşelerinden oldukça tiz ve ince bir ses duyuldu.
“Nihayet uyandın demek?” dedi ses. Anlaşılan bir hücre arkadaşı vardı.
“Nerdeyim? Kimsin sen?” diye sordu delikanlı merakla.
“Ah nihayet konuşkan birisi!” diye yanıtladı ses hevesle onu. “Senden önceki hücre arkadaşım hiç de hoş sohbet biri değildi. Bir bar kavgasına karışmıştı galiba. Tam olarak öğrenemedim. Bilirsin cüceler pek konuşkan olmazlar. Irkımla ilgili bir alıp veremediği de vardı sanırım. Gerçi ben bunu pek dert etmedim. Cücelerle ilgili hatırı sayılır bir tecrübem var ne de olsa! Hatırlıyorum da bir keresinde…”
“Nerede olduğumuzu söyleyecek misin söylemeyecek misin?” diye tersledi delikanlı. Eğer araya girmezse karşısındaki hiç susmayacakmış gibi bir hisse kapılmıştı nedense.
“Nerede miyiz? Bir hücrede tabii ki! Yoksa daha önce hiçbir hücrede bulunmadın mı? Ay çok heyecanlı! Kendi ilk hücre deneyimimi hatırlıyorum da…”
“İlk hücre deneyimin mi? Daha önce de mi hücreye girdin? Nesin sen, azılı bir suçlu falan mı?” diye sordu delikanlı telaşla.
“Yo yo! Hayır! Hepsi sadece yanlış anlaşılmalardan ibaret olaylardı. Zaten hepsinde de gardiyanlar beni hücreden kendi elleriyle çıkartıp şehir kapılarına kadar da eşlik etmişlerdir. Gerçi pek kibar olduklarını söyleyemeyeceğim ama… Aman o kadar kusur goblin kızında da olurmuş derler.”
“Goblin mi? Kimsin sen Allah aşkına?”
“Ay! Ne kadar kabayım. Kendimi tanıtmadım değil mi?” dedi ses ve oturduğu gölgeler içerisinde ayağa kalkıp ışığa doğru geldi. Bir çocuğun boylarında, çocukça bakışlara sahip, sivri kulaklı bir yaratıktı bu karşısındaki. Yürüdükçe başındaki tepe saçı ve belindeki keseleri bir o yana bir bu yana hoplayıp duruyordu. “Ben Tasslehoff Burrfoot. Tanıştığımıza memnun oldum.” dedi incecik sesiyle. “Kusura bakma, elini sıkmak isterdim ama gördüğün gibi ben de senin gibi zincirliyim.” dedi zincirlerini şıkırdatarak.
“Tazle-ne?” diye sordu delikanlı şaşkınlıkla. Hâlâ karşısında duran şeye şaşkınlıkla bakıyordu.
“Dostlarım kısaca bana Tas der. İstersen sen de böyle söyleyebilirsin. Ne de olsa artık arkadaş sayılırız. Aynı hücreyi paylaşıyoruz, baksana…” dedi çılgınca bir sırıtışla. Sanki bir pastayı falan paylaşmaktan bahsedermiş gibi rahatça söylemişti bunu.
“Ay ne ilginç kıyafetlerin var senin. Hiç böylesini görmemiştim.” diyerek deri cekete ilgiyle bakmaya başladı. Tasslehoff’un birbirinden alakasız ve oldukça renkli kıyafetlerine bakan delikanlı ister istemez bu yoruma güldü.
“Sanki şey kıyafetleri gibi… Ne diyorlardı ona? Hah, Waffle!”
“Muggle.” diye düzeltti delikanlı, kendisini de şaşırtarak.
“Aman, her neyse işte.” dedi kender. Sonra birden, kocaman açılmış gözlerle delikanlıya bakarak “Sen onlardan biri misin yoksa?” dedi heyecanla.
“Şey…” diye mırıldandı delikanlı.
“Ay çok heyecanlı! Uzun zamandan beri ilk defa Hayati Dünya’dan biriyle karşılaşıyorum biliyor musun?” dedi kender.
“Hayati Dünya mı?”
“Evet! Senin dünyan… Canım biliyorsun ya işte, Hayali’nin tersi.”


Delikanlı sadece şaşkın bir biçimde başını sallamakla yetindi. Ne diyeceğini bilemiyordu. Fakat görünüşe bakılırsa Tas ne diyeceğini fazlasıyla iyi biliyordu ki susmak nedir bilmeden konuşmaya devam ediyordu. Kısa bir süre içinde delikanlı Tasslehoff’un bir kender olduğunu öğrenmiş,  Sturm, Tanis, Flint ve adını hatırlayamadığı bir sürü kişi ile ilgili garip hikâyeler dinlemek zorunda kalmıştı. Tam Tas, Trapspringer amcası ile ilgili bir hikâye anlatmaya başlamıştı ki delikanlı daha fazla dayanamayarak “Lütfen sus artık!” diye bağırdı. Kendisiden önceki cücenin neden hoş sohbet olmadığını anlamaya başlamıştı. Büyük ihtimalle cüce ağzını açmaya dâhi fırsat bulamamıştı da ondan.
Tas alınmış bir ifadeyle “İyi iyi sustum. Sen de en az o cüce kadar sıkıcı olmaya başladın, biliyor musun? Gerçi senin bir sakalın yok ama sen ne demek istediğimi gayet iyi anladın sanırım. Sana sakal yakışmayacağından değil yanlış anlama. Sakalım olmasını ne kadar da çok isterdim. Kenderlerin sakalı çıkmıyor biliyor muydun?”
“Tas…”
“Tamam! Sustum!”
Bu kez gerçekten de susmuştu anlaşılan. Delikanlının başı zonkluyordu. Çabucak buradan kurtulmak için bir çözüm bulmalıydı. Burada akıbetini beklemeye hiç niyeti yoktu. Ayrıca Tasslehoff her an yeni bir hikâye anlatmaya başlayabilirdi ki bunu kaldırabileceğinden pek emin değildi. Bir müddet karanlıkta oturup sessizce düşündü ama aklına herhangi bir şey gelmedi. En sonunda konuşan yine Tas oldu; “Canım sıkıldı.”
Diyarlarda bu sözü duyup da arkasına bakmadan kaçmayacak kişi yoktur. Kilitli bir odada canı sıkkın bir kenderle kapalı kalmaktansa koskoca bir orduyla tek başına, hem de silahsız olarak dövüşmeyi kabul edecek bir sürü savaşçı bulmanız mümkündür. Maalesef delikanlının kenderlerle olan tecrübesi şu son yarım saati geçmediğinden nasıl bir tehlike ile burun buruna olduğundan bihaberdi.
Bir iki zincir şakırtısı duyuldu ve Tas zincirlerinden kurtulmuş bir vaziyette hücrenin içinde dolanmaya başladı.
Delikanlı şaşkınlık ve öfke karışımı bir duyguyla “İstediğin zaman zincirlerinden kurtulabilir miydin yani? Niye bunu daha önce söylemedin ki?” diye sordu.
“Sormadın ki…” diye yanıtladı Tas, masumane bir sırıtışla. “Dur seni de çözeyim de düzgün bir şekilde tanışalım.” dedi ve hızlıca delikanlının zincirlerini tutan kilidi de açtı. Ardından minik elini uzatarak “İşte! Şimdi tanışabiliriz. Ben Tasslehoff.” dedi memnuniyetle.
Delikanlı kendisine uzatılan bu eli çevirmedi ve kenderle el sıkıştı. Ne de olsa buradan çıkmak istiyorsa kendere ihtiyacı olacaktı. “Memnun oldum Tas. Saatimi geri alabilir miyim lütfen?”
“Ay! Bu senin mi? Düşürmüş olmalısın. Al işte, ben olmasam kaybedecektin gördün mü?” diyerek saati geri verdi.
“Bak Tas. Benim burada olmamam gerekiyor. Bir şekilde geri dönmem lazım, beni anlıyor musun?”
“Ah, tabii. Merak etme ben sana yardım ederim. Çok heyecanlı!” dedi kender hevesle.
“Kilitler konusunda çok ustasın bakıyorum.” dedi delikanlı yerdeki zincirleri göstererek.
“Öyle. Kenderlere özgü bir ustalıktır.” diye sırıttı Tas.
“Bahse girerim hücrenin kapısını da açabilirsin.”
“Elbette! Çocuk oyuncağı. Şimdi düşündüm de… Eminim gardiyanlar da bizi içeri kilitlemek istememişlerdir. Eminim o yaşlı adamcağız anahtarı kilitte dalgınlıkla çevirmiştir. Eh, onun hatasını düzeltmek de bize kalıyor. Eminim buna çok sevinecek.” diyerek hızla kapıya yöneldi. Bir dakikadan kısa bir süre sonra dışarıdaydılar. Kapıda da gardiyan falan yoktu. “Mahkûmlarının kaçamayacağından oldukça emin olmalılar.” diye fikir yürüttü delikanlı.
“Onları suçlayamam doğrusu. Dışarıda yılın en büyük karnavalı dururken kim buraya tıkılmak ister ki?” dedi Tas.
“Ne karnavalı?”

(Devam edecek...)

Tasslehoff Burrfoot art by suletyel
Hapishane fotoğrafı / Prison photo by www.fromoldbooks.org

30 Ekim 2009 Cuma

Bir garip grip

Geçen cumartesi üzerinize afiyet bir güzel hastalandım. Ateşim çıktı, tansiyonum düştü falan… Klasiktir, ne zaman bayram seyran olsa ben hemen hastalanırım ve o çok değerli tatil gününü evde hasta yatarak geçiririm (Hayır efendim, akrabalarım arasında bir bedevi falan yok). Her neyse… Baktım ki olacak gibi değil, işten izin alıp eve gitmeye karar verdim. İzini aldım almasına ama başım öyle bir dönüyordu ki bırakın eve gitmeyi şuradan şuraya zor adım atıyordum. Ben de çareyi bizimkileri aramakta buldum. Ama başıma geleceği bilsem aramazdım herhalde. Annem hasta olduğumu duyunca birden panikledi. Malum, bugünlerde hangi kanalı açsak bir Domuz Gribi haberine rastlıyoruz ne de olsa… Kadıncağız da korktu tabi haliyle. Babamla birlikte apar topar gelip beni aldılar. Ben her ne kadar “Yok bir şeyim yahu, alt tarafı biraz üşütmüşüm.” desem de kimse beni dinlemedi ve soluğu bir poliklinikte aldık.

Resepsiyondaki hemşire bizi güler bir yüzle karşıladı. “Hoş geldiniz. Neyiniz var?” dedi gülümseyerek.
“Grip…” dedim boğuk bir sesle.
Hemşirenin yüzündeki gülümseme hemen soluverdi ve hemen yüzüne bir doktor maskesi geçiriverdi. “Hasta kim?” diye sordu ardından.
“Ben…” dedim bezginlikle.
Hemşire benimle olan mesafesini koruyarak “Kayıt yaptırmanız lazım. Sizi şöyle alalım.” diyerek resepsiyon masasının arkasına kaçıverdi. Bu sırada ben masanın üzerindeki tabelaya takmış vaziyetteydim. “Resepsiyon ve kayıt deski” yazıyordu tabelada. “Haydi, resepsiyonu anladık da desk de ne oluyor? Masanın cılkı mı çıktı sizi Türkçe katilleri…” diye söylenmekle meşguldüm içimden. Hemşire, sanki patlamaya hazır bir saatli bombaymışım gibi arada bir bana kaçamak bakışlar fırlatarak kaydımı yaptı ve bizi yukarı gönderdi.

Bizim şansımıza tam da öğle yemeği vaktinde oraya varmışız. Herkes yemekte olduğu için biraz beklemek zorunda kaldık. Bir müddet bekledikten sonra ise doktor bey yemekten döndü. Ama ne doktor… Adamla ilk tanışmanızda kendini “Boksörüm.” ya da “Güreşçiyim.” diye tanıtsa kesinlikle yadırgamasınız. O derece iri ve yapılı bir adam yani… Kapılardan eğilerek geçiyor, gerisini siz düşünün. “Bu adam mı muayene edecek beni?” diye düşünürken sıra çabucak bana geldi. Oturduğum köşeden kalktım, muayenehaneye girdim. Doktor, masasının arkasına oturmuş kuşkuyla beni süzüyordu. “Grip misiniz?” dedi kuşkuyla.
“Evet…” dedim pervasızca. İlk defa grip olmuyordum ya canım?
Adam masasının arkasında hafifçe büzüştü. “Baş dönmeniz var mı peki?” diye sordu hafif ürkekçe.
“Evet, var.” dedim yine aynı kayıtsız ses tonuyla. Doktor masasının arkasında biraz daha küçüldü. “Peki, midenizde bir kasılma veya başka bir ağrınız var mı?” diye sordu.
“Hayır, yok.” dedim. Yoktu çünkü… O anda adam biraz rahatladı. Derin bir nefes aldı ve “Şöyle uzanın, bir bakalım.” dedi.
“Tamam” dedim ve kendimi muayene yatağına atıverdim. Doktor “Buralarda bir acı ya da ağrı olmadığına emin misiniz?” diyerek iri elleriyle mideme bastırdı. İşte o anda yıllardır olmayan bir şey oldu. Gıdıklandım…
Kıkır kıkır gülerek “Hayır, yok.” dedim. Doktor önce biraz şaşırdı tabii…  Sonra “Peki ya burada?” diyerek başka bir bölgeye bastırdı. Ben yine kıkırdayarak “Hayır.” dedim. Sonunda doktorda gülerek bir yere daha bastırdı. Ben yine güldüm. Doktor bir tebessümle masasının arkasına döndü ve “Sanırım ciddi bir şeyiniz yok. Ama biz her ihtimale karşı sizi bir-iki saat gözlem altına alalım. Bir de serum takalım.” dedi. Hayda… Serum da nereden çıkmıştı şimdi?
Ben gerek yok falan diyemeden annem araya girdi ve “İyi olur.” diyerek operasyona onay verdi.

Birkaç dakika sonra polikliniğin üst katlarında bir yatakta somurtkan bir yüzle yatmaktaydım. Annem de başucumdaki bir koltukta oturmuş, beni izliyordu. İçeri bir serum şişesi eşliğinde orta yaşlarda iki hemşire girdi.
“Eveeeet. Şimdi…” dedi hemşirelerden biri, elindeki iğneyi hazırlarken.
“Şimdi acıyacak…” diye homurdandım hafif esprili bir şekilde.
Hemşireler bana şaşkınca bir bakış attılar. Daha önce espri yapan bir hasta görmemişlerdi herhalde. Benim de huyumdur, böyle stresli anlarımda illa ki bir-iki şaka yaparım. Neden bilmem…
Hemşireler gülüp “Evet, şimdi acıyacak.” dediler ve iğneyi haşırt! diye saplayıverdiler sağ koluma. Acıyacak derken şaka yapmıştım ben hâlbuki!

Biri serum takarken diğeri kan örneğimi alıyordu. Kan örneği alan hemşire “Sigara kullanıyor musunuz?” diye sordu klasik olarak. Ben soruyu yanıtlayamadan annem araya girerek “Hayır kullanmaz. Oğlumun hiçbir kötü alışkanlığı yoktur.” dedi. Hemşireler bu yorum üzerine merakla dönüp bana baktı. Bense “Annem öyle sanıyor.” diyerek bir espri daha yapmakla yetindim. Herkes güldü tabii… Ne de olsa iğnelerin girdiği kol bana aitti. “İki saat burada kalacaksınız İhsan Bey.” dedi hemşirelerden ilki. “Bir şeye ihtiyacınız olursa seslenin.” diye devam etti ve ikisi birlikte dışarı çıktılar.

İki saat sonra ben hâlâ aynı yataktaydım ama serum hiç de bitecek gibi görünmüyordu. Daha yarısına bile gelmemişti. Fakat serumun etkisiyle benim çok feci şekilde tuvaletim gelmişti. Kolumda serum olduğu için yerimden kıpırdayamıyordum. Anneme durumu izah ettim ve annem hemen hemşireyi çağırmaya gitti. Az sonra hemşirenin başı kapıdan göründü ve “Hemen geliyorum İhsan Bey.” diyerek tekrar gözden kayboldu. Yattığım yerde ileri geri sallanarak hemşireyi beklemeye devam ettim. Bu esnada karşı odadan sürekli ağlayan bir çocuk sesi geliyordu kulaklarıma. Ama hemşireden eser yoktu. Meğerse o çocuğa iğne yapmaya çalışıyormuş. En sonunda dayanamayıp “Bırakın yahu. İğneyi çocuğa ben yaparım. Yeter ki beni tuvalete götürün!” diye bağıracaktım ki hemşire göründü. Tam zamanında… Yoksa ağlayan çocuk sayısı ikiye çıkacaktı.

Tuvalet faslından sonra yatağıma geri döndüm ve serumu almaya devam ettim. Bu esnada ateşim düşmüştü neyse ki… Hemşire arada bir gelip gidiyor ve bir taraftan tansiyonumu, ateşimi vs. kontrol ediyor bir taraftan da sohbet ediyordu. Sohbet esnasında “İhsan Bey”lerin giderek yerini “İhsan”a bıraktığı dikkatimden kaçmamıştı. “Bir daha ki gelişinde İhsoş derse şaşırmamak lazım.” dedim anneme. Annem ise televizyonu kurcalamakla meşguldü fakat bir türlü açamamıştı. O esnada hemşire tekrar geldi ve anneme yardım etmeye başladı. Ama o da açamadı. O da başka bir hemşireyi çağırdı, o ise bir başkasını. Kısa süre içinde odama kadınlı erkekli bir sürü insan dolmuştu ve hepsi de işini gücünü bırakmış televizyonu açmak için uğraşıyordu. Çok komik bir görüntüydü doğrusu.

Altı saatin sonunda serumun tamamı damarlarıma zerk oldu ve böylece iki saatlik gözlem sona ermiş oldu. Ben ise kolumda pis bir sızı ve yatmaktan dolayı sırtım uyuşmuş vaziyette odayı terk ettim. Bu hayatımın en uzun iki saatlerinden biriydi. Hastalığımı ise ancak bugün üzerimden atabildim. Aman dikkat…

29 Ekim 2009 Perşembe

Göl halkı (Bölüm 6) -Son-


Gölün buz gibi suyu ayaklarına değdiğinde istemsizce ürperdi şövalye. Başka zaman olsa suya tamamen girmeden önce iyice oyalanır ve vücudunun suya alışmasını beklerdi. Ama şu anda böyle bir lüksü yoktu. Birkaç büyük adım daha atıp gölün ortasına doğru ilerlemeye başladı. Şimdi vücudunun yarısı suyun içindeydi fakat Galsamotu henüz bir işe yaramış gibi görünmüyordu. Endişe ile Marvin’in yanlış bir ot verip vermediğini düşünürken ellerinde garip bir karıncalanma başladı. Durdu ve merakla ellerini yüzünün hizasına kaldırıp baktı. Parmaklarının arasında çıkan perdeleri gördüğünde az kalsın şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Şimdi elleri normal bir insan elinden çok birer yüzgece benziyordu. Aniden boynunun yan taraflarında keskin bir acı hissetti ve elini o bölgeye attı. Solungaçları vardı! Bu kadarı da çok fazlaydı doğrusu. O kadar şaşırmıştı ki hafiften başı bile dönmeye başlamıştı. Hayır… Başının dönmesi şaşkınlığından değildi. Nefes alamıyordu! Ne yapacağını bilemez bir vaziyette kendini gölün soğuk ve karanlık sularına attı. Sudan aldığı ilk yudumda kendini daha iyi hissetti ve baş dönmesi anında geçti.

“Şu haline bak! Balık gibi oldun! Yoksa ayı balığı mı demeliydim?” diyerek kahkahalar attı kılıç. Şövalye kızgınlıkla bir şeyler söyledi ama ağzından çıkan şey sadece köpükler oldu.
“Ne dedin anlayamadım?” diye dalga geçti kılıç. Şövalye tek yumruğunu sallayarak kızgınlıkla bir şeyler daha söyledi ama ağzından çıkan şey yine baloncuklardan ibaretti.
“Evet haklısın. Bence de gulu-gulu-gulu! Mu-ha-ha-ha!” diyerek daha da gür bir kahkaha attı kılıç. “Bu harika! Ben konuşuyorum, sen susuyorsun. Üstelik beni susturmak için tek kelime bile edemiyorsun. İşte buna bayıldım doğrusu.” diye ekledi ardından, kıkırdayarak. Bunun üzerine şövalye resmen köpürmeye başladı. Hem de her iki anlamda…
“Tamam canım, sinirlenme hemen. Dinle… Galsamotu yalnızca 1 saate yakın bir dilimde etkili olacak. O yüzden rehineleri bulmakta acele etsek iyi olur.” dedi kılıç.
Şövalye her ne kadar sinirinden kuduruyor da olsa bu bilgiyi göz ardı edemezdi. Anladığını belirtmek için bir işaret yaptı ve daha önceden belirlediği bir rotayı takip ederek gölün derinliklerine doğru yüzmeye başladı.

El ve ayaklarında çıkan yüzgeçler sayesinde normal bir insanın hareket edebileceğinden çok daha hızlı ve kolay hareket edebiliyordu. Böylece suyun altında ilerlemek tahmininden çok daha kolay olmuştu. İçinden ihtiyar Rowling’e ve Marvin’e sessiz bir teşekkür etti. Belirlediği yönde bir süre ilerledikten sonra gölün dip kısmında doğal olmayan bir ışık kaynağı keşfetti. İlerleyişini bu yönde devam ettirdi ve kısa süre içinde istediği noktaya vardı. Kılıcının “Yosun mu? Iyy, iğrenç!” şeklindeki yakınmalarına kulak asmayarak uzun yosunların arasına saklanıp ışık kaynağına daha yakından baktı. Genişçe bir sualtı mağarasının girişinden geliyordu ışık. “Sence aradığımız yer burası mıdır?” diye sordu kılıç merakla. Tam o esnada, sanki kılıcın sorusuna cevap vermek istermişçesine mağaranın girişinden bir grup silahlı Sahuagin çıktı. İçlerinden biri, muhtemelen liderleri grubun geri kalanına kendi dillerinde bir takım emiler sıraladı. Grup, garip bir selam vererek hızla göl yüzeyine doğru çıkmaya başladılar. Geride kalan lider bir süre onların ardından baktı sonra tekrar mağaraya girerek gözden kayboldu.

“Eee? Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu kılıç. Şövalye, gözleri mağaranın girişine odaklanmış vaziyette bir şeyler söyledi. Çıkan ses yine kabarcıklardan ibaretti. “Ben de öyle tahmin etmiştim.” dedi kılıç alayla. Şövalye onu duymazlıktan geldi ve yosunların arasından sıyrılarak mağaranın girişine doğru yöneldi. Bu arada kılıç “Yosunlara değdirme beni! Öğğk!” diyerek şikâyet etmekle meşguldü.

İhtiyatla girişe doğru yanaştı şövalye. Sırtını girişin yanındaki taşlara yaslayıp bir müddet bekledi. Sonra ihtiyatla kafasını yana doğru eğerek içeri baktı. Görünürde kimsecikler yoktu. Anlaşılan tüm yaratıklar yukarıdaki istenmeyen ziyaretçilerin işini bitirmek üzere göl kıyısına çıkmışlardı. Şövalye bir kez daha yukarıdaki dostları için dua etti ve dikkatle yüzerek mağaranın içine girdi.


Sualtı mağarası şövalyenin düşündüğünden çok daha büyüktü. Sağa sola açılan bir sürü irili ufaklı odacık vardı içeride. Tavan ise giderek yükseliyormuş gibi görünüyordu. Su, burada göle oranla çok daha soğuktu. Ve sanki hafif bir tuz tadı vardı etrafta. Mağaranın girişinden sonuna doğru akıp giden bir akıntı da vardı üstelik. Neyse ki fazla kuvvetli bir akıntı değildi ve hareket etmeyi güçleştirmiyordu. Işık, mağara duvarındaki girinti ve çıkıntılara asılmış garip kristallerden geliyordu. Şövalye daha önce buna benzer bir şeyi hiç görmemişti. Muhtemelen yaratıklar tarafından, denizin derinliklerinden getirilmişlerdi. Şövalye tedbiri elden bırakmadan yüzmeye devam etti. Ana mağaradan ayrılmamaya özen gösteriyor, yan odalara girmeden dümdüz ilerliyordu. Bir anda mağara bir başka geniş girişle sona erdi. Burada su iyice soğuk ve tuzluydu. Dışarının görüntüsü ise gölün dibinden oldukça farklıydı.
“Deniz bu!” diye ciyakladı kılıç. “Zifir Deniz ile Uzun Göl arasında bir yer altı tünelindeyiz demek ki.” diye ekledi ardından. Şövalye katıldığını belirtmek için başını olumlu anlamda salladı. Bu tünelin doğal bir oluşum mu yoksa yaratıkların işi mi olduğunu merak ediyordu doğrusu. Fakat o anda buna kafa yoracak pek fazla vakti yoktu. Geldiği yönden geri dönüp rehineleri aramaya devam etti.

Tam mağaranın ortalarına yaklaşmıştı ki birden kulaklarına ince bir mırıltı geldi. Sanki birisi yabancı bir dilde bir çeşit ayin yapıyormuş gibiydi. Dikkatle sesi takip etti ve yan mağaralardan birine ilerledi. O anda aradığını bulduğunu anladı. Tam önünde sırtı kendine dönük bir Sahuagin ellerini ve kollarını garip bir ahenkle sallayarak bir şeyler mırıldanmaktaydı. Tam onun önünde ise rehinler, mercan kayalarından yapılmış devasa bir kafes içerisinde hareketsiz bir biçimde yatıyorlardı. Kafesin içerisinde kocaman bir hava kabarcığı vardı. Rehineler bu kabarcığın tam ortasındaydılar. Hava kabarcığının etkisiyle kafes suyun içerisinde süzülmekteydi. Onu olduğu yere sabitleyen tek şey ise alt tarafındaki kalın zincirdi. Onları o halde görünce şövalye bir an için çok geç kaldığını sandı. Fakat daha dikkatli baktığında rehinelerin belli belirsiz de olsa nefes alıp verdiğini fark etti. Demek ki hâlâ yaşıyorlardı. Derin bir oh çekti ve ağzından bir sürü kabarcık fırlamasına neden oldu. Hemen eliyle ağzını kapasa da artık çok geçti. Sahuagin onun farlığını fark etmişti.


Yaratık tıslayarak şövalyeye doğru döndü ve onu baştan aşağı bir süzdü. Sonra da “Demek işlerimizi bozan şu sıcak-kanlı sensin, öyle mi?” dedi, gayet düzgün bir ortak lisanla. Şövalye birkaç kabarcık ile cevap verdi.
Yaratık alay edercesine sırıttı. “Bakıyorum da Galsamotu kullanmışsın sıcak-kanlı.” dedi yaratık, şövalyenin elindeki perdelere bakarak. “Seni küçümsemişim… Bütün ırkdaşlarımı yukarı göndermekle hata ettim anlaşılan.” diye ekledi ardından.
“Bir balık için kafan biraz fazla çalışıyor.” diye fikrini beyan etti kılıç.
“Ah, konuşan bir kılıç... Değerli bir ganimet.” dedi Sahuagin.
“Teşekkür ederim! Beni şımartıyorsun.” diye yanıtladı kılıç. Ardından da halinden oldukça memnun bir ses tonuyla “Gördün mü bana değerli dedi.” diye mırıldandı şövalyeye.
Şövalye kapa çeneni demeye çalıştı büyük ve bol kabarcıklar eşliğinde.
“Ne diyor?” diye alayla sordu Sahuagin.
 “Seni parça pinçik edeceğim diyor.” diye cevapladı meydanı boş bulan kılıç. Şövalye kocaman açılmış gözlerle itiraz etmeye çalıştı ama artık çok geçti.
“Öyle mi? Göreceğiz…” diye tısladı Sahuagin. Ya şövalyenin itiraz dolu hareketlerinden bir şey anlamamıştı ya da kılıcın dediği gibi anlamak işine gelmişti. “Rehineleri ayin için kralıma canlı götürmem lazım. Onları kurban edeceğiz. Ama senin kelleni götürmek de hiç de fena olmaz. Kellenin yanında da konuşan bir savaş ganimeti olacak elbette. Kralım önünde itibarım artar.” dedi hain bir sırıtmayla, sivri dişlerini göstererek.
Şövalye rehineleri bırak gitsinler dermişçesine bir hareket yaptı. Kılıç ise bunu “Geleceğin varsa göreceğinde var balık efendi diyor!” olarak tercüme etti.


Sahuagin lideri, vahşi bir savaş narası attı ve çevik bir hareketle sırtına asılı olan silahını çekti. Üç ağızlı, çatal şeklinde bir zıpkındı bu. Yaratık hiç beklemeden şövalyenin üzerine saldırdı. Şövalye ise hızla kenara çekilip ilk darbeyi kılıcı ile savuşturdu. Sahuagin üst üste birkaç saplama hareketi daha denedi ama şövalye hepsini ustalıkla karşıladı. Hayretle kılıcını su altında da en az karada savurduğu kadar rahatça savurabildiğini fark etti. El ve ayaklarındaki yüzgeçler de yine hızlı hareket etmesini sağlıyordu. Ama vücudunun geri kalanı için aynı şeyi söylemek pek de mümkün değildi. Su altında vücudunun hareketleri oldukça ağır ve hantal kalmıştı. Kılıç ise bunların hiç birinin farkında değildi. O yine tamamen en sevdiği şeye yani dövüşe odaklanmıştı. “Ne yani? Tüm yapabildiğin bu mu sardalye bozuntusu!” diyerek ciyakladı. Sahuagin öfkeli bir tıslama ile saldırısının gücünü ve hızını arttırmaya başladı.

Şövalyenin bu dezavantajdan hemen kurtulması gerekiyordu. Yüzgeçli ayağının da yardımıyla Sahuagin’in suratına bir tokat patlattı. Çok güçlü bir darbe değildi fakat beklenmedik bir hareket olduğundan yaratığı az da olsa sersemlemişti. Şövalye bu fırsatı iyi değerlendirip ayaklarını var gücüyle çırptı ve geniş mağaradan çıkıp dar tünellere doğru yüzmeye başladı. Kılıç ise “Ay gene mi kaçıyoruz?” diye söylenmeye başlamıştı bile. Tam tünellerin ortasına gelmişti ki sağ bacağında hissettiği inanılmaz bir acı ile çığlık attı. Ağzından çıkan köpükler eşliğinde omzunun üzerinden geri baktı ve Sahuagin’in sivri dişlerini vahşice bacağına geçirmiş olduğunu gördü. Boşta kalan bacağı ile yaratığın suratına tekmeler savurmaya çalıştı. Fakat darbelerin hızı yeterince güçlü olmadığından bu pek de işe yaramıyordu. Bunun üzerine kılıcını yaratığın suratına doğru savurdu. Sahuagin darbeden kurtulmak için bacağı bırakıp geriledi. İki savaşçı tekrar yüz yüze geldiler. Fakat bu kez durum farklıydı. Dar bir koridorda bulunduklarından Sahuagin elindeki mızrağı istediği gibi savuracak kadar boşluğa sahip değildi. Şövalye bu avantajı kaçırmadı ve amansızca rakibine saldırdı. Bu kez kendini savunma sırası Sahuagin’deydi.

İki rakip birbirlerine hamle üzerine hamle yaptılar. Birkaç dakika boyunca birbirlerine bir üstünlük taslayamadılar. Sahuagin fazla acele etmeden, oldukça kontrollü dövüşüyordu. Sanki bir şeylerin olmasını bekliyormuş gibiydi. Şövalye bunun farkına varmıştı ama elinden gelen fazla bir şey yoktu. Rakibinin açığını kollayarak dövüşmeyi sürdürdü. Sonra birden dövüş başladığından beri kıkırdamakta olan kılıç sustu ve “Hey! Ne yaptığını biliyorum! Galsamotunun etkisinin geçmesini bekliyor. Bilerek zamana oynuyor!” dedi telaşla. Şövalyenin gözleri bu haberin etkisiyle faltaşı gibi açıldı. Rakibinin yüzüne yayılan geniş sırıtma kılıcın teorisini doğrular yöndeydi. Eğer büyülü otun etkisi geçerse boğulması kaçınılmazdı. Şövalye panikledi ve kontrolsüzce bir atak yaptı. Sahuagin ustaca kenara çekildi ve mızrağını şövalyenin boşta kalan sırtına acımasızca saplayıverdi. Şövalye tam zamanında kenara kaçsa da suyun etkisiyle hantallaşan vücudunu tamamen darbenin yolundan çekmeyi başaramadı. Üç ağızlı mızrak sol omzunun derinliklerine gömüldü. Şövalye yoğun bir kabarcık bulutu eşliğinde acı dolu bir çığlık attı. Aynı anda da sağ kolunu sertçe savurarak kılıcını Sahuagin’e sapladı. Darbe yerini buldu. Sahuagin inanamayan gözlerle şövalyeye bakakaldı. Ardından da titreyerek can verdi.

“Haha! İşini bitirdik!” diyerek zafer çığlıkları attı kılıç. Fakat şövalyenin yavaşça süzülerek mağaranın dibine çöktüğünü fark edince sevinci kursağında kaldı. “Hey! Sen iyi misin? Hadi ama… Alt tarafı küçük bir mızrak darbesiydi. Ben o mızraktan kaç darbe aldım! Bak bana, hiç şikâyet ediyor muyum?”
Şövalye cevap vermedi. Kılıcı bir tarafa bırakıp iki eliyle omzuna saplı mızrağı kavradı ve yüzünü buruşturarak silahı omzundan söküp çıkardı. İşte bu gerçekten de çok acı vermişti. Bir ara acıdan bayılacak gibi oldu fakat rehinelerin düşüncesiyle kendisini topladı. Kılıcını yerden alıp ardında kanlı bir iz bırakarak rehinelerin yanına döndü.

Rehineler hâlâ bıraktığı gibiydi. Hepsi büyülü bir uykudaymış gibi görünüyordu. Görünüşe bakılırsa kafesteki devasa kabarcık onları canlı tutuyordu. Bu yüzden kafesin kapısını açmaya cesaret edemedi. Zaten açsa bile bu insanların gölün yüzeyine kadar nefeslerini tutmalarına imkân yoktu. Bu yüzden dikkatini kafesin altındaki kalın zincire yöneltti. Bir kılıca bir de zincire sorarcasına baktı. Kılıç kendinden emin bir şekilde “Hiç şüphen olmasın.” dedi. Şövalye bu lafı ikiletmedi ve kılıcı sertçe savurdu. Zincir boğuk bir şangırtıyla kopuverdi. Kafes, içindeki kabarcığın etkisiyle suda serbest bir şekilde yüzmeye başladı. Şövalye fazla bir çaba sarf etmeden kafesi mağaranın çıkışına doğru yönlendirmeye başladı. Soluk alıp vermekte zorlanıyordu. Ya Galsamotunun etkisi geçiyordu ya da yarası onu zorluyordu. Belki de her ikisi birdendi. Mağaralardan çıktıkları anda kafes, içerisindeki havanın etkisiyle bir mantar gibi hızla su yüzeyine yükselmeye başladı. Şövalye son anda zincire tutunarak kafesin kendisini de yüzeye çıkarmasına izin verdi.

Kafes büyük bir şapırtı ile su yüzeyine çıktı. Aynı anda da içerisindeki hava kabarcığı patlayarak yok oldu. Kabarcığın yok olmasıyla rehinelerin uyanması da bir oldu. Şaşkın ve mahmur gözlerle etraflarına bakarak ayaklanmaya başlamışlardı ki kafes tekrar batmaya başladı. Rehinelerden bir panik çığlığı koptu. Fakat o anda şövalyenin başı suların arasından çıktı ve kılıcının bir darbesiyle kapının üzerindeki asma kilidi parçaladı. Kapı ardına kadar açıldı ve rehineler birbiri ardına kafesi terk etti. Yüzme bilenler bilmeyenlere yardım ediyordu. Şövalye de çocuklardan birini kaptığı gibi elinden geldiğince hızla kıyıya yüzmeye çalıştı. Galsamotunun etkisi geçtiği için o kadar da hızlı değildi artık. Üstelik yarası da yavaşlamasına neden oluyordu. “Ha gayret, az kaldı!” diye ciyakladı belindeki kılıç. Son bir gayretle kıyıya vardı ve sırtını kumsala yaslayıp soluklandı. Kurtardığı çocuk hızla diğerlerinin yanına koşturup görüş alanından çıktı. Şövalye ise yerinden kıpırdayamadı. Çok kan kaybetmişti.
“Tamam, merak etme. İyi olacaksın. Tek yapmamız gereken sana bir demirci bulmak.” dedi kılıç teselli etmek istercesine. Şövalye bitkin bir şekilde güldü.
Tam o esnada Sahuagin savaşçılarının vahşi naraları kulağına geldi. Panikle etrafına bakınmaya çalıştı ama kalkamadı. Rehineleri koruması gerekiyordu fakat kolunu bile kaldıramıyordu. Ranum nerelerdeydi? Ya Beved? Osgar ve Apol? Yoksa hepsi ölmüş müydü? Bütün çabaları koca bir hiç için miydi?
“Buraya kadarmış…” diye fısıldadı pes etmiş bir şekilde.
“Ne buraya kadarmış?” diye sordu kılıç üzüntü ile. “Haydi, kalkmalısın. Beni burada yalnız bırakma!”
“Üzgünüm efendi kılıç. Sen iyi bir yoldaşsın.” dedi şövalye acı ile yüzünü buruşturarak. Sonra gülümsedi. “Bir göl kıyısında uzanarak can vereceğim hiç aklıma gelmezdi.”
Aniden ardındaki tepelerde parlak beyaz bir ışık parladı. Gök gürültüsüne benzer bir ses ve çığlıklar duyuldu. Sonra her şey karardı…

***

Yeniden gözlerini açtığında daha önce hiç görmediği işlemeler ile dolu bir tavana bakıyordu. Altında da yumuşacık bir yatak vardı. “Cennette miyim?” diye sordu kendi kendine. Sonra sol omzunda duyduğu bir ağrı ile inledi. “Galiba değilim.” diye mırıldandı acıyla.
“Elbette ki değilsin. Benden kurtulmak o kadar kolay mı sanıyorsun?” diye ciyakladı kılıcı, odanın bir köşesinden.
“Ah… Yine mi sen? Anlaşılan cehennemdeyim.” dedi şövalye.
O anda bir kapının açılma sesi duyuldu. Ardından da çok tanıdık bir başka ses konuşmaya başladı. “Bakın kimler de uyanmış. Demek sonunda kendine gelebildin dostum? Doğrusunu söylemek gerekirse bizi çok korkuttun.”
“Marvin? Gerçekten de sen misin?” diyerek başını kaldırdı şövalye. Evet, bu yaşlı büyücünün ta kendisiydi. “Anlaşılan hâlâ hayattayım. Tabii şu garip deneylerinden biri yüzünden sen de ölmediysen…”
Marvin kıkırdadı. “Hayır, ölmedim. Laf aramızda buna pek de niyetim yok.”
“Neredeyiz?”
“Semmak’ta. Başkan Veskel’in konağındayız. Seni o halde daha fazla uzağa götürmeyi riske edemedim doğrusu.”
“Semmak…” diye mırıldandı başını tekrar yastığına koyan şövalye. Bir müddet tavandaki işlemeleri inceledi. Sonra da “Neler oldu? Sahuaginleri hatırlıyorum. Saldırıyorlardı. Sonra bir ışık gördüm. O sen miydin?”
“Evet. Yıldırım büyümün yansımasını gördün sanırım. Tam zamanında yetiştim doğrusu.”
“Ben… Araştırmaların olduğunu sanıyordum.” diye sordu şövalye.
“Evet, vardı. Ama sonra düşündüm de… Araştırmalarımın canı cehenneme...” diye yanıtladı büyücü.

O gün içerisinde önce Veskel ve Ranum şövalyenin ziyaretine geldiler. Ardından da Beved, Osgar ve Apol geldiler. Yanlarında Elanor da vardı. Arada diğer rehineleri yakınları ve kasaba halkından insanlar da uğradılar. Hepsi minnetlerini ve geçmiş olsun dileklerini sundular. Şövalyenin iyileşmesi için tüm kasaba elinden geleni ardına koymadı ve kahramanın kısa süre içerisinde yeniden ayaklanmasını sağladılar. Bu işte kılıcın payı da büyüktü elbette. Şövalye ayaklandığı ilk gün onunla bir saniye daha aynı odada kapalı kalamayacağını söylüyordu ne de olsa. Sonunda eve dönüş günü geldi çattı ve şövalye ile Marvin kasaba halkına veda edip ormanın yolunu tuttular. Kahramanlıkları ise nesilden nesile konuşuldu.

- Son -
( Nihayet...)

Göl / Lake by Stellab

26 Ekim 2009 Pazartesi

Saatler geri alınırsa...

Geçtiğimiz cumartesi günü eve bir gelişim vardı ki sormayın gitsin. Yarım gün olmasına rağmen biz her hafta sonu olduğu gibi o gün de yine akşama kadar çalıştık. Artık nasıl yorulmuşsam eve pestil gibi vardım. Tam kapıdan girecekken çalan cep telefonu da cabası… O yorgunluğun sonucunda beynim vücudumdan önce dinlenmeye geçmiş olacak ki evin kapısını cep telefonumla açmaya çalışırken kulağıma dayadığım anahtarlığa da “Alo! Niye ses gelmiyor ya? Alo, alo!” diye bağırmakla meşguldüm. Eve girmeyi başardığımda ise soluğu aldığım yer yatak odamdı haliyle. Öyle bir uyumuşum ki gözlerimi yeniden açtığımda saatim gecenin 3:30’unu gösteriyordu. Karnım ise siz deyin zil ben diyeyim tam-tam ortaya karışık bir şeyler çalıyordu amansız bir şekilde. Sürünerek yataktan kalktım ve mutfağa ilerledim. Tam afiyetle mideme bir iki lokma bir şeyler indirirken gözüm duvardaki saate takıldı. 2:30’u gösteriyordu. “Allah Allah… Herhalde ben uyku sersemliği ile yanlış baktım.” diyerek tekrar kol saatime baktım. Hayır, yanlışlık yoktu. 3:30… “Yoksa duvardaki mi durmuş?” diyerek bakışlarımı tekrar duvar saatine çevirdim. Yoo… Basbayağı da tıkır tıkır işliyordu kendisi. Bende bunun üzerine televizyonu açtım ama saati gösteren bir televizyon kanalı bulamadım. “En iyisi bilgisayarın saatine bakmak… En doğrusu bu olur. O kendi kendini ayarlıyor ne de olsa.” diyerek odama yöneldim ve emektar bilgisayarımı çalıştırdım. Az sonra masaüstümün o tanıdık görüntüsü ile baş başaydım. Fakat o da ne? Bilgisayarın saati garip bir şekilde 1:30’u gösteriyordu. “Nasıl yani?” diyerek afalladım. Odamdaki duvar saatine bakmaya çalıştım ama çok karanlık olduğundan göremedim. O sırada babamın odamın kapısının önünden geçen ve başka bir aile ferdi ile karıştırmama imkân olamayan iri karaltısını gördüm. “Baba saat kaç?” diye seslendim. Babam şöyle bir durdu ve “Valla bilmiyorum oğlum. Ben de karıştırdım.” diyerek yoluna devam etti. “Nasıl yani? Saatte karıştırılır mıymış canım?” diyerek kendi kendime söylendim. Ama ben de karıştırmıştım işte… “Saatler mi geri alındı, ne oldu yahu?” diyerek babamın peşinden koşturdum. “Alınacaktı ama… Almışlar mı bizimkiler?” diye sordu o da bana. İkimiz de koridorun ortasında durup duvardaki baba yadigârı saatimize baktık. O ise tamamen farklı bir saati, 3:00’ü gösteriyordu. Zaten yıllardır zamanla arasında bir problem vardır.

Size o anı anlatmam mümkün değil sanırım. Çok bariz olan bir şeyi bilememek çok kötü bir duyguymuş gerçekten de. Kendimi kaybolmuş, çaresiz ve az buçuk salak biri gibi hissettim. Sağa sola koşturup “Saat kaç? Saat kaç?” dememek için kendimi zor tutuyordum âdeta. Kafayı yemek ile yememek arasındaki o ince çizgideydim anlayacağınız. Eh, saatte müsait sayılırdı ne de olsa. Yani en azından kaç olduğun bilsem buna karar verebilirdim belki.

Babamla koridorun ortasında öylece durmuş ne diyeceğimizi, ne yapacağımızı bilemez vaziyette birbirimize bakarken yanımızdan mutfağa doğru ilerleyen erkek kardeşim geçti (evet, gecenin 2’si ile 3’ü arasındayız ve tüm ev ahalisi ayakta). Bir taraftan esnerken bir taraftan da “Merak etmeyin, ben bilgisayarın saatini geri aldım.” dedi. O anda, kafamın üstünde yanan bir ampul efekti ile olayı çözüverdim. Kardeşim bilgisayarın saatini 1 saat geri almıştı. Ardından bilgisayar da otomatik olarak kendini bir saat geri almıştı. Böylece 1 değil 2 saat geriye gitmişti. Yani mutfaktaki saat doğru, kolumdaki yanlıştı. Önünde durduğumuz zaten hep yanlıştı. Bir anda kafamdaki o korkunç karmaşa sona erdi ve her şey normale döndü. Babama baktığımda yüzündeki huzurlu ifadeden onun da durumu çözdüğünü anlayabiliyordum.  Derin bir oh çekip koştura koştura yataklarımıza geri döndük.

Yani uzun lafın kısası, siz siz olun sakın saatlerin ileri ya da geri alınacağı geceyi uyuyarak geçirmeyin. Sonra benim gibi olursunuz, benden söylemesi…

22 Ekim 2009 Perşembe

Hayati Dünya'dan bir misafir (Bölüm 1)

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.


Güneşli bir öğle vaktiydi. Küçük kasabada herkes günlük telaşları içerisinde sağa sola koşturuyor, caddeden tek tük de olsa bir araba geçiyordu. Genç bir delikanlı, erkek kardeşinin koluna sıkıca asılmış, onu kitapçı dükkânının vitrinin önünden ayırmaya çalışıyordu. Küçük kardeşi ise inatla durduğu noktadan ayrılmıyor ve bir parmağını vitrine sallayıp duruyordu.
“Yürü artık! Bütün gün seninle uğraşamam bacaksız!” diye bağırdı delikanlı.
“Ama… Ama baksana! En sevdiğim serinin yeni bir romanı çıkmış, görmüyor musun?”
“Görüyorum. Ne olmuş yani?” dedi delikanlı ters ters.
“Ne mi olmuş? Hep böyle aksi olmak zorunda mısın? En sevdiğim şeyin kitap okumak olduğunu biliyorsun. Haydi, gidip fiyatını soralım. Lütfen!”
Delikanlı hayır bile diyemeden küçük kardeşi kendini onun elinden kurtarıp dükkânın kapısından içeri atılmıştı bile. O da kardeşini yakalamaya çalışırken kendini birden bire dükkâna girmiş buluverdi. Şaşkın şaşkın etrafına bakınırken, kardeşinin almak için yanıp tutuştuğu kitabın kartondan görseliyle burun buruna geldi. Üzerinde birbirinden kılıksız üç tip ve arkalarında şu ejderha denilen saçmalık vardı görselin üzerinde. Büyük harflerle de şöyle yazıyordu; Cüce Derinlikleri Ejderhaları.
“Cüce derinlikleriymiş… Hıh!” dedi burnundan soluyarak. “Bir çocuk kitabı ne kadar derin olabilirse bu kitabın da o kadar derin olduğuna kalıbımı basarım.” diye ekledi ardından ve hızla raflar arasında dolaşarak küçük kardeşini aramaya başladı. Dükkân, dışarıdan göründüğünden daha büyük ve kalabalıktı. Az sonra kardeşinin açık sarı saçlarını raflar arasında görür gibi oldu ve o tarafa yöneldi. Onu reyon görevlilerinden biriyle konuşurken buldu. Elinde de şu saçma sapan kitap vardı. Anlaşılan aradığını bulmuştu. Delikanlı memnuniyetsizlikle yüzünü buruşturdu. Hâlbuki kardeşine, o kitabı bulamadan önce ulaşmayı istiyordu. Şimdi işler biraz daha zor olacaktı. Yoksa tam tersi miydi? Ufaklığın yüzünde düşünceli ve sıkkın bir tavır vardı sanki. Delikanlının kendisine yaklaştığını gören küçük çocuğun yüzünde hem bir telaş hem de umut parıltısı geçti.
“Bakıyorum da kitabını bulmuşsun.” dedi delikanlı sahte bir gülümsemeyle reyon görevlisini selamlayarak.
“Kardeşiniz gerçekten de çok zevkli. Bu yaşta kitap okumayı sevmesi ne kadar da güzel, değil mi?” dedi görevli neşeyle.
“Evet, ne demezsiniz… Bu hevesi beni öldürüyor” dedi delikanlı, bir taraftan da sözlerindeki gerçek payını düşünüp gülümseyerek. Şu reyon görevlisi bir an önce basıp gitseydi ya! Küçük kardeş, görevlinin varlığından destek almış olacaktı ki “Satın alabilir miyim? Param var! Sadece birazı eksik... Üzerini sen tamamlayabilir misin? Önümüzdeki hafta geri öderim, söz.” diyerek araya girdi.
Reyon görevlisi merakla bir ağabeye bir de kardeşine baktı. Delikanlı “O ne biçim söz öyle? Geri ödemek falan… Ver bakayım şu kitabı, parayı da alayım. Haydi, kasaya…” dedi sahte bir gülümseme ile. Reyon görevlisi memnun bir halde “Yine bekleriz.” diyerek başka müşterilere doğru yöneldi. O arkasını döner dönmez delikanlının yüzündeki gülümseme kayboldu ve parayı cebine atıp elindeki kitabı raflardan birine dikkatsizce tıkıştırıverdi.
“Hey! Ne yapıyorsun? Dikkat et, kapağını buruşturdun! Onu satın alacağımızı sanıyordum.” diye itiraza başladı küçük kardeş.
“Kes sesini, yoksa senin de bir yerlerini buruştururum anladın mı?” dedi delikanlı ve kardeşinin kolunu sertçe geriye bükerek çocuğun acıyla inlemesine sebep oldu. “O içi boş paçavralara harcayacak param yok benim. Senin de öyle!” diye söylenmeye devam etti. Kardeşini ite kaka kitap dükkânından çıkarttı ve sırtından ittirip bir duvara yasladı. “Bir daha bu tür saçmalıklara para harcadığını görürsem bacaklarını kırarım, beni duyuyor musun?” dedi tehditkâr bir tavırla.
“Benim paramla ne aldığım sadece beni ilgilendirir.” dedi küçük kardeş, cesaret edebildiği kadar yüksek sesle.
“Ah, evet. Senin paran… Benden para da saklamaya başladın demek. Bu parayı nereden buldun? Yoksa çaldın mı küçük hergele?”
“Hayır! Babamın bana verdiği harçlıklardan biriktirdim o parayı. Paramı geri ver!”
Delikanlı buna bir kahkaha ile cevap verdi. “O parayı unutsan iyi olur ufaklık. O artık benim param. İçin rahat olsun, kitaplardan daha faydalı şeylere harcayacağımdan emin olabilirsin.” dedi alaycı bir şekilde.
Küçük kardeş bir itiraz çığlığı eşliğinde sertçe ağabeyinin ayağına bastı ve kendisini kavrayan tutuştan kurtulup birkaç adım öteye koştu. Sonra geriye dönüp yaşlı gözlerle “Sen bir pisliksin! Keşke annemiz yerine sen ölseydin! Böylesi çok daha âdil olurdu!” diye bağırdı. Ardından da koşarak uzaklaştı.

Genç delikanlı acı ile ayağını ovuştururken kardeşinin koşarak uzaklaşmasını izledi. Bir an için peşinden gidip ona dersini vermek istedi ama etrafına toplanan meraklı kalabalığı görüp bundan vazgeçti. Nasıl olsa akşam evde karşılaşacaklardı. O zaman kozlarını rahatça paylaşabilirlerdi. Doğrulup deri ceketinin yakalarını düzeltti ve kardeşinin gittiği istikametin tersine dönüp yürüyerek uzaklaşmaya başladı. Kısa süre içinde ayağındaki sancı azalmıştı ve keyfi biraz yerine gelir gibi olmuştu. Aklına cebindeki para geldi ve onu nereye harcayabileceğini düşünmeye başladı. Bir paket sigara alırdı belki. Ya da alkol mü alsaydı acaba? Düşünceleri ister istemez tekrar kardeşine ve onun sarf ettiği son cümlelere döndü. “Annemiz yerine sen ölseydin keşke.” demişti. Bu ne cüret? Sanki kendisi her gün bunu istemezmiş gibi? O acı günün üzerinden neredeyse iki yıl geçmişti ama hâlâ ne kardeşler ne de babaları onun yokluğuna alışamamışlardı. Delikanlı, annesini çok net hatırlıyordu. Evlerinin arka bahçesinde oturur ve bütün gün kitap okurdu. Bu onun en büyük zevklerinden biriydi. Kardeşi de bu gereksiz huyu annelerinden almıştı zaten. Annesi özellikle de Harry Potter serisine hayrandı ve bu hayranlığı onun sonuna sebep olmuştu. Çevre civarlardaki bir şatoya turistik bir gezi düzenlendiğini duyunca nasıl da heyecanlanmıştı? “Bu…” demişti “kitaplardaki atmosferi daha iyi soluyabilmem için inanılmaz bir fırsat! Mutlaka katılmalıyım!” Orada soluyacağı havanın son nefesi olduğunu bilemezdi elbette. Hiç kimse bilemezdi. Anlatılanlara göre şatonun arka bahçesinin baktığı uçuruma gereğinden fazla yaklaşmış ve kimse yardımına koşamadan aşağı yuvarlanıp korkunç bir şekilde can vermişti. “Uçan süpürgesiyle bir cadı gelip seni kurtarsaydı ya!” diye homurdandı delikanlı. Gözündeki yaşları elinin tersiyle silerek kimsenin ağladığını görmemesi için dua etti. Ona göre, eğer o abuk sabuk kitapları okumasaydı annesi hâlâ hayatta olacaktı. Eğer o kitapları okumak yerine kendileriyle biraz daha fazla vakit geçirse şimdi daha güzel anıları olacaktı. Oysa şu anda annesini düşündüğünde tek hatırladığı arka bahçede o lanet kitapları okuduğu anki görüntüsünden ibaretti. Sinirle yerdeki bir konserve kutusuna tekme attı ve bayırdan aşağı yuvarlanmasını izledi. Bir saniye… Bayır mı? “Ah, lanet olsun! Buraya da ne zaman çıktım ben böyle?” diye söylenerek üzerinde bulunduğu yeşil tepelere baktı. Kasabayı çevreleyen ormanlık arazinin hemen dibindeydi. Dalgınlıkla yürürken buralara kadar gelmişti anlaşılan. Bezginlikle bir homurtu koyuverdi ve geri dönüş yoluna doğru döndü. Tam o esnada arkasından birinin seslendiğini duydu.


“Bayım! Şey… Affedersiniz. Kurbağamı gördünüz mü? Onu kaybettim de…” dedi yuvarlak hatlara sahip bir çocuk.
“Kurbağan mı? Hayır görmedim. Şanslısın çünkü görseydim onu ezerdim! Şimdi kaybol!” diyerek onu tersledi delikanlı. Şişman çocuk gitmedi, aksine ters ters kendisine bakmaya başladı. Tam ağzını açıp bir şey söyleyecekken ormanın kıyısında sarışın bir kız belirdi ve hülyalı bir sesle “Neville! Kurbağanı buldum, gel haydi.” diye seslendi. Kurbağasının bulunduğunu duyan Neville tüm öfkesini unutarak arkasını döndü ve “Trevor, seni ihtiyar yaramaz. Nerelerdeydin sen ha?” diyerek o tarafa yöneldi. “Teşekkürler Luna.”
“Bir şey değil. Trevor’ı yakınında tutsan iyi olur. Bu civarlarda bol miktarda Zar Kanatlı Bızbız bulunur ve en sevdikleri yiyecek kurbağadır.” dedi Luna, kulağına taktığı bir turpla dalgın dalgın oynarken.
“Zar kanatlı ne?” diye sordu Neville, ikisi birlikte ormanın derinliklerine doğru kaybolurken.

Delikanlı bir müddet ikilinin ardından bakakaldı. “Neydi şimdi bu? Sirkten kaçmış iki kaçık mı?” dedi kendi kendine gülerek. Tam arkasını dönmüş gidecekti ki kendisi de yaptığına şaşırarak ormana doğru ilerlemeye başladı. İkilinin az önce kaybolduğu yere geldi ve dikkatle ormana daldı. Birdenbire kendisini gizli bir patika üzerinde buluverdi. “Bak sen şu işe…” diye mırıldandı ve ihtiyatla patikayı takip etti. Kısa bir yürüyüş mesafesin ardından kendini bir açıklıkta buldu. Açıklığın tam ortasında ise az önce gördüğü iki garip çocuğun da aralarında bulunduğu kızlı erkekli bir grup duruyordu. Grup, küçük bir çember oluşturmuş ve hep birlikte eski bir saç fırçasına dokunuyorlardı.
“Siz ne halt karıştırıyorsunuz orada öyle?” diye sordu delikanlı. Grubu oluşturanlar telaşla yerlerinde zıplayıverdiler. Gelenin kim olduğunu anlamak için hep birlikte delikanlıdan tarafa döndüler. Onu görür görmez Neville, “Ah! Şu Muggle!” diye homurdandı.
“Mug-Ne?” diye sordu delikanlı patavatsızca gruba yaklaşarak.
“Merlin’in Sakalı! Neville, Luna… Kimsenin dikkatini çekmememiz gerekiyordu!” diye söylendi çocuklardan biri.
“Kimin sakalı?” diye sordu kafası iyice karışan delikanlı.
“Özür dilerim Seamus. Hepsi Trevor’ın kabahati. Sürekli benden kaçıyor.” diye mırıldandı Neville. Trevor itiraz edercesine vırakladı.
“Nesiniz siz ha? Komedyen falan mı? Hem o saç fırçasıyla ne işler karıştırıyorsunuz söyleyin bakayım!” diyen delikanlı ileri atıldı ve fırçayı kapmaya çalıştı. Çocuklar hızla fırçayı onun kavrayışının erişemeyeceği bir yere çekerek gerilediler.
“Zamanımız yok, vakit gelmek üzere! Sersemletin şunu gitsin!” dedi kızlardan biri.
“Çocuklar…” dedi Seamus telaşlı bir sesle ve elinde parlamaya başlayan fırçayı işaret ederek. Çocuklar hep birden ileri atılıp fırçaya işaret parmaklarıyla dokundular. Delikanlı bu oyuna daha fazla katlanamayacağına karar vererek bir adım daha attı ve fırçayı almak üzere elini uzattı. Fırçaya dokundu… Ve işte ne olduysa o anda oldu. Ayakları birden yerden kesildi. Sanki midesinin gerisinden bir kanca onu tutmuş da aniden ve hızla onu ileri çekiyormuş gibiydi. Bir renk cümbüşü ve rüzgâr uğultusuyla birlikte bir yerlere taşındığını hissediyordu. Omuzları diğer çocukların omuzlarına çarpıyordu ama parmağını saç fırçasından çekemiyordu bir türlü. Sonra her şey başladığı hızla sona erdi ve yere yuvarlandı. Başı dönüyor ve midesi çok kötü bulanıyordu. Yattığı yerden kalkamadı. Kulağına belli belirsiz bir müzik sesi geliyordu. Ama normal bir müzik değildi bu. Sanki sirk müziği gibi bir şeydi. Bir de oldukça kalabalık bir topluluğun uğultusu geliyordu uzaklardan. Etrafındaki diğer çocukların konuşmaya başladığını duydu.
“Geldik mi?” diye sordu biri.
“Sanırım geldik Dean. Baksanıza karnaval başlamış bile!” diye cevap verdi Luna. Tam o esnada içlerinden biri, delikanlının üzerine basıp yuvarlandı. Neville’di bu.
“Ay! Affedersiniz.”
“Neville ne yapıyorsun? Sakın yine kurbağanı kaybettiğini söyleme bana.” diye çıkıştı Seamus.
“O-oh! Bir sorunumuz var çocuklar.” dedi Dean Thomas.
“Bu o Muggle değil mi? Onun ne işi var burada?” diye sordu Seamus telaşla.
“Son anda anahtara dokunmuş olmalı. Birilerini uyarmamız gerek. Onun burada olmaması gerek.” dedi Neville.
“Haklısın. Ama önce onu sersemletelim.” dedi Seamus. Ardından da bir “Ridiculous!” sesi ve kırmızı bir ışık parıltısı…

( Devam edecek... )

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

13 Ekim 2009 Salı

Baba desteği


Geçen gün Blog Dergisi’nin internet sitesinde yayınlamak üzere ufak bir yazı hazırladım. Bilmeyenleriniz için söylüyorum, derginin oyun bölümünün sorumluluğu bana ait. Neyse efendim, hazırladığım bu yazı Assassin’s Creed 2 isimli bir bilgisayar oyununun yeni yayınlanan bir videosu ile ilgiliydi. Oyunda Rönesans döneminde yaşayan bir süikastçiyi canlandırıyoruz. Ana hedefimiz ise halka zulmeden diktatörler… Oyundaki en büyük yardımcımız ise mucit Leonardo Da Vinci’nin ta kendisi. Habere hazırladığım videoda Da Vinci bize kullanabileceğimiz silahları tanıtıyor. Silahlarımız ise döneme uygun bir şekilde gizli bıçaklar, zehirli hançerler vb. Orta Çağ’a uygun şeyler. Her neyse, bu ayrıntılarla kafanızı fazla şişirmek istemiyorum. Haberi hazırladım ve yayına koydum. Ardından da klasik blogcu psikolojisi ile yazıya gelecek yorumları beklemeye başladım.

Bugün merakla açtım sayfayı ve yorum hanesinde yazan 1 rakamını sanki kırk yıllık dostummuş gibi sevinçle karşıladım. Sonra bir de baktım ki yorumu gönderen kişi babam! Hem sevindim bu işe hem de duygulandım. “Vay be… Babam bana destek olmak için yorum yazmış herhalde.” dedim kendi kendime. Oturdum ve merakla babamın yazdıklarını okumaya başladım. Fakat okudukça yüzümdeki müşfik gülümse yerini giderek “Hayır! Olmasın!” diyen bir ifadeye bırakmaya başladı. Babamın yorumunu aynen aktarıyorum size;

“Bu verdiğin bilgi çok faydalı oldu. Eizo’nun (adamın ismi aslında Ezio bu arada –mit) yeni silahları çok müthiş. Gelecekte bunlar kullanılacak herhalde. Bütün hayaller gerçek oldu baksana. Denizler altında 20 bin fersah yazıldığında imkânsız gibi bir şeydi. Şimdi komik bile kaldı. Teknoloji hızla ilerliyor. Benim gibi ileri yaştakiler çok şeyi kavrayamıyoruz. Yaptığınız açıklamalara çok teşekkür ederim. Sağlıcakla kalın…”

Şimdi ne var bunda diyeceksiniz. Bakın ama ne demiş; “Gelecekte bunlar kullanılacak herhalde”. Hangi gelecek? Oyun Rönesans devrinde geçiyor yahu! Jules Verne o zaman doğmamıştı bile! O kadar da yazmıştım hâlbuki. Hadi okumadın videoyu da mı izlemeden yorum yaptın baba? Adamın yeni silah diye bize verdiği şeyler bir hançer ve iki bıçaktan ibaret. Önce utandım bu yorumu okuyunca. Sonra da gülmekten öldüm tabii… Ardından da yukarıdaki hususları esprili bir dilde açıklayan bir mail yolladım babama. Babamdan gelen cevap ise kesinlikle son noktaydı.

“Boş ver be oğlum, salladım işte.”

Ah baba, ah… :)

10 Ekim 2009 Cumartesi

Yorgun Savaşçı'nın kelime anlamına ulaşmak



Son günlerde blog sayfama fazla vakit ayıramadığımın farkındayım sevgili dostlar. Attığınız mesajlarla ve yorumlarla siz de bu durumdan rahatsızlığınızı dile getiriyorsunuz zaten. Ama inanın elimden gelen bir şey yok. Günlerim çok yoğun geçiyor çünkü. Ve acayip derecede yorgun dönüyorum eve. Bu gidişle sayfamın adını "Acayip Derecede Yorgun Savaşçı'nın İçler Acısı Günlüğü" olarak değiştirmek zorunda bile kalabilirim. O derece yoruluyorum yani... Dün gönderdiğim yazıyı bile gözlerim ekran karşısında kapana kapana yazdım. O da sizlere ayıp ettiğimin farkında olduğum için... Kusuruma bakmayın ne olur. Sağlıcakla kalın...

9 Ekim 2009 Cuma

Komşu ziyareti



Dün akşam iş dönüşü otobüsten inmiş ve eve doğru yürüyorken tam önümde yürüyen bir şahsiyet dikkatimi çekti. Dikkatimi çekmesinin sebebi tıpkı çok yakın bir arkadaşım gibi yürüyor olmasıydı. Kendisine has bir yürüyüşü vardır çünkü o arkadaşın... Hafif yalpalayarak, tabiri caizse penguen gibi yürür kendisi. Bu yüzden lakabı da Kronik Penguen'dir ya zaten...

Merakla adımlarımı hızlandırıp önümden yürüyen meçhul kişiye yaklaştım. Hava artık iyice karardığından yüzünü göremiyordum. Onu daha dikkatli incelediğimde sadece yürüyüşünün değil, diğer hareketlerinin de tıpkı Kronik Penguen'e benzediğin fark ettim hayretle. Artık hiç şüphem kalmamıştı, bu benim kadim dostumdan başkası olamazdı.

"Ne aramıştınız beyefendi?" diye seslendim arkasından muzipçe. Penguen, önce olduğu yerde şöyle bir zıplayıverdi şaşkınlıkla. Sonra arkasına dönüp benimle karşılaştığında şaşkınlığı bir kat daha artmış olacak ki, tek söyleyebildiği şey "Ana!" oldu. İlk şaşkınlığını atlatınca sevinç ve memnuniyetle kucaklaştık. Dile kolay, 10 yıllık bir dostluğumuz var. Sonra da kaldırıma doğru koşturduk. Yolun ortasında kucaklaştığınız zaman çalan kornalar pek de o mutlu anı tebrik etmek amaçlı çalınmıyor çünkü.

Kronik Penguen de benim ve Türkiye'nin geri kalanının çoğu gibi üniversiteden mezun olduğu bölümde çalışmak istese de o sektörde iş bulamayan ve mecburen başka sektörlere yönelenlerden. Şu sıralarda emlak sektöründe. Bizim oralara ise kiraya verdikleri iki dairenin formalite işlemlerini yapmak için gelmiş. "Haydi" dedim "Ben de seninle geleyim. Hem muhabbet etmiş oluruz, hem sana arkadaşlık etmiş olurum, hem de yeni komşularımdan bir kaçını görürüm."

Böylece çıktık birlikte yola. İlk gideceğimiz yer oldukça yakındı. Arkadaşım apartmanın önüne gelince cep telefonunu çıkardı ve müşterisiyle konuşmaya başladı; "Hi Daniel!"

"Daniel mı? Nasıl yani?" dedim kendi kendime. Ecnebi bir komşum mu vardı yani benim şimdi? Şaşkınlıkla aralarında geçen İngilizce konuşmayı dinledim bir müddet. Sonra apartmanın otomatiğine basıldı ve kapı bizim için açıldı. Apartman da pek şıktı hani... Bir solukta kendimizi Daniel'ın kapısının önünde bulduk. Ben merakla karşıma nasıl bir adam çıkacağını düşünmeye başlamıştım bu arada.
Ben "Hmmm... Adı Daniel olduğuna göre uzun boylu, sarışın bir adam olmalı herhalde. Hatta belki de zenci bir vatandaş bile olabilir." diye düşünürken kapı yavaşça açılıverdi. Ve o da ne? Karşımda mini minnacık, kel bir Çinli duruyordu!

Adam bizi bütün misafirperverliği ile karşılayıp içeri aldı. Bizleri salonunun baş köşesine oturttu ve dilinin döndüğünce İngilizce sohbete başladı. Arada bir eşi gelip bizden bizimle ilgilenemediği için özür diliyor ve kayboluyordu. İçeriden ise Çince olduğunu sandığım bir konuşmalar seli yükselip alçalıyordu. Sohbet esnasında öğrendim ki adam Tayvanlıymış. Bize yeni evinden ne kadar memnun olduğundan ve muhitin güzelliklerinden falan bahsetti.  Kısa bir sohbetin eşliğinde işimizi tamamladık ve kendilerine teşekkür edip evden ayrıldık. Giderken bize kendi dilimizde "İyi akşamlar" demeyi de ihmal etmediler.

Ben Tayvanlı bir komşum (hatta iki komşum) olduğu gerçeğine daha kendimi alıştıramamışken Kronik Penguen halime bakıp güldü. Ve dedi ki; "Bunlar neyse... En azından İngilizce konuşarak anlaşabiliyoruz. Şimdi gideceğimiz adam Azeri!"

"Nasıl yani?" dedim, aynı akşam ikinci kez büyük bir şaşkınlık geçirerek. Benim Azeri bir komşum da mı vardı? Evet, varmış sevgili okurlar. Ben de bilmiyordum, öğrenmiş oldum. Üstelik konuşması da gerçekten de ilginçti. "Hoşgördünüüüz! Yahşiseniz?"

Bir de dünya tatlısı, küçücük bir kızı vardı Azeri komşumun. Babasıyla arkadaşım iş konuşurken ufaklık bana oyuncak koleksiyonunu göstermekle meşguldü. Evden ayrılma vakti geldiğinde kucağım bir sürü oyuncakla dolmuştu bile...

Oradaki işimizi de tamamlayıp birlikte bir şeyler atıştırdık. Ardından da evlerimize gitmek üzere ayrıldık. Eve doğru tek başıma yürürken "Vay be, ne renkli bir mahalle de oturuyormuşum da haberim yokmuş." diye mırıldanıyordum kendi kendime.