29 Ağustos 2010 Pazar

Bunuyor muyum ne?

Bu aralar bunamaya başladığımdan ciddi ciddi şüphelenmeye başladım. Bazen öyle aptalca şeyleri öylesine doğal bir şekilde yapıyorum ki sormayın gitsin. Tam da 30 yaşında olmanın o kadar da kötü bir şey olmadığına inanmaya başlamıştım hâlbuki…

Ramazan’dan bir önceki hafta, sabah kahvaltısında bir bardak da çay içeyim dedim. Bilenler bilir, benim çay ile aram pek yoktur ama malumunuz havalar çok sıcak, insanın canı illa içecek bir şeyler istiyor. Her neyse… Kalktım kendime bir bardak sıcak su aldım, bir tane de sallama çay poşeti attım içine. Poşeti iyice daldırıp çıkarttım, bol bol salladım ki demini iyi salsın. Çayın iyice demlendiğine emin olduktan sonra çay poşetini çıkarttım, iyice sıkıp son damlasına kadar itina ile kuruttum. Ondan sonra da poşeti çöpe atacağıma yanlışlıkla cup! diye yeniden bardağın içine bırakıverdim. Ardından da birkaç saniye boyunca bardağın içinde yüzen poşete şaşkın şaşkın bakakaldım. “Ne yaptım ben ya?” dedim afallamış bir vaziyette, o kadar da uğraşmıştım hâlbuki poşeti kurutmak için…

***

Geçen gün ofiste haldır huldur çalışırken bir dosyaya bakmam gerekti. Masamdan yavaşça kalkıp dosya dolabına doğru ilerledim. Dolabımız gayet sıradan, ahşap bir dolap. Üzerinde ne bir kilit var ne de başka bir şey. Ama bana nereden estiyse cebimden kasanın anahtarlarını çıkartıp dolabın tahta kapağı üzerinde anahtar deliği aramaya başladım. Bir taraftan da kızıyorum kendi kendime, “Nereye kaldırmışlar bu dolabın anahtar deliğini?” diyorum sinirle… Sanki kaldırılıp başka yere götürülebilirmiş gibi… Sonra bir anda ne yaptığımı fark edip bir anahtara bir de dolaba bakmaya başladım gözlerimi kırpıştırarak. “Ne yapıyorum ben ya?”

***

Yine ofiste çalıştığım bir gün… Bir taraftan bilgisayarımın başında otururken bir taraftan da duvardaki panoda asılı olan kâğıtlara bakıyorum. Panodaki kâğıdın bir kısmı başka bir kâğıdın altında kalmış ve okuyamıyorum. Ne yapsam beğenirsiniz. Elimdeki mouse ile duvardaki kâğıdı çekmeye çalıştım. Bir taraftan da “Niye çalışmıyor bu ya?” diye kızıyorum. (Üstelik bunu ilk kez de yapmıyorum.)

Bunuyor muyum ne? 

26 Ağustos 2010 Perşembe

Fanatik

Gölge E-Dergi'nin 35. sayısında yayınlanmıştır.


İzmir, Kıbrıs Şehitleri Meydanı…


Pastanenin kapısı büyük bir gümbürtü ile açıldı. Duvara hızla çarpan kapının camı anında tuzla buz oldu. İçeriye ellerinde kalın sopalar, üstlerinde sarı-kırmızı formalar olan bir grup ateşli genç doluştu. Kimi bandana takmıştı kimininse yüzleri boyalıydı. Pastanenin içine doluşup hep bir ağızdan tezahürat yapmaya başladılar.

“Göz-göz-Göztepe! Göz-göz-Göztepe!”

Masalarda oturan müşteriler hep birden ayaklanıverdiler. Bayanlar korku dolu çığlıklar atarken, erkek müşteriler gruba bağırıp çağırmaya başlamışlardı. Pastanenin sahibi olan adam ise tezgâhın arkasından hışımla fırlayıp delikanlıların önüne dikildi.
“Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz? Defolun gidin dükkânımdan!” diye bağırdı adam. Orta yaşlı, kısa boylu bir adamdı. İri göbeği o bağırdıkça hop hop hopluyordu, kel kafası sinirden kıpkırmızı olmuştu.

Ateşli taraftarlar bir anda sustu. Fakat gitmeye hiç niyetleri yokmuş gibi görünüyordu. İçlerinden biri gayet laubali bir şekilde, ellerini kollarını sallayarak ileri çıktı.
“Sen hangi takımlısın dayı?” diye sordu dayılanarak.
“Manyak mısın kardeşim? Müşterilerimi korkutuyorsunuz, gitsenize işinize!” diye bağırdı pastanenin sahibi.
“Sen önce sorumuza cevap ver babalık.” dedi bir diğeri elindeki sopanın ucunu diğer elinin avucuna vurarak.
“Bela mısınız kardeşim? Rahat bıraksanıza adamı!” dedi müşterilerden biri ileri çıkarak. Formalı gençlerden iki tanesi hemen o yöne yöneldi. İçlerinden birisi cebinden sustalı bir çakı çekerek “Bir şey mi dedin maydanoz?” diye sordu sırıtarak.
Korkan müşterilerden bir çığlık daha yükseldi.
“Kesin lan sesinizi!” diye bağırdı elinde çakı tutan. Az önce sesini yükselten adam da dâhil olmak üzere ayaktaki müşterilerin hepsi birkaç adım geri çekildi. Kadınlardan biri kendini tutamayıp sessiz sessiz ağlamaya başladı.

“Sen hangi takımlısın dayı?” diye sordu pastanenin sahibinin karşısındaki genç tekrar.
“F-Fe-Fenerbahçe…” dedi adam tereddütlü bir sesle.
“Ne demek lan Fenerbahçe?” dedi delikanlı. “İzmir’de yaşıyorsun ama İstanbul takımı tutuyorsun öyle mi? Şerefsiz misin lan sen?” diye bağırdı ardından. Sonra da beş kişi birden zavallı adama sopalarla ve tekmelerle saldırdılar. Adamın hiç şansı yoktu, saniyeler içinde yere yığılmış, ağzı burnu kan içinde kalmıştı. Diğer müşterilerden biri hışımla ileri atıldı fakat grubun geri kalanı hızla önünü kesip bir dayak da ona attılar. Kadınlar artık resmen çığlık atıyordu fakat yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. Tek çıkış yolu kapıydı ve onun önü de bu eli sopalı haydutlar tarafından kesilmişti.

Elinde çakı olan genç yerde boylu boyunca yatan pastane sahibinin üzerine eğildi ve adamın kulağını çekmeye başladı. Acıyla haykıran adamın başı yerden hafifçe kalktı.
“Şimdi hangi takımı tutuyorsun ayı?” diye sordu genç, alay edercesine.
“Göztepe…” diye fısıldadı yaralı adam.
Bir anda gruptan coşkulu bir sevinç narası yükseldi. Ardından tekrar tezahüratlara başladılar.
“Göz-göz-Göztepe! Göz-göz-Göztepe!”

Pastane sahibini yerde kıvranır bir biçimde bırakarak onu kurtarmak için harekete geçen ama grubun geri kalanından dayak yiyip yere yığılan öteki adamın etrafında toplandılar. İçlerinden biri adamı saçlarından kavrayarak başını havaya kaldırdı.
“Sen hangi takımlısın maydanoz?” diye sordu adama.
Adam bu soruya ağır bir küfürle karşılık verdi. Bu yanlış bir hareketti… Gençler hep beraber yerde yatan adamı acımasızca tekmelemeye, bir taraftan da Göztepe tezahüratları yapmaya başladılar.

İşlerini bitirdiklerinde yani adamın yerden kalkamayacağına emin olduktan sonra sıradaki kurbanlarına, kendilerine en yakın duran bir başka adama yöneldiler.
“Ya sen hangi takımlısın ihtiyar?” diye sordu biri.
“G-Gö-Göztepe…” dedi adam oldukça endişeli bir biçimde. Elleri gözle görülür bir biçimde titriyordu.
“Ooo… Öyle mi? Say bakalım Göztepe’nin ilk on birini.” dedi delikanlı.

Sayamadı.

Ve ölümüne atılan dayaklardan nasibine düşeni fazlasıyla aldı.

“Karşıyakalı var mı aranızda?” dedi delikanlılardan biri dayılanarak. Ağlayan kadınların hıçkırıkları ve burun çekişleri haricinde hiç kimseden ses çıkmadı.
“Konuşsanıza lan! Kime diyorum?” diye bağırdı genç, en yakınındaki masanın örtüsünü hışımla çekip üzerindekileri yere dökerek.

O sırada yanındaki arkadaşlarından biri kolunu dürtüp başıyla arka masalardan birini işaret etti. En arka masada bir adam oturmuş sakince kahvesini içip gazetesini okuyordu. Olay başladığından beri yerinden kıpırdamamış hatta o yöne bakmamıştı bile.

Saldırgan grup yavaş adımlarla o yöne ilerledi ve adamın etrafını çevirecek şekilde masanın etrafına dizildiler. Adam kafasını kaldırmadan tek eliyle tuttuğu gazetesini okumayı sürdürüyordu. Diğer eli ise bacaklarının üzerine kadar çektiği masa örtüsünün altında olduğundan görünmüyordu.
“Sen hangi takımı tutuyorsun babalık?” dedi delikanlılardan biri.
Adam hiç istifini bozmadan kahvesinden bir yudum aldı ve okumaya devam etti.
“Sana dedik lan, sağır mısın?” diye sordu bir diğeri, adamın elinden gazeteyi çekip yere fırlatarak.
“Gayet iyi duydum.” dedi elindeki fincanı masaya koyan adam usulca. Bakışlarını kaldırıp çarpık bir tebessümle etrafındaki gençlere baktı. Otuzlu yaşlarında, orta boylu bir adamdı. İyi tıraşlı temiz bir yüzü ve koyu kahverengi kısa siyah saçları vardı. Kısık göz kapaklarının ardındaki açık mavi gözleri ışıl ışıl parıldıyordu. Üzerinde beyaz bir gömlek ve kumaş bir pantolon vardı. Sandalyesinin arkasında siyah bir deri ceket asılıydı, masanın üzerinde ise siyah, dar kenarlıklı bir fötr şapka vardı.
“Madem duydun cevap ver o halde. Hangi takımlısın?”
“Beşiktaşlıyım.” dedi adam gayet sakin bir şekilde, hâlâ çarpık bir tebessümle gülümseyerek.
“Ne Beşiktaş’ı lan?” dedi delikanlı. “Var mı öyle İzmir’de yaşayıp da İstanbul takımı tutm…”
“Aslına bakarsanız ben İstanbulluyum.” diyerek delikanlının lafını kesti adam. “İzmir’e sadece bir… İş… Evet, bir iş için geldim.”
“Bu bir İstanbul takımı tuttuğun gerçeğini değiştirmez.” dedi gençlerden biri.
“Aslına bakarsan değiştirir.” dedi adam. “İstanbul’da oturup da bir başka şehrin takımını tutsam bana ne derler bir düşünsenize? Şerefsiz mi?” diye devam etti kıkırdayarak.
Masanın etrafında duran gençler adamın bu esprisi ve soğukkanlılığı karşısında afallayıp birbirlerine bakındılar. Bir tanesi omuzlarını silkip başını iki yana salladı, bir iki tanesi ise bu şakaya küçük bir tebessümle karşılık verdi.

“Şimdi de ben size bir soru soracağım.” dedi çarpık gülümsemeli adam. “İstediğiniz hayat bu mu?”
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu içlerinden biri.
“Şöyle bir etrafınıza bakın. Kanlar içinde yerde yatan adamlar, korkudan bir köşeye sinmiş kadınlar. Ve bu sizin işiniz… Sizin eseriniz… Kendinizi güçlü hissetmenizi sağlıyor değil mi? Bir şeyler başarmış gibi hissediyorsunuz, bir yere ait olduğunuzu hissediyorsunuz değil mi?”
Delikanlılar kendilerinden ve yaptıkları işten memnun bir şekilde birbirlerine baktılar ve göğüslerini şişirerek “Evet, doğru.” dediler hep bir ağızdan.

“Hayır, yanlış.” dedi adam sırıtarak. “Bu işler hep böyle başlar. Önce bir kavgaya karışırsın sonra ötekine. Ait olduğun bir grup vardır ya da çete. Sen onları korursun onlar seni. Ama bir gün bir de bakmışsın çıkışı olmayan bir kavgaya karışmışsın. Karşındaki sana bir bıçak çekmiş ya da bir silah doğrultmuştur. Kaçışın yoktur, ya sen öleceksin ya da o. Eğer ölürsen tarih olursun ama hayatta kalırsan işte o zaman şanslısındır. Doğru mu?”
Gençler cevap vermeden önce destek almak için yine birbirlerine baktılar ve “Evet, doğru.” dediler bir kez daha, ama bu kez biraz tereddütle.

“Hayır, yine yanlış.” dedi adam, artık iyice soğumaya başlayan kahvesinden bir yudum daha alarak. “Hayatta kalırsan yine ölmüşsün demektir. Çünkü bir insanın hayatına son vermişsindir. Bunun sana çektirdiği vicdan azabı korkunçtur.” dedi adam. Biraz duraksayıp etrafındaki gençlerin gözlerine teker teker baktı, artık gülümsemiyordu. “Ve bir kez bu pisliğin içine batarsanız…” diye devam etti “…gerisi mutlaka gelir. Pis işlerini yaptırmak isteyen insanlar peşinizi bırakmak bilmez. Mafyalar, uyuşturucu satıcıları, zengin züppeler… Hatta polis bile! Hepsi kirli işlerini yaptırmak için peşinizden gelirler. Çünkü ellerini kirletmek istemezler ama sizin elleriniz kirlidir. Ve ne biliyor musunuz? İstediklerini yapmak zorundasınızdır aksi takdirde hapsi boylamanız an meselesidir. Ayrıca yemek ve barınmak için paraya ihtiyacınız vardır. Çünkü sizin arkanızı daima kollayan o çeteniz, aileniz, grubunuz ya da her neyse o artık yoktur. Siz artık bir yabancı, bir katilsinizdir onların gözünde. Böyle bir hayatın ise sadece iki sonu vardır. Bir; hapishaneye düşersiniz ve ciğerlerinize saplanan paslı bir şiş ile can verirsiniz. İki; karanlık bir ara sokakta iki omzunuzun arasına bir mermi yersiniz. Hayatınız ellerinizden akıp giderken de şunu sorarsınız kendi kendinize; bunların hepsi ne içindi? Ben söyleyeyim; meşin bir yuvarlak ve hiç tanımadığınız 11 yabancı için…”

Delikanlılar sus pus olmuş bir şekilde adamı dinliyorlardı. Kiminin gözleri kocaman açılmıştı kiminse ağzı bir karış… Hiç birinden çıt çıkmıyordu. Derken uzaklardan gelen siren sesleri duyulmaya başladı pastanenin içinde. Delikanlılar bir rüyadan uyanmış gibi gözlerini kırpıştırmaya ve birbirlerine bakmaya başladılar. “Haydi gidelim…” dedi içlerinden biri. Bu seste ne bir coşku ne de cesaret vardı artık; sadece korku ve endişe… Ardından hepsi önce yavaş sonra da koşar adımlarla pastaneyi terk ettiler. Giderken hâlâ masasında oturan bu çarpık gülümsemeli, mavi gözlü adama son bir kez dönüp bakamadan da edemediler.

Onlar gittikten sonra pastanedeki diğer müşteriler de koşa koşa olay yerini terk ettiler. Artık içeride sadece ağır şekilde dayak yemiş ve yerden kalkamayan müşterilerle pastanenin sahibi kalmıştı. Bir de masasında oturan gizemli müşteri… Adam kahvesinin son yudumunu da içti ve masa örtüsünün altında olan elini çekip açığa çıkardı. Elinde 45’lik bir Colt tabanca vardı… “Neyse ki seni kullanmama gerek kalmadı.” dedi adam, silahını yavaş hareketlerle elinde evirip çevirirken. Ayağa kalktı ve tabancasını pantolonunun arka kısmında sıkıştırdı. Sandalyenin arkasındaki deri ceketini sırtına geçirirken gözü yerde duran gazeteye takıldı. Saldırgan grup içeri girdiğinde okuduğu gazeteydi bu… Manşette şöyle yazıyordu; “İzmir’de katliam.” Uzanıp gazeteyi yerden aldı ve haberi bir kez daha okudu.

“İzmir’in simgelerinden sayılan Hilton Oteli’nde dün resmen bir katliam yaşandı. Sabah saatlerinde kahvaltı salonunu basan silahlı bir kişi iki ünlü iş adamını ve beş korumayı soğukkanlılıkla öldürdü. Çatışma esnasında birçok müşteri de yaralandı. Saldırıyı yapan kişinin daha önce farklı şehirlerde benzeri cinayetler işleyen gizemli katil olduğu sanılıyor. Kendisine taktığı “Fanatik” lakabı ile anılan suçlu polis tarafından halen aranıyor.”

Adam manşetin yanına basılmış, saçı sakalı birbirine karışmış haldeki katilin fotoğrafına baktı. Bu kendisiydi. Şu anda fotoğraftaki adamla hiçbir alakası yoktu elbette ama bu fotoğraftaki adamın kendisi olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Çenesini sıvazlayarak “Sakal yakışıyormuş.” diye gülümsedi kendi kendine. Sonra da gazeteyi fırlatıp attı. Siren sesleri iyice yaklaşırken siyah fötr şapkasını başına geçirdi, kahvenin parasını masaya bıraktı ve ağır adımlarla kapıya doğru yürüdü. Çıkmadan önce son bir kez pastanenin içinde göz gezdirdi ve “Meşin bir yuvarlak ve hiç tanımadığım 11 lanet adam yüzünden…” diye mırıldandı. Ardından yürüyerek mekânı terk etti.

- Son -

Not: Göztepe taraftarları ile hiçbir alıp veremediğim yoktur, kişiler ve mekânlar tamamen temsilidir.

Newspaper photo by Matt Callow

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Hayat sürprizlerle dolu

Hayat sürprizlerle dolu… Bazen sarf ettiğiniz ufacık bir cümlenin ya da yaptığınız küçücük bir hareketin nelere kadir olabileceğini görüp şaşırıyorsunuz. Hatırlarsanız şuradaki yazımda başka bir şehre taşınırken bazı kitaplarımı yanıma alamadığımdan ve onları geride bıraktığım için ne kadar üzgün olduğumdan bahsetmiştim. İşte ettiğim o laf döndü dolaştı beni buldu, hem de oldukça ilginç bir şekilde.

Geçtiğimiz Pazar günü beklenmedik bir hediye aldım. Çok sevdiğimiz bir akrabamız olan ve vaktinde bize çok yardımcı olan İclal ablam bizi ziyarete gelmişti. Elinde de üzerinde “Mehmet abin ve İclal ablandan 29,99 yaş günü hediyen” yazan bir paket vardı.
“Bak sana ne getirdim?” dedi gülerek. Şöyle bir baktım ve birkaç çizgi-roman olduğunu gördüm içinde. Hem de en sevdiğim karakterlerin maceraları; Teks ve Çelik Blek ciltleri vardı pakette. Fakat nedense kapakları bana acayip derecede tanıdık geliyordu, bir yerden gözüm fena halde ısırıyordu hatta ama nereden?

“Teşekkür ederim!” dedim sevinçle.
“Ne bunlar?” diye sordu İclal abla.
“Çizgi-roman?” dedim şaşırarak.
“Ama iyi bak bakalım hangi çizgi-romanlar.” dedi poşetin içindekileri masaya yayarak. Bir anda gözlerim fal taşı gibi açılıverdi. Bunlar benim taşınırken geride bıraktığım kitaplarımdan bazılarıydı!

Hani yolda yürürken biriyle karşılaşırsınız ama ilk başta kim olduğunu anımsayamazsınız. Sonra birden hatırlarsınız ve o kişiyle ilgili tüm anılarınız beyninize hücum eder. İşte aynen o duyguydu yaşadığım.

Mehmet ağabeyim ile İclal ablama bu güzel ve anlamlı hediyeleri için buradan çok teşekkür ediyorum ve iyi ki varsınız diyorum.

Siz, siz olun yazının gücünü sakın hafife almayın. Ya da şöyle diyeyim; ne yazdığınıza ve ne dilediğinize çok dikkat edin. Hayatın insanın karşısına ne zaman ne çıkaracağı hiç belli olmuyor çünkü…

20 Ağustos 2010 Cuma

Bir bardak soğuk su

Adam salonda oturmuş, her zamanki gibi sabah haberlerini izliyordu. Emeklilik yaşını doldurmuş, hafif göbekli ve orta yaşlı bir adamdı. Televizyondaki spiker gazete manşetlerini okurken adamın karnı hafiften guruldadı. Saatini kontrol etti ve kahvaltı vaktinin çoktan gelip geçtiğini fark etti ama karısı hâlâ kalkmamıştı. Adam öfkeli bir şekilde homurdanıp ayağa kalktı ve tembel tembel yürüyerek yatak odasına yöneldi. Odanın kapısından içeriye şöyle bir bakış attı ve karısının tam tahmin ettiği gibi hâlâ uyumakta olduğunu gördü. Başını onaylamaz bir biçimde iki yana sallayarak tekrar televizyonun başına döndü.

Yarım saat kadar daha haberleri izledikten sonra midesi bir kez daha fakat bu sefer hayli gürültülü bir biçimde guruldadı. Demlenmiş bir çay ve hazırlanmış bir sofra görme umuduyla mutfağa doğru yöneldi fakat ne karısından ne de kahvaltıdan eser yoktu. “Tövbe estağfurullah…” diyerek yeniden yatak odasına yöneldi. Karısının hâlâ yattığını gördüğünde ise bir kez daha “Tövbe tövbe” diyerek homurdandı. Karısını uyandırmanın bir yolunu bulmalıydı. Ağır ama gürültülü adımlarla odaya girdi ve karısı uyanır umuduyla sertçe yatağın kendisine ait tarafına oturdu. Yatak şöyle bir yaylandı ama karısı bana mısın demedi. Adam bu kez de başucundaki çekmecesini karıştırmaya başladı. Özel olarak aradığı bir şey yoktu aslında, tek istediği yeterince gürültü çıkartabilmekti o kadar. Derken karısı hafiften kıpırdandı, tek gözünü açıp adama şöyle bir baktı. Adam tam iğneleyici bir tonda günaydın diyecekti ki kadın ani bir hareketle sırtını döndü ve uyumaya devam etti. Adam gayet afallamış bir vaziyette karısının sırtına bakakalmıştı. En sonunda ne yapacağını bilemez bir şekilde kalkıp öfkeli bir şekilde tekrar salona yöneldi.

Haberler bitmiş ve yerini sıkıcı evlendirme programlarından biri almıştı. Ahı gitmiş vahı kalmış bir dede evlenmek istediğinden bahsediyordu. Ama bunların hiç biri adamın umurunda değildi çünkü o midesinin gurultusundan başka bir şeye konsantre olamıyordu. Derken kapı zili çaldı. Adam “Hayırdır inşallah, kim acaba?” diyerek kapıya yöneldi. “Kim o?” diye seslendi ardından.
“İyi günler, sebil siparişinizi getirdim.” dedi bir ses.
Adam dün verdiği siparişi hatırladı ve birden keyfi yerine geldi. “Buyurun, gelin. Hoş geldiniz.” dedi kapıyı açarken. İki kişi ellerinde bir su sebili olduğu halde içeri girdiler. Kısa bir montaj işleminden sonra cihaz mutfaktaki yerini almıştı bile. Adam iki elemana çok teşekkür ederek onları yolcu etti ardından mutfağa yönelip sebili incelemeye başladı. Birkaç dakika sonra soğuk su ışığı yanmaya başladı, su içilebilir bir soğukluğa gelmişti. Adam keyifle dolaptan bir bardak aldı ve kendisine buz gibi soğuk sudan biraz doldurdu. Önce tek bir yudum aldı, sonra da geri kalanını kana kana içti.

“Ohh! Tam ağzıma layık.” dedi keyifle.
“Kim geldi bey? Kapı çalmadı mı az önce?” diye bir ses geldi arkasından. Karısı uyanmıştı.
“Tünaydın hanımefendi.” diye yanıtladı adam sitemkâr bir şekilde.
“Tünaydın.” dedi kadın hafif bir tebessümle. “Ooo, sebilimiz gelmiş bakıyorum.” diye devam etti ardından.
 “Ohoo… Çoktan geldi. Hatta test bile ettim, suyu şahane soğutuyor. Lıkır lıkır içtim vallahi.”
“Ne yaptın, ne yaptın?” diye sordu kadın.
“Su içtim.” dedi adam gayet sakin bir sesle.
“E oruç?” diye sordu karısı.
“Oruç mu?” diye sordu adam. O anda gözlerinin önüne karısıyla birlikte bir önceki gün yaptıkları konuşma geldi. Bugün kandildi ve birlikte oruç tutmaya karar vermişlerdi. Hatta gece kalkıp beraber sahur bile yapmışlardı. Demek karısı o yüzden bu geç saate kadar uyumuştu. Kahvaltı hazırlamasına gerek yoktu ki!
“Eyvah!” dedi adam bir eliyle yanağını hafifçe tokatlayarak.
“Eyvah ya…” dedi karısı gülerek. “Gitti oruç.”
“Eee… Ne olacak şimdi?” diye sordu hafif utanan hafifte bozulan adam.
“Ne olacağı var mı? Orucun bozuldu, üstüne bir bardak soğuk su içersin artık.” dedi karısı.
“Öyle yapayım bari.” dedi adam bezgince. Öyle de yaptı.

* Babamdan... Aman, şey... Gerçek bir olaydan esinlenerek yazılmıştır :)

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Ramazan hatıraları

Madem Ramazan geldi, ben de geçmiş Ramazan aylarından aklımda kalan birkaç hatıramı paylaşayım sizlerle.

Geçen sene iş çıkışında eve gidiyordum. Hava oldukça sıcaktı ve ben normalden daha geç bir saatte işten çıkmıştım. Vakit de iftara yaklaştığından midem deli gibi zil çalıyordu ve karşıdan gelen herkesi tavuk, pasta vb. değişik yemek çeşitleri olarak görmeye başlamıştım. Sürünerek otobüs durağına gittim ve kısa bir bekleyişin ardından otobüse bindim. Şoföre yarı baygın bir selam verip arka tarafa doğru ilerlemeye başladım. Aniden şoför arkamdan “Hop!” diye seslenip “Nereye hemşerim?” diye sordu.
“Eveee…” dedim şaşırmış bir vaziyette.
“Bilet basmayı düşünmüyorsun galiba.” dedi şoför gülerek. O anda bilet basmadan geçip gittiğim kafama dank etti. Bir de adama “Eveee…” demiştim, iyi mi?

***

Mavişehir’de çalıştığım yıllar… İzmirliler bilir, Mavişehir İzmir’in ta öbür ucudur. Benim gibi şehir merkezinde oturanlardansanız oraya gitmek için en az 1 saatlik otobüs yolculuğunu göze almanız gerekir. O yıl, çalıştığım firma daha önce hiç yapmadığı bir şey yapıp tüm çalışanlarına birer Ramazan paketi dağıtmıştı. Şu 5 kiloluk büyük olanlarından hem de… Pirinçten makarnaya, salamdan peynire ne ararsanız vardı içinde. Sevinçle hepimiz paketlerimizi kucaklamıştık tabi. Ama hesaba katmadığımız bir nokta vardı; bu beş kiloluk koliyi eve nasıl götürecektik? İş çıkışında hepimiz bir birbirimize bir de ayağımızın dibindeki ağır kolilere bakıyorduk. “Nasıl götüreceğiz bunları ya?” derken uzaktan gelen belediye otobüsünün ışıkları ile karşılaştık aniden. Otobüsler o zamanlar saat başı kalkıyordu yani bu aracı kaçırırsak bir saat beklememiz gerecekti. Bir anda hepimiz kolileri sırtlamış ve durağa doğru dörtnala koşmaya başlamıştık. Bir taraftan da halimize kıkır kıkır gülüyorduk. Dışarıdan bakan biri bizi hırsız falan sanmıştır büyük ihtimalle…

***

Yine bir yaz günü, yine bir iş çıkışı ve yine bir otobüs macerası… Durağa doğru ilerlerken binmem gereken otobüsün kalkmak üzere olduğunu görmüştüm. Oruçlu halimle bacaklarımda kalan son güç kırıntısını kullanarak durağa doğru koşmaya başladım. Tam otobüs kalkacakken kıl payıyla araca yetiştim ve kendimi soluk soluğa içeri attım. Tam “Oh be, yakaladım.” diyordum ki otobüs birdenbire büyük bir gümbürtü ile sarsıldı. Ne oluyoruz falan derken başka bir aracın arkadan bizim otobüse çarptığını fark ettik. Otobüs şoförü hemen kenara çekti, kontağı kapattı ve polisi beklemeye başladı. Benim iftara yetişme hayallerim de böylelikle suya düşmüş oldu. Eve vardığımda top çoktan patlamış, muhtemelen şehir sınırlarında da benden başka oruçlu kalmamıştı.

***

Birkaç yıl önce… Bir Ramazan günü annemle birlikte alış-verişe çıkmam gerekiyordu. Biz de soluğu Balçova’daki süper marketlerden birinde almıştık. Hesapta birkaç küçük şey alıp hemen çıkacaktık. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. İkimizde oruçlu olduğumuz için ne görsek canımız çekiyordu.
“Offf, pastalara bak.”
“Ayy, alsak mı acaba? Ama yok almayalım, gerek yok şimdi.
“Aaa… Bak ne güzel poğaçalar. Alalım mı?”
“Bilmem ki… Gerek de yok aslında ama. Hmmm… Çok da güzel kokuyorlar.”
“Allah! Meyve suyu! Bayılırım!”
“Haydi alalım!”
“Poğaçayla iyi gider, ondan da alalım!”
“Pasta! Pasta istiyorum!”
Derken alış-veriş sepetimiz ağzına kadar dolmuştu ve birkaç parça şey almak için girdiğimiz marketten elimiz kolumuz dolu çıkmıştık. O yüzden siz siz olun, oruçluyken alış-verişe falan çıkmayın.

Karikatür by Yiğit Özgür

5 Ağustos 2010 Perşembe

Oğlan bizim, kız bizim...

Dün uzun zamandır saç saça baş başa… Öhöm! Canla başla hazırlandığımız çok önemli bir gündü bizim için. Çünkü dün sevgili kız kardeşim müstakbel nişanlısı ile birlikte dünya evine girdi. Ve çok şükür ki oldukça da güzel bir düğün oldu. Tabi işin içinde Yorgun Savaşçı olunca ufak tefek aksaklıklar da olmadı değil.

Kız kardeşim kuafördeyken ben de o annemle birlikte terziye gidiyordum. Bugünlerde de İzmir’de doğalgaz ve metro çalışmaları çakıştığı için bütün yollar kazılı maalesef. İşin içine bir de dayanılmaz sıcaklar girince yol ortasında kol kola girip halay çeken metro ve doğalgaz işçileriyle karşılaşmanız kaçınılmaz. Terzinin yerini de tam olarak bilmediğimizden doğru yolu buluncaya kadar akla karayı seçtik. “Buradan sağa sapacağız. Aaa, doğalgazcılar kapatmışlar! O zaman bir ilerdekinden sapar sonra da geri döneriz. Tüh! Burayı da metro inşaatı için kapatmışlar!” diye diye gittik bütün yolu. Neredeyse her şeyi boş verip biz de arabanın içinde halay çekecektik, o derece yani. Oradan girelim şuradan dönelim derken zor da olsa vardık terziye. Annem hemen geliyorum diyerek koştura koştura içeriye gitti. Ama kadınlar ve elbiseler bir araya gelince “acele etmek” kavramından bahsetmek ne mümkün? Yarım saatlik bir “hemen geliyorumun” ardından annem kolunda elbise ile kapıda göründü. Çabucak geri dönüş yoluna koyulduk ama bir kez daha yol çalışmalarının azizliğine uğradık. “Şuradan aşağı inelim. Aaa kapatmışlar. O zaman ileriden döneriz. Eyvah diğer tarafa mecburi istikamet vermişler. Hay Allah, burayı da tek yön yapmışlar!” derken geniş bir daire çizip istemeden de olsa tekrardan terzinin önüne geldik. O esnada “Bak burası da bizim terzi, elbiselerimizi hep buraya yaptırırız.” diye takıldım anneme.

Neyse efendim, kuafördü terziydi derken bütün hazırlıklar tamamlandı ve gelinle damadı beklemeye başladık. Bir süre sonra onlar da geldiler. Kız kardeşim bir kuğu gibi olmuştu maşallah. Damatta çok şıktı ama bir nokta hariç… Papyonunu hâlâ bağlayamamıştı. “Ben bunu bağlamayı bilmiyorum ya, yardım edin!” diyerek yanımıza koşturdu. “Kim biliyor?” diye sordu ardından. Aynı anda hepimiz bir başkasını işaret ederek “O biliyor!” dedik telaşla. Anlaşıldığı üzere hiç birimiz papyon bağlamayı bilmiyorduk. Burada da imdadımıza yetişen Google amca oldu ve papyon bağlamayı gösteren bir video bulduk. Başarısız bir kaç denemenin ardından nihayet papyonu bağlamayı başardım. O anda evde bir sevinç çığlığı koptu, gören de beni kahraman falan sanırdı herhalde.

“Nasıl başardınız efendim? Bu başarınızı seyircilerimizle paylaşır mısınız?”
“Elbette, çok kolay oldu!”
“Peki ne yaptınız?”
(Eller belde şişinerek) “Papyonu bağladım!”

Gelin ve damadı fotoğraf çekimi için düğün salonuna önceden gönderdikten sonra biz de hızla giyinme işlemlerine başladık. Ama ev kalabalık, oda sayısı ise az. Herkes giyinecek nezih bir köşe arıyor, tam buldum derken de pat diye karşınıza biri çıkıveriyor. Hep beraber evin içinde köşe
kapmaca oynamaya başladık mecburen. Pantolonumu odamda, gömleğimi salonda, ceketimi ise koridorda giydikten sonra nihayet hazırdım ama geç kalmıştık. Çabucak aşağı indik, arabalara bindik, motorları çalıştırdık ve yola çıktık. Derken annem “Eyvah! Duvağı unuttum!” diye bir çığlık attı. Hani Türk filmlerinde olur ya, arabalar önce gider fakat birkaç saniye sonra hızlı çekimde çabucak geri dönerler. İşte aynı o sahneyi yaşadık. Düğünün başlamasından tam bir saatçik kadar sonra da düğün sahipleri olarak salona giriş yaptık.

Düğün genel anlamda oldukça keyifliydi. Danslar edildi, pasta kesildi, eş dostla muhabbet edildi, (darısı başına diyenler itina ile hırpalandı) ve tabi en önemlisi iki değerli insanın hayatı bir araya getirildi. Ah bir de şarkıcı sürekli “Evet, kamera bende mi?” deyip durmasaydı. Bütün düğün kaseti boyunca onu izleriz artık. Neyse…

Sevgili kız kardeşime ve değerli eşine sağlık, mutluluk ve huzur dolu uzun bir ömür, güzel bir birliktelik diliyorum buradan. Allah her şeyi gönlünüze göre versin. İnşallah çok ama çok mutlu olursunuz. Sevgiler…

1 Ağustos 2010 Pazar

Anahtar ( Bölüm 3 ) -Son-

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

Ertesi sabah işe gitmedi. Zamanında kalkamadığından değil, her zamanki gibi tam vaktinde uyanmıştı. Canı istememişti o kadar. Ve yalnızca canının istediğini yapabilmek bile çok hoşuna gitmişti. Uzun bir müddet yatakta oyalandıktan sonra kalkıp duşunu aldı ve dışarı çıktı. Annesini ziyaret etti. Doktorların tedavinin iyi gittiği yönündeki haberlerini sevinçle karşıladı. Gün içerisinde işyerinde uğradı ve istifasını verdi. Polisler oradaydı. Kendisine birkaç soru sordular. Hepsini kendini bile hayrete düşürecek bir soğukkanlılıkla cevapladı. Dün burada değildi. İşten erken çıkmıştı. Polisler de onun üzerine fazla gitmediler. Ne de olsa erken çıktığına dair bir sürü görgü şahidi vardı. Üstelik ne kapıda ne de kasada bir zorlama izi vardı.
“Bence…”dedi polislerden biri “Bu işi anahtarı olan biri yapmış.”
“İşyeri sahibini mi kastediyorsun yani?” diye sordu diğeri.
İlk polis kafa sallamakla yetindi ve ikisi birlikte ayrılarak genç adamı yalnız bıraktılar. Adam istemsizce gülümsedi. Domuzcuk hapse girecekti, ha? Bu iş tahmininden de harika gidiyordu.

***

Kalabalık bir kaldırımda, evine doğru ilerliyordu. Yürüdüğü cadde şehrin en lüks yerlerinden biriydi ve etraf birbirinden hoş bayanlar ve lüks mağazalarla doluydu. Bir taraftan ıslık çalarken bir taraftan da mağazaların vitrinlerine bakarak kendini oyalıyordu. Cebinde hâlâ biraz parası vardı ama parayı harcamayı düşünmüyordu. İleride ihtiyacı olabilirdi. Hem bir daha hırsızlık yapmayacağına dair kendisine de söz vermişti. Sonra vitrinlerden birinde çok şık bir takım elbise ile karşılaştı. Lacivert renkli ve oldukça şık bir takımdı. Her zaman böyle bir elbisesi olsun istemişti. Bir müddet elbiseye büyülenmiş gibi bakakaldı. Onu alabileceğini bilmek bile harika bir duyguydu. Nefsiyle savaşmaya çalıştı ama sonunda vazgeçti. O elbiseyi istiyordu ve alacaktı. Hem de parasıyla… “Tek bir takım elbisenin kime ne zararı olabilir ki?” diyerek mağazaya girdi.

Mağazadan çıktığında eli kolu paketlerle doluydu. Sadece takım elbiseyi almakla kalmamış, ona uygun gömlekler, kravatlar ve ayakkabılar da almıştı. Keyfi oldukça yerindeydi. Canını tek sıkan şey ise elinde bu kadar yük varken eve kadar yürüyecek olmasıydı.
“Keşke bir arabam olsaydı.” diye mırıldandı kendi kendine. Sonra da “Hey… Neden olmasın ki?” diye ekledi yüzüne yayılan sinsice bir sırıtışla. Kaldırım kenarına park etmiş lüks arabalara şöyle bir baktı ve bir tanesini gözüne kestirdi. Anahtarını çıkarıp arabaya yaklaştırmasıyla birlikte bir “Blip!” sesiyle arabanın alarmı kendi kendine kapandı. Anahtar ise anında bir otomobil anahtarına dönüşüverdi. Adam keyifle kıkırdayarak kapıyı açtı ve arabanın geniş koltuğuna rahatça kuruldu. Elindeki paketleri arka koltuğa fırlatıp motoru çalıştırdı. Zevkle motorun mırıltısını dinledi. Ardından da gazı sonuna kadar kökleyip keskin bir patinaj eşliğinde trafiğe fırladı.

Arabayla bir müddet dolaştıktan sonra evine gitmekten vazgeçti. O köhne yere bir daha gitmek istemiyordu. Sahile çıktı ve yakıtı bitene kadar arabayla turladı. Benzin bittiğinde biraz morali bozuldu, depoyu dolduracak kadar parası kalmamıştı çünkü. Sonra yol kenarına park etmiş şık bir cip çarptı gözüne. “Her zaman bir cipim olsun isterdim. Kullanmayı becerebilir miyim acaba?” dedi hevesle. Arabadan inip cipe geçti. Arka koltuktaki paketlerini alma zahmetine katlanmadı bile. Cipi sürmeyi pek beceremedi. Hatta köşelerden dönerken aracı birkaç kez sürttü ama bunu çok da önemsemedi. Saatlerce dolaştıktan sonra dizi dizi villaların sıralandığı oldukça zengin bir muhitte buldu kendini. Buradaki villalara hayranlık ve imrenme ile karışık bir duygu ile baktı. Gelişi güzel bir yere park edip araçtan indi. “Bu evlerde yaşamak nasıl olurdu acaba?” dedi kendi kendine. Muhtemelen anahtarı sayesinde istediği bir tanesine girebilirdi. Hatta ev sahibi gelinceye dek evin keyfini de sürebilirdi. Ama o bunu istemiyordu. O bu evlerden birine sahip olmak istiyordu. Kaçak gibi içinde yaşamak değil. “Biraz param olsaydı…” diye mırıldandı. Ardından da “İşte yine para! Her yerde karşıma çıkıyor. Bu soruna kökten bir çözüm bulmak lazım.” diye devam etti. Orada duran kırmızı bir spor arabaya binerken çoktan kararını vermişti bile…

***

Yarım saat sonra kırmızı spor araba oldukça büyük bir binanın birkaç sokak ötesine park edilmiş vaziyette duruyordu. Bina tepeden basık ve genişçe bir yapıdaydı ve oldukça iç karartıcı bir görüntüye sahipti. Çünkü ilgi odağı olması için tasarlanmamıştı. Aksine insanları binanın içindekilerden uzak tutması için inşa edilmişti. Çünkü burası şehrin en büyük bankasıydı. Banka o kadar güvenilir ve sağlamdı ki kasasında sadece kendi mevduatı değil aynı zamanda çevresindeki büyük iş yerlerinin birikim ve sermayeleri de bulunurdu. Böylesine önemli bir bankanın güvenliği de bir o kadar önemliydi elbette. Bugüne kadar birkaç hırsızlık girişimi olmuş ama hepsi de başarıyla önlenmişti. Bugüne kadar…

Bu gece bir şeyler farklıydı. Eğer o gece orada biraz dikkatli birisi olsa kapıda sürekli nöbet tutan güvenlik görevlisinin yerinde olmadığını fark ederdi. Biraz daha dikkatle baktığında ise güvenlik görevlisinin olması gereken yerdeki kırmızı lekeleri fark ederdi. Aynı zamanda kırmızı lekelerin kapıya doğru bir yol oluşturduğunu ve kapalı görünmesine rağmen kapının da açık olduğunu fark ederdi. Ama ne yazık ki etrafta öyle biri yoktu.

Genç adam, başından yaraladığı güvenlik görevlisini girişin yanındaki sütunlardan birinin ardına bırakıverdi. Simsiyah giyinmişti. Ellerinde deri eldivenler, başında ise yüzünü kapayan koyu renkli bir kar maskesi vardı. Durup biraz soluklandıktan sonra yaralı adama şöyle bir baktı. Çok kan kaybediyordu ve zamanında müdahale yapılmazsa muhtemelen ölecekti. Adam sadece omuz silkti, umurunda değildi. Kendindeki bu değişime hayret etti ama üzerinden fazla durmadı. Şu an tek düşündüğü şey paraydı. Anahtarının yardımıyla duvardaki kontrol kutusunu açtı ve alarm sistemini devre dışı bıraktı. Ardından dikkatli bir şekilde kontrol noktasına ulaştı ve kameraları da kapattı. İkinci güvenlik görevlisini de başarı ile saf dışı ettikten sonra soluğu devasa kasanın önünde aldı. Şimdi önünde tek bir engel kalmıştı. Ağır bir tane... Kasanın çelik kapısı… Çünkü karşısındaki normal bir kapı değildi. Üzerinde ne bir kilit vardı ne de bir tokmak. Sadece şifrelerin girileceği dijital bir panel... Kara kara bu kapıyı nasıl geçeceğini düşünürken aklına çılgınca bir fikir geldi ve anahtarını çıkarıp dijital tuşlara yaklaştırdı. Tuşlar kendi kendine hareket etmeye başladı ve şifre girildi. Ardından kısa bir bip! sesi ve keskin bir tıslamayla ağır kapı açıldı ve yavaşça yana kayarak ardındaki hazineyi ortaya çıkardı. Küçük banknot dağları, altın külçelerinden ufak tepeler, mücevherat dolu çekmeceler… Hepsi onundu.

Genç adam heyecandan soluk soluğa kalmıştı. Koşarak geniş kasanın ortasına kadar geldi ve kollarını iki yana açarak. “İşte bu! Hepsi benim! Hepsi!” diyerek sevinçle bağırdı. Tam o esnada tüm ışıklar aniden söndü ve adam karanlıklara gömüldü. Yakalandığını düşünerek panikle arkasına döndü ve polislerle yüzleşmeye hazırlandı. Fakat arkasında kimse yoktu. Ya da o öyle sanıyordu çünkü hiçbir şey göremiyordu. Hatta kapı aralığından süzülmesi gereken ışığı bile… “Anahtarı geri ver!” diyen emrivaki bir ses duyuldu aniden. Adam hızla sesin geldiği yöne baktı ve yaşlı anahtarcı ile burun buruna geldi. Hiçte anahtar dükkânındaki gibi müşfik ve ağırbaşlı görünmüyordu artık. Aksine, soylu ve hükmeden bir görüntüsü vardı. Karanlığın içerisinde açıkça görülen tek şey oydu. Sanki etrafına hafif bir ışık yayıyormuş gibi görünüyordu.
Genç adam hayretle bir-iki adım geriledi ve “S-se-senin ne işin var burada?” diye kekeledi.
“Anahtarı geri ver!” dedi anahtarcı yeniden. Genç adam biraz kendini toparlar gibi oldu ve “Niye verecekmişim? O artık bana ait!” diye çıkıştı.
Anahtarcı oralı bile olmadı ve tek elini avucu yukarı dönük olduğu halde öne doğru uzatarak “Şimdi…” dedi.
“Sıkıyorsa gel de al!” dedi adam. Demesiyle pişman olması bir oldu. Bir anda etrafında bir düzine adam daha belirdi. Hepsi simsiyah giyinmişlerdi. Görülen tek kısımları gözleriydi ve hepsinin belinde de birer kılıç sallanıyordu. Sanki hepsi birer ninjaydı. Fakat daha farklı, daha üstün bir havaları vardı. Sanki ninja olmaya özenen kişiler gibi değil de ninjalar onlara özenmiş gibi… Adamın etrafını bir daire oluşturacak şekilde çevirdiler. Çok yakın durmuyorlardı. Adamla aralarında en az 10 adım vardı ama adama sorarsanız yeterince uzak da değillerdi.
“Anahtar!” dedi tekrar yaşlı anahtarcı. Genç adam bu kez itiraz etmedi. Titrek bir şekilde başını olumlu anlamda salladı ve elini cebine daldırıp paslı anahtarı cebinden çıkardı. Anahtarcı memnuniyetle gülümsedi ve elinin bir hareketiyle birlikte anahtar havaya karışarak yok oldu.
“Kimsiniz siz? Nesin sen?” dedi adam panikle.
“Kim olduğumuzun bir önemi var mı?” diye sordu yaşlı adam. “Yüzyıllardan beri insanların arasında yaşadığımızı bil yeter. Tibet’in karlı dağlarında da bulunduk Mısır’ın engin çöllerinde de… Şerefimize anıtlar dikildi, kuleler inşa edildi. Hatta askerlerimizin kıyafetleri ve gelenekleri bile kopya edildi.” dedi bir eliyle etraflarında duran siyahlar içindeki sessiz adamları göstererek. “Kiminize bilgeliğin anahtarını sunduk kiminize sonsuz yaşamın… Kiminize mutluluğun anahtarını sunduk kiminize ise sevginin… Ama insanoğlu hiçbir zaman elindekinin kıymetini bilemedi. Hiçbir zaman elindeki ile yetinmeyi bilemedi. Tıpkı senin gibi…” diye devam etti, işaret parmağıyla adamı işaret ederek.
“Sana bir şans sunuldu. Sevdiğine yardımcı olabilmen ve ihtiyacı olanın yanına koşabilmen için bir fırsat, bir üstünlük verildi. Ama sen de tıpkı senden öncekilerin düştüğü hatalara düştün. Hırsına yenildin, ihtiraslarının seni ele geçirmesine izin verdin, malın ve mülkün manevi değerlerinin önüne geçmesine müsaade ettin. Ve kaybettin…”
Genç adam hiçbir şey söyleyemedi. Duyduklarını idrak etmekte zorlanıyordu. Bir taraftan da içinde kabarıp duran yoğun pişmanlık hissini bastırmaya çalışıyordu.
“Sonuç olarak ırkının iradesinin bizim irfanımızı ve öğretilerimizi paylaşmak için hâlâ çok zayıf olduğunu göstermiş oldun bize. Bu yüzden yok edilişini bir hiç olarak görme.”
“Yok edilişim mi?” diye sordu genç adam.
“Çok şey gördün, çok şey duydun. Gizliliğimiz için tehlikesin…”
“Hayır, kimseye anlatmam yemin ederim.” diye yalvardı adam.
“Daha nefsini bile kontrol edemeyen birine nasıl güvenebiliriz ki?” dedi yaşlı adam. Sonra başıyla belli belirsiz bir hareket yaptı. 12 kara adam şimşek hızı ile harekete geçti. Hepsi aynı anda ve kusursuz bir uyum içinde hareket ediyordu. Seri bir hareketle kılıçlarını kınlarından çıkardılar. O kadar hızlıydılar ki, genç adam kılıçlarını çektiğini bile görememişti. Sanki kılıçlar bir anda ellerinde belirivermişti. Göz açıp kapayıncaya kadar adamlar aradaki mesafeyi aşmış ve adamın yanına varmışlardı. Kılıçlarını başlarının üzerine kaldırdılar. Kılıçlar sanki büyülüymüşçesine mavi bir ışıkla parıldadı ve amansızca indi. Adamdan geriye kalan tek şey bir toz yığınıydı. 12 sessiz figür sanki bir dans gösterisindeymiş gibi aynı anda kılıçlarını kınlarına soktular. Anahtarcıya dönüp eğilerek sessiz bir selam verdiler ve havaya karışıp gözden kayboldular. Anahtarcı memnuniyetsizlikle yerdeki toza şöyle bir baktı ve şöyle dedi; “Hıh! İnsan…”