23 Aralık 2013 Pazartesi

Bizim televizyonun hâlleri...

Bazen oturma odamızdaki televizyonun kendine has bir karakteri varmış gibi hissediyorum. Çünkü öyle zamanlarda öyle şeyler söylüyor ki şaşırmamak, böyle düşünmemek elde değil. "Televizyon da konuşur muymuş canım!" demeyin hemen, hele bir dinleyin.

Doğum gününüzde pastanızı keserken televizyonunuz sizi alkışladı mı hiç? Bizimkisi annemi alkışladı. Peki yaptığınız espriye güldüğü oldu mu? Benim esprime gür bir kahkaha attı. Peki ya telefonunuz çaldığında "Alo?" dedi mi? Bizimkisi dedi. Vallahi! Ama bunlar birazdan anlatacağım anımız yanında hiçbir şey...

Annem ve erkek kardeşim kendi aralarında hafiften tartışıyorlardı. Sağ olsun, kardeşim Metin ders çalışma konusunda inanılmaz tembel biridir. Ancak biz hep beraber arkasından ittirip kaktırmalıyız, hatta onunla birlikte oturup beraber ders çalışmalıyız ki lütfedip 1-2 sayfa bir şeyler okusun. Kendisinin 25 yaşında olduğunu da belirteyim. Neyse efendim... Annem de o gün bundan iyice bezmiş olacak ki sonunda dayanamayıp, "Ben bu yaşımda oturup sana ders çalıştırmaya mecbur muyum?" diye bağırdı. Aynı anda televizyonumuzdan Kadir İnanır'ın sesi yükseldi: "Sadece çocuk doğurmakla anne olunnmazzz!" Bizim ikili kısa bir an sessizliğe bürünüp ardından kahkahalara boğuldu elbette.

Söyleyin bakalım, haksız mıyım şüphelenmekte?

17 Aralık 2013 Salı

Çevirmenin Çemberi: Gölge Oyunu


Bugün aklıma gelen ilginç bir fikirle (ya da ben öyle olduğunu umuyorum) çevirdiğim kitaplara dair hem eğlenceli hem de enteresan birkaç anektodu buradan paylaşmaya karar verdim. Tabii bunu yaparken kitabın içeriğinden çok çeviri sırasında karşılaştığım ilginçliklere, zorluklara ya da komik anılara değinmeye çalışacağım. Yani kalkıp da size "Çevirdiğim kitap şöyle güzel, mutlaka alın!" ya da "Şunu şöyle mükemmel çevirdim!" tarzı şeyler söyleyip de görgüsüzlük yapacak hâlim yok. Öylesi ne keyifli olur ne de samimi... Kısacası, "Madem çeviri yaparken blog tutamıyorum, ben de ikisini bir potada eritirim," dedim kendi kendime. Bakalım bu formül ne kadar tutacak. Hem ne demişler? Kadının fendi... Yok, bu olmadı sanki. Neyse, anladınız siz onu.

Efenim ilk yazım, her ne kadar üzerinden altı aylık bir zaman geçmiş olsa da, çevirdiğim ilk kitap olması sebebiyle Gölge Oyunu üzerine olacak. Ama ona geçmeden önce şunu belirtmek isterim ki kısa hikâye çevirmekle kitap çevirmek arasında hakikaten de çok büyük fark varmış. Kısa hikâyelerde en azından çalışmanızın aşağı yukarı ne zaman sona ereceğini görebiliyorsunuz. Öykü 10 sayfa mı? "Eh, 2-3 günde biter," dersiniz. Ama ya roman? 460 sayfalık o devasa kütle masanızın üzerine Dan! diye indi mi şöyle gürültülü bir şekilde yutkunmadan edemiyorsunuz. Hatta dizlerinizin üzerine çöküp saçınızı başınızı yolarken, "Allah'ım, ben ne çokomel yedim!" diye düşünmeniz bile olası. Efendim? Yok canım, ben hiç öyle şey yapar mıyım? Nereden çıkarıyorsunuz böyle şeyleri Allah aşkına? Meselaaaaa yaaani diyorum. Öhöm... Neyse efendim, lafı fazla uzatmadan kitaba geçeyim ben.



Bu kitapta beni en çok zorlayan iki şey oldu. Birincisi içerisinde 26 ayrı yazar bulunması; bu da otomatik olarak 26 ayrı üslup demek oluyor elbette. Tam yazarlardan birinin tarzına, kullandığı kelimelere ve diline alışmışken, karpuz kesip muhabbet edecek kıvama getirmişken hikâye oracıkta Pat! diye bitiveriyor ve karşınızda yepyeni bir yazar, yepyeni bir tarz ve yepyeni bir üslup buluveriyorsunuz. Sanki huyuna suyuna zar zor alıştığınız bir ev arkadaşınızın apar topar taşınması ve yerine yeni birinin gelmesi gibi... Bunun sonucunda da her şeye en başından başlamak zorunda kalıyorsunuz tabii. Kitap okurken son derece keyifli olan bu durum çeviri yaparken Bakırköy'e ve deli gömleğine daha sempatik bakmaya başlamanıza neden olabiliyor.

İkincisiyse Nijeryalı yazar Bayo Ojikutu ve güzide hikâyesi... İtiraf ediyorum, bu adamın yazdıklarından ilk başta hiçbir şey anlamadım. Kesinlikle ama kesinlikle hiçbir şey... Moralim bozuldu, kendime güvenim sarsıldı, hatta "Benden çevirmen olmazmış demek, İngilizcem yeteri kadar iyi değil," bile dedim içimden. Baktım olacak gibi değil, çareyi diğer çevirmen arkadaşlara sormakta buldum. Gelgelelim 1 saate yakın karşılıklı uğraşılarımız sonucunda onlarla da çıkamadık işin içinden. Ardından yazar bir arkadaşa sordum, o da çıkamadı. Üniversitede eğitmenlik yapan bir tanıdığıma sordum, o da olmadı.

Bunun üzerine Hakan'la beraber (magicalbronze) Tolkien çevirileri yapan ve akademik makaleler yazan ortak bir arkadaşımıza sormaya karar verdik. Tolkien'in dili zordur sonuçta; adam hem dil profesörü hem de bu konunun ustası. Neyse efenim... Söz konusu arkadaşla internet üzerinden başladık görüşmeye. İlk başta her şey güzeldi; sizli bizli, kibar kibar, "Ne demek efendim, bir faydam dokunursa benim için mutluluktur," tarzı cümlelerle konuşuyorduk. Sonra metni gönderdim, aradan şöyle bir yarım saat kadar geçti ve o akademik şahıstan aldığımız cevap şu oldu: "Bu cümleyi kuranın Allah belasını versin! Bir tarafım gibi olmuş!"

Dayanamadım, yazarı internetten araştırdım ve şaşırarak İngilizce öğretmeni olduğunu öğrendim. İşin ilginç tarafıysa bir öğrencinin öğretmeni hakkında yaptığı yorumdu:
"Söylediklerini hiç kimse anlayamıyor. Sorun konuşma ve yazma biçiminde... Bana verdiği ödevi deşifre edebilmesi için hem bir yazar hem de bir editör olan anneme göndermek zorunda kaldım. Onun bile ne yapmamızı istediğini anlaması bir buçuk saatini aldı."
Bunu da okuduktan (ve gözlerim yaşarana kadar güldükten) sonra sorunun benden kaynaklanmadığına iyice emin olup rahatladım. Zaten akabinde de editörüm ve değerli bir çevirmen dostumla birlikte üç kişilik bir Voltran kurup durumu bir şekilde çözdük. Ama aklımdan kolay kolay çıkmayacak bir anım oldu sayesinde...








Bu kısımda daha çok kitabın sadece Türkçesini okuduğunuzda fark edemeyeceğiniz şeylerden, ufak tefek çeviri oyunlarından bahsedeceğim. İşin biraz perde arkası kısmı gibi olacak anlayacağınız.

Gölge Oyunu'nu çevirirken en çok keyif aldığım kısım, birbirinden farklı meziyetlere sahip üstatların kelime oyunlarını dilimize kazandırmaya çalışmaktı kesinlikle. Düz bir metini çevirmek, sonra da anlamlı bir bütün oluşturacak şekilde yeniden yapılandırmak kolaydır. Ama ses ve kelime oyunlarında aynı başarıyı göstermek kesinlikle şans ve kafa patlatma işi... Gölge Oyunu'nda da bunlardan bol miktarda vardı. Üzerinden çok fazla zaman (ve de kitap) geçtiği için hepsini hatırlayamıyorum maalesef. Ama en çok aklımda kalanlar şunlar:
  • Hey, Pete! Where is Re-Peat? "Tıpatıp" adlı öyküde birbirine iki kardeş kadar benzeyen, ikisinin de ismi Jack olan iki kuzenin hikâyesi anlatılıyor. Bunların bir de İngilizceyi çok iyi konuşamayan, göçmen bir komşusu var (bizdeki Arap Bacı diyeyim, siz anlayın). Neyse efenim, öykünün başlarında bu kadın Jack'e şaka yapmak amacıyla "Hey, Pete! Where is Re-Peat?" diyor. Repeat'le kastettiği şeyse "tekrar"... "Tekrarın nerede?" diyor ve ikizi kadar benzediği kuzenine gönderme yapıyor aklınca. Şimdi gel de bunu Türkçeye çevir! Kaç takla attım, kaç kere amuda kalktım hatırlamıyorum ama bu söylediklerimi "gerçekten" yaptığımı çok iyi biliyorum! (bkz. kendi kendini rezil eden çevirmen) En sonunda çocuğun gerçek adının Pete olmamasına dört kolla sarılarak o ismi tamamen değiştirme yoluna başvurdum. Böylece "Hey, Ben! Ben-zerin nerede?" gibi bir çeviri çıkmış oldu. Eh, "Hey, Rar! Tekrarın nerede?"den iyi olduğu kesin... :)
  • Kitapta Stephen King'in oğlu Joe Hill'in de bir hikâyesi var. Normalde babasının izinden gidip güzel korku romanları yazar kendisi, ama bu sefer çok şirin bir çocuk öyküsü yazmış. Yalnız öyküsünde "double negative" denen olguyu da kullanmış. Nedir double negative? Bir cümle içinde iki olumsuzluk anlamı veren ek kullanmak. Mesela, "There isn’t no cure for me," gibi... Bu cümlede hem isn't hem de no var, kısacası yanlış... 
    Hak verirsiniz ki (versiniz, verirsiniiiz) bunu birebir olarak Türkçeye çevirmenin imkânı yok. Aksi gibi bu durum birden fazla kez karşımıza çıkıyor ve hikâyede kilit bir rol oynuyor. Yani o cümlelerin yanlış olduğunu okuyucunun gözüne bir şekilde sokmak zorundasınız. 
    Bu yüzden bir kez daha bir çeviri oyununa başvurup hepsini devrik cümleye çevirdim. Ne kadar başarılı bir tercih olduğu tartışılır elbette...

    Bir de bir yerde kurgu hatası vardı; çıplak ayaklı bir çocuk "ayakkabılarını" çıkarıyordu. Onu da editörümden aldığım izinle değiştiriverdim. Sonra da "He-heyyt! Stephen King'in oğlunun hatasını düzelttim!" diye hava atasım geldi. Fakat evde benden başka kimse yoktu, ben de havamı kendime attım! Ama kendim beni pek kaale almadı nedense, o sırada çeviri yapmaktan beyni pelteleşmişti galiba... Nankör şey, hıh!
Her neyse... fazla teknik ayrıntıya girip sizi boğmadan burada bitireyim en iyisi. Velhasılıkelam, ilk olduğu için başlangıçta psikolojik anlamda zor ama ilerleyen sayfalarda zevkli bir çeviri oldu benim için. Bu vesileyle de hem buralara tekrar bir şeyler yazma hem de birkaç anımı sizinle paylaşma fırsatı bulmuş oldum. Umarım okuduklarınızdan memnun kalmışsınızdır. Olumlu dönüşler olursa bu tarz yazılara devam ederim belki... Ama belki.