23 Aralık 2013 Pazartesi

Bizim televizyonun hâlleri...

Bazen oturma odamızdaki televizyonun kendine has bir karakteri varmış gibi hissediyorum. Çünkü öyle zamanlarda öyle şeyler söylüyor ki şaşırmamak, böyle düşünmemek elde değil. "Televizyon da konuşur muymuş canım!" demeyin hemen, hele bir dinleyin.

Doğum gününüzde pastanızı keserken televizyonunuz sizi alkışladı mı hiç? Bizimkisi annemi alkışladı. Peki yaptığınız espriye güldüğü oldu mu? Benim esprime gür bir kahkaha attı. Peki ya telefonunuz çaldığında "Alo?" dedi mi? Bizimkisi dedi. Vallahi! Ama bunlar birazdan anlatacağım anımız yanında hiçbir şey...

Annem ve erkek kardeşim kendi aralarında hafiften tartışıyorlardı. Sağ olsun, kardeşim Metin ders çalışma konusunda inanılmaz tembel biridir. Ancak biz hep beraber arkasından ittirip kaktırmalıyız, hatta onunla birlikte oturup beraber ders çalışmalıyız ki lütfedip 1-2 sayfa bir şeyler okusun. Kendisinin 25 yaşında olduğunu da belirteyim. Neyse efendim... Annem de o gün bundan iyice bezmiş olacak ki sonunda dayanamayıp, "Ben bu yaşımda oturup sana ders çalıştırmaya mecbur muyum?" diye bağırdı. Aynı anda televizyonumuzdan Kadir İnanır'ın sesi yükseldi: "Sadece çocuk doğurmakla anne olunnmazzz!" Bizim ikili kısa bir an sessizliğe bürünüp ardından kahkahalara boğuldu elbette.

Söyleyin bakalım, haksız mıyım şüphelenmekte?

17 Aralık 2013 Salı

Çevirmenin Çemberi: Gölge Oyunu


Bugün aklıma gelen ilginç bir fikirle (ya da ben öyle olduğunu umuyorum) çevirdiğim kitaplara dair hem eğlenceli hem de enteresan birkaç anektodu buradan paylaşmaya karar verdim. Tabii bunu yaparken kitabın içeriğinden çok çeviri sırasında karşılaştığım ilginçliklere, zorluklara ya da komik anılara değinmeye çalışacağım. Yani kalkıp da size "Çevirdiğim kitap şöyle güzel, mutlaka alın!" ya da "Şunu şöyle mükemmel çevirdim!" tarzı şeyler söyleyip de görgüsüzlük yapacak hâlim yok. Öylesi ne keyifli olur ne de samimi... Kısacası, "Madem çeviri yaparken blog tutamıyorum, ben de ikisini bir potada eritirim," dedim kendi kendime. Bakalım bu formül ne kadar tutacak. Hem ne demişler? Kadının fendi... Yok, bu olmadı sanki. Neyse, anladınız siz onu.

Efenim ilk yazım, her ne kadar üzerinden altı aylık bir zaman geçmiş olsa da, çevirdiğim ilk kitap olması sebebiyle Gölge Oyunu üzerine olacak. Ama ona geçmeden önce şunu belirtmek isterim ki kısa hikâye çevirmekle kitap çevirmek arasında hakikaten de çok büyük fark varmış. Kısa hikâyelerde en azından çalışmanızın aşağı yukarı ne zaman sona ereceğini görebiliyorsunuz. Öykü 10 sayfa mı? "Eh, 2-3 günde biter," dersiniz. Ama ya roman? 460 sayfalık o devasa kütle masanızın üzerine Dan! diye indi mi şöyle gürültülü bir şekilde yutkunmadan edemiyorsunuz. Hatta dizlerinizin üzerine çöküp saçınızı başınızı yolarken, "Allah'ım, ben ne çokomel yedim!" diye düşünmeniz bile olası. Efendim? Yok canım, ben hiç öyle şey yapar mıyım? Nereden çıkarıyorsunuz böyle şeyleri Allah aşkına? Meselaaaaa yaaani diyorum. Öhöm... Neyse efendim, lafı fazla uzatmadan kitaba geçeyim ben.



Bu kitapta beni en çok zorlayan iki şey oldu. Birincisi içerisinde 26 ayrı yazar bulunması; bu da otomatik olarak 26 ayrı üslup demek oluyor elbette. Tam yazarlardan birinin tarzına, kullandığı kelimelere ve diline alışmışken, karpuz kesip muhabbet edecek kıvama getirmişken hikâye oracıkta Pat! diye bitiveriyor ve karşınızda yepyeni bir yazar, yepyeni bir tarz ve yepyeni bir üslup buluveriyorsunuz. Sanki huyuna suyuna zar zor alıştığınız bir ev arkadaşınızın apar topar taşınması ve yerine yeni birinin gelmesi gibi... Bunun sonucunda da her şeye en başından başlamak zorunda kalıyorsunuz tabii. Kitap okurken son derece keyifli olan bu durum çeviri yaparken Bakırköy'e ve deli gömleğine daha sempatik bakmaya başlamanıza neden olabiliyor.

İkincisiyse Nijeryalı yazar Bayo Ojikutu ve güzide hikâyesi... İtiraf ediyorum, bu adamın yazdıklarından ilk başta hiçbir şey anlamadım. Kesinlikle ama kesinlikle hiçbir şey... Moralim bozuldu, kendime güvenim sarsıldı, hatta "Benden çevirmen olmazmış demek, İngilizcem yeteri kadar iyi değil," bile dedim içimden. Baktım olacak gibi değil, çareyi diğer çevirmen arkadaşlara sormakta buldum. Gelgelelim 1 saate yakın karşılıklı uğraşılarımız sonucunda onlarla da çıkamadık işin içinden. Ardından yazar bir arkadaşa sordum, o da çıkamadı. Üniversitede eğitmenlik yapan bir tanıdığıma sordum, o da olmadı.

Bunun üzerine Hakan'la beraber (magicalbronze) Tolkien çevirileri yapan ve akademik makaleler yazan ortak bir arkadaşımıza sormaya karar verdik. Tolkien'in dili zordur sonuçta; adam hem dil profesörü hem de bu konunun ustası. Neyse efenim... Söz konusu arkadaşla internet üzerinden başladık görüşmeye. İlk başta her şey güzeldi; sizli bizli, kibar kibar, "Ne demek efendim, bir faydam dokunursa benim için mutluluktur," tarzı cümlelerle konuşuyorduk. Sonra metni gönderdim, aradan şöyle bir yarım saat kadar geçti ve o akademik şahıstan aldığımız cevap şu oldu: "Bu cümleyi kuranın Allah belasını versin! Bir tarafım gibi olmuş!"

Dayanamadım, yazarı internetten araştırdım ve şaşırarak İngilizce öğretmeni olduğunu öğrendim. İşin ilginç tarafıysa bir öğrencinin öğretmeni hakkında yaptığı yorumdu:
"Söylediklerini hiç kimse anlayamıyor. Sorun konuşma ve yazma biçiminde... Bana verdiği ödevi deşifre edebilmesi için hem bir yazar hem de bir editör olan anneme göndermek zorunda kaldım. Onun bile ne yapmamızı istediğini anlaması bir buçuk saatini aldı."
Bunu da okuduktan (ve gözlerim yaşarana kadar güldükten) sonra sorunun benden kaynaklanmadığına iyice emin olup rahatladım. Zaten akabinde de editörüm ve değerli bir çevirmen dostumla birlikte üç kişilik bir Voltran kurup durumu bir şekilde çözdük. Ama aklımdan kolay kolay çıkmayacak bir anım oldu sayesinde...








Bu kısımda daha çok kitabın sadece Türkçesini okuduğunuzda fark edemeyeceğiniz şeylerden, ufak tefek çeviri oyunlarından bahsedeceğim. İşin biraz perde arkası kısmı gibi olacak anlayacağınız.

Gölge Oyunu'nu çevirirken en çok keyif aldığım kısım, birbirinden farklı meziyetlere sahip üstatların kelime oyunlarını dilimize kazandırmaya çalışmaktı kesinlikle. Düz bir metini çevirmek, sonra da anlamlı bir bütün oluşturacak şekilde yeniden yapılandırmak kolaydır. Ama ses ve kelime oyunlarında aynı başarıyı göstermek kesinlikle şans ve kafa patlatma işi... Gölge Oyunu'nda da bunlardan bol miktarda vardı. Üzerinden çok fazla zaman (ve de kitap) geçtiği için hepsini hatırlayamıyorum maalesef. Ama en çok aklımda kalanlar şunlar:
  • Hey, Pete! Where is Re-Peat? "Tıpatıp" adlı öyküde birbirine iki kardeş kadar benzeyen, ikisinin de ismi Jack olan iki kuzenin hikâyesi anlatılıyor. Bunların bir de İngilizceyi çok iyi konuşamayan, göçmen bir komşusu var (bizdeki Arap Bacı diyeyim, siz anlayın). Neyse efenim, öykünün başlarında bu kadın Jack'e şaka yapmak amacıyla "Hey, Pete! Where is Re-Peat?" diyor. Repeat'le kastettiği şeyse "tekrar"... "Tekrarın nerede?" diyor ve ikizi kadar benzediği kuzenine gönderme yapıyor aklınca. Şimdi gel de bunu Türkçeye çevir! Kaç takla attım, kaç kere amuda kalktım hatırlamıyorum ama bu söylediklerimi "gerçekten" yaptığımı çok iyi biliyorum! (bkz. kendi kendini rezil eden çevirmen) En sonunda çocuğun gerçek adının Pete olmamasına dört kolla sarılarak o ismi tamamen değiştirme yoluna başvurdum. Böylece "Hey, Ben! Ben-zerin nerede?" gibi bir çeviri çıkmış oldu. Eh, "Hey, Rar! Tekrarın nerede?"den iyi olduğu kesin... :)
  • Kitapta Stephen King'in oğlu Joe Hill'in de bir hikâyesi var. Normalde babasının izinden gidip güzel korku romanları yazar kendisi, ama bu sefer çok şirin bir çocuk öyküsü yazmış. Yalnız öyküsünde "double negative" denen olguyu da kullanmış. Nedir double negative? Bir cümle içinde iki olumsuzluk anlamı veren ek kullanmak. Mesela, "There isn’t no cure for me," gibi... Bu cümlede hem isn't hem de no var, kısacası yanlış... 
    Hak verirsiniz ki (versiniz, verirsiniiiz) bunu birebir olarak Türkçeye çevirmenin imkânı yok. Aksi gibi bu durum birden fazla kez karşımıza çıkıyor ve hikâyede kilit bir rol oynuyor. Yani o cümlelerin yanlış olduğunu okuyucunun gözüne bir şekilde sokmak zorundasınız. 
    Bu yüzden bir kez daha bir çeviri oyununa başvurup hepsini devrik cümleye çevirdim. Ne kadar başarılı bir tercih olduğu tartışılır elbette...

    Bir de bir yerde kurgu hatası vardı; çıplak ayaklı bir çocuk "ayakkabılarını" çıkarıyordu. Onu da editörümden aldığım izinle değiştiriverdim. Sonra da "He-heyyt! Stephen King'in oğlunun hatasını düzelttim!" diye hava atasım geldi. Fakat evde benden başka kimse yoktu, ben de havamı kendime attım! Ama kendim beni pek kaale almadı nedense, o sırada çeviri yapmaktan beyni pelteleşmişti galiba... Nankör şey, hıh!
Her neyse... fazla teknik ayrıntıya girip sizi boğmadan burada bitireyim en iyisi. Velhasılıkelam, ilk olduğu için başlangıçta psikolojik anlamda zor ama ilerleyen sayfalarda zevkli bir çeviri oldu benim için. Bu vesileyle de hem buralara tekrar bir şeyler yazma hem de birkaç anımı sizinle paylaşma fırsatı bulmuş oldum. Umarım okuduklarınızdan memnun kalmışsınızdır. Olumlu dönüşler olursa bu tarz yazılara devam ederim belki... Ama belki.

5 Kasım 2013 Salı

Mongoliad - Kitap İnceleme


“Kaplan ceylana insaf edebilir, kurt kuzunun başında gözyaşı dökebilir; fakat bir Moğol asla bir çocuk cesedi karşısında irkilmez.”
– Cnán

Moğolların büyük hükümdarı Cengiz Han’ın yaptığı fetihler bugün bile pek çok alanda yankı bulur. Bildiğiniz üzere, gerek Cengiz’in gerekse ondan sonra yerine geçen oğlu Ögeday’ın başarılı hükümdarlığı sayesinde Moğollar doğu topraklarının büyük bir çoğunluğunu egemenliği altına almış ve sonunda da gözlerini kaçınılmaz olarak batıya dikmiştir. Bu durumsa başta Roma İmparatorluğu olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinin uykularını kaçırmaya yetmiştir de artmıştır bile. Mongoliad, tarih perdesinin tam bu dönemini, yani Ögeday’ın önderliğindeki Moğol güruhunun batıya yönelmeye başladığı zamanları konu alıyor. Ama birkaç başarılı ve ufak değişiklikle…

Neal Stephenson’ın önderlik ettiği altı kişilik bir yazar ekibi tarafından deneysel bir proje olarak başlatılan Mongoliad, Amerikan çizgi-romanlarında sıklıkla gördüğümüz “What if…?” tekniğiyle yazılmış bir roman. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, tarihi gerçekler çarpıtılarak “Ya şöyle olsaydı?” tarzı sorularla alternatif bir gerçeklik yaratılıyor kitapta. Bu amaçla aslında varolmayan, fakat pekâlâ da olabilecek bir şövalye tarikatı tasarlamış yazarlar: Kalkan-Biraderleri, ya da Latincedeki adıyla Ordo Militum Vindicis Intactae. Savaşlardaki başarıları kadar kılıçtaki hünerleriyle de tanınan bu kadim tarikatın kökenleri Hıristiyanlığın ilanından bile öncesine dayanmaktadır. Yine de, tüm bu hüner ve becerilerine rağmen tıpkı Hıristiyanlık Âlemi’nin geri kalan orduları gibi onlar da Moğol Güruhu’nun durdurulamaz ilerleyişine karşı koyamazlar. Tarikatın lideri olan Feronantus, içlerinde bulunduğu durumun ümitsizliğinin son derece farkındadır.

Derken, günün birinde yolları Cnán adlı siyahi bir kadınla kesişir. Cnán, ‘Bağcılar’ adlı gizemli bir kardeşliğin üyesidir ve iz sürme konusunda da üstüne yoktur. Ayrıca doğu topraklarında büyüdüğü için Moğollar hakkında engin bir bilgi birikimine sahiptir. Karşısına çıkan bu fırsatı iyi değerlendiren Feronantus, Moğolların âdetleri, alışkanlıkları ve yaşam biçimleri hakkında işine yarayabilecek her şeyi öğrenmeye başlar. Çok geçmeden de çılgınca bir planı hayata geçirir: küçük bir ekiple Moğol İmparatorluğu’nun içlerine gizlice sızmak ve Hanlar Hanı Ögeday’a suikast düzenlemek… Bu planın intihardan farkı yoktur elbette; fakat Moğolların kanlı akınlarını durdurmak için tek ve son umutları da budur.

Künye bilgisi için tıklayın.
Mongoliad özünde tarihi bir roman olsa da tıpkı fantastik bir roman kadar rahat ve akıcı bir biçimde okunuyor. Sayfalar boyunca kovalamacalara, entrikalara, kılıç dövüşlerine ve meydan muharebelerine tanık oluyoruz. Aslına bakarsanız fantastik romanlardan tek eksiği içinde büyü ya da olağanüstü yaratıkların bulunmaması. Ama bana sorarsanız bu onu çok daha ilginç ve etkileyici bir hâle getiriyor. Çünkü Yüzüklerin Efendisi’nde Sauron’un kötülüklerine ya da orkların insanlara yaptığı zulümlere tanık olurken aklınızın bir köşesinde tüm bunların birer kurmacadan ibaret olduğunu bilirsiniz. Fakat söz konusu Mongoliad olduğunda durum hiç de öyle değil. Moğolların savaş esirlerine yaptıkları işkencelere, öldürdükleri düşmanların sayısını belirlemek için cesetlerin kulaklarını kesmelerine, çaresiz kalan insanların çocuklarını kurtarmak için yaptıkları fedakarlıklara ve yerle bir edilen şehirlerin içler acısı durumlarına şahit oldukça tüm bunların bir zamanlar gerçekten de yaşandığını biliyor ve ürpermeden edemiyorsunuz. Zira Mongoliad gelmiş geçmiş en büyük canavarla yüzleştiriyor bizleri: insanoğluyla.

Yine de buraya kadar yazdıklarıma bakarak kitabı yanlış değerlendirmenizi istemem. Evet, Moğol istilaları ve gerçekleştirdikleri yıkımlar romanda önemli bir yer tutuyor. Bununla birlikte Mongoliad bir tür nefret söylemi, Moğolları birer canavar olarak gösteren ve onları aşağılayan bir eser değil kesinlikle. Aksine, onların hayatına ve yaşam tarzlarına da yakından bakma fırsatı sunuyor bizlere.

Dönemin Moğol İmparatoru Ögeday Kağan’ın çok büyük bir içki problemi olduğu tarihsel kayıtlarda yer alan bir gerçektir. Keza ağabeyinin sağlık durumundan endişe duyan Çağatay Han’ın Ögeday’a bir elçi göndermesi de öyle. Bu elçinin görevi Ögeday Han’ın günde bir kadehten fazla içki içmesine engel olmaktır. O elçinin kimliği ve akıbeti hakkında pek bir şey bilinmese de Neal Stephenson ve arkadaşları bu küçük bilgi kırıntısından yola çıkarak gözü pek şövalyelerimizin macerası kadar ilginç, hatta bazı yerlerde daha da sürükleyici bir yan senaryo daha katmışlar kitabın içine. Çağatay Han tarafından görevlendirilen Ganşuk adlı genç bozkır savaşçısının başından geçenleri konu alan bu bölümleri okurken hem Moğolların ünlü şehri Karakurum’a, hem Ögeday Kağan’ın kendisine, hem Kağan’ın meşhur danışmanı Efendi Cucay’a, hem de daha pek çok şeye yakından tanık olma fırsatı buluyoruz.

Olaylar genellikle Ganşuk ve Cnán’ın etrafında gelişse de Mongoliad pek çok renkli ve keyifli karaktere de ev sahipliği yapıyor. Romanın ilerleyen kısımlarında işin içine gözden düşmüş bir Samuray olan Zugaikotsu no Yama ile kadim dostu Kim, cesur şövalye Percival, Livonya Kılıç Biraderleri, Kalkan-Bakireleri gibi pek çok yeni karakter de ekleniyor ve okurken aldığınız keyif de bununla doğru orantılı olarak artıyor.

Uzun lafın kısası, son sayfayı okuyup da kitabın kapağını kapattığınızda serinin ikinci cildini sabırsızlıkla bekleyeceğiniz eserlerden biri Mongoliad. Şimdiden keyifli okumalar…

NOT: Bu yazı ilk olarak Star Gazetesi’nin Kitap ekinde yayınlanmıştır.

18 Eylül 2013 Çarşamba

Dresden Dosyaları 4: Yaz Şövalyesi - Kitap İnceleme



“Çünkü bir büyücüyseniz ve soyadınız Dresden ise bela sizi mutlaka bulur…”
Benim adım Harry Dresden. Belki beni duymuşsunuzdur. Evet o Dresden, büyücü olan. Hayır, falınıza falan bakamam. Hayır, sizin için ‘küçük’ bir aşk iksiri de hazırlayamam! Ben o türden bir sihirbaz değilim, gerçek bir büyü kullanıcısıyım. Yanlış anlamayın, sahne sihirbazlarıyla bir alıp veremediğim yok, sonuçta babam da onlardan biriydi. Ama daha önceden hazırlanmış düzenekler ve doğru açıyla yerleştirilmiş birkaç ayna sayesinde göz boyamak ayrı, ellerinizden gerçek yıldırımlar fırlatıp iblislerle destansı savaşlara girmek ayrı bir şeydir. Şey… Tamam, destansı kısmını biraz abartmış olabilirim, ama iblislerle dövüştüğüm doğru. Hatta bir keresinde duşta saldırıya uğramışlığım bile vardır. Gerçekten…
Bana inanmıyorsunuz. Bunu gözlerinizde görebiliyorum, ama şaşırdığımı pek söyleyemem; çünkü kimse inanmıyor. Tanıdığım çoğu kişi bana düzenbaz gözüyle bakar, hatta en yakın dostlarım bile… Yine de bundan birkaç yıl önce bir kara büyücüyle, ondan sonraki sene envai çeşit kurtadamla kapıştım. Daha sonra da hayaletler ve vampirlerle dolu, gerilim yüklü bir başka serüvene atıldım. Üstelik tüm bu olaylar burada, sizin de içinizde yaşadığınız modern dünyada, Chicago’nun göbeğinde yaşandı. Evet, doğru duydunuz. Ya siz ne sanmıştınız? Ak saçlı, çalı sakallı, çatık kaşlı bir ihtiyar olduğumu mu? Hiç de değil, aksine iri yapılı, kaslı kuvvetli ve yakışıklı mı yakı… Öf, tamam. O kadar iri yapılı değilimdir, çok uzun boylu da sayılmam; ama yakışıklılığım konusunda geri adım atacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Gerçi ne zaman bir aynaya baksam çatlamasına neden oluyorum ama neyse. Kıskançlıktan olsa gerek…
Nerede kalmıştık? Ah, evet. Ben Chicago’da yaşayan profesyonel bir büyücüyüm. Kendime ait bir ofisim, afili bir kartvizitim ve külüstür bir Volkswagen’im var. Paranormal sorunları olan insanlar bana gelir, dertlerini anlatır ve ben de tıpkı özel bir dedektif gibi onlara yardım ederim. Bazen polisle çalıştığım da olur. Kayıt dışı olarak elbette, üstlerinize son derece ciddi bir olay hakkında son derece ciddi bir rapor hazırlarken kalkıp da bir büyücüden yardım aldığınızı söyleyemezsiniz. Fakat işlerimin pek de tıkırında olduğunu söyleyemeyeceğim; çünkü bugünlerde profesyonel büyücülere de en az ankesörlü telefonlar ya da taş plaklar kadar ihtiyaç duyuluyor. Yani hemen hemen hiç…
Peki bu boş kaldığım anlamına mı geliyor? Hayıııır. Başımın dertten kurtulduğu anlamına mı geliyor peki? Kesinlikle hayııııır. Çünkü bir büyücüyseniz ve soyadınız Dresden ise bela sizi mutlaka bulur. Kara büyücülerin, vampirlerin, hayaletlerin ve kurtadamların ardından başım şimdi de perilerle dertte. Ne o, bu size komik mi geldi? O hâlde periler hakkında bildiklerimin yarısını bile bilmiyorsunuz demektir.
Biz büyücüler Yokdiyar’dan, yani büyülü şeylerin yaşadığı alternatif boyuttan gelen her şeye peri deriz. İnsan biçiminde olan perilerin çoğu görüp görebileceğiniz en güzel yaratıklardır. Bununla birlikte insanları kandırmayı ve çetrefilli anlaşmalar yaparak onları oyuna getirmeyi de çok severler. Kış Perileri özellikle soğuk ve de zalimdir. İşte bu yüzden Kış Kraliçesi Mab ofisime gelip de onun adına bir cinayeti çözmemi istediğinde buna hiç de memnun olmadım. Teklifini reddetmeyi, ona karşı koymayı denedim. Cidden. Ama elinde çok büyük bir koz vardı: eğer isteğini yerine getirirsem beni hem Peri Anne’mden hem de kötü talihimden kurtarmayı teklif ediyordu. Tek yapmam gereken Yaz Şövalyesi’ni kimin öldürdüğünü bulmak ve Mab’in adını temize çıkartmaktı. Hepsi bu… Ama işin içinde periler varsa ‘hepsinin’ bundan ibaret olmayacağını bilecek kadar tecrübeliyim. Teklifini düşüneceğimi söyleyerek işi kabul ettim. Sebebini anlamasam da Mab davayı çözmeye canla başla çalışacağımdan çok emindi ve bu beni korkutuyor. Yine de bunu fazla dert etmemeye çalışıyorum. Daha kötü ne olabilir ki?
Aynı günün ilerleyen saatlerinde kiralık katil olarak çalışan bir gulyabani beni öldürmek için peşime düştü, birileri yaşlı bir adamı nedeni bilinmeyen bir sebepten dolayı öldürdü, genç bir kız gizemli bir şekilde ortadan kayboldu, öldüğünü sandığım biri benden yardım istemek için geçmişimden hortladı ve Chicago’nun ortasında bir kurbağa yağmuru başladı! Tüm bunlar yetmiyormuş gibi Vampirler Meclisi, Büyücüler Konseyi’ne savaş açtı ve Konsey bu olaydan beni sorumlu tuttu. Savaşı durdurmam gerekiyordu, aksi takdirde pek çok kişinin kanı ‘içilecekti’ – büyücü olsun ya da olmasın. Evet, biliyorum; şom ağızlının tekiyim.
Neyse ki tüm bu zorluklarla tek başıma mücadele etmek zorunda değilim. Hayalet Tehlikesi adlı maceramda olaylara çok fazla dahil olamayan Karrin Murphy bu kez yanımdan neredeyse hiç ayrılmıyor. Üstelik sadece ayrılmamakla kalmayıp oldukça heyecan verici bir çatışmada bizzat yanımda yer alıyor. Ayrıca uzun bir aradan sonra yolum yeniden Billy ve Kurtadam çetesiyle çakışıyor. Tüm itirazlarıma ve uyarılarıma rağmen maceraya atılma konusunda oldukça hevesli olan bu aşırı kıllı gençler de yanımdan bir an olsun bile ayrılmıyorlar. Bakmayın şikâyet ettiğime, insanın güvenebileceği dostlarının olması gerçekten de eşsiz bir şey. O dostlardan bazıları bıçkın kurtadamlar, aşırı dindar bir şövalye, seks düşkünü bir hava ruhu ve ponpon kız tipli sert bir polis olsa bile… Ayrıca durmadan şikâyet etmek büyücülerin en temel haklarındandır.
Şövalye demişken, Michael bu maceramda yer almıyor. Sanırım yaşadığımız son olayların ardından karısı Charity benimle görüşmesini yasakladı. Ama merak etmeyin, en az onun kadar ilginç yeni insanlarla karşılaşıyorum serüven boyunca. Mesela Beyaz Konsey’in başkanı olan ihtiyar Merlin, Kıdemli Konsey’in birbirinden enteresan dört üyesi, hayatımda çok önemli bir yeri olan Ebenezar McCoy ve geçmişimden kopup gelen bir diğer… özel şahıs. Kış ve Yaz perilerinden, onların garip âdetlerinden söz etmiyorum bile.
Kısacası Yaz Şövalyesi’nin sayfaları arasında sizleri gizem, entrika, heyecan, büyü ve peri dolu, akıllardan kolay kolay çıkmayacak bir macera bekliyor. Tabii bir de iki yakası bir araya gelmeyen, talihsizliklerden başı kurtulmayan, mütemadiyen sürünen, fakat her durumda insanı güldürecek bir-iki çift laf edebilen bir büyücü…
Yani ben, Harry Dresden.

15 Ağustos 2013 Perşembe

Üç yüz otuz üççççç...


Şakayla karışık 33'ü de devirdim a dostlar. Hâlbuki "Ben daha 30 olmadım, sadece 29,99'um!" diye bas bas bağırdığım yazıyı yeni yazmışım gibi geliyor. Zaman şaşırtıcı derecede hızlı geçiyor, Usain Bolt yanında halt etmiş.  Hakikaten, o üç sene nereye kayboldu yahu? Oyunumu kaydetmemiştim üstelik, tüh! 

Tabii 33'ün de güzel yanları yok değil. Artık biri yaşımı sorduğunda dudaklarımı büzerek otuz üççç diyebilecek ve zahmetsiz bir biçimde kameralara ruj sürme pozu verebileceğim. Öhöm, ne diyorduk?


Blog yazılarıma geri dönme çabalarıma ve yırtınmalarıma, hatta kibar sözlerinizin ardından gelen eli sopalı tehditlerinize rağmen buralara kapağı tekrar atmak bir türlü nasip olmadı. Bu biraz yoğunluğumdan biraz da üşengeçliğimden kaynaklanıyor, yalan yok. Bu yılın başından beri İthaki Yayınları için çeviri ve editörlük yapıyorum, vaktimin çoğunu da bu alıyor. Onun dışında o bir karış boyumu mart ayından itibaren Oyungezer'de de göstermeye başladım. Yani yazınsal açıdan her şey yolunda gidiyor Allah'a şükür. Tamam tamam, evet, blog hariç... Ama altı ayda biri 480, öbürü 450 iki kitabın çevirisini mevirisini, editörlüğünü meditörlüğünü yaptım yahu! Vallahi vaktim olmuyor.

Bunlardan birincisi Gölge Oyunu adlı bir kısa hikâye derlemesiydi. Rahmetli Bradbury anısına yazılmış öykülerin ve de hoşça kal notlarının toplandığı gayet anlamlı bir çalışmaydı hatta. Ben çevirisini tamamladıktan sonra bir de Bram Stoker ödülü aldı (Adamlar biliyor canım kıymeti, ehe). İkincisiyse daha önceki kitaplarının tanıtımını burada da yaptığım heyecanlı mı heyecanlı, komik mi komik, eğlenceli mi eğlenceli Dresden Dosyaları'nın (yoksa siz hâlâ...?) dördüncü cildinin editörlüğüydü. Bayağı eğlenceli bir kitaptı, çevirdikçe güldüm, güldükçe çevirdim, çevirdikçe güldüm (Hızır idi, Yunus idi!) ve çok eğlendim. Bu aralar da hem Hugo hem de Nebula ödülüne layık görülen başka bir kitapla cebelleşmekteyim. O da son sayfalarına yaklaştı, yakında onu da teslim edeceğim umarım.

 

Ben bunlarla boğuşur ve doğum günümü bile unuturken çok sevdiğim üç arkadaşım bana ikişer hediyeyle sürpriz yaptı. İlki son günlerde pek bir suratsız olduğumu ve adımı Yorgun Savaşçı'dan Somurtkan Maraşlı'ya (başka bir şey uyduramadım, idare edin :P ) çevirmem gerektiğini noterden alınan tasdikli bir belgeden daha iyi kanıtlayan, üzerinde "Bilmiyorum da, umursamıyorum da," yazan bir Garfield tişörtü. Garfield'ı çok severim zaten, e tişörtü gönderenleri de ayrı bir sevince, hele hele üzerinde o kelimeleri ve yanında gelen eğlenceli mektubu görünce çooook ama çok mutlu oldum hâliyle. Öyle ki kargocunun zile uzun uzun basıp beni sinir etmesini falan anında unuttum.

Ama kargocu bu, huyundan vazgeçer mi hiç? Bayramdan sonra kargodan gelen aynı eleman zile her zamanki kayıtsızlığıyla uzuuuuun uzun basıp beni yine çileden çıkarır ve ben de otomatiğe bastıktan sonra satırımı bilemeye başlamışken bir de ne göreyim? Uzun mu uzun, kocaman bir paket! "Allah Allah, kim ne gönderdi ki acaba?" diyerek paketi içeri aldım (bu esnada da adamı Freddy Krueger'a havale ettim tabii) ve merakla açmaya başladım. İçinden bu güne kadar gördüğüm en manidar hediye çıktı: kılıç saplı bir şemsiye! Blog sayfamı yakından takip ediyorsanız milattan önceki yazılarımda en güneşli havalarda bile yağmura yakalandığımı, şemsiyemi açarken ağzımla ışın kılıcı efekti yaptığımı (hayır, deli raporum yok, daha alamadım) hatırlarsınız. İşte bu yüzden çok manidar ve bir o kadar da enteresan bir hediye oldu bu benim için. Üçüne de buradan ayrı ayrı teşekkürler, iyi ki varsınız!




Benim tişörtüm beyaz ve daha güzel, çünkü benim! Ayrıca çok rica ediyorum, şanlı kılıçsiyemin altındaki dantelleri de sormayın efenim! Otuz üç yaşın verdiği bir duygusallık diyelim. Zırhıma da dantel eklettiğim külliyen bir yalandır bu arada, ama ponpon kuyruk hakkında yorum yok.

Efendim bir programın daha sonuna gelirken "Bundan sonra daha sık yazacağım!" demiyorum, çünkü artık bunu ne siz ne de ben yutuyorum. O hâlde şöyle bitireyim: hâlâ buralara uğrayıp da okuma zahmetine katlanan dostlara selam olsun.

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Tuhaf

“Sen çok tuhafsın,” dedi bir öğrenci, sınıfın en sonunda tek başına oturan yeni çocuğa. 

“Hayır, değilim,” dedi yeni çocuk, deniz mavisi ve iri gözlerini ürkekçe karşısındakine çevirerek.

“Öylesin,” diye ısrar etti öğrenci. Siyah renkli kıvır kıvır saçları ve kalın çerçeveli bir gözlüğü olan zayıf bir oğlandı. Başını bir yana eğmiş, kuşkulu gözlerle muhatabını süzüyordu.

“Hayır, değilim,” diye yanıtladı yeni çocuk tekrardan. Kulaklarının üzerine kadar inen saman sarısı saçlara sahipti. Göz bebekleri durgun bir gölün üzerine yansıyan dolunay misali hafifçe dalgalanıyor, bu da ona her an ağlayacakmış gibi bir görüntü veriyordu.

“Aaa, konuştu!” dedi diğer öğrencilerden biri. Altın sarısı saçlara, bacak kadar bir boya ve elma gibi yanaklara sahip sevimli bir kızdı bu kez konuşan. Üzerinde şeker pembesi bir kıyafet vardı, saçları iki yandan örülmüştü. Kafasına kağıttan bir taç takılıydı. O da yeni çocuğun sırasına doğru ilerledi, onu talebelerin geri kalanı takip etti. Bir anda 3-B sınıfının bütün öğrencileri yeni çocuğun etrafında toplanmıştı.

“Merhaba, ben Melisa,” dedi kız, pembe eteğinin uçlarını asillere özgü bir edayla kaldırıp dizlerini hafifçe kırarak.

“Can…” diye tanıttı kendini yeni çocuk, gözlerini utangaç bir tavırla yere sabitleyerek.

“Memnun oldum Can.” dedi Melisa, başını hafifçe yukarı kaldırıp sağ elini gösterişli bir biçimde sallarken. “Ben bu sınıfın kraliçesiyim ve bunlar da...” Eliyle sınıfın geri kalanını işaret etti, “...benim hizmetkârlarım.”

“Ben senin hizmetçin değilim, ben bir şövalyeyim!” diye çıkıştı şişman bir oğlan, gururla göğsünü şişirerek. Farkında olmasa da bu hareket sadece göbeğinin daha da belirgin olmasını sağlamıştı. “Adım Sör Kocayürek!”

“Olsa olsa Kocagöbek’tir o,” dedi kıvırcık çocuk, yüzünde alaycı bir tebessümle. Sınıfın geri kalanından neşeli bir kahkaha koptu. Can hariç… Kendisini oturduğu köşeye esir eden bu yabancılar taburuna ürkek gözlerle bakmakla meşguldü o. En azından artık her an ağlayacakmış gibi görünmüyordu.

“Bu bir hakaret!” dedi adının Kocayürek olduğunu iddia eden koca göbekli. “Seni düelloya davet ediyorum alçak adam,” diye devam etti sonra da, pantolon kemerine sıkıştırdığı plastik bir cetveli gösterişli bir hareketle çekerek. Bu esnada ağzından sahte bir metale-sürtünen-kılıç sesi çıkartmayı da ihmal etmemişti; ama hareketine devam etme fırsatı bulamadı çünkü öğrenciden bozma Kraliçe Melisa, cetvelden bozma kılıcı elinden hızla kapıvermişti.

“Dediğim gibi… Ben Sınıfolya ülkesinin kraliçesiyim ve bunlar da benim hizmetkârlarım!” dedi kız, son kelimeyi telaffuz ederken yuvarlak hatlı çocuğa kötü kötü bakarak. “Ama merak etme, emrimde yeteri kadar hizmetçi var. Bu yüzden seni kraliyetimin ilk Pembe Generali ilan ediyorum. İşte kılıcın,” diye ekledi cetveli bir resmiyet havasıyla Can’a uzatarak.

“Ama… Bu bir kılıç değil ki?” diye yanıtladı çocuk, kafası karışmış bir biçimde elindeki plastik parçasına bakarken.

Tüm diğer çocuklar uzun ve sessiz bir an boyunca ona bakakaldı.

“Söylemiştim,” dedi sonunda kıvırcık. “O çok tuhaf!”

19 Mayıs 2013 Pazar

Eski Dostlar

Fötr bir şapka ve yıllanmış, lacivert bir takım elbise giyen yaşlı adam gözlerini kırpıştırarak etrafına bakındı. Soluna doğru uzanan, kırmızı halıyla kaplı karanlık ve dar bir koridorun üzerinde duruyordu; sağ yanında üzeri posterler ve gösteri afişleriyle kaplı bir duvar vardı. Loş ışıkla aydınlatılmış bir vestiyerin önündeydi. O anda sırtındaki paltoyu görevliye teslim etmek üzere çıkarıp eline almış olduğunu fark etti. İşin garip tarafı oraya ne zaman geldiğini, orada ne kadar zamandır durduğunu ve paltosunu ne ara çıkarttığını bilmemesiydi. Aslına bakarsanız şu anda nerede olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Bir kez daha, bu kez meraklı bakışlarla etrafına bakındı. Vestiyerde bir görevli görünmüyordu, karanlık koridorda da kendisinden başka kimsecikler yoktu. Geriye dönüp arkasında kalan çift kanatlı cam kapıya dikti gözlerini. Tersten de olsa üzerindeki harfleri okumayı başardı: Eski Dostlar Kulübü. Bu isim de kendisine bir şey çağrıştırmamıştı. Derken kesik kesik öten, hafif bir dıt! sesi duyar gibi oldu.

Dıt!… Dıt!… Dıt!…

Sesin kaynağını görebilmek için bir kez daha bakındı etrafına, sonra da ihtiyar gözlerini önündeki vestiyere dikti. Bu gizemli ses oradan geliyor olabilir miydi acaba? Fakat tamamen başka bir şey oldu dikkatini çeken: Paltolar. Gözlerinizi bir vestiyere diktiğinizde paltolardan oluşan ufak bir ordu görmenin ilginç bir yanı yoktu elbette, ama göz bebeklerinizin önünde sessiz bir resmi geçit düzenleyen her bir palto tarif edilemez derecede tanıdıksa o zaman işler değişirdi. Bir okul sırasında, bir iş çıkışında, bir sinema kuyruğunda, bir pastanede koltuğunda, eve gidiş yolunda sık sık gördüğü, en az kendisininki kadar aşina olduğu paltolardı bunlar. Renkleri, modelleri, desenleri… Çok tanıdıktı her biri, çok bildik. Sanki hiç bilmediği bir yerin ortasında değil de evinin antresinde durmuş, aile fertlerinin eşyalarının asılı olduğu bir portmantoya bakıyormuş gibi hissetti kendisini.

O esnada soluna doğru uzanan, kırmızı halı kaplı koridorun sonundan şen, sıcak ve davetkâr bir kahkaha tufanı koptu. Gayri ihtiyari olarak kafasını o yöne çeviren ihtiyar, gölgelerin arasında durmakta olan birini gördü. Oysa az önce orada hiç kimsenin olmadığına yemin edebilirdi. Daha net görebilmek için yaşlı gözlerini hafifçe kıstı. Uzun boylu, zayıf yapılı bir erkekti gölgelerin arasında duran kişi; loş ışığın altındaki hatları güç bela seçiliyordu. Elindeki köstekli saate bakmakla meşguldü.

“Şey… Bakar mısınız?” diye sordu yaşlı adam.

Bakmadı.

Onun yerine seri bir hareketle saatini cebine attı ve önündeki çift kanatlı ahşap kapılardan içeri girip gözden kayboldu. O eşikten geçerken kalabalık bir gurubun neden olduğu konuşma ve kahkaha gürültüsü tanıdık bir müzik eşliğinde dışarıya taştı. İçeride bir çeşit parti veriliyor olmalıydı. Ya da bir tür kutlama… Kapılar kapanır kapanmaz koridor yeniden sessizliğe, adamsa tekil şahısa bürünüverdi. Neden kendisine yanıt vermeden apar topar içeri girmişti ki? Ya da daha doğrusu neden kendisini görmezden gelmişti acaba? Belki de ona seslendiğini duymamıştı? Emin olamıyordu ihtiyar, fakat kesin olarak bildiği bir şey varsa o da adamı bir yerlerden tanıyor olduğuydu. Tıpkı paltolar gibi, onda da feci derecede aşina gelen bir şeyler vardı.

5 Mayıs 2013 Pazar

Korkunun Bütün Sesleri - Kitap İnceleme

Bilim-kurgu kitapları bir dönem boyunca ülkemizde oldukça yaygın olsa da şu son zamanlarda iyi örneklerine rastlamak maalesef pek güç. Çünkü çoğu eser artık basılmıyor, aradığınız kitaba ulaşabilmek için de genellikle sahafları talan etmeniz gerekiyor. Özellikle Asimov ve Clarke gibi ustaların vakti zamanında basılmış ama üretimi durdurulmuş kitaplarını bulmak bir hayli zor. 

Korkunun Bütün Sesleri, bilim-kurgu edebiyatının yedi ünlü yazarının birer çalışmasını içeren bir hikâye derlemesi. İçerisinde Isaac Asimov, Robert Heinlein gibi klasik bilim-kurgu ustalarının yanı sıra Harlan Ellison, J.G. Ballard gibi aykırı yazarları da barındırıyor. Böylece farklı tatları ve anlayışları da okuyucuya sunmayı amaçlıyor. Hikâyeleri seçerken türün “rahatsız edici” örneklerini ele almaya dikkat etmiş kitabı derleyenler. Burada rahatsız ediciden kastım kesinlikle kan ve şiddet gibi şeyler değil yalnız; okuru düşündüren, içinde yaşadığımız hayatı ve düzeni sorgulatan eserlerden bahsediyorum. Kısacası kitabın adını hakkeden, gayet yerinde seçimler…

Açılış öykümüz, kitaba adını veren “Korkunun Bütün Sesleri.” Bilim-kurgunun asi çocuğu olarak lanse edilen Harlan Ellison’a ait. Oldukça çarpıcı bir karakterin yine bir o kadar çarpıcı olan hikâyesi anlatılıyor bu öyküde. Aynı zamanda Ellison’ın neden “asi” olarak tanımlandırıldığını görmek, farklı üslubunu tecrübe etmek için güzel bir fırsat sunuyor. Adına yakışır sonuyla oldukça iyi bir hikâye.

Ray Bradbury’nin kaleminden çıkan “Gülümseme” kitaptaki ikinci hikâye. Bradbury’nin her zamanki şiirsel anlatımıyla yazılmış, kıyamet sonrası bir dünyada kaybolan, unutulan sanatsal değerleri konu alıyor. Arka plandaki tema ise her zamanki gibi yine insan psikolojisi. Bu hikâye “Yakma Zevki” adlı derlemede Tebessüm adıyla yer alıyor ayrıca.

James G. Ballard’ın öyküsü olan “Bilinç Eşiğini Atlayan Adam” kitapta en çok sevdiğim iki hikâyeden biri. Tüketim toplumunun had sayfa ulaştığı bir gelecekte olanları konu alan bu kısa hikâye gerek işlenişi, gerek anlatımı gerekse çarpıcı sonuyla kesinlikle favorilerim arasında. Okuduktan sonra Ballard’ın daha fazla eserini arayacak gözleriniz.

“Güç Duygusu” üstat Isaac Asimov’un kaleminden ve keskin zekasından kopup gelen bir başka başarılı hikâye. Asimov, çok basit ama bir o kadar da etkileyici bir konu seçmiş kendisine: matematiği unutan insanlar. Dört işlemin bile bilgisayarlar tarafından yapıldığı bir gelecekte geçen hikâyede çarpma ve bölme üzerine yapılan tartışmalar sizi hem şaşırtıyor hem de güldürüyor. Tahmin edilemeyen fakat feci derecede mantıklı sonuysa hikâyeye olan beğeninizi bir kat daha arttırıyor. Kitaptaki bir diğer favorim.

Stanislav Lem imzalı “Maske,” kitaptaki en uzun ve en geç açılan öykü. Destansı uzunluktaki cümleleri, hikâyelerden çok romanlara özgü durgun anlatımı, bilimkurguyla alakasız görünen konusu ve geç açılan kurgusuyla başlangıçta insanın kafasını karıştırıp hafifçe bunaltan bir yapıya sahip. Ama ilk birkaç sayfayı atlatıp yazarın uzun cümlelerine alıştıktan sonra işin rengi bir anda değişiveriyor ve kendinizi öykünün akışına kaptırmış bir vaziyette buluyorsunuz. Bitirinceye kadar da elinizden bırakamıyorsunuz. Sonu ise buruk bir tat bırakıyor ağızda. Ortalama bir hikâye olduğunu söylemek mümkün.

Ülkemizde daha çok Mezbaha No.5 ile tanınan Kurt Vonnegut Jr. kısa ama etkileyici bir çalışmasıyla yer alıyor bu derlemede. "Harrison Bergeron” adlı bu öykü, insanların her tür şart ve ortamda eşit olmaları için gayret gösteren Sakatlama Dairesi Başkanlığı’nın boyunduruğu altındaki bir aileyi konu alıyor. Kimsenin bir başkasından daha zeki, daha güzel veya herhangi bir şekilde üstün olmaması bizzat bu kurum tarafından garanti altına alınıyor gelecekte geçen öyküde. Fahrenheit 451 tadını yakalayabileceğiniz kısa ama kesinlikle çarpıcı bir çalışma.

Kitaptaki son hikâye, Robert A. Heinlein tarafından kaleme alınan “Dünyanın Yeşil Tepeleri,” belki de kitaptaki tek zayıf halka. Uzayda dolaşan dünyalı kör bir şarkıcının biyografisi şeklinde kaleme alınan öykü diğerlerinin yanında çok sönük kalıyor ve üstada yakışmıyor.

Sonuç olarak genel itibariyle baktığımızda başarılı öykülerden oluşan bir derleme Korkunun Bütün Sesleri. Hikâyelerin hepsinin çarpıcı, rahatsız edici ve düşündüren bir sona sahip olması ayrı bir artı. Bilim-kurguya başlamayı düşünen ya da türe aç olanlar için tavsiye edebileceğim bir derleme.

2 Mayıs 2013 Perşembe

Okurluktan Yazarlığa: Bir Oyungezerin Hikayesi




Kendimi anlatmaktan nefret ederim. 

Bu yazıyı hazırlarken bunu bir kez daha anladım. Herhangi bir oyun, kitap, film ya da başka bir şey hakkında rahatlıkla sayfalarca yazı yazabilen, maksimum karakter sınırını her seferinde hunharca ihlal eden ben, laf dönüp dolaşıp kendimden bahsetmeye gelince süt dökmüş kedi gibi oluyorum. Sevmiyorum, hoşlanmıyorum. Bu tarz yazılar bana bir nevi ‘kendini övmek’ gibi geliyor ki bundan daha fazla nefret ettiğim şeylerin sayısı azdır. Bir o, bir de parlayan vampirler… Ama yapacak bir şey yok, arada sevgili Sinan’ın ricası var. O yüzden bir yerlerden başlamak, anlatmak gerek… 

Filmi biraz başa saralım. Sene 1980… Yok, bu biraz fazla oldu. Azıcık ileri alalım efenim… Hah, tamam; işte burası. Sene 1997, liseye gittiğim yıllar (Evet, o kadar yaşlıyım. Böhü!). Evimiz Anadolu, okulumsa Avrupa yakasında olduğu için İstanbul'un sözde altın olan dağını taşını eskittiğim zamanlar. Eve dönüş yolculuğumu her zaman Eminönü-Kadıköy vapur hattıyla yapar, sevdalısı olduğum denizi dinleyerek günün yorgunluğunu bir nebze de olsa atmaya çalışırdım. Vapur yanaşır yanaşmaz soluğu Kadıköy İskelesi'nin yanına sıralanan gazete-dergi tezgâhlarının yanında alırdım. Küçüklüğümden beri okumaya çok meraklı biri olmuşumdur çünkü; kitap, dergi, çizgi-roman... Elime ne geçerse okurum. O zamanlar favorim Örümcek Adam'dı, hiçbir sayısını kaçırmazdım. Son yıllarda ölmeyi âdet hâline getirince görüşmeyi kestik kendisiyle. "Oğlum Spidey, ne o öyle zırt pırt ölüyorsun? Erkek adama yakışıyor mu?" dedim, gitti Ultimate evreninde gay oldu. Neyse, konuyu dağıttım. 

Günlerden bir gün, yine o tezgâhlardan birinin altını üstüne getirir ve satıcı amcanın kalın kaşlı bakışlarından itinayla kaçınırken yepyeni bir çizgi-romanla karşılaşıverdim: Alfa Yayınları’ndan çıkan Punisher ya da bizdeki ismiyle İnfazcı. Büyük bir mutlulukla, harçlığımdan arttırdığım 2000 lirayla (şimdi kulağa ne kadar komik geliyor, değil mi?) dergi boyutlarındaki çizgi-romanı satın aldım ve evime giden yolun geri kalanını onu okuyarak geçirdim. Belki çok klişe olacak ama o çizgi-roman benim hayatımı değiştirdi. Fakat ne içindeki çizimler ne aykırı kahramanı ne de konusuydu beni etkileyen şey. Tam aksine, çizgi-romandan tamamen alakasız olan, son sayfalara sıkıştırılmış okur mektupları köşesiydi. Daha doğrusu bu köşenin yazarı, yani Aşkın Güngör... Aslında yaptığı şey basitti, yayın evine gelen mektupları cevaplıyordu; fakat bunu o kadar zekice, o kadar sıra dışı bir biçimde yapıyordu ki koskoca çizgi-romanın 24 sayfada yapamadığını 2 sayfada başarmış ve beni derinden etkilemişti. Esprinin ve yazının gücünü kullanıyordu Aşkın Güngör. Çırağı Conan'ı her sayı azarlar, arada bir asabını bozan biri olursa zindanlarındaki Freddy Krueger'ı üzerine salar, her soruyu dozunda bir mizahla yanıtlar ve normalde sıkıcı olması gereken okur mektuplarını derginin kendisinden bile eğlenceli hâle getirirdi. Hatta hiç unutmam, bir keresinde bütün soruları hikâye anlatır gibi cevaplamış, efsanevi bir bölüm çıkartmıştı ortaya. Kısacası çok eğlenceliydi. Farklıydı ve de etkileyici. Yazının o şekilde kullanıldığına daha önce hiç şahit olmamıştım. Aşkın Güngör ile olan bu maceram sadece 10 sayı sürdü ne yazık ki, sonra da kendisinden uzun bir süre haber alamadım. 

24 Nisan 2013 Çarşamba

Usta şoför

Normalde yön duygum oldukça iyidir, dikkatli biri olduğum için de kolay kolay kaybolmam. Ama sadece yürüdüğüm zamanlarda böyle bu. Araba kullanırken işler hiç de öyle olmuyor çünkü, yola mı bakayım etrafa mı diye kara kara düşünür ve arkamdan yükselen asabi klakson seslerini duymazdan gelmeye çabalarken gideceğim yeri bir türlü tutturamam. Mutlaka etrafında bir tur atıp doğru yere ondan sonra varmam artık adetten oldu. Çok feci bütçe dostuyum anlayacağınız, normalin iki katı yakıt harcamakta üstüme yoktur.

Geçen sene kuzenim Mehmet (evet, o da Mehmet. Ahmet ile birlikte sülalemiz bünyesinde en çok kullanılan iki isimden biri olur kendisi) yanında uzaktan bir akrabamızla birlikte bir iş toplantısı için İzmir’e geliyordu. Gelmeden önce de bana telefon edip, “Bizi otogardan alıp otele kadar bırakabilir misin?” diye rica etmişti. Ben de “Tabii ki, seve seve,” dedim hâliyle. Nereden bilsin benim dört teker üzerinde şahane bir yön duygusuna sahip olduğumu? Akşam sekiz gibi erkek kardeşim Metin’le birlikte aldık arabayı, çıktık yola. Evden çıkmadan önce de kendimizce uyanıklık edip Google’dan haritaya baktık. Zekiyiz ya… Kaybolmayacağız hesapta. İlk başta her şey güzel gidiyordu; yol açıktı ve hava da güzel. Alsancak limanına kadar sorunsuz bir biçimde gittik. Orada önümüze kocaman, beyaz bir minibüs çıktı. Tam yolun ortasından tıngır mıngır gidiyor, diğer arabaların korna seslerine aldırış bile etmiyordu. Derken biri minibüsü sollayıverdi, ardından da öbürü derken bir tek biz kaldık kaplumbağa ruhlu aracın arkasında.
“Geç şunu ya! Geç kalacağız,” dedi Metin.
Ben de verdim sinyali, kırdım direksiyonu sola. Tam minibüsü sollarken sağımızda kalan “Otogar” tabelasını  da tam gaz geçmeyelim mi? İkimiz de gözlerimiz ardına kadar açılmış bir vaziyette, ön camdan dışarıya bakan iki heykel misali gittik bir müddet.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordu benim kaybolmalarıma alışkın olan Metin, tedirgin bir şekilde.
“Bilmiyorum,” diye cevapladım cılız bir sesle. Ardından o üstün yön bulma kabiliyetim devreye girdi. Hemen kafamdan muhtemelen tamamıyla yanlış olan bazı hesaplamalar yaptım ve karşıma çıkan ilk sağa saptım. Son hatırladığım sebebini tam olarak anlayamadığım bir nedenden dolayı Çeşme istikametine doğru gitmekte olduğumuzdu.

21 Nisan 2013 Pazar

Geçmişin Gölgesi, Geleceğin Laneti



Yeni bir kitap, yine bir kitapla karşınızdayım efendim. Bir süredir sevgili Aşkın Güngör ile birlikte üzerinde çalıştığımız kitap nihayet son aşamaya geldi ve yakında raflardaki yerini alacak. Bu kez farklı, daha uzun soluklu bir çalışma var elimizde. Kısa kısa öykülerden oluşan bir kitap değil de tek bir konuyu anlatan, 175 sayfalık mini bir roman (tabiri caizse bir novella).

Arka kapak yazımız ise şöyle:

Titanik...

Dünya onu lüks ve şaşaanın sınır tanımadığı rekorlar kıran bir gemi, insanoğlunun o
güne kadar yarattığı en muhteşem şey olarak tanımaya hazırlanıyordu. Oysa o, tarihe
hafızalardan kolay kolay silinmeyecek bir faciayla geçti. Hepsi birkaç ihmalkarlık ve
talihsiz bir kaza yüzünden. Yoksa öyle değil mi?

Yıl 1912... İngiltere'nin önde gelen gemi yapım firması White Star Line, rakipleriyle
başa çıkabilmek için daha önce emsali görülmemiş bir gemi yapma kararı alır. Ve
yıl 2012... Finansal sorunlarla boğuşan ve iflasın eşiğine gelen White Star Line eski
görkemli günlerine geri dönebilmek için kendilerine en çok ün getiren projeyi bir kez
daha masa üstüne yatırmaya karar verir. Titanik...

İlk Titanik'in başına gelen gizemlerle dolu olayların aslı neydi? Geminin batışı sadece
talihsiz bir kaza mıydı yoksa daha büyük ve daha kötücül bir şeyler mi iş başındaydı?
Kazadan tam 14 yıl önce Titanik'in batışını birebir kaleme alan Morgan Robertson'ın sırrı
neydi? Yeni Titanik üzerindeki kuşku ve uğursuzluk bulutlarını atıp öncüsünün makus
talihinden kurtulabilecek mi?

Geçmiş ve gelecek arasında gidip gelen, iki farklı Titanik'i konu alan, gizem ve
sürprizlerle dolu bir macera...

Korku edebiyatının büyük ustası Lovecraft'ın başyapıtı, insanlık tarihinin tanıklık ettiği
en büyük faciayla buluşuyor.

"Ph'nglui mglw'nafh Cthulhu R'lyeh wgah'nagl fhtagn."

Yapımda emeğ... Ehem... Yorumlarıyla, varlıklarıyla, dostluklarıyla bana destek olan herkese bir kez daha teşekkürler. Veee keyifli okumalar.

20 Nisan 2013 Cumartesi

İzmir Kitap Fuarı


Geçen iki yıl boyunca hep misafir olarak katıldığım fuara bu sene ev sahibi olarak katılıyorum, mutluyum! Kısmetse Salon 2 - Stand 706 A'da olacağım. Müsait olanları sohbete beklerim efendim.



18 Nisan 2013 Perşembe

Kılavuzu Yorgun Savaşçı olanın...


Geçtiğimiz hafta sonu İstanbul’dan iki günlüğüne bir misafirimiz geldi. Kayıp Rıhtım tayfasından Kahlan Amnell… İlk gün kendisine karşı misafirperver yanımdan çok, arazi olma konusundaki üstün yeteneklerimi sergilemiş olsam da Pazar gününü sabahtan akşama kadar onunla birlikte turlayarak kendimi bir nebze affettirdim (sanırım). Lakin insan “sonradan İzmirli” olunca şehre ilk defa gelen birini gezdirmesi biraz zor oluyormuş, onu fark ettim. Çünkü gidilebilecek yerler de hep “sonradan” geliyor insanın aklına.

Alsancak’ta edilen mükellef bir sabah kahvaltısından sonra Kordon boyunca, Konak istikametine doğru yürümeye başladık kendisiyle. Ben de bu esnada hem onun fotoğraflarını çekiyor hem de ev sahibi pozlarında çevreyi tanıtıyordum. “Şurası Gündoğdu Meydanı, bu heykeli falanca yılında diktiler. Burası da Cumhuriyet Meydanı, şu da meşhur Atatürk Heykeli. Bu ikisi Cumhuriyet Meşaleleri, törenlerde bunları yakıyorlar. Ve meşhur Pasaport İskelesi! Hayal A.Ş. adlı hikayem burada başlıyordu, ehe-mehe…” nidalarım eşliğinde Konak Pier’e kadar yürüdük.

“İzmir’i seviyorum ya,” dedi Kahlan Amnell, bir müddet sonra. “Sanırım bir ara yaz tatiline de buraya geleceğim. Çeşme nasıl bir yer?”
Nı-nı-nı-nım! İşte çalışmadığım yerden gelen ilk soru. ‘Valla nasıl olsun işte. Deniz, güneş…’ demedim tabii, kendimce Çeşme’yle ilgili deneyimlerimden bahsettim. Çok kalabalık olduğundan, popüler plajları pek önermediğimden, kumdan çok insan olduğundan falan… Bu engin tecrübelerimin iki elin parmaklarını geçmediğini ise kendime saklamayı tercih ettim elbette. Ama bu sırrım çok uzun süre saklı kalamadı…
“Çok bilindik yerlere gitmemekte fayda var. Yanında bilen biri olmalı,” diye bitirdim konuşmamı.
“Nerelere mesela?”
Sessizlik…
“Sence neresi güzel?”
“Eee… Şey… Canım, yanında bilen biri olsun dedim ya! Çaktırma işte!”
O anda durumu anlayan Kahlan, kahkahayı patlatıverdi. Arkadaşlık böyle bir şey işte, kendinizi ne kadar rezil ederseniz edin karşınızdaki kişi buna sadece içten bir şekilde gülüp geçecektir.

Haskahve’de karşılıklı kahvelerimizi içip biraz sohbet ettikten sonra yine düştük yollara (yollaraaa, yollaraaa… Yine aştık dağlarııı…) Konak İskelesi’ne kadar yürüdük ve zurnanın zırt dediği yere geldik. Şimdi nereye gidecektik? Pazar günü Kemeraltı’na gidilmezdi, hem zaten dün orayı gezmişti. Bir vapur sefası yapıp Karşıyaka’ya geçebilirdik ama o zaman da akşamki İstanbul otobüsünü kaçırma ihtimalimiz vardı. Üstelik karnımız da hafiften bir acıkma belirtisi gösteriyordu. Sonunda yeniden Alsancak’a dönmeye karar verdik, bu da az önce geçtiğimiz yolları tekrar arşınlayacağımız anlamına geliyordu. Sıcak İzmir güneşinin altında soğuk terler dökmek nasıl oluyormuş, o an anladım. Çünkü anlatacak başka bir şeyim yoktu! Aklıma başka bir şey gelmediğinden tekrardan çevreyi tanıtmaya başladım, ama az önceki kendine güvenen hâlimden eser yoktu tabii. İncecik bir sesle ve çabuk çabuk konuşmaya (daha doğrusu saçmalamaya) başladım.
“Eee… Şey… İşte şurası Cumhuriyet. Yani meydanın adı Cumhuriyet… Bu da Atatürk. Şey, yani heykel… Atatürk Heykeli… Bunlar da meşale…”
Konuştukça batıyordum anlayacağınız. Ama Kahlan yine gülmekle yetindi sağ olsun. “Sıkıldın mı yoksa?” diye sordu.
“Hayır, ama senin sıkılmandan korkuyorum çünkü seni gezdirebileceğim başka bir yer gelmiyor aklıma,” diye yanıtladım mahcup bir edayla. “Dedim sana, yanında bir bilen olmalı diye!”

Günün son gafı ise boyoz aramaya başlamamızla gerçekleşti. Annesi ‘İzmir’den gelirken boyoz getir bir zahmet,’ demiş. Akşam vakti bul bulabilirsen boyozu… Artık nasıl şartlanmışsam, bulacağım diye nasıl odaklanmışsam ne yana baksam ‘boyoz’ kelimesini görmeye başladım. “Aaa… Bak! Boyoz Bürosu var şurada. Ay, tüh! Döviz Bürosu yazıyormuş ya… Hah! Boyoz Salonu! Hay Allah, düğün salonuymuş bu da… Dur, bulacağım!”

Bayağı bir sağa sola koşturdum arkadaşı İzmir’in sokaklarında. Koşturmak derken ciddi anlamda koşmayı kastediyorum çünkü bu kadar dolaşmanın ardından bir de otobüse yetişeceğiz diye koştuk tabii. Eminim hiç benim gibi misafir ağırlayan birini görmemiştir. Millet misafirinin ayaklarını yerden keser, ben resmen kara sular indirdim. İzmir’e gelip de koşmadım demez en azından. Öhm.. Peki boyozu bulduk mu? Bulduk efendim, otogar servisinin kalkacağı yerin hemen karşısında… Ama yanında bir bilen olsun demiştim ben!

Ühü!

28 Mart 2013 Perşembe

China Miéville Röportajı Yayında!



Ve geldik şenlik projelerimizin son halkasına. Geçenlerde de isim vermeden duyurusunu yaptığımız gibi, şenliklerimizi çok ama çok önemli bir röportaj ile sonlandırıyoruz. Kitapları, görüşleri, aldığı ödüller ve sosyalist kimliği ile dünya çapında tanınan yazar China Miéville ile sizler için keyifli bir röportaj gerçekleştirdik!

"Kral Fare", "Perdido Sokağı İstasyonu", "Şehir ve Şehir" ve "Un Lun Dun" gibi kitaplarıyla tanıdığımız, üç kez Arthur C. Clarke Ödülü alarak adını tarihe yazdıran Miéville, kendisiyle sesli olarak yaptığımız röportaja verdiği içten ve uzun uzun cevaplarıyla bizleri oldukça mutlu etti. İnanıyoruz ki az sonra okumaya başlayacağınız röportajda, sizler de aynı duygulara sahip olacaksınız.

John Scalzi röportajı gibi Türkiye’de ilk olan bu röportajdan keyif almanızı umut ediyor ve okumak için sizleri BURAYA davet ediyoruz.

Umuyoruz, gecikmeler yaşansa da beşinci yılımızla alakalı bu şenlik projeleri hoşunuza gitmiştir. Bir sonraki yıl, çok daha iyileriyle karşınızda olmak dileğiyle.

İyi okumalar!

Röportajı GerçekleştirenORÇUN CAN
Türkçeye ÇevirenM. İHSAN TATARİ
Son Okuma, YOSUN ERDEMLİ

4 Mart 2013 Pazartesi

Üçlü doğum günü


Bugün tam üç arkadaşımın birden doğum günüymüş. İki tanıdığınızın doğum günlerinin aynı güne denk gelmesi görülmemiş bir şey değil elbette. Sosyal medya ve internet sağ olsun artık insanların böyle şeylerin farkına varması daha kolay. Hatta benim bile bir gündaşım var! En iyi arkadaşlarımdan birinin eşi. İşin ilginci o arkadaşım da kız kardeşimden bir gün önce doğmuş. Her neyse..

Takdir edersiniz ki üç kişinin aynı günde doğması ender görülen bir şey. Daha da enteresanı ise üçünün de farklı farklı zaman dilimlerinde sınıf arkadaşım olmaları. Daha daha daha daha ilginç olansa birinin ilkokul, birinin ortaokul, ötekisinin ise liseden arkadaşım olması! "Nasıl yani?" dediğinizi duyar gibi oluyorum. Ben de öyle dedim zaten, "Nasıl yani?" Öyle vallahi... Şaşılacak şey.

Hayatımın üç farklı döneminde değerli arkadaşlıklarıyla yanımda olan bu üç güzel insana buradan bir kez daha nice mutlu yıllar dilerim.

Orijinal fotoğraf: Dan Bock

27 Şubat 2013 Çarşamba

Bursa 11. Kitap Fuarı


Gökler başımıza yıkılmaz, başımıza taş yağmaz, canına yandığımın Pırpır'ı arıza yapmaz, lastik patlamaz ve şoför atlamazsa 16-17 Mart tarihleri arasında iki günlüğüne fuardayım inşallah. İmza günü için deseler de stantları toplayacak adam eksiğini kapatmaya çalıştıklarından şüphelenmiyor da değilim. O  tarihlerde oralarda olacak olan ve yaşayanların dikkatine. Şemsiyelerinizi hazır edin, ben geliyorum.

17 Şubat 2013 Pazar

Zümrüt Soruşturma | Neil Gaiman


Şenlik kapsamındaki projelerimiz hız kesmeden devam ediyor. Bu kez farklı bir çalışmayla, Neil Gaiman’ın kaleme aldığı bir kısa hikayeyle karşınızdayız. Hatırlarsanız daha önce aynı yazarın “Ben, Cthulhu” adlı öyküsünü sizlerle paylaşmıştık. Bu kez de “Zümrüt Soruşturma” adlı eserini sunuyoruz beğeninize.

Zümrüt Soruşturma 2003 yılında, H.P. Lovecraft ve A. Conan Doyle’un evrenlerini bir araya getiren, “Baker Sokağı Üzerindeki Gölge” isimli kısa hikaye derlemesi için kaleme alınmış bir çalışma. Cthulhu mitosunun ve Sherlock Holmes efsanesinin şaşırtıcı derecede başarılı ve bir o kadar da heyecan verici bir karışımı olan öykü aynı zamanda 2004 yılında Hugo Ödülü’ne de layık görülmüş.

Çevirisini yazarlarımızdan M. İhsan Tatari’nin, düzeltisini ise Ozancan Demirışık’ın üstlendiği hikâyeyi okumak için BURAYA tıklayın.

Keyifli okumalar!

14 Şubat 2013 Perşembe

2012'nin En İyi Oyunları - İnceleme



Bir yıl daha geldi ve geçti. Her zamanki gibi geçtiğimiz sene de pek çok yapım konuk oldu parmaklarımızın ucuna. Uzun zamandır beklediğimiz oyunların yanı sıra hiç ummadığımız taşlar da vardı kafamızı keyifle yaran. Kimini sevdik kimini sevmedik, bazıları hayal kırıklığı oldu bizim için, bazılarıysa beklentimizi aştı. Peki, yüzlerce oyun arasında zirveyi zorlayan yapımlar hangileriydi? Gelin hep birlikte görelim; oynayanlar anılarını yâd etsin, kaçıranlar da ‘oynanacaklar’ listesini kabartsın.

Insert Coin

Baştan belirtmekte fayda var, bu liste tamamen şahsi kanaatime göre hazırlandı ve elbette ki yalnızca oynama fırsatı bulabildiğim oyunları kaleme aldım. O yüzden size göre burada yer alması / almaması gereken yapımlar olursa lütfen yukarıda belirttiğim noktayı göz önünde bulundurun. Listeyi hazırlarken herhangi bir sıralama yapmamayı ve hepsini kendi kategorilerinde yılın en iyileri olarak değerlendirmeyi uygun gördüm.

30 Ocak 2013 Çarşamba

John Scalzi ile Röportaj


Kayıp Rıhtım beşinci yıl şenlikleri bomba gibi bir röportajla başladı! Sitemizin beşinci yılını (5 yıl!) kutladığı şenlikler kapsamında pek çok röportaj, makale ve hikayeler sunulacak okurlara. Bunların yanı sıra ödüllü radyo programı ve yarışmalar da eksik olmayacak! 

Şenliğin açılışı, dünyaca ünlü Amerikalı bilim-kurgu yazarı John Scalzi'yle yaptığımız röportajla yapıldı. Bu röportaj aynı zamanda kendisinin Türk okurlara ilk seslenişi olma özelliğini de taşıyor. Sanırım işin en güzel tarafıysa tüm ününe ve başarısına rağmen zerre kendini beğenmişlik taşımaması yazarın. Çok sıcak, çok samimi ve çok içten biri kendisi. Kitaplarındaki o neşeli üslubun ve insana kahkaha attıran esprilerin kaynağını şimdi daha iyi anlıyoruz. Neyse efendim, lafı fazla uzatmadan röportaja geçelim. 

Karşınızda John Scalzi!

Röportaj teklifimizi çok kısa sürede cevaplayıp kabul ederek öncelikle Kayıp Rıhtım ekibi olarak bizi, sonrasındaysa tüm üyelerimizi çok mutlu ettiniz. Dilerseniz vakit kaybetmeden sorulara geçelim.
  • İlk olarak ülkemizde de çok sevilen John Perry karakteri ile başlayalım. Kendisinin kalbimizde ayrı bir yeri var. Her şeye en az bizim kadar yabancı olması ve her durumu bir şekilde şakaya vurabilmesi bunun en büyük sebebi gibi görünüyor. Sizce de öyle mi? Peki siz karakterleriniz arasında en çok hangisini seviyorsunuz?
John Perry’nin çoğu duruma mizahi açıdan yaklaştığı doğru – bu, onun hayatındaki muazzam değişiklikle başa çıkma yöntemi. Düşünsenize; tüm hayatınızı dünyada geçirdikten sonra uzaya çıkıyorsunuz ve sizi öldürmek isteyen birçok yabancı yaşam formuyla savaşmanız isteniyor, kafanızda buna bir anlam verebilmek için bir yol bulmaya çalışırdınız!
John Perry’nin ayrıca çoğu okuyucunun anlayıp yakınlık duyacağı bir karakter olması gerekiyordu – o bir süper kahraman değil, normal bir insan. Bence bu onun ulaşılabilir biri olmasını ve her nerede olurlarsa olsunlar çoğu insana tanıyıp sevdikleri bir kişi gibi görünmesini sağlıyor.
  • John Perry ile devam edecek olursak, ona baktığımızda sizinle aynı ismi taşıdığını görüyoruz. Bu kendinize yaptığınız muzip bir gönderme mi, yoksa bir yerden esinlenme mi? Çevreniz sizi Perry ile benzetir mi?
John Perry benim değil, Journey adında Amerikalı bir rock grubunun iki üyesinin adını taşıyor. Adı klavyeci Jonathan Cain’den ve soyadı eski solist Steve Perry’den alındı. İlk bölümde Steve Cain adında da bir karakter var; solistin adını ve klavyecinin soyadını alıyor.
İnsanlar bana çoğunlukla John Perry ben miyim diye soruyor, ben de hayır diyorum – öykünün başında benim şehrimde yaşıyor olmasına karşın! Ama kişilik olarak o benden çok farklı. Yaşlı Adamın Savaşı’ndaki karakterlerin içinde bana en çok benzeyeni Harry Wilson.
  • Bu defa da sorumuz Jared Dirac için gelsin. Serinin devam kitabında ana karakter olarak benimsediğimiz kişi gidiyor ve sadece adı bir kere geçmesine rağmen eksikliği pek hissedilmiyor. Bunu nasıl başardınız? Jared'ın o kendine has duygusal ve içe kapanık yapısını düşünürsek kendisini pek çok okura sevdirdiği de ortada. Bu aslında Perry ile karşılaştırıldığında büyük bir ironi. Gerçekten zıt kişiliklere sahipler. John Perry'yi Jared'ın abisi gibi görebilir miyiz? Jared Dirac'ı yaratıcısı olarak siz nasıl tanımlarsınız?
Hayalet Tugay’ı yazdığımda, Yaşlı Adamın Savaşı’nın devamı olmasını düşünüyordum fakat beni endişelendiren konulardan biri insanların ilk kitabı okumadan ikinci kitabı göreceği ve olayları takip edemedikleri için küçümseyeceğiydi. Bunu istemediğimden tek başına ayakta durabileceğini düşündüğüm bir kitap yazdım – yani Yaşlı Adamın Savaşı’nı okumayıp sadece Hayalet Tugay’ı okuduğunuzda da hoşlanabilecektiniz. Bunu yapmanın bir yolu yepyeni bir baş karakter, yani Jared Dirac’ı tanıtmaktı.
Kısmen okuyucuların sadece tek tip karakter yazabildiğimi düşünmemeleri için Jared’ın John Perry’den farklı olması gerekiyordu. Ama aynı zamanda o özel bir karakter tipiydi – Özel Kuvvetler’in bir üyesiydi ve bu tipte biri olarak John Perry ve diğer insanlardan farklı bir hayatı olması gerekiyordu. Bu nedenle farklı biçimde canlandırılmalı ve farklı bir kişiliğe sahip olmalıydı.
Şahsen John Perry’yi Jared Dirac’a bir ağabey olarak görmüyorum, fakat başkalarının bunu neden isteyebileceğini anlıyorum ve bu ilişkiyi kurmalarında benim için sakınca yok.

28 Ocak 2013 Pazartesi

Elantris - Kitap İnceleme


Yıllardır o ve ya bu şekilde adını duyduğum bir yazardı Brandon Sanderson. Ama neden Zaman Çarkı gibi efsanevi bir eserin kendisine teslim edildiğini ya da niçin bu kadar el üstünde tutulduğunu tam olarak bilmezdim. Ta ki Elantris'e başlayana kadar...

Elantris, romanın geçtiği ülkenin en büyük ve en ışıltılı şehrinin adı. Mucizeler şehri Elantris. Güç, ışık ve büyünün şehri Elantris. Şehrin sakini olan Elantrianların da uzun boyları, ak saçları ve gümüş derileriyle görünüş ve azamette şehirden aşağı kalır yanları yok. Bu halk, AonDor adı verilen bir büyü sistemi sayesinde tüm insanlara yardım eden, gerektiğinde onları iyileştiren ve adalete önem veren bir halk. İşin ilginç tarafıysa Elantrianların her biri de adına Shaod denen dönüşüme uğramadan önce normal birer insan olması. Shaod ayrım gözetmezdi. İster basit bir çiftçi, isterse zengin bir soylu olsun Shaod'un dokunduğu herkes Elantrian olabilirdi. Kısacası Elantris ışığın, bilginin ve adaletin ebediyen süreceği bir yerdi. Tek sorun ebediyetin 10 yıl önce sona ermiş olmasıydı.

Arkadaş Yayınları, 2010, 624 Sf.
Çevirmen: Can Sevinç
10 yıl önce bilinmeyen bir sebepten dolayı Elantris tüm ihtişamını yitiriyor. Şehir artık ışık yerine çamur saçıyor, insanları ak saçlı ve gümüş derili değil, kel ve vücutları lekelerle dolu. Mucize dağıtan değil, mucizelere muhtaç, aklını kaçırmış, acıyla sayıklayan bir halka dönüşmüş. Shaod'un dokunuşu bir armağandan çok bir lanet. Çünkü hâlâ ayrım yapmaksızın insanları almaya ama bu kez farklı olarak bir ucubeye dönüştürmeye devam ediyor. Elantrian olanlarsa apar topar yüksek duvarlarla çevrili şehrin karanlık ve pis sokaklarına atılıp kaderine terk ediliyor.

Kitap, birbirinden tamamen farklı üç karakterin hikayesini anlatıyor. bunlardan biri Elantris'in dibindeki Kae adlı şehrin prensi Raoden. Halkın sevgisini kazanmış, dürüst ve ahlaklı biri. Fakat genç prens bir sabah uyandığında Shaod'a yakalandığını fark ediyor ve apar topar Elantris'e atılıyor. Böyle bir rezaletin duyulmasından korkan babasıysa tüm krallığa oğlunun öldüğünü ilan ediyor.

İkinci karakterimiz, kuzey ülkesinin genç prensesi Sarene. Ama prenses deyince aklınıza o klasik hanım hanımcık, duygusal prensesler gelmesin. Sarene her anlamda çok farklı bir genç kız. Zeki, dobra ve politik meselelerde de inanılmaz başarılı. Arelon'a Prens Raoden'le politik amaçlı bir evlilik yapmak için geliyor, hatta kimselere itiraf edemese de prensten içten içe hoşlanıyor da. Ama şehre ayak basar basmaz çok büyük ve de kötü bir sürprizle karşılaşıyor. Çünkü görünüşe göre müstakbel kocasını tanıma fırsatı bile bulamadan dul kalmış durumda...

Üçüncü ve son karakterimiz ise Hrathen adında bir rahip. O da tıpkı Sarene gibi ülkeye yeni ayak basanlardan. Fakat tamamen ayrı sebeplerden dolayı... O bu ülkeyi kendi dinine çevirmeye gelmiş bir din adamı. Daha önce başka ülkelerde de aynı amaçla bulunmuş ve kanlı bir isyan çıkararak amacına da ulaşmış bir adam. Bu kez işlerin o noktaya varmasını istemese de Arelon halkını kendi dinine döndürmeye oldukça hevesli. Hatta kendisini onların kurtarıcısı olarak bile görüyor.

Kitaptaki olaylar yan karakterlerinde katılımıyla bu üç kişinin etrafında dönüyor. Bir yandan bu üçlünün başından geçen maceralara konuk oluyoruz, diğer yandan da yaptıkları şeylerin diğerlerinin hayatını nasıl etkilediğini görüyoruz.

Şunu baştan belirtmekte fayda var. Kitap alışılmış fantastik romanlardan çok daha farklı bir kurgu ve üsluba sahip. Sanderson ilk kitabı olmasına rağmen gayet iyi bir iş çıkarmış. Tamamen özgün, klasikleşmiş fantastik eserleri taklit etmeyen, kendi ırklarına ve büyü sistemine sahip bir evren yaratmış. Bununla da kalmamış bunların hepsini oldukça merak uyandıran bir kurguyla birleştirmeyi de başarmış. Her şeyden önce kitapta epik savaşlar, büyük kahramanlık destanları ve muhteşem kahramanlar yok. Bunun yerine bol bol akıl oyunu, politik entrikalar ve zeka kokan diyaloglar var. Bir de çözülmeyi bekleyen koca bir sır... Özgürlük için savaşmak yerine özgür kalabilmek için savaştan kaçınma, büyüyle harikalar yaratma yerine büyünün neden bozulduğunu ve onu yeniden nasıl kullanılabileceğini arama mücadelesine şahit oluyoruz kitap boyunca.

Pek çok insanın kitabı uzun diyalogları, sıkıcı olması ve akıcı olmaması nedeniyle terk ettiğini görüyorum. Halbuki kitap tam aksine hem çok akıcı hem de gayet keyifli. Bütün mesele beklentide... Eğer büyücülerin birbirlerine ateş topları fırlattığı (Hayı Fizban, otur yerine!), palaların dans pistlerinde cirit attığı, destansı savaşlar içeren bir kitap beklentisiyle başlarsanız hayal kırıklığı elbette kaçınılmaz olacaktır. Ama şunu da unutmamak gerekiyor ki fantastik edebiyat dediğimiz şey sadece bunlarla sınırlı değil. Bunun en güzel örneği de tüm özgünlüğüyle Elantris. Kaldı ki bazı okurların anlamsız ve boş olarak addettiği uzun diyaloglar kitabın sonunda öyle bir detayı ortaya çıkarıyor ki resmen tokat yemiş gibi hissediyorsunuz. Satır aralarına gizlenmiş detaylar, karakterlerin karşılaştığı sorunlara getirilen mantıklı açıklamalar, şiddetle değil zekayla çözülen olaylar okurken insana inanılmaz bir keyif veriyor. Kitabın son 100 - 150 sayfasıysa adeta akıyor.

Sanderson zeki bir adam... Oluşturduğu düzeni oturup uzun ve sıkıcı metinlerle anlatmak yerine onları okuyucunun keşfetmesine izin veriyor.Örneğin kitabı ilk bölümlerinde Galladon (favori karakterim olur kendisi ) isimli bir güneyliyle karşılaşıyor Prens Raoden. Kendi âdetleri, kendi aksanı ve kendi kültürü olan bir adam. Konuşması esnasında sürekli sule, kolo, daloken gibi yabancı kelimeler kullanıyor. Fakat Sanderson oturup da bunları açıklamak yerine ne anlama geldiklerini bulmayı okuyucuya bırakıyor. Bu da benim gerçekten çok hoşuma gitti.

Kitabın hiç mi kötü yönü yok peki? Tabii ki var. Daha önce de belirttiğim gibi, bu yazarın ilk kitabı ve zaman zaman bunu ister istemez hissediyorsunuz. Örneğin Prens Raoden'in Elantris'e kapatılması çok çabuk, sadece birkaç sayfada gerçekleşiyor. Bazı konular çok yüzeysel anlatılmış, son bölümlerdeyse olaylar birazcık fazla hızlı gelişiyor. Bunun yanı sıra ufak tefek çeviri hataları da var. Fakat bunların hiçbiri okuma zevkini baltalayan unsurlar değil. Yarısını geçtikten sonra kitabı kesinlikle elinizden bırakamıyorsunuz çünkü.

Eğer alışılmışın dışında ve iyi yazılmış bir fantastik kurgu arıyorsanız Elantris'e bir şans verin. 

25 Ocak 2013 Cuma

Yitik Öyküler 2, bizlere TRT'den el salladı


Okul adlı sinema filmi ile Hayalet Kitap ve Varolmayanlar adlı romanlarıyla adından sıkça söz ettiren sevgili Doğu Yücel şimdi de televizyon sunuculuğuna soyundu. Hem de elini attığı her işte olduğu gibi gayet başarılı bir şekilde... TRT'de yayınlanan "Liste Kitap" adlı programı sunan sevgili Doğu, her hafta beş dakika içerisinde beş kitap tanıtıyor bizlere. Bakmayın siz sürenin kısalığına, o beş dakikaya ne harikalar sığıyor bir bilseniz.

Programın bu haftaki bölümü benim için büyük bir sürprizi de içinde barındırıyordu. Çünkü tanıtılan ilk kitap Yitik Öyküler 2 - Bilekbüken'di! Kitabımdan övgüyle bahseden Doğu Yücel, beni de bilgisayar ekranımın karşısında dumura uğrattığından habersizdi tabii. Bengü ve Yosun sağ olsunlar, haberi bir güvercin ordusu eşliğinde ulaştırdılar bana. Ne diyeyim? Şaşırdım, küçük dilimi yuttum, duygulandım... Ve de çok müteşekkir kaldım. Kitabımı tanıtan, sadece bununla da kalmayıp öykülerimden övgüyle bahseden Doğu Yücel'e buradan kocaman bir teşekkürler gönderiyorum huzurlarınızda. 

Eğer programı izlemek isterseniz (istersiniz, istersiniiiiz) onu da hemen aşağıya ekliyorum. Şimdiden iyi seyirler ve hepinize tekrar tekrar teşekkürler.