26 Şubat 2009 Perşembe

Yenişehir Chronicles

Bu sabah isteksiz adımlarla Yenişehir yollarını adımlarken içimde bir huzursuzluk vardı. Bu hissi kafamdan atmak için havaların kapalı olmasını bahane ettim kendi kendime. Ya da şu köşeden dik dik bana bakarak bıyıklarını buran hamaldan da olabilirdi pekala. Hızlı adımlarımı hamalın bakışlarından aldığım ekstra güç ile daha da hızlandırarak Finansbank’ın kapısından içeri bodoslama daldım. Bankadakiler şöyle başlarını kaldırıp “vay be, kim bu hışımla gelen delikanlı” dercesine baktılar. Halbuki bilmiyorlardı ki bu hızlı girişin delikanlılıktan çok bir yerlerime duyduğum derin korkudan kaynaklandığını… Erkekliğime bilumum şeyler sürdürmemek adına kendimi sakinleştirerek sıra numarası almaya yöneldim. O da ne? Sıra numarası 999 mu? Kafamı kaldırıp şaşkın bakışlarla numaratöre baktım ve kırmızı bir ışıltı ile parlayan 651 sayısının da şaşkın şaşkın bana bakmakta olduğunu gördüm. Bir numaraya bir de elimdeki kağıda bakarken beynimdeki çarkların yavaş yavaş hareket etmeye başladığını hissettim ve kağıdı ters çevirdim. Şimdi kağıtta şu numara yazıyordu; 666… Haydaaa… şu ikinci sınıf şeytanlı meytanlı korku filmlerinde kullanılan ve uğursuz olduğu iddia edilen numara değil miydi bu? Şeytan’ın sayısı… “Yok canım, inanmam ben öyle şeylere” deyip umursamaz bir tavır takındım. Bir taraftan da diğer yarımın “keşke 999 olsaydı” dediğini duymazdan gelmeye çalışarak boş bulduğum bir yere oturdum. Tam karşımdaki camdan dışarı baktığımda az önceki hamalı görebiliyordum. Tüm ilgisini yoldan geçen bir bayana vermiş bir şekilde bıyıklarını yolarcasına burmaya devam ediyordu. En azından kendine başka bir uğraş bulduğu için sevinerek sıramı beklemeye devam ettim. Hiçbir aksilik yaşamadan bankadaki işimi halledince moralim biraz daha düzelmiş bir şekilde Akbank’ın yolunu tuttum.

Yenişehir’in bağrışmalar, küfürleşmeler ve hiç susmayan kornalar ile dolu –sakin- trafiği eşliğinde sağ salim ikinci durağıma vardım. “666 mı? Şeytan’ın sayısı mı? Hadi oradan hıh-hıh-hıhhh…” diyerek bir Şener Şen gülüşü attım kendi kendime. ATM’ye yaklaştım, kartımı yerleştirdim ve tam o sırada bankanın kapıları büyük bir gümbürtüyle açıldı. Birinin burnu kanayan 4 kişi birbirlerine pek de kardeşçe olmayan bir şekilde dolanmış vaziyette yumruk yumruğa kapıdan fırladılar. Tam o sırada bir polis arabası arkamdaki kaldırıma yanaştı ve polisler kavga eden dörtlünün üzerine çullandı. Bankadan birkaç kişi daha fırlayıp kimisi kaçmaya kimisi de polislere yardım etmek için dörtlünün üzerine atlamaya başladı. Bir anda ortalık karışmıştı ve ben o karmaşanın ortasında, bankamatikten para çekmeye çalışan saf bir tip olarak kalakalmıştım. Üstelik kartta makinenin içinde olduğundan oradan ayrılamıyordum da. Madem ayrılamıyorum diyerek etrafımda kavga gürültü koparken ben her zamanki yavaş ve aheste hareketlerimle sanki hiç anormal bir durum yokmuş gibi işlemimi yapmaya devam ettim. Bir taraftan işlemi yaparken bir taraftan da acaba dışarıdan nasıl görünüyorumdur diye merak ettim. Herhalde çok cesur biri gibi görünüyorumdur diyerek egomu pohpohlarken “Hayır, bir salak gibi görünüyorsun” diyen mantığımı duymazdan gelmeye çalıştım. Neyse ki polisler kavgayı kısa sürede ayırdılar da bende erkekliğin kaçta kaçlık bölümünde olduğuma karar vermekten kurtulmuş oldum. Tam o esnada bankamatik alarm vermeye başladı ve ekran birdenbire karardı. Lanet olası makine bozulmuştu ve tüm o karmaşanın ortasında boşu boşuna beklemiştim, inanamıyordum. Sinirli adımlarla bankaya girdim ve gişelere doğru yöneldim. Banka bomboştu, hatta gişeler bile boştu... Orada öylece dikilirken gişelerin hemen yan tarafında bulunan ufak bir ofisten önce bir sonra da iki olmak üzere saçları diken diken olmuş üç bayan kafası uzandı. Oldukça sarsılmış görünüyorlardı ve soru soran şaşkın bakışlarla bana bakıyorlardı. “Eee… para yatıracaktım da” diyebildim sadece. Herhalde normal bir müşteri gördüklerine çok sevindiler ki büyük bir rahatlama ve neşeyle “tabi tabi, buyurun” diyerek yerlerini aldılar.

Bankadan çıktığımda polisler hala kapının önünde olayı tartışıyor, onlara yardımcı olanlar “kavgayı ben ayırdım” diye şişiniyordu. Arkamdan da gişedeki bayanların sinirli kahkahaları geliyordu. Gülümsedim, ağır adımlarla merdivenlerden indim ve yolumu tuttum. “Vay be” dedim “ne enteresan bir gündü. Neyse ki bitti...” işte o an yağmurun başladığı andı.

Bir dosttan kişilik analizim...


Bugün çok sıkkın bir anımda değerli bir dostum moralimi düzeltmek adına bir kişilik analizimi yaptı. Yazdığı kelimeler ve betimleme o kadar hoşuma gitti ki buraya yazmak istedim. Ya da egoistlik damarım da tutmuş olabilir tabi, bilemiycem :)

"Hayatı roman gibi yaşamak en güzeli... Senin hayatın kalın ciltli bir edebi roman gibi.
Aynı Budala'daki gibi ya da Sefiller'deki gibi edebi bir roman. Tabi ki değil porno dergi, bazısı da öyle bir hayat yaşıyor ama o hayatlar işte öyle. Tek atışlık ve o kadar değersiz. Bir iz bırakmıyor hayatta.
Ama seninki her zaman bilinecek ve hatırlanacak."

Sağol kardeşim. Eline, diline sağlık...

Şeytan Uykusuz Kalınca...
(İstanbul'da uykusuz bir gece...)



İstanbul'da bir gece vakti. Gecenin ilerleyen saatleri... İstanbul'un meşhur uğultusu kulaklarda. Boğaz Köprüsü ışıl ışıl parıldıyor yine ve uzun ve yorucu bir günün ardından uzaktaki ikizi ile sessiz bir muhabbete dalmış. İkizinin aklı fikri yine savaşlarda, fetihlerde... Kızkulesi yalnızlığının keyfini çıkararak gerinir ve uykuya dalmaya hazırlar kendini. Uzaktan gelen bir vapur sesi duyulur. Birdenbire başka bir ses yükselir gecenin içinde. Bir haykırış, bir kükreme.. Hırıltılı ve yüksek bir ses... Bir insana değil de sanki Orta Dünya'nın unutulmuş zamanlarında yaşamış bir ejderhaya ya da daha kötü bir varlığa ait bir ses. Bir an için bir sessizlik... ve tekrar o bağırış. Ses o kadar kudretli ki yerler sarsılıyor, sokak lambaları bir yanıp bir sönüyor. Ama anlaşılmıyor ne dediği, boğuk ve uzaktan geliyor sanki. Bir binadan geliyor ses, ikinci katta loş bir ışığı olan bir daireden. Komşu ahali uyanmaya başlıyor. Önce uyku sersemi ve mahmur sonra ise ürkek ve telaşlı. Bir bağırış daha ve yine yerler sallanıyor. "Neler oluyor?" diye sormaya başlıyorlar birbirlerine. Bir haykırış daha... çocuklar annelerinin dizlerine sarılıyorlar korkuyla. Herkesi bir telaş alıyor ve hemen polis aranıyor. Beş dakika içinde orada olacağı söylenen ekip arabası bir saat sonra aheste aheste olay yerine varıyor. Polisler önce olayı kavrayamıyorlar, dalga geçiliyor sanıyorlar. O ses tekrar duyuluncaya kadar. Hemen destek kuvvet isteniyor ve beş dakika sonra olay yeri Çelik Kuvvet ve Polis arabalarıyla dolup taşıyor. Binanın etrafı kuşatılıyor ama kimse içeri gidip de ne olduğuna bakmaya cesaret edemiyor. Bu arada meçhul bağırış periyodik olarak devam ediyor. En sonunda aralarında en deneyimsiz ve en yeni olan bir talihsiz seçiliyor doğal olarak. Herkes kendisinin gitmeyeceğini bildiğinden hallerinden memnun ve rahatlamış bir halde cesaret gösterilerinde bulunmaya başlıyor. "Aslında bende giderdim ama gençlerin önünü açmak lazım", "Ben bunun gibi kaç davayı çözdüm, aştım artık böyle şeyleri" Derken yüksek perdeden bir homurtu daha ve tüm -cesur- polisler araçlarının arkasına uçarak siper alır. Bir arabanın arkasında üst üste yatmak en gelişmiş polis savunma taktiklerinden biridir. En sonunda çaylak polis biraz da itelenerek binaya gönderilir.


Çaylak, bir taraftan unuttuğunu sandığı ama şaşırtıcı derecede hatırladığı birçok duayı hızlı hızlı okurken bir taraftanda dua okuma hızına ters orantılı olarak yavaş yavaş merdivenleri tırmanmaya başlar. Binanın içi loş ve karanlık, tek ışık kaynağı sesin geldiği daire kapısının altından süzülen hasta renkli bir ışık. Bir homurtu daha kopar. Binanın içinde daha şiddetli ama şaşırtıcı derecede daha anlaşılır gelir çaylağa... Artık kapıya varmıştır. İçeriden gürültülü bir müzik sesi ve sinirli bir homurtu duyulmaktadır. Tüm cesaretini toplayıp kapıyı çalar ve "Polis! Aç kapıyı!" diye bağırır. Yüksek perdeden bir bağırtı ve "KİMDİR O?" diye soran dünya dışı bir ses, sanki şeytanın kendisi bizzat cevaplar onu. Tüm cesareti az önce merdivenlerden koşarak kendisini terketmiş gibi hisseden çaylak en kibar sesiyle "Şey... eee... polistim de ben! Rica etsem amirim bir fincan kahve rica etti de, eğer varsa..." der. "NE KAHVESİ LANN?! DALGA MI GEÇİYOSUN!?? HARRRR!" diye kükrer şeytan. Bu son kükreme o kadar kuvvetlidir ki çaylağın ayakları yerden kesilir ve gerisingeriye merdivenlerden aşağı yuvarlanır. Gözlerini açtığında amirinin yanında bulur kendini. "Eee? Ne oldu? Ne varmış orada?" diye sorar amiri sabırsızca. "Şeytan!" diye cevaplar çaylak, "İçeride korkunç bir şeytan var. Ne yapacağız amirim?" diye sorar çaylak tirtir titreyerek. Tam amir "Ne şeytanı? İnanmam ben öyle şeylere. Benimle dalga mı geçiyorsun hergele?" diye azarlamaya başlamışken şimdiye kadar duydukları en korkunç kükreme yükselir binadan. Arabaların arkasında üst üste yatma taktiği birkez daha üstün bir başarı ile gerçekleştirilir, polislerin bu konuda eğitimli olduğu bellidir. Şapkasını düzelterek ayağa kalkan amir binaya doğru "Şeyy... birazcık inanırım canım, sizi alındırmak istememiştim" derken bulur kendini.


Artık bir telaştır sarmıştır herkesi, kimse ne yapılacağını bilmezken beş yaşlarında ufak bir kız çocuğu kalabalığın arasından sıyrılır ve "Ben bize yardım edebilecek birini tanıyorum" der miniminnacık sesiyle. Karizmayı tamamen çizdirmiş olan amir bu elindeki tek umuda dört elle sarılır ve "Kimmiş o, söyle bakalım ufaklık?" der. "Buradan az ileride Bahçelisaraylar ormanında bize yardım edebilecek bir peri var" diye cevaplar kız. Amir "Yok daha neler? İstanbul'un ortasında önce şeytanlar şimdi de ormanlar ve periler" diye düşünürken kızın bu önerisini duyan diğer çocuklar sevinçle "Tinuviel! Tinuviel! Evet, o bize yardım eder" diyerek sevinç çığlıkları atmaya başlar. Herkes şaşkınlık içindedir ama çocuklar neden bahsettiklerini bilir gibidir. Polis ve komşuların "Olmaz öyle saçma şey" "Bir deneyelim ne çıkar?" tartışmaları arasında şeytanın kudretli kükremesi tekrar duyulur ve herkes nerede olduklarını hatırlayarak tartışmaktan vazgeçer. "Peki ufaklık, git getir bakalım şu periyi" der amir. "O gelmez, bizim ona gitmemiz gerek" diye gelir cevap koro halinde çocuklardan. "Tamam biz gideriz o zaman" der amir.


Beş dakika sonra çocuklardan oluşan bir grup yanlarında bir polis -tabi ki çaylak- ile ormana doğru yola çıkarlar. Oradan uzaklaştığına memnun ve cesaretini toplamış olan çaylak "Ne yandadır bu orman çocuklar? Bunca yıllık İstanbulluyum, daha hiç ormana rastlamadım buralarda" diye sorar merakla. "Bahçelisaraylardaaaa..." der kız çocuğu "Bahçelievler demek istiyorsun herhalde" der polis klasik, her şeyi bilen ebeveyn pozlarında. "Haaayııır Bahçelisaraylar" diye cevaplar başka bir ufaklık bilmiş bilmiş. "Tabi tabi, eminim öyl...." Sözü yarım kalır çaylağın, çünkü tam o esnada çocuklardan biri önlerinde yükselen bir duvarın içinden geçip gözden kaybolur. Normal bir tuğla duvardı önündeki, üzerinde renkli tebeşirlerle çizilmiş çocukça resimler vardı. Tüm resimlerin ortasında da yine tebeşirle çizilmiş bir orman manzarası. Duvara giden yolda da bir seksek tablosu çiziliydi. Kendi adına bir çöp adam bile çizemeyen çaylağa bir sanat eseri gibi görünüyordu bunlar haliyle... Tam o izlerken başka bir çocuk seksek tablosundan seke seke ilerleyerek duvara sıçradı ve o da duvarın içinden geçerek gözden kayboldu. "Sıra sende" der kız. Çaylak bir kıza birde duvara bakar, sonra tekrar kıza bakar. "İyi de nasıl?" der. "İşte böyleee..." der bir oğlan çocuğu ve o da seksek tablosundan sıçrayarak duvardan geçer. Çaylak şaşkın şaşkın gözlerini kırpıştırır, sonra bir omuz silker ve seksek tablosunun başına geçer. Bir iki sıçrama ile duvara varır, bacaklarının tüm kuvvetiyle duvara doğru atılır ve iç burkan bir çatırtı ile duvara toslar. Ufaklıklardan bir kahkaha kopar, küçük kız çaylağın yanına gelerek ayağa kalkmasına yardımcı olur ve "Yanlış yapıyorsun, hiç seksek oynamadın mı sen?" diye azarlamaya başlar. O kadar komik bir görüntüdür ki bu, beş yaşındaki kız bir eli belinde diğeri ile bir parmağını sallayarak koskoca bir adamı azarlıyor, çaylak bile gülmeye başlar. "Oynamadım" der çaylak mahçup mahçup. Böylece kurallar anlatılır, bir örnek gösterilir ve bir çocuk daha duvarın içinden geçerek kaybolur. Tekrar dener çaylak. Bir, iki... duvara varır, gözlerini sımsıkı yumarak bir kez daha duvara doğru atar kendini. Ve hop! Bu kez çarpmadı, başardı işte! Ama nerdeydi? Hiç bir şey göremiyordu, etraf zifiri karanlıktı. Kör mü olmuştu yoksa? "Tabi ki bir şey göremezsin. Gözlerini açsana ahmak!" der kendi kendine... Ürkek ürkek gözlerini açar ve kendini yemyeşil bir ormanda bulur. Yeşilin her tonu vardır etrafında. Gökkuşakları, kelebekler... gerçek olamayacak kadar güzeldir orman. Görevini ve niye burada olduğunu unutarak hayran hayran etrafını seyretmeye başlar çaylak. Tam vaktinde arkasına dönerek küçük kızın bir şelalenin içinden çıkarak yanına gelmeye başladığını görür. "Duvar burada şelale olarak görünüyor demek ki" diye akıl yürütür kendi kendine. "Haydi" der ufaklık ve polisin elinden çekerek diğer çocuklara yetişmek için hızlı hızlı yürümeye başlarlar.


Bir açıklığın ortasında toplanmış halde bulurlar çocukları. Hepsi şarkı söyleyip oyunlar oynamakla meşgullerdi. Açıklığın ortasında ise devrilmiş bir ağaç kütüğü vardı. Küçük kız da diğer çocuklara katılınca çaylak yavaşça kütüğe doğru yürüdü. Üzerinde -V- şeklinde ucunda lastik gibi bir şey olan garip bir değnek vardı kütüğün. "Hiç böyle sihirli değnek görmemiştim" der çaylak. "Çünkü o sihirli değnek değil, benim koltuk değneğim" der arkasından bir ses. Hemen arkasına döner ve çocukların ortasında oturan, bir bacağı alçı ile sarılı bir bayan görür. "Ah üzgünüm, geçmiş olsun" der utanarak ve meraklı gözlerle kırık bacağa bakarak. "Önemli değil" der kadın "ufak bir iş kazası atlattım sadece". "Tinuviel siz misiniz?" der çaylak ürkekçe... "Tinuviel!" diye bağırır çocukların hepsi bir ağızdan. Kızıl saçlı, mağrur yüzlü bir bayandı Tinuviel. Hafifçe başını eğerek "Evet benim" der. "Buraya neden geldiniz? Sizin burada olmamanız gerekirdi, bu yasaktır." Küçük kız hemen araya girerek hem çaylağı getirdiği için özür dileyerek hem de geliş sebeplerini anlatarak durumu çabuk çabuk özetler. Aralarda hem çaylak hem de diğer çocuklar onay mırıltıları ve gerekli gördükleri yerlerde düzeltmeler yaparak kızın öyküsünü onaylarlar. Durumun ciddiyetini kavrayan Tinuviel'in yüzü sertleşir. Bir an için düşüncelere dalar ve yavaşça başını kaldırıp
"Üzgünüm, size yardım edemem" der. Bir anda hepsi ümitsizliğe kapılır. "Üzgünüm" der tekrar "ama bacağımın durumunu görüyorsunuz, bu halde size yardım edemem. Sözünü ettiğiniz şeytanı biliyorum elbette. Bunca zamandır onu kontrolümün altında tutan bendim zaten. Ama bu son birkaç haftadır bacağım yüzünden bunu aksatmak zorunda kaldım. Böyle bir şeyin olacağını tahmin etmeliydim" der düşünceli düşünceli başını sallayarak. "İyi ama kimdir o? Ya da nedir?" diye atılır merakına yenik düşen ve umutsuzluğun pençesinde olan çaylak. Düşüncelerinden sıyrılan Tinuviel çaylağa tartan bir gözle bakar sonra, "DeMoN derler ona" der "eskilerin ona taktığı isim buydu. Ama gelin ümitsizliğe kapılmayın. Size ben yardımcı olamam dedim. Hiç kimse olamaz demedim." Bu sözleri ile yüreklerine su serpilir etrafındakilerin. "Buralardan çok uzaklarda, uzak diyarlarda bir savaşçı tanıyorum. Kadim krallıktaki Üç prensten biri olarak bilinir. Bazıları şövalye derler ona, bazıları ise kahraman. O ise Yorgun Savaşçı demeyi tercih eder kendine... o size yardımcı olabilir. Çünkü o ve ben aynı yıldızların etkisinde gelmişiz bu dünyaya. O benden daha kadimdir hatta" der ve çaylağa bu savaşçıyı nerede bulacağını, ona neler anlatması gerektiğini iyice anlatır. Gerçi DeMoN ismini duyduğunda pek de tereddüt edeceğini sanmıyordur Savaşçı'nın ama yine de işini şansa bırakmamaya kararlıdır.


Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra Tinuviel değneğini kaldırarak (koltuk değneğini değil, sihirli olanı) ışıltılı bir kapı açar açıklığın ortasında. Ve çaylağa dönerek "Bundan sonrası sana kalmış, benim yapabileceğim tüm yardım bu." der. Çaylağın çocuklara baktığını görerek "Onları merak etme, en kısa zamanda evlerine geri döndüreceğim. Ama bundan sonrasına yalnız devam etmelisin. Bu yol çocuklar için fazla yorucu olur" diyerek merakını giderir. Çaylak teşekkürlerini sunarak ışıltılı kapıya doğru ilerler, nefesini tutar ve eşikten geçer. Yine zifiri karanlık karşılar onu. Üstelik bu kez gözleri de açıktır. "Bu sefer kesin kör oldum galiba" der yüksek sesle kendi kendine. "Kapa çeneni ve uyumaya devam et" diye bir ses
cevaplar onu. Şaşkın şaşkın "Uyumak mı? Evet iyi olurdu ama ya DeMoN ne olacak? Hem Tinuviel'e de söz verdim, Bezgin Savaşçı'yı bulmam lazım" diye yanıtlar sesi. "Bezgin değil yorgun... Yorgun Savaşçı" diye yanıtlar aynı ses onu ve birden ışıklar yanar. İçerisinde iki yatak bulunan ufak bir odada bulur çaylak kendini. Yataklardan birinde yorgun, bezgin ve bıkkın gibi ne kadar benzer kelime varsa hepsini hakedecek bir bakışla kendine bakmakta olan genç bir adam yatıyordu. "Bende seni kardeşim sandım, hala gelmemiş oysa. Bir polisin bu saatte odamda işi ne?" diye sorarak yataktan kalkar ve çaylağın karşısına dikilerek "Hem az önce DeMoN mu dedin sen yoksa bana mı öyle geldi?" diye devam eder. "Bu mu bize yardım edecek savaşçı? Pek de kısaymış" diye düşünür polis içinden. "Sen kendi işine bak, önce sorularıma cevap ver hem" der. Çaylak şaşkınlık ve korku içinde "Düşüncelerimi mi okuyorsun sen?" diyerek geri geri birkaç adım atar. "Okuyorsam ne olmuş? Sen sorularıma cevap verecek misin vermeyecek misin?" der esneyerek. Çaylağın kekelediğini görünce "Konuşamayacak kadar şaşkınsan düşünsen de olur" diye ekler kıskıs gülerek.


İlk şaşkınlığını atlattıktan sonra çaylak hızlı hızlı başından geçen olayları ve Tinuviel'in kendisine öğütlediği
bazı sözleri savaşçıya aktarmaya başladı. Bu arada savaşçı, adına yakışır bir biçimde oldukça yorgun ve bıkkın bir halde oturarak ve arada bir başını sallayarak onu dinliyordu. DeMoN'un adı her geçişinde yüzünde garip bir gülümseme ve gözlerinde bir ışıltı yakalıyormuş gibi geliyordu çaylağa. Sonunda hikaye bitti ve çaylak da soluksuz bir şekilde genç adamın yanına oturdu. "Eee? Ne yapıyoruz? Bize yardım edecek misin?" Savaşçı ona bakarak "Yardım mı? Sizin yardıma ihtiyacınız yok ki... ama evet yardım edeceğim, merak etme" der çaylağın yüzüne düşen endişe çizgilerini görünce ve zihninden geçen -kahverengi bir şeyleri yemekle- ilgili düşünceleri sezince. Yavaşça kalkar, siyah deri kaplı bir çantayı durduğu tozlu raftan alır ve gitmeye hazır olduğunu belirtircesine kafasını sallar. Elinin bir hareketiyle kıyafetleri değişir, siyah bir pelerin ve geniş siperlikli siyah bir şapka vardır şimdi üzerinde. Bir iki anlaşılmaz söz ile odanın duvarlarından birinde bir kapı açar ve birlikte kapıdan geçerler. Çaylak merakla "O çanta nedir? Şeytanlara karşı gizli bir silah falan mı var içerisinde?" diye sorar. Yorgun Savaşçı sakince cevaplar "Hayır, CD çantam..."


Polis ve komşular şaşkınlık içerisindeydi. Önce ışıltılı yeşil bir kapı caddenin ortasında açılmış ve çocuklar geri gelmişti. Ardından da siyah, koyu bir boyut kapısı sokağın üst taraflarında açılmış ve Çaylak ile yanında siyahlara bürünmüş genç biri kapıda çıkarak yanlarına doğru yürümeye başlamıştı. Amir gözlerini kırpıştırarak yanındaki polise "Hiç bu kadar çirkin bir peri görmemiştim" dedi. "Yardım edebileceğimiz bir şey var mı?" diye sordu çaylak biraz isteksiz bir şekilde. Çünkü o binaya tekrar girmek gibi bir niyeti kesinlikle yoktu. "Evet var" dedi savaşçı "Cips ile cola getirin bana. Çok olsun" Az sonra kafalarda soru işaretleri ile istenilenler getirildi ve savaşçı dönerek kalabalıkla konuşmaya başladı. Ama sesi az önceki ses ile aynı değildi, derinden ve yankılı, hem rica eden hemde hükmeden bir sesti bu. "Burada işiniz bitti, şimdi gidin ve uyuyun. Uyandığınızda da bu olanların hiçbirini hatırlamayın." Kalabalığın üzerine birden bir uyku ve boşvermişlik hali çöktü. Yavaşça evlerine dönmeye başladılar, polislerde arabalarına binip uzaklaştı. Yorgun Savaşçı uzaklaşan çaylağa bakarak "Üzgünüm ama bu gerekli" dedi ve sessizce ona teşekkürlerini sundu. Sabah kalktıklarında hiçbiri olanları hatırlamadı. Yorgun Savaşçı hala homurtuların yükseldiği binaya döndü yüzünü ve ağır ağır merdivenleri tırmandı. Kapıyı çaldı. DeMoN'un kükreyen sesi yanıtladı kendisini. "Benim, ben. Aç kapıyı, bak ne getirdim" dedi savaşçı. Kapı aralandı, DeMoN'un kan çanağı gözleri savaşçının gözleri ile buluştu. Sonra DeMoN karşısındakini tanıyınca birden gözleri ve sesi normale döndü, evin içindeki ışıltı söndü ve "Aaa.. kanka naber yaw?" diyerek eski dostunu kucakladı. "İyiyim iyi, koca bebek seni. İki dakika yalnız bırakmaya gelmiyorsun, hemen ortalığı ayağa kaldırmışsın yine. İlle birinin seni oyalaması gerek di mi? Tinuviel gönderdi beni, selamı var sana. Bak sana cips getirdim, film de var. Hatta istersen oyun da oynarız ama önce uyuyalım çok yorgunum" diyerek içeri girdi ve kapı ardından kapandı.

İstanbul fotoğrafı / Istanbul Photo by Sinan Doğan

Bir kardeşinizin olması ne demek?


Bir kardeşinizin olması ne demek?

* En sevdiğiniz kahve fincanını hiç kullanamamak demek. Çünkü ne zaman mutfağa gitseniz fincanınız ya kirliler arasındadır ya da nazire yapılırmışçasına mutfak masasının ortasında kullanılmış bir vaziyette durmaktadır.

* En sevdiğiniz kıyafetlerinizin siz daha giymeden yıkanmaktan eskimesi demek. Çünkü sizin özel günler için özenle sakladığınız o canım giysilerle kardeşiniz sizden habersiz her çeşit arkadaş toplantısına katılmakta hatta geceleri üst baş değiştirmeden yatıldığı için pijama niyetine kullanılmakta.

* Parfüm, jöle vs. gibi malzemelerinizin siz kullanamadan bitmesi demek.

* Yeni aldığınız bir filmin, kitabın, oyunun vs. sizden önce hatmedilip, sonra da tam siz başındayken, en heyecanlı yerinin gelip size anlatılması ve tüm hevesinizin kursağınızda bırakılması demek.

* Akşamları yorgun argın eve geldiğinizde ya da bilgisayarda önemli bir işiniz olduğunda, bilgisayar karşısında sürekli onu bulmak demek. 1 dakikalık işinizi halledebilmek için 1 saat çene dökmek demek.

* İş yerinde, tüm ciddiyetinizle iş arkadaşlarınızla konuşurken birden odaya dalıp, ensenize patlatıp "naber lan dallama?" diyerek tüm karizmanızı yerle bir etmesi demek (bizzat yaşanmıştır).

* Çoraplarınızı ve iç çamaşırlarınızı koyduğunuz çekmecenin en son bıraktığınızda dolu olmasına rağmen ikinci uğradığınızda tam takır boş olması demek.

* Yağmurlu bir günde evden çıkmadan önce fellik fellik şemsiyenizi aramak ama bulamamak demek. Akşam eve geldiğinizde ise kardeşiniz tarafından bir güzel kullanılıp bir köşeye atılmış bulmak demek. Hatta daha kötüsü o yağmurlu günde şemsiyenizin, kardeşiniz tarafından bir yerlerde unutulduğunu haftalar sonra duymak demek.

* En sevdiğiniz müzik CD'sinin yada kasetinin sizden habersiz alınıp bir daha haber alınamaması demek.

* Size ait herhangi bir eşyanın, sizden habersiz kardeşinizin bir arkadaşına ödünç verilmesi demek. Siz yokluğunu farkedene kadar bundan bahsetmemesi, ödünç verdiğini unutması demek. Ödünç verdiği kişiyi de unutarak o eşyayla aranızdaki bağı kopararak olaya son noktayı koyması demek.

* Uzun uğraşlar, hatta saatler, hatta günler vererek ve severek oynadığınız bir bilgisayar oyununda, tam bitirmeye yaklaştığınız günlerde kendi oyununu yanlışlıkla sizinkinin üzerine kaydetmesi ve oyununuzun bir anda yok olması demek. Bilgisayarın başına geçip de hevesle açtığınızda kayıtlı oyununuzun yerinde yeller esmesi demek.

* Onca para verip gözünüz gibi baktığınız cep telefonunuzun ya da fotoğraf makinanızın gözünüzün önünde çaaat! diye düşürülmesi demek.

* Ama ne olursa olsun can demek...

20 Ekim 2008

Yalnızlık, yeniden....

Yorgun savaşçı, yüksek bir tepenin üzerindeydi. Durdu ve arkasındaki şehre baktı. İçinde ansızın kızgınlıkla üzüntü arasında bir duygu patlaması oluştu. Kendine hakim olmak için yavaşça gözlerini kapadı. Birkaç derin nefes alıp sakinleşti ve tekrar gözlerini açtı. Güneş aşağıdaki şehrin üzerine yavaşça doğmaktaydı. Şehir buradan ne kadar da güzel görünüyordu. Ve ne kadar masum... ama savaşçı öyle olmadığını biliyordu. Bunu defalarca ve her seferinde acı veren deneyimlerle öğrenmişti çünkü...

Şehri bozan şey içindeki insanlardı, insanların kokuşmuşluğuydu. “Kendi yapay ve küçük dünyalarında yaşayan aptallar” diye düşündü. Çünkü seksti onlar için önemli olan, paraydı, karizmatik görünmekti, içkiydi. Dostluk, vefa, namus gibi şeyleri bilmezlerdi. Bilseler de önemsemezler, sadece çıkar elde edebilecekleri yerlerde hatırlarlardı bu erdemleri.

Bu yüzden nefret ediyordu şehirden ve içindekilerden. Bu yüzden nefret ediyordu hayattan ve bu dünyadan. Çünkü kendisi öyle değildi, olmamak için çaba gösteriyordu en azından. “Galiba rahatça yaşayabilmek için bizim de onlara ayak uydurmamız lazım” demişti bir zamanlar bir arkadaşı. O ise sakince “Onlara ayak uyduracağıma tek başıma kalmayı tercih ederim” diyerek yanıtlamıştı. İşte bu yüzden burada, bu tepenin üzerindeydi bu sabah. İşte bu yüzden terk ediyordu bu şehri ve içindeki herşeyi. Teslim olmak değildi bu, sadece savaşını sürdürmeye devam ediyordu.

Derin bir nefes daha alıp iç geçirdi. Ağzından bir buhar dumanı yükseldi aydınlanmaya başayan gökyüzüne doğru. Yavaşça arkasına döndü ve o zaman farketti orada kendisini beklemekte olanı. Eski dostu yalnızlık her zamanki kasvetli ve siyah giysisi ile orada duruyordu işte. Yüzünde “geri geleceğini biliyordum” dermişçesine bir bakış vardı. Hafifçe gülümsedi yalnızlık ve kolunu uzattı savaşçıya. Savaşçı bir an tereddüt etti. Arkasında bıraktıklarına omzunun üzerinden şöyle bir baktı. Öfke ve hüzün anılarından fırlayıp yeniden canlandı kalbinin derinliklerinde. Omuzlarını silkti, şehre sırtını döndü ve yavaşça ilerleyerek eski dostunun koluna girdi. Ağır adımlarla karanlığa doğru uzaklaştılar kol kola....

02.04.2008

Photo by DanielN (http://www.flickr.com/photos/86474756@N00/)

3'lük Şizofreni...

Sovalye kurak bir bolgede tek basina agir adimlarla yuruyordu. Nereye gittiginden pek emin degildi, umurunda da degildi zaten. Artik hic birsey umurunda degildi. Uzgundu, nasil uzgun olmasindi ki? Ulkesinden surgun edilmisti, sevdigi insanlardan uzaklastirilmisti. Hemde tum o yaptiklarina ragmen. Prensesin cam ayakkabisini bulmustu, mutluluk iksirini bulmak icin nice diyarlar dolasmisti, kralligina sonuna kadar bagli kalmis gerektiginde savasmiti. Ama iste bitmisti. Bir hata yapmisti cunku, yapmamasi gereken bir hata. Gecmisinden ders cikarip tekrarlamamasi gereken ve affedilmeyen bir hata. “Boyle birseyin cezasi bu kadar agir olmamali diye dusuneceksin ama bunu bir ceza olarak gormemelisin, bu sadece olmasi gereken” demislerdi ona ayrilirken. Sovalye bundan agir bir ceza dusunemiyordu oysa, olum bile bundan iyiydi onun icin. “Keske bunlari yasayacagima olseydim” diye gecirdi icinden. Artik sovalye olmak istemiyordu. Yavas yavas zirhinin parcalarini cikarmaya ve bir bir yere birakmaya basladi yurumeye devam ederken. “Umudunu asla yitirme” demisti aylar once tanistigi bilge kisi ona, ama onun umudu kalmamisti artik. Umut edecek birseyi yoktu cunku. Umut etmeye cesareti de... “Bunu haketmedim” dedi kendi kendine, bilinmeyen bir istikamete dogru yurumeye devam etti.


*********************************************



Yorgun savasci okudugu kitabi kapatti. Konak’a dogru giden bir vapurdaydi. Kitabin kapagindaki “Sovalyenin Yolculugu” ismine bakti dalgin dalgin. “Sovalyeligin budalaliktan baska birsey olmadigini biliyordum zaten” dedi kendi kendine. Sovalyeyi kendine yakin bulmustu yine de. Biraz kendine benzetmisti onu, sovalye icin uzulmustu hatta. Yasadiklari olaylar birbirine benziyordu ne de olsa. Vapur iskeleye yanasir yanasmaz indi, pasaport tarafina dogru yurumeye basladi yavas yavas. Bos bir bank takildi gozune. Gormezden geldi, bakmamaya calisti. Banklara oturmak icini rahatlatmiyordu bu aralar. O da kayiplar vermisti bu aralar. Yalnizligini paylasabilen birkac kisiden birini kaybetmisti. Bir dostunun kalbini kirmis, guvenini sarsmisti. Hemde aptalca bir hayal ugruna... Gercekler gozunun onundeydi ama o kendini hayaline oylesine kaptirmisti ki goremedi onlari. Hic birsey eskisi gibi olmayacakti, bunu biliyordu. Ve iste yine tek basinaydi. Adini “yorgun savasci” yerine “yalniz kurt” olarak degistirme fikriyle biraz eglendi. Bos bir bank daha cikti onune, adimlarini hizlandirip bu banki da gecti. “Bunu hakettim” dedi kendi kendine, bilinen bir istikamete dogru yurumeye devam etti.

*********************************************


Ihsan okudugu kitabi kapatti. Her zamanki gibi havalimanindaydi. Kitabin kapagindaki “Yorgun Savascinin Guncesi” ismine bakti dalgin dalgin. Savasciyi kendine yakin bulmustu, ne de olsa o da kayiplar vermisti bu aralar... Ne hakettim dedi ne de etmedim. Bunlari dusunmeyecegine soz vermisti, sozunu tutacakti. Bilinmeyen bir istikamete dogru dalgin dalgin bakmaya devam etti.

İzmir Saat Kulesi / Izmir Clock Tower photo by MaxiTurkey

7 Ocak 2007

Mutluluk İksiri

Şövalye yorgun atının üstünde yavaş yavaş dağa doğru yaklaşıyordu. "Sonunda..." dedi yorgun bir nefes vererek. Dağ tahminlerinden çok daha kadim ve oldukça yüksekti. Dağın üst kısımlarında bir mağaranın belli belirsiz girişi gözüne çarptı. Aradığı kişi orada olmalıydı. Uzun zamandır yolculuk ediyordu. Çünkü aldığı bir emir vardı; -Sürekli mutluluk iksirini bulmak-

Düşünceleri geçmişe, görevini aldığı güne doğru gitti. Ülkesinin prensesi herkes tarafından sevilen ve sayılan bir kişiydi. Fakat prenses mutsuzluktan dertliydi. Arada bir geçici mutluluk iksirleri alarak kendisini mutlu ediyor, etraflarına neşe saçıyordu. Gel görelim ki iksirin süresi kısaydı ve birkaç gün içinde tekrar mutsuzluğa gömülüyordu. Böyle zamanlarda prenses sürekli "Balkabağım parçalandı, üzerimde yırtık pırtık elbiseler, cam ayakkabılarım kayıp" gibi kelimeler sarfediyordu üzgün üzgün sarayın içinde dolanarak. Bu durum tüm ülke halkını çok üzüyordu. Sonunda kızını böyle görmeye daha fazla dayanamayan kral, şövalyeyi yanına çağırdı ve ondan bir efsaneyi yani sürekli mutluluk iksirini aramasını ve eğer gerçekten böyle birşey varsa ne pahasına olursa olsun onu kızına getirmesini istedi. Şövalye görevi gurur ve mutlulukla kabul etti. Zaten kendisinin de yapmak istediği şey tam olarak buydu.

O günden bugüne pek çok gün belki de hafta geçmişti. Şövalye karanlık Google ormanlarını taramış, nice diyarlar gezmişti. Bir çok alime danışmış, birçok tehlikeler atlatmıştı. Elde ettiği bilgiler onu dosdoğru bu dağa, daha doğrusu dağın tepesinde yaşadığı söylenen bilgeye getirmişti. Kimse bilmiyordu bilgenin neye benzediğini... çok az kişi tanışmıştı onunla. Bu biraz da kimsenin o kadar yükseğe tırmanmayı göze alamamasından da kaynaklanıyordu. Onun çirkin bir cadı veya kötü kalpli bir büyücü olduğuna dair söylentiler bile vardı. Şövalye bunların hiç birini umursamadı ve kararlılıkla baktı yukarıdaki mağaranın girişine. Prensesi için tüm tehlikeleri göze almaya hazırdı. Atını bir ağaca bağlayıp dinlenmeye bıraktı, kılıcını son bir kez kontrol etti ve dağa doğru yürümeye başladı.

Tırmanış zordu, gerçekten zor... Sarp kayalar kolayca geçit vermeye oldukça isteksizdi, sanki kötü kötü homurdanıyorlar, şövalyenin ordaki varlığından rahatsızlık duyuyorlardı. Zırhının ağırlığı da cabası... Yine de yılmadı şövalye, ağır ağır ama kararlı bir şekilde tırmanışına devam etti. Birkaç yorucu saat sonunda tepedeydi. Mağaranın girişine yaklaştı soluk soluğa ama temkini elden bırakmadan. Kılıcını yavaşça kınından çekti. Kılıç batmakta olan güneşin kızıl ışığı altında parıldadı. Hiç ses yoktu, civarda kuş bile ötmüyordu. Yavaşça mağaraya girdi ve derinlere doğru ilerlemeye başladı. İleride bir ışık vardı. "Ya şimdi ya hiç" dedi kendi kendine. Dişlerini sıktı, kılıcını hazır konuma getirdi ve ileri atıldı.

"Merhaba" dedi samimi bir ses. Şövalye duraksadı. Şaşırmıştı... Hem de çok! İçerisi genişti, ferahtı. Tam ortada bir masa ve masanın üzerinde daha önce hiç görmediği bir cihaz vardı. Cihazın bir parçası, üzerinde latince harflerin Q harfinden başlayarak sıralandığı bir plakaya benziyordu. Diğeri ise daha büyükçe, bir yüzü cam kaplı kare şeklinde bir kutuydu. Kutunun cam yüzeyinden renkli ışıklar saçılmaktaydı ve Windows Xp yazısı açık ve net bir şekilde okunuyordu. "Kim bilir hangi kadim dilde yazılmış" diye düşündü bir anlığına şövalye. Bilge kişi ise bir sandalyeye oturmuş, elinde belli ki şövalye odasına dalmadan önce okuduğu bir kitap ile ona bakmaktaydı. Ama bunların hiç biri şövalyeyi şaşırtan şey değildi. Onu asıl şaşırtan şey "bilge" kişinin top sakallı ve gözlüklü bir adam olmasıydı...

"Ne oldu?" diye sordu bilge kişi şövalyeye. "Yoksa çirkin bir cadı veya kötü kalpli bir büyücü ile karşılaşmayı mı umuyordun?" diye ekledi muzipçe. "Şey..." dedi şövalye kılıcını yavaşça kınına sokarken "aslında beklediğim tam olarak öyle bir şeydi." Bilge kişi güldü ve şövalyeye eliyle yer gösterdi. "Otur lütfen, yorgun görünüyorun. Sana nasıl yardımcı olabilirim cesur savaşçı?" Şövalye önce tereddüt etti, ya bu bir tuzaksa? Ama savaşçı içgüdüleri herhangi bir tehlike sezmiyordu. Aksine bir huzur havası vardı burada. Gösterilen yere oturdu.

"Ben..." diye başladı söze "ben sürekli mutluluk iksirini arıyordum. Sizin yardımcı olabileceğinizi söylediler. Bu yüzden geldim."
"Ah... evet. Şu iksir. Elbette sana yardımcı olurum ama korkarım ki aradığın iksir aslında yok" dedi bilge.
"Ama nasıl olur?" dedi şövalye ayağa tekrar kalkarak hiddet ve umutsuzlukla.
"Sakin ol savaşçı, sana yardım edeceğimi söyledim ya" dedi bilge kişi telkin edici ve kendinden emin bir sesle. "Umutsuzluğa kapılmana gerek yok. Şimdi otur ve beni iyi dinle. Dediğim gibi, sürekli mutluluk iksiri diye birşey fiziki olarak yok. O yalnızca burada..." diyerek kafasını işaret etti. "Sürekli mutluluk akılda başlar ve akılda biter cesur savaşçı. İnsanlar nedense hayata hep kötü yanından bakarlar, ellerindekilerin değerini bilmezler. Kimisi geçmişine takılır kalır, kimisi de güllere ulaşmak için papatyaları ezer. Oysa ki şükredecek o kadar çok şeyimiz vardır ki; mesela ailemiz, dostalarımız, arkadaşlarımız, sıcak yuvamız ve elbetteki sağlığımız. Bunlara sahip olmak için herşeyini verecek bir sürü insan var dünyada. Ama biz bunların değerini sadece kaybedince anlarız. Böyle olmamalı şövalye. Birinci kural, sahip olduklarımız için şükretmeyi bilmeliyiz. Çünkü hayat gerçekten kısa, çok kısa ve yaşanacak çok şey var. Fakat insanlar kendi kendilerine acımakla o kadar meşgüldürler ki ellerine geçen sınırlı sayıdaki mutluluk fırsatlarını da kaçırırlar, bazen göremezler bile... Bu da yanlış şövalyem... İkinci kural; hayatımızı kendi kendimize zehir etmek, kendi kendimizi paralamak yerine bugünü yaşayarak o anın tadını, hayatın tadını çıkarmamız gerekir, tabi ki dozunu kaçırmadan. Evet, bazen hayat çok acımasız olabiliyor, insanın başına hiç beklenmedik şeyler gelebiliyor, çok sıkıntılı günler geçirebiliyor insan. Ama onda bile bir hayır vardır dostum. Her batan günün ardından elbet bir güneş doğar. Böyle zamanlarda yapılması gereken sabretmek ve dua etmektir. Başka bir bilgenin de dediği gibi; "Her kötü geçen saniyenin sana getireceği büyük mutluluğu sakın unutma" Ve umudunu asla yitirme şövalyem. Çünkü umut insanı hayata bağlayan, ayakta tutan en büyük güçtür. Eğer bu dediklerimi unutmazsanız mutlu olmamak için bir sebebiniz de olmaz. "

Ardından sessizliğe büründü bilge ve okumakta olduğu kitaba geri döndü. Konuşmanın bitmiş olduğunu anladı şövalye ve yavaşça yerinden kalktı, derin bir nefes aldı ve bunu yapabildiği için şükrederken buldu kendini. Gülümsedi, gülümsemesine engel olamıyordu. Bilgenin de bıyık altından gülümsediğine yemin edebilirdi. Mesajı almıştı. Şimdi hemen ülkesine dönmeli ve bu öğretileri paylaşmalıydı halkıyla. Ve özellikle de prensesiyle... Sevinçle geldiği yola döndü ve mağaranın çıkışına doğru ilerlemeye başladı. "Son birşey daha..." diye seslendi bilge arkasından. Şövalye merakla arkasına döndü ve bilgenin mağaranın diğer tarafını işaret ettiğini gördü. "Böylesi daha rahat inan bana, inerken asansörü kullan."

Dağ Manzarası Montana Ulusal Parkı / Montana National Park

23.11.2006

Yorgun Savaşçı'nın Güncesi

Savaşçı durdu, yorulmuştu. Saatine baktı, gece yarısıydı. İzmir’in ara sokaklarından birindeydi. Soğuk nedeniyle asfalttan insanın boğazını yakan bir sis yükseliyordu. “Biraz dinlenmeliyim” diye mırıldandı kendi kendine. Konak tarafına doğru yürümeye başladı. İzmir geceleri daha da bir güzel görünüyordu. Meşhur saat kulesine bir selam verdi ve sahile doğru yürümeye devam etti. Denize bakan boş bir bank ilişti gözüne. Oturdu. İşte körfez karşısındaydı, bir vapur ağır ağır Karşıyaka'ya doğru seyrediyordu. Bir anlığına Karşıyaka'da oturan arkadaşları geldi gözünün önüne. Ne yapıyorlardı acaba? Muhtemelen uyuyorlardı bu saatte. Biri ise büyük ihtimalle hala ayaktaydı. Hafifçe gülümsedi onu düşünürken. Bankları da sevmezdi o. "Arkadaşlarım..." dedi kendi kendine, onlar olmasa ne yapardı acaba? Eğer bugün hala ayakları üzerinde durabiliyorsa bunu onlara borçluydu. Zor zamanlarında ona en çok dayanma gücü veren onların varlığıydı çünkü. Ne kadar olmuştu dğer iki savaşçı ve prensesten ayrılalı? Beş yıl? Altı? Emin değildi. Ama emin olduğu birşey varsa o zamandan bu zamana çok şey değişmişti. En çok da kendisi değişmişti. İçindeki çocuğun gülümsemesini duyamıyordu artık. Ama orada bir yerdeydi, ortaya çıkmak için kronik pengueni, DeMoN'ı veya Cihdom'u bekliyordu.

Millenium'da herşey değişecek demişlerdi. O zaman kulak asmamışı o sözlere. Kendileri bile ne kadar haklı olduklarını bilmiyordu büyük ihtimalle. Hakikaten de herşey değişmişti. Arka arkaya ölümler, düşman olan dostlar, kaybedilen ev, bitmek bilmeyen bir yolculuk..Yorgunluk birkez daha omuzlarına çöktü. Ne çok dolaşmıştı... İstanbul, İzmir, tekrar İstanbul, Fas, Konya ve gene İzmir... İzmir'de kalmak onun seçimiydi, her ne kadar İstanbul onu çağırıyor olsa da burada kalmak için direniyordu. Artık bitsin istiyordu. Artık bir düzeni olsun istiyordu, yorulmuştu çünkü. "Acaba kalmamalımıydım?" diye düşündü ne ilk kez ne de son kez... sonra gözü yine Karşıyaka vapuruna takıldı. "Ama o zaman bu insanları tanıyamayacaktım" diye hatırlatı kendine, her zamanki gibi. Zaten bu hep böyle oluyordu. Ne zaman "keşke başka bir bölüm okusaydım" dese kulağına gitar sesleri eşliğinde şen kahkahalar ve "ben demiştim" nidaları geliyordu. Ne zaman "başka bir işe girmeliydim, izmirde kalmamalıydım" dese o neşeli ortamı, o güzel insanları hatılıyor ve içini bir sıcaklık kaplıyordu. Askerde de ona dayanma gücü veren ordaki arkadaşlarının varlığı değil miydi? Aklı İzmir'den Denizli'ye oradan da İstanbul'a gitti. Çorlu tarafında biraz oyalanıp İzmir'e geri geldi. Tekrar gülümsedi, uzun zamandır yapmıyordu bunu. "Pişman olmayı bile beceremiyorum" diye homurdandı ayağa kalkarken.

Pasaport tarafına doğru yürümeye başladı, belki bir çay içerdi. Çay... Az mı detleşmişti o iskelede oturup arkadaşlarıyla? İyi bir arkadaş kadar iyi bir dinleyici de olduğunu söylerlerdi. Hiç sıkılmadan anlatırlardı tüm dertlerini. Dinlerdi o da, tüm kalbiyle hem de. Ortak olurdu dertlerine, çözüm ararlardı beraber. Gerçi hepsine yardımcı olamamıştı ama... "Herkese yardımcı olmak... işte benim sorunum bu. Herkese yardım etmeye çalışıyorum ama hepsine yetişemiyorum ki" dedi yavaşça geceye doğru. "Şövalye ruhlusun sen" demişti bir zamanlar ona bir arkadaşı. "Kendini feda edercesine her ihtiyacı olanın yanına koşuyorsun. Özellikle sevdiklerinin..." o zaman kızmıştı biraz, benzetmelerden hoşlanmazdı. Ama şimdi düşününce, haklıydı belki de... Başka bir arkadaşı is şövalyeleri "gururlu budalalar" olarak tanımlamıştı. Nedense bu ikinci tanımı kendisine daha yakın hissediyordu.
"Gururlu budala" dedi yüksek sesle.
"Efendim abi?" dedi bir ses. Çaycıydı. Gülümsedi.
"Bana bir çay getirir misin?" diye rica etti. Çaycı hemen fırladı.
"Göker olsa kızardı şimdi, geçen sefer bana bir çay içirinceye kadar dört takla atmıştı çocuk" diye geçirdi içinden. Ne demişti Göker ona? "Ya sen ne kadar sağlam bir adamsın böyle, ben seni anlamıyorum, hayatımda gördüğüm yegane güçlü insanlardansın" Evet çok şey geçmişti başından ve daha kim bilir daha neler gelecekti başlarına. Ama yılmayacaktı. Sevdikleri için yılmayacaktı. Dostlarının yanında olacaktı, hatta gerekirse önlerinde siper... Halil'in bir zamanlar ona dediği gibi "evet, zor yalnız başına bir şehri gece dolaşmak ve tüm sarhoşlara yollarını göstermek. Oysa sen bir savaşçısın ne olursa olsun yenilmeyecek" Gururlu bir budala olsa bile...

Şövalye... heh... kulağa o kadar da kötü gelmiyordu... Saatine baktı, gece yarısıydı. İzmir’in bilinen sokaklarından birindeydi. Soğuk nedeniyle denizden insanın gözlerini yakan bir sis yükseliyordu.

14.11.2006