15 Aralık 2016 Perşembe

Çevirmenin Çemberi: 2312

Bir romanın çevirisi sekiz ay sürer mi? Eğer söz konusu kitap son yılların en önemli bilimkurgu ustalarından biri olarak addedilen Kim Stanley Robinson’a aitse sürer… miş. Benim de 2312’yi çevirirken acı yoldan öğrendiğim gibi.

2312, Robinson’ın Mars Üçlemesi’yle aynı evrende geçen ama onlardan bağımsız bir şekilde okunabilen bir “gelecek öngörüsü.” Öngörü kelimesine özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum, zira kitabın çevirisini normalden daha zor kılan şey tam olarak bu. Yazarın 2012 yılında kaleme aldığı eser, o günün bilimsel verilerine dayanarak, yazıldığı tarihten 300 yıl sonra yaşanabilecek olayları öngörüyor. Ve bunu yaparken sadece uzaydan, gezegenlerden ve astrolojiden söz etmiyor. Ekonomi, sanat, matematik, biyoloji, klasik müzik, uzay mühendisliği, kuantum bilgisayarlar, felsefe, retorik… Saymakla bitmez.

KSR kendisine uygun görülen sıfatları sonuna kadar hak eden, inanılmaz bilgili biri. Aklınıza gelebilecek her alanda müthiş bir bilgi birikimine sahip ve romanında hepsini kullanmaktan, bir güzel harmanlamaktan, hatta 300 yıl içerisinde geçirebilecekleri evrimleri inandırıcı bir şekilde kaleme almaktan hiç çekinmiyor. Sorun şu ki okurlarının da kendisiyle aynı seviyede olmasını bekliyor. Bahsettiği şeyleri neredeyse hiçbir zaman açıklamıyor, akademik terim kullanmaktan hiç kaçınmıyor ve bunları herkesin bilmesini bekliyor. Bilim tutkunları için bir bilim tutkunu tarafından yazılmış bir kitap bu.

Hâl böyle olunca ben de çeviri boyunca konuları elimden geldiğince daha anlaşılır kılmaya çalıştım. Bunun için en basit yol dipnotlar elbette. Gelin görün ki kitabın ortalarına geldiğimde neredeyse her sayfada 3-4 dipnot atmaya başladığımı, dolayısıyla da sayfaların yarısının ekstra bilgilerle dolup taştığını gördüm. Çok çirkin bir görüntüydü, ayrıca okuma hızını da inanılmaz ölçüde baltalıyordu. Kim her satırda sayfanın sonuna bakıp sonra nerede kaldığını aramak ister ki?

O nedenle ben de farklı bir yol izledim. Örneğin, İapetus’tan bahsedilen bir kısımda— İapetus ne biliyor musunuz? Google’da aramadan cevap verebilir misiniz bu soruma? Ben bilmiyordum mesela. Kendisi Satürn’ün en büyük üçüncü uydusuymuş. Her neyse, ne diyorduk? İapetus’tan bahsedilen bir kısımda, “İapetus bir ceviz gibi görünür,” ile başlayan bir cümleyle karşılaştığımda o noktaya dipnot koymaktansa vermek istediğim ekstra bilgiyi direkt olarak cümlenin içine kattım. Yani “İapetus bir ceviz gibi görünür,” cümlesi “Satürn gezegeninin en büyük üçüncü uydusu olan İapetus bir ceviz gibi görünür,” şeklinde yer aldı çeviride. Tabii bunu işin suyunu çıkarmadan, sadece gerekli yerlerde yapmaya ve metnin aslını çok fazla değiştirmemeye de azami derecede önem gösterdim.

Ek olarak, yazarın kitabın ilerleyen bölümlerinde açıklık getirdiği bazı kavramları da bilerek dipnotsuz geçtim. Böylece hem yazarın vermek istediği etkiyi bozmamış oldum hem de okura aynı şeyi iki kere okutmaktan kaçınmaya çalıştım. Yine de tüm bu çabalarıma rağmen kitapta tam 118 tane dipnot bulunuyor. Gerçi kitapla okuduğum bazı incelemelerde bu sayıyı yetersiz bulduğunu söyleyenler de olmuş. Ne diyeyim, canları sağ olsun!


2312’yi çevirirken en eğlendiğim kısımlar bir asteroitin ya da gezegenin dünyalaştırılma sürecini anlatırken yazarın bunu bir “yemek tarifi” verirmiş gibi yapması oldu hiç şüphesiz. Düşünsenize, okuduğunuz yemek kitabı size dolgunca bir göktaşı alıp içini oymanızı, bakterilerinizi baharat niyetine üzerine serpmenizi ve gökcisminizi kıvama gelinceye kadar pişirmenizi söylüyor. İnsan bu kısımları okurken gülümsemeden edemiyor. Çevirirken biraz sövse de…

En az bunun kadar keyif aldığım bir diğer şeyse Merkür’ün yüzeyinde hareket eden Tanyeri şehrinden bahsedilen kısımlardı. Bildiğiniz gibi Merkür Güneş’e en yakın gezegen ve bu da onu gündüzleri üzerinde yaşanmayacak kadar sıcak bir yer hâline getiriyor. Merkürlüler de çareyi güneşin ısısıyla genleşen rayların üzerinde hareket eden, daima gezegenin gece tarafında kalan bir şehir inşa etmekte bulmuşlar.

Tanyeri’nin gerçek adı aslında “Terminator.” Ama gözünüzün önüne Arnold Schwarzenegger’in (Google’a bakmadan doğru yazabilmenin dayanılmaz keyfi) meşhur Yokedici’si gelmesin hemen. Buradaki terminator İngilizcede “gündoğumu çizgisi” ya da daha doğru anlamıyla güneşin doğmasıyla birlikte gezegenin yüzeyinde aydınlanmaya başlayan bölge anlamına gelen bir terim. “Tanyeri” adını biraz T harfiyle başladığı biraz da şehrin asıl isminin anlamını kısmen karşıladığı için seçtim. Terminator olarak bırakmamanın sebebiyse akıllarda otomatikman “I’ll be back,” repliğini uyandırması tabii ki.

En çok keyif aldığım şeyse kitapta geçen iki Ursula Le Guin göndermesiydi. Keyfinizi kaçırmamak için bunların ne olduğunu söylemeyeceğim ama bilimkurgunun kraliçesinin böylesine onurlandırılması ve gelecekte öyle ya da böyle bir iz bırakacağının ima edilmesi çok hoşuma gitti cidden.


Alıntılar, Listeler ve Kuantum Yürüyüşü… Kitabı okuyanların tahmin edebileceği üzere canıma en çok okuyan kısımlar kesinlikle bu ara bölümlerdi. 2312’de asıl kurguyu ilerleten hemen hemen her ana bölümün sonunda bu ara kısımlara rastlıyoruz.

Alıntılar” o yıllarda yazılmış hayali akademik kitaplardan alınmış kısa bölümleri andıracak şekilde kaleme alınmış. Size son 300 yıl içerisinde yaşanmış bilimsel, ekonomik, biyolojik, cinsel, sanatsal, tarihsel vb. olaylardan kısa kısa bahsederek oluşturulan evrene dair ekstra bilgiler sunuyorlar. Kimileri başı ve sonu olmayan uzun paragraflardan oluşuyor, kimi koskocaman bölümlerden, kimileriyse tek bir satırdan. KSR, “Alıntılar”da aklınıza gelebilecek her şeye değiniyor. Güneş sistemine nasıl açıldığımızdan, gezegenlerin oluşum şekillerinden ve özelliklerinden, kuantum bilgisayar prensiplerinden…

Hatta aralarında üreme, genler ve XX/XY hormonlarıyla ilgili aşırı detaylı bir bölüm bile var. Bu bölümü çevirirken gerçek bir tıp mezununa danışmak ve tıbbi terim çevirilerimin doğruluğunu onaylatmak zorunda kaldım. Çünkü neden bahsedildiği hakkında kesinlikle hiçbir fikrim yoktu. Gülmeyin! “Gebelik döneminin ilk sekiz haftasında hem Müller hem de Wolf kanalı aktiftir ve bipotansiyel gonad durumu hâlâ devam etmektedir,” diye örnek cümle veririm bakın size sonra! Evet, gördüğümü dümdüz çevirip geçip gidebilirdim de ama ne dedik başta? Bilim tutkunları için bir bilim tutkunu tarafından yazılmış bir kitap bu. Böyle konularda bilgili ve ilgili olan birinin bu satırları okurken hatasız bir anlatımla karşılaşması benim için önemliydi. Hâlâ bir yanlışım varsa da en azından elimden gelenin en iyisini yaptığımı bilmenin huzurunu yaşıyorum.

Listeler” ilk bakışta bir anlam ifade etmiyormuş gibi görünen, ancak kitabın sonlarına doğru ya da son sayfayı çevirdikten sonra tekrar okunduğunda anlaşılabilecek bir sürü tek satırlık, tek cümlelik, tek paragraflık bilgiyle dolu. Bu kısımların diğer ara bölümlere oranla daha basit kaldığını söylemek isterdim ama uzay mühendisliği ve roket teknolojileriyle ilgili kısım bildiğiniz ağzımı burnumu dağıttı.

Ve “Kuantum Yürüyüşü.” Beterin beteri vardır sözünün hayat bulmuş hâli. Ayaklı bir kuantum bilgisayarının düşünce zincirini temsil eden bu kısımlar hiçbir noktalama işareti içermeyen, upuzun ve anlaşılması zor bölümlerden oluşuyor. Nokta yok virgül yok hiçbir şey yok sadece birbiri ardına sıralanan kelimeler ve sürekli değişen düşünce dizilerinden ibaret aynen böyle tabii bu şekilde okunduğunda sizin için nispeten daha kolay çünkü türkçe olarak yazıyorum. (Yeter mi?) Bir de bunu İngilizce olarak düşünün. Basit ve anlaşılır bir İngilizceyle değil ama. İçine bol miktarda bilimsel terim katın, bir de sürekli “that” ve “it” kullanan bir bilim adamı üslubu kullanın. Bitti mi? Tabii ki hayır! Araya durduk yere söylenen Emily Dickinson’ın şiirlerinden ya da Shakespeare’in oyunlarından alıntılar da katın! KSR bu yolla, yani noktasız virgülsüz anlatımla bir kuantum bilgisayarının bir insana nazaran çok hızlı düşünebildiğini vurgulamaya çalışmış. Buralarda ne kadar başarılı olabildiğimi/olunabileceğini sizlerin takdirine bırakıyorum.

Bu üç bölümün haricinde kitabın doğasından kaynaklanan genel zorluğu da vardı. Kültürsüz biri değilimdir. Öğrenmeye değer bulduğum her konu hakkında genel bir bilgi sahibi olmaya gayret eder, kendimi geliştirmeye çalışırım. Gel gelelim güneş sistemi hakkındaki bilgilerim gezegenlerin ve bazı uydularının isimlerinden ibarettir. Güneş’in kısımlarını az çok bilirim fakat yüzeyindeki şeylere spikül ve granül dendiğini bilmezdim. Lagrange Noktaları nedir bilmezdim. Gini katsayısı, mesajcı RNA, göreli devinim, kâhin Turing makinesi ve kuantum dolanıklık nedir hiç duymamıştım. Subgenual anterior singulat korteks nedir bilmezdim. (Fatality!) Demek istediğimi son örnekle gayet iyi anlatabildim sanırım… Sırf bu nedenlerden ötürü kitap boyunca sürekli araştırma yapmak ve yazarın tam olarak neden bahsettiğini anlamaya çalışmak zorunda kaldım. Cidden yorucu bir süreçti benim için…


Tanyeri ismi dışında kitapta çok fazla kelime ve çeviri oyunu yapmama gerek kalmadı. Kitapta geçen “wristpad” adlı bilek bilgisayarını Kızıl Mars (Sabri Gürses) çevirisiyle uyumlu olması açısından bilekpaneli olarak çevirdim ve böylece o kitabı okumuş olanların aradaki bağlantıyı kurabilmelerini hedefledim.

Waldo terimini olduğu gibi bırakmayı uygun gördüm; bilgisayar mühendisi bir arkadaşıma danıştığımda bu tür cihazlara Türkiye’de de aynı isimle hitap edildiğini ve yerel bir karşılığı olmadığını söyledi.

Kitapta yer alan polis teşkilatı Galakpol’un gerçek adı aslında “Interplan.” “Gezegenlerarası” anlamına gelen Interplanetary kelimesinden türetilmiş. Gezegenpol ya da Gezpol gibi bir kısaltmayı uygun bulmadığımdan (anlamını tam karşılamıyor) Galakpol (Galaksi Polisi) olarak yerelleştirmeyi uygun gördüm.

Kurbağaların, “Arak, arak, arak!” diye vırakladığı kısımların orijinali, “Robber robber robber!” Yani ne mutlu ki orada hiçbir anlam kayması olmadı. Gel gelelim kargaların “Kartal!” diye bağırdığı kısım aslında “Hawk!” diye geçiyor. Kartal ile “gak” sesi arasında neredeyse hiçbir uyum yok maalesef. Bununla birlikte “kartal/şahin” kelimesi kurgunun ilerleyen noktalarında “yırtıcı kuş” manasında kullanılmak zorunda olduğundan içinde K harfi olan ve gaklamayı andıran en uygun isim seçildi. Bu çeviriden memnun değilim…

Son olarak kitabın en sonlarına doğru karşımıza çıkan Yiten/Kalan kelime oyunu var. Bunun aslı da Live/Die. Baş karakterimiz Swan öyle bir sanatsal düzenek kuruyor ki Merkür’ün yüzeyindeki kayalara oyduğu bu kelimelerden biri, güneşin ısısı karşısında eriyen metaller tarafında dolduruluyor. Ya Live (Yaşa) kelimesi çıkıyor ortaya, ya da Die (Öl). Ama ufak bir aksilik gerçekleşiyor ve son raddede iki kelimenin karşımı, Lie (Yalan) elde ediliyor. Buradaki zorluk hem “yalan” kelimesinin tüm harflerini içinde barındıran hem de yaşam/ölüm manalarına gelen iki kelime bulmakta. Bu kısımda da Yiten/Kalan sözcüklerini kullanmayı tercih ettim.

İşte bir kitabın çeviri macerası da böyle geçti… Biraz uzun bir yazı oldu ama kusura bakmayın. Dediğim gibi, çok ince işçilik isteyen ve bolca araştırma gerektiren bir kitaptı. İşin doğrusu şimdiye dek yaptığım en zor çeviriydi 2312. Hiçbir çevirimin son noktasını koyarken böylesine büyük bir heyecan ve mutluluk duyduğumu hatırlamıyorum doğrusu. Askerden ikinci kez terhis olmuş gibiydim. 8 ay sürünce… Umarım sizler için de keyifli ve bilgilendirici bir yazı olmuştur. Bir sonraki Çevirmenin Çemberi’nde görüşmek üzere…

Not: İlk olarak Kayıp Rıhtım'da yayınlanmıştır.

5 Kasım 2016 Cumartesi

Yarınya




* Taaa 2 sene önce bir yarışma için yazdığım (dereceye giremedi) ama sonrasında nedense blog sayfama eklemeyi unuttuğum muzip bir hikâye. Kurgu gereği birazcık argo ve muzırlık içerir, ona göre :)

Eğer olur da biri size Dünya’nın berbat bir yer olduğunu söylemeye kalkarsa sakın ona inanmayın; çünkü öyle değil. Şey… ya da en azından değildi. Bu, büyük ihtimalle onun akıbeti hakkındaki son kayıt olacak. Ve de insanlığın…

Teknolojimiz son bin yılda çok gelişmişti. Hatta o kadar çok gelişmişti ki biz bile onu takip edemez olmuştuk. Dün icat edilen ekstra nano-işlemcili bir zamazingoyu yarın ekstra koca göbekli bir eskicinin dükkânında bulmanız işten bile değildi. Uçan araba ve kaykaylar çoktan müzelerdeki yerlerini almıştı; doğum ve nüfus kontrollerinde mutlak söz sahibiydik; yaşlanmayı nispeten durdurmuş, yüzyıllar boyunca yaşar olmuştuk. Açlık, fakirlik ve ırkçılık gibi kavramlar sadece sözlüklerde bulabileceğiniz kelimelere dönüşmüştü. Havayı dilediğimiz gibi kontrol edebiliyorduk; canımız istediğinde yağmur yağdırabiliyor, istediğinde de gökyüzünü günlük güneşlik yapabiliyorduk. Artık uzaya gidip yeni yerler keşfetmek bizi cezp etmiyordu, çok istiyorlarsa onlar gelip bizi bulabilirlerdi pekâlâ. Gelirken yanlarında biraz döviz getirmelerine de itirazımız yoktu hani. Kısacası istediğimiz her şeye sahiptik, tanrılar gibi yaşıyorduk.

Buna rağmen mutlu olduğumuz söylenemezdi; çünkü tüm bu çağ atlatan gelişmelere rağmen hareketlerimiz Dünya’nın kanunlarıyla sınırlıydı. Fizik, kimya ve biyoloji kurallarına sadece bir dereceye kadar karşı gelebiliyorduk. Evlerimiz, araçlarımız, köpeklerimiz, hatta köpeklerimizin üstündeki pireler bile uçabiliyordu ama hepsini teknolojiye borçluyduk. Oysa daha iyisini yapabileceğimizi… hayır, hayır… daha iyisine layık olduğumuzu biliyorduk.

30 Ekim 2016 Pazar

Sandman 1: Prelüdler ve Noktürnler | Kitap İnceleme


Fantastik edebiyatla içli dışlı olup da Neil Gaiman’ın, çizgi roman okuyup da Sandman’in adını duymayan yoktur herhâlde. Gaiman bugüne dek pek çok önemli eser vermesine, birçok ödüle layık görülmesine rağmen adı hep bu çizgi romanla anılmış, “başyapıtı” olduğu söylenmiştir. Ki çıktığı ilk yıldan, yani 1988’den beri hem yurtdışında hem de yurtiçinde kendine geniş bir okuyucu kitlesi bulmuş, pek çok hayran kazanmıştır.

Türk okurlar olarak Sandman’le ilk tanışmamız 2000’lerin başında Arkabahçe Yayıncılık aracılığıyla olmuş, seriyi tamamlamaksa Laika’ya kısmet olmuştu. Ancak o zamanlar üniversiteyi daha yeni bitirmiş, hayata yeni yeni atılan bir genç olduğumdan (evet, ben, genç… insan hayret ediyor) alıp da okumak kısmet olmamıştı. Meteliksizdim çünkü; bırakın pahalı ve ciltli çizgi romanları, kitap bile alamıyordum. İşte bu yüzden hep içimde bir ukde olarak kalmıştı Sandman.

O nedenle İthaki tüm seriyi yeni baştan çevireceğini duyurduğunda ne kadar sevindiğimi tahmin edebilirsiniz. Sonunda ben de tüm dünyayı etkisi altına alan bu grafik romanı kendi dilinde okuyanlar kervanına katılabilecektim. Yine de şüphelerim yok değildi. Ya beğenmezsem? Ya aradan geçen bunca yıl sonra etkileyiciliğini ve orijinalliğini yitirmişse? Ya… Derken ilk sayfayı açtım ve Bay Kumadam beni siyah pardösüsünün kanatlarının altına aldı.

23 Ekim 2016 Pazar

Tam umutsuzluğa kapılmışken...

Tam da çevirinin en zor yerinde, iyice umutsuzluğa ve bir parça da hüsrana kapıldığım, “Ben bu işte o kadar da iyi değilim galiba yaa…” demeye başladığım anda Bing!... Facebook’tan yeni mesaj iletisi geldi. Bir baktım Erbuğ Kaya. “Giddar”ın yazarı. Hayırdır inşallah… derken yazdıklarını okuyunca hem çok şaşırdım (zamanlamasından ötürü) hem de acayip moral buldum:

"Merhaba İhsan, şu sıralar Ötekiler Arasında’yı okuyorum. (Hala devam ediyor) Çok keyif alıyorum. Uzun zamandır bu kadar severek okuduğum bir kitapla karşılaşmamıştım. Güzel ve özenli çevirin için çok teşekkürler. Bayıldım, bayıldım, nefis akıyor. Ellerine, aklına sağlık. Diyebilirim ki çocukluğumdaki kitap okuma keyiflerinden birini yakaladım okurken. Kadının anlattığını benim dilimde layıkıyla alıyorum. Süper keyifli roman. Diyorum ki dursam da kar yağdığında pencere kenarına filan mı ayırsam bunu ama bırakamıyorum :) Teşekkürler abi, sana da iyi çalışmalar, bu dakikadan sonra seni takipteyim."

Ben bu gazla bu kitabı bitiririm! O değil de… gerçekten çok büyük moral oldu şu karamsar, içine kapanık günlerimde. Zamanlaması da çok manidar gerçekten. Allah'ın işi işte...

Çok teşekkürler Erbuğ! Sana da laflar hazırladım O.S. Card…

10 Ekim 2016 Pazartesi

Yeni Yazar Adaylarının Yapmaması Gereken 8 Şey


Çoğu okurun en büyük hayallerinden biridir kendi adını taşıyan bir kitap bastırmak. Kalemine güvenen, hayal gücü zengin olan, kafasındaki hikâyeleri başkalarıyla paylaşmak isteyen herkes er ya da geç bu yola girer. Kimi çok orijinal fikirlere sahiptir, kimiyse sadece hayran olduğu yazara ve türe yakın eserler vermek ister. Ama hepsi de yazma tutkusuyla dolup taşar.

Son yıllarda internetin iyice yaygınlaşması blogları, online dergileri, aylık öykü seçkilerini ve Wattpad gibi hikâyelerinizi paylaşıp yüzlerce kişiye anında ulaşabileceğiniz platformları da beraberinde getirdi. Bunun yanı sıra kitabınızı kendi kendinize yayınlayabileceğiniz mecralar ya da basım masraflarını ödeyip bastırabileceğiniz yayınevleri de hatırı sayılır ölçüde kendini gösterir oldu. Hâl böyle olunca da kitap bastırma hayali o kadar da “hayal” olmamaya başladı.

Bununla birlikte yazarlık konusunda yeni yazarlara yol gösteren, onlara tavsiyeler verebilecek veya rehberlik edecek kimselerin yokluğu da iyice baş göstermekte. Bu tür kişi ve kurumların eksikliği yeni yazarların çeşitli hatalar yapmasına, kitaplarını hiçbir zaman bastıramamalarına, bastırabilseler bile kendilerini gösterememelerine, birbirinin aynısı ve genellikle de kötü eserler vermelerine neden oluyor maalesef. Ek olarak eserleri ve fikirleri gerçekten iyi olmasına rağmen bunca kalabalık arasında kendisini gösteremeyen, nasıl bir yol izlemesi gerektiğini bilmeyen ve en nihayetinde de kaybolup gidenler de var elbette.

O yüzden yaklaşık altı yıldır gerek yazarlık gerek çevirmenlik gerekse de editörlük alanlarında bu meslekte çalışan biri olarak naçizane bilgilerimi sizlerle paylaşmak istedim. Zira uzun yıllardır hem Kayıp Rıhtım hem de Oyungezer aracılığıyla bana ulaşan insanlar kitaplarını bana bir şekilde okutmayı, benden yorum almayı, eserlerini nasıl bastırabilecekleriyle ilgili kendilerine yol göstermemi istiyorlar. Aradan geçen bu zaman zarfında fark ettim ki hep aynı şeyleri söylüyor, aynı yanlışlara parmak basıyor ve insanlara aynı tavsiyeleri sunuyorum; kısacası herkes aynı hataları yapıyor. Peki nedir onlar? Gelin, hep birlikte bakalım.

1- Kitap okumadan yazar olmaya kalkışmayın

İşte size ilginç bir gerçek: Yazarlığa heves edenlerin neredeyse yarısı hayatında eline kitap almamış kimselerden oluşuyor. Abartılı mı geldi? İnanın hiç de öyle değil. Yayınevlerinde çalışan ya da editörlük yapan tanıdıklarınız varsa kendilerine de sorabilirsiniz. Ama dikkat, işin ucunda bin ah işitme tehlikesi var.

Bu gruba giren kişiler daha çok Rowling, Martin ve King gibi yazarların elde ettiği başarıları, sinemaya uyarlanan eserlerini, imza günlerini vs görüp bu işe heves edenlerden oluşuyor. Onları suçlamıyorum, sonuçta kim bu saydığım isimlerin yanına kendi adını yazdırmak istemez ki? Ama yanıldıkları asıl nokta bu yazarların işe, “Ben bir kitap yazacağım,” diye başlamadığıdır. Hayır, çok okuyarak başladılar.

Bugün belli bir başarıya ulaşmış yazarlardan bu konuda tavsiye istediğinizde 10 kişiden 9’u, “Çok kitap okuyun,” diyecektir, diyorlar da. Kitap okumak, bazılarının iddia ettiğinin aksine, “dilinizi kirletmez.” Kitap okumak romanınızın basılmasına giden yolu uzatan bir “vakit kaybı” da değildir. Tam aksine üslubunuzu ve kelime dağarcığınızı geliştirir. Hayal gücünüzü zenginleştirir. Size yeni ufukların kapılarını açtığı gibi yapmamanız gereken veya hoşlanmadığınız şeyleri de görmenizi sağlar. Ustaların belli başlı olayları nasıl betimlediğini bilmeden, farklı anlatım tekniklerini deneyimlemeden nasıl bir yazar olunabilir ki?

27 Ağustos 2016 Cumartesi

Pinokyo: Vampir Avcısı | Kitap İnceleme


İster nostalji tutkusu deyin, ister geri kafalılık, isterseniz de yaşlılık, siyah-beyaz çizgi romanları şimdilerin renkli ve dijital baskılarına nazaran daha çok seviyorum ben. O nedenledir ki Pinokyo: Vampir Avcısı’nın tanıtımlarını Çizgi Düşler’in sayfasında ilk kez gördüğümde “İşte bu tam benim kalemim!” dedim kendi kendime. Ne mutlu ki haksız da çıkmadım.

Pinokyo: Vampir Avcısı, Flix’in Don Kişot’undan (Marmara Çizgi) beri okuduğum en “farklı” şeydi. Ki o kitabı ya da hakkında yazdığım naçizane incelememi okuduysanız bunun kendi adıma hatırı sayılır bir övgü olduğunu da bilirsiniz. Gerçi iki eserin arasındaki benzerlikler ikisinin de siyah-beyaz olması ve bir roman kahramanını konu almasıyla sınırlı. Zira Pinokyo da hiç beklenmedik anlarda bizleri güldürse de bunu çok nadiren yapıyor. Ellerimizde tuttuğumuz bu hikâye daha karamsar ve daha bir karanlık masalsı.

Disney’i unutun

Ünlü Pinokyo masalın nasıl sona erdiğini, tahtadan yapılma kahramanımızın iyiliklerinin mükafatı olarak Mavi Peri tarafından gerçek bir çocuğa dönüştürüldüğünü ve babası Geppetto’yla sonsuza dek mutlu mesut yaşadığını hepimiz biliriz. Ancak bilmediğimiz şey Disney’in meşhur çizgi filmiyle akıllarımıza kazınan bu hikâyenin aslında kitaptan çok ama çok farklı olduğu.

Örneğin, animasyon filmi Pinokyo’yu Geppetto tarafından oyulan bir kukla olarak tanıtır bizlere ilk olarak. Evlat özlemiyle dolu ihtiyar kuklacı, uykuya dalmadan önce bir yıldıza bakar ve “Keşke Pinokyo gerçek bir çocuk olsaydı,” diye bir dilekte bulunur. Ve o gece Mavi Peri tarafından dileği kabul edilir, Pinokyo can bulur. Ama hâlen bir kukladır. “Eğer cesur ve iyi bir çocuk olursan bir gün gerçek bir çocuğa dönüşebilirsin,” der Peri ona. Hatırladınız mı? Güzel… şimdi hepsini unutun!

Carlo Collodi’nin 1883’te kaleme aldığı orijinal masal böyle başlamıyormuş çünkü. Aksine, Cherry adından bir marangoz “konuşan bir odun” buluyormuş kitabın hemen başında. Daha sonra odunu ondan alan Geppetto zaten konuşmakta olan bir tahta parçasını bir kuklaya dönüştürüyormuş. Yani ortada ne bir dilek var ne de Mavi Peri…

Peki Pinokyo’ya sürekli akıl verip ona yol gösteren, dans edip şarkı söyleyen smokinli ve bastonlu meşhur cırcırböceğimiz Jiminy’yi hatırlıyor musunuz? Meğer masalın aslında çok farklı bir biçimde çıkıyormuş okurların karşısında o da. Giysisini, şarkılarını ve öğütlerini bir kenara bırakın; daha ilk sayfalarda Pinokyo’ya nasihat veren ve tahta oğlanımız tarafından bizzat “öldürülen” önemsiz bir yan karaktermiş cırcırböceğimiz. Hatta ileriki sayfalarda bir “hayalet” olarak geri dönüyor, ama uyarıları Pinokyo tarafından yine ciddiye alınmıyormuş. Ya Mavi Peri? Ya da masaldaki orijinal adıyla “Turkuvaz Saçlı Peri” mi demeliyim? Evet, kendisi hikâyede yer alıyor almasına fakat sadece ikinci yarısından sonra.

24 Ağustos 2016 Çarşamba

Original Sin | Kitap İnceleme


Marvel Comics evrenini yakından takip ediyorsanız İzleyici Uatu’yu da tanıyorsunuz demektir.Fantastik Dörtlü ve Gümüş Kayakçı başta olmak üzere 90’lı yıllarda ülkemizde yayınlanan bazı çizgi romanlarda sık sık görürdük kendisini. Ay’ın karanlık yüzündeki ıssız üssünde tek başına yaşayan bu kel, koca kafalı ve sessiz kozmik varlık her şeyi izlemeyi ve kaydetmeyi kendine görev edinmiştir. O her şeyi görür. Hatta koşullar farklı geliştiği takdirde paralel evrenlerde yaşanacak olanları bile. Ama ettiği yemin nedeniyle hiçbir şeye karışmaz. Sadece izler ve kaydeder.

Original Sin (İlk Günah) adlı bu cilt de İzleyici Uatu’nun etrafında şekilleniyor. Daha doğrusu kurban gittiği cinayetin etrafında… Çünkü birileri bu çok güçlü ve ketum kozmik varlığı bir şekilde öldürmüş, hatta bununla da kalmayıp “gözlerini” çalmıştır. İyi ama kim? Daha da önemlisi neden? İşte Marvel Comics evrenindeki neredeyse tüm süper karakterlerinin bir cevap bulmaya çalıştığı sorular bunlar…

Süper kahraman alayı

Original Sin toplamda 10 bölümden oluşuyor. Kitabın hemen başlarında Nova Birliği’nin en genç üyelerinden Sam Alexander ile İzleyici arasındaki kısa ama duygusal bir görüşmeye şahit oluyoruz. Aynı zamanda da Uatu’nun kişiliği, geçmişi, görevi ve yemini hakkında da doyurucu bilgiler ediniyoruz. Sonrasında malum son gerçekleşiyor ve İzleyici bilinmeyen biri ya da birileri tarafından katlediliyor.

Soruşturmayı ilk üstlenen her zamanki gibi İntikamcılar oluyor. Hikâyenin Marvel evrenine denk geldiği noktadan ötürü İntikamcılar Birliği Kaptan Amerika’nın önderliğindeki Wolverine, Black Widow, Thor ve Iron Man’dan oluşuyor. S.H.I.E.L.D.’tan emekli olan Nick Fury de istemeye istemeye de olsa onlara katılıyor. (Ultimate ve Sinematik evrenindeki siyahi Nick değil, bizim eski, tanıdık, orijinal Nick Fury var karşımızda, ki bence bu süper bir şey).

Bu esnada gizemli biri Black Panther’den İzleyici’nin cinayetini ayrıca, İntikamcılardan bağımsız bir şekilde araştırmasını istiyor. Böylece Black Panther, Ant-Man ve Emma Frost dünyanın merkezine; Ay Şövalyesi, Winter Soldier ve Gamora uzayın derinliklerine; Punisher ve Doctor Strange ise başka boyutlara giderek ipuçları aramaya başlıyor. Birbirinden alakasız bu kahramanların birlikte çalıştığını ve aralarındaki atışmaları görmek çok keyifli doğrusu.

20 Ağustos 2016 Cumartesi

Deadpool: İntihar Kralları | Kitap İnceleme

Eğri oturup doğru konuşalım. JBC Yayıncılık elini taşın altına koyup Deadpool basmaya başladığından beri geveze paralı askerimizin pek çok macerasını dilimizde okuma şansına kavuştuk. Bunun için kendilerine ne kadar teşekkür etsek az. Öte yandan, Türkçeye çevrilen maceralara genel olarak baktığımızda ben aradığımı bulduğumu tam olarak söyleyemem.

Evet, Deadpool Marvel Evreni’ni Öldürüyor’u “ilk” olmasının da verdiği hazla bağırlarımıza basmıştık. Edebiyat Kahramanlarını Öldürüyor da vadettiği hikâyeyle ümitlerimizi iyice arttırmıştı. Ya sonrası? Sonrası bir parça hüsran, bir parça da hayal kırıklığı…

Evet, Cullen Bunn gerçekten de ilgi çekici fikirlerle çıkıyordu hep karşımıza, ancak o fikri bir Deadpool macerasına çevirme konusunda ciddi sorunları var bana kalırsa. Çünkü… çünkü Deadpool sadece önüne geleni kesip biçen ve rakibiyle alay eden bir karakter demek değil. Nerede dördüncü duvarı yıkışlar? Nerede sarı ve beyaz düşünce kutucuklarıyla ettiği kavgalar? Nerede çarpık zihninin ona oynadığı oyunlar?

Oysa Wade Wilson’ın Savaşı öyle miydi? Üstte saydığım tüm eksikleri bünyesinde başarıyla toplaması sayesinde kendisi şimdiye dek dilimize kazandırılmış en iyi Deadpool macerası benim gözümde. Keza Kayıp Rıhtım’daki çoğu arkadaşım için de öyle… Bize göre o maceranın yanına yaklaşabilen hiç olmamıştı. İntihar Kralları’nı okuyana dek…

Montaj bu!

İntihar Kralları aslında iki farklı maceradan oluşan tek bir cilt. İlki kitaba da adını veren İntihar Kralları. İkincisiyse Ölüm Oyunları.

İntihar Kralları henüz daha ilk sayfalarında, Deadpool’un özgeçmişini okumaya başladığınız andan itibaren ne kadar eğleneceğinizi yüzünüze âdeta haykırıyor. Yani… kim hayat hikâyesini anlatırken kendisine laf sokup ikinci benliğiyle kavga eder ki? Hemen akabinde geveze paralı askerimizi az önce bahsettiğim düşünce kutucuklarıyla dalaşırken görüyor ve koca bir oley çekiyorsunuz.

İntihar Kralları’nın hikâyesi başlangıçta aldığınız bu tadı, espri ve macera dozunu hiç düşürmeden devam ediyor yoluna. Her şey Deadpool’un Conrad adındaki bir genç tarafından kandırılmasıyla ve bir bina dolusu insanın ölümünün suçunun üstüne atılmasıyla başlıyor. Deadpool intikam almak için paçaları sıvasa da bunca masumun katline göz yummayacak biri vardır çevrede: Punisher.

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Batman: Ölümcül Tasarım | Kitap İnceleme



JBC Yayıncılık sağ olsun, çok uzun bir zamandır bizler için sadece bir hayalden ibaret olan Batman serüvenlerine artık düzenli olarak kavuşuyoruz. Bu sayede Kara Şövalye Dönüyor’dan Ailenin Ölümü’ne, İlk Yıl’dan Baykuşlar Divanı’na dek Pelerinli Süvari’nin hem yeni hem de eski maceralarını kendi dilimizde doya doya okur olduk. Ancak bunların arasında öyle bir tane var ki her çizgi roman okurunun mutlaka tecrübe etmesi gerektiğini düşünüyorum: Ölümcül Tasarım

Pekâlâ, başlıyoruz

Chip Kidd ve Dave Taylor ikilisinin yarattığı Batman: Ölümcül Tasarım, muhtemelen sizin de duymuş olabileceğiniz gibi, tamamen karakalem çizimlerden oluşan, sıra dışı bir Kara Şövalye macerası. Cildin sayfalarında yer alan her bir kare, her bir sayfa, her bir karakter ve her mimari tasarım babadan kalma yöntemlerle, siyah-beyaz olarak çizilmiş. Sadece bu bile onu eşsiz kılmaya yetiyor. Ama Ölümcül Tasarım bundan çok daha fazlası.

Her şeyden önce çizgi romanın konusunu gerçek hayatta yaşanmış iki olaya dayanıyor. Bunlardan ilki tarihi Pennsylvania İstasyon Binası’nın yıkılması. İkincisiyse Manhattan’da meydana gelen korkunç bir vinç kazası. “Bu iki kaza bir şekilde bağlantılı olsaydı ne olurdu? Ya da Gotham Şehri’nde, altın bir çağda gerçekleşmiş olsalardı?” diye soruyor senarist Chip Kidd bize, maceranın hemen başında. Ve tam olarak bunu yapıyor ve her ikisini de zekice bir senaryoyla birleştirmeyi başarıyor. Üstelik tıpkı vadettiği gibi, Gotham’ın “Altın Çağı”nda yapıyor bunu…

Ölümcül Tasarım’da karşımıza çıkan çizimler 1950-60’lı yıllardaki görsel tasarımları, çizgi romanların “altın çağını” yaşadığı yılları anımsatacak bir şekilde tasarlanmış. Baş karakterimiz Batman son yıllardaki modern hâliyle değil de en eski kostümlerinden biriyle, göğsünde eski sembolü ve maskesiyle çıkıyor karşımıza. Aynı şekilde aletleri, mağarası, arabası, bilgisayarı… hepsi o yılların izini, “Na-na-na Batman!” jeneriğiyle gönlümüzde ayrı bir yer eden televizyon dizisindeki görünümlerini taşıyor.


Dahası çizgi romanın sayfaları arasında karşılaştığımız diğer teknolojik ve mimari şeyler de yine bilimkurgunun altın çağında hayal edilen, Uzay Yolu gibi dizilerde sık sık gördüğümüz çok ışıklı, bol düğmeli tasarımlara sahip. Ama bu sizi yanıltmasın, çünkü hiç de neşeli ve olayları hafife alan bir macera yok karşımızda. Aksine okurken gayet keyif veren, güzel bir dedektiflik hikâyesi sunuyor bizlere Ölümcül Tasarım.

13 Ağustos 2016 Cumartesi

Sınav Hortlağı | Kitap İnceleme

Çizmeli Kedi, 2012, 128 Sf.
Editör: Nurgül Ateş
"Gerçek ayrıntı tozutur. Hayal çiy tutmaz."

Sınav Hortlağı, Türk fantastik ve bilimkurgu edebiyatının en tecrübeli isimlerinden üstat Sadık Yemni'nin Gölge E-Dergi'de yayımlanan çalışmalarından bazılarının bir araya getirilmesiyle oluşan bir kısa hikâye derlemesi. Ya da arka kapaktaki tabirle "birbirinden farklı, tahrip gücü yüksek 13 öykü" barındırıyor sayfaları arasında.

Gölge'yi yakında takip ettiğimden bu hikâyelerden birkaçını daha önce okumuştum, birkaçıyla ise ilk defa müşerref oldum. Dilediğiniz bir hatıranızı vesikalık olarak alabildiğiniz "Öte Yer Fotoğrafçısı", ertesi gün olabilecekleri esrarengiz bir e-postalar olarak alan bir adamın yaşadıklarını konu alan "Yarın Olacak" ve gizemli bir şekilde kaybolan eşyalarımızı sorumlusu olarak addedilen "Cepcepniler" gibi daha basit ama vurucu olanları daha çok sevdim.

Geri kalan hikâyeler de güzeldi aslında, ama sayfa sınırlaması olan bir dergide yayımlanmanın en büyük sıkıntısına yakalanmışlar ve anlatmak istedikleri daha çok şey olmasına rağmen aceleyle bitivermişler ne yazık ki. Sadık Yemni her zamanki gibi her hikâyesinde bir romana konu olabilecek maceralar çıkarmış ortaya anlayacağınız.

Kitabın en sevdiğim yanıysa yazarın âdeti olduğu üzere kâh İstanbul'un göbeğinde kâh İzmir'in Kemeraltı Çarşısı'nda geçen, yurdum insanının başından geçen birbirinden fantastik, kimi zamanda bilimkurgusal maceraları konu almasıydı.

Yazarla ve üslubuyla tanışmak isteyenler için iyi bir başlangıç olabilir.

20 Temmuz 2016 Çarşamba

Kara Bilim | Kitap İnceleme


Evinize dönebilmek için ne kadar ileri gidebilirsiniz?
Her ne kadar Fumetti ve Frankafon gibi farklı tatlar sunan, birbirinden kıymetli alt türleri olsa da çizgi roman dendiğinde aklımıza ilk gelen şey genellikle süper kahraman maceraları oluyor. Zaten her zaman diğerlerine nazaran bir adım daha önde olan Marvel ve DC’nin son yıllarda sinema ve dizi sektörünü de arkasına alarak iyice popülerleşmesinin bunda etkisi büyük elbette.

Yine de Amerikan çizgi roman sektöründen çıkıp da farklı konularıyla kalbimizi çalan eserler de yok değil. Akla hemen her ikisi de Eisner Ödülü’nü defalarca kucaklayan Saga ve Fables geliyor mesela. Image Comics’ten çıkan Kara Bilim (Black Science) de süper kahramanları değil, halis muhlis bilimkurguyu işleyerek akranlarının arasından sıyrılanlardan biri işte. Peki onlar kadar vurucu ve bağımlılık yapıcı mı? Gelin, hep birlikte bakalım.

Kara bilim, kara yürekler

Kara Bilim konuya kelimenin tam anlamıyla bodoslama bir giriş yaparak bizleri yabancı bir dünyada bilinmeyen bir tehlikeden kaçan, tuhaf giysiler içindeki iki bilim insanıyla baş başa bırakıyor. Dikkatimizi ilk çeken şey çevre tasarımlarının muazzam olduğu. Bitki örtüsünden canlılarına, mimari yapılarından gökyüzünün rengine dek oldukça iştah açıcı bir gezegen veya boyutta olduğunuzu, daha fazlasını bilmek için can attığınızı fark ediyorsunuz.

Birkaç sayfa sonra karakterlerden birinin Grant McKay adında bir bilim adamı olduğunu öğreniyoruz. Kendisi Anarşist Bilim İnsanları denen bir topluluğun lideri ve “Sütun” adını verdikleri bir icatları sayesinde gerçeklik bariyerini yıkarak farklı boyutlara ve dünyalara geçiş yapabiliyorlar.

Ancak Grant mutsuz, hatta pişman. Dahası başına gelen tüm bu kötü şeyleri hak ettiğini düşünüyor. Ne kadar kötü bir insan, sadakatsiz bir eş ve yetersiz bir baba olduğundan yakınıyor başının üstünde beliren o küçük karelerde. Kendisiyse tüm bu zaman zarfında arkadaşıyla birlikte pekâlâ fantastik bir romandan fırlamış olabilecek mekânlarda, dehşetengiz canavarlardan kaçarak hayatını kurtarmaya çalışıyor. Derken yanındaki arkadaşı, henüz çizgi romanın ilk sayfalarında olmamıza rağmen ölüyor.

Grant zorlu bir kaçışın ardından soluğu diğer ekip arkadaşlarının yanında alıyor. Tam bu noktada iki şey daha öğreniyoruz. Baş karakterimizin iki çocuğu da burada, bu tuhaf boyutta onlarla birlikte. Öğrendiğimiz ikinci şeyse Sütun’un kontrol mekanizmasının sabote edildiği. Makinenin geri sayımı tamamlanana dek o boyutta kalmak zorundalar. Bir sonraki sıçramanın nereye gerçekleşeceğini ise bilmiyorlar.

Son derece fantastik, son derece realist

İşte bu şekilde, her seferinde farklı bir boyuta, bilinmeyene sıçrayarak hayatta kalmaya ve makinelerini onarmaya çalışıyor kendine “Boyutonotlar” diyen bu grup. Sıçradıkları her boyut gerek çizimleri gerekse de çeşitlilikleri bakımından gerçekten muazzam. Kimi zaman bizimkini andıran, ama işlerin fena hâlde farklı yürüdüğü alternatif bir boyutta; kimi zaman Star Wars’tan fırlamış gibi görünen bir yerleşim yerinde; kimi zamansa tuhaf yaratıkların mesken edindiği, Lovecraft-vari yerlerde çıkıyorlar ortaya.

Arkabahçe, 2016, 176 Sf.
Çeviri: Sinan Ural
Editör: Kayra Küpçü
Tüm bu zaman zarfında kâh geçmişe giderek kâh karakterlerin arasındaki sert kavgalara şahit olarak aslında bu grubun hiç de masum olmadığını fark ediyoruz. Bir kere hepsi de oldukça gerçekçi. Gerçekçiden kastım herkesin boğazına kadar kötü huylara batmış olması. Karısını aldatanlar, birbirlerinin kuyusunu kazanlar, diğerlerine yardım etmektense kendini kurtarmayı tercih edenler… Ne ararsanız var. İşler sarpa sardıkça aldıkları riskler artmaya, verdikleri kararlar da sertleşmeye başlıyor.

İşin güzel yanı her an herkesin ölebilmesi. Yazar bu konuda hiçbir karakterine acımıyor ve en beklemediğiniz anda en beklemediğiniz kişi bir anda size veda edebiliyor. Kötü tarafıysa her biri görsel ve tasarımsal olarak çok etkileyici olan tüm o boyutları tadına tam anlamıyla varamadan geride bırakmak zorunda kalmamız. Çünkü gerek çizgi roman fasiküllerinin sayfa sayısının azlığından gerekse de Sütun’un geri sayım muhabbetinden dolayı olaylar çok ama çok hızlı gelişiyor.

Ek olarak yazar Rick Remender’in yazım tarzının ve diyaloglarının da biraz yorucu olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Bunun çeviriden değil de yazarın tarzından kaynaklandığı çok açık. Çeviri demişken, Sinan Ural ve Kayra Küpçü gerçekten de başarılı bir iş ortaya çıkarmışlar. Arada sırada birkaç yazım hatasına denk geldim ama o kadarı da nazar yarası olsun artık. Baskı da her zamanki Arkabahçe kalitesinde.

Sonuç olarak Kara Bilim’in süper kahraman çizgi romanlarına iyi bir alternatif olduğunu söyleyebilirim. Sizi merakta bırakmayı ve kendini okutmayı başarıyor. Üstelik bir sonraki ciltte neler olacağını düşünmenize neden olacak bir yerde bitiyor ilk cildi. Belki bir Saga değil ama farklı şeyler arayanlar için kesinlikle iyi bir tercih. Bunun henüz ilk cilt olduğunu ve sonraki sayılarda (yurtdışında dört cildi yayınlanmış ve hâlâ devam ediyor) çıkışa geçeceğini düşündüğümden sonraki sayısını şimdiden merakla beklemeye başladım bile.

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Bioshock: Rapture Şehri | Kitap İnceleme


“Ben Andrew Ryan ve size bir soru sormak için buradayım: Bir insan kendi alın terinde hak sahibi olamaz mı? Hayır, der Washington’daki adam. O ter fakirlere aittir. Hayır, der Vatikan’daki adam. O ter Tanrı’ya aittir. Hayır, der Moskova’daki adam. O ter herkese aittir. Bu cevapları reddettim. Bunların yerine başka bir şeyi seçtim. Ben imkânsızı seçtim. Ben… Rapture’ı seçtim.”
Eğer 2007’de çıkan BioShock adlı video oyununu oynadıysanız yukarıdaki sözler size çok ama çok tanıdık gelecek ve şöyle bir ürpermenize neden olacak demektir. Hem çıktığı dönemde hem de sonraki yıllarda devam oyunlarıyla âdeta bir fenomen yaratmıştır BioShock. Üstelik bunda sadece oynanış mekaniklerinin değil, içerdiği distopik ve felsefi yapının, insan doğasını sorgulayışının, art-deco tarzı gösterişli mimarisinin de etkisi büyüktür. Ama en çok da Rapture adlı muazzam sualtı şehrinin ve onu inşa eden adamın, Andrew Ryan’ın öyküsü etkilemiştir bizleri.

Yolumuz Rapture’a düştüğünde karşımızda bir zamanlar görkemli bir yer olduğu her hâlinden belli olan, ama bir şekilde felakete sürüklenmiş ve yıkılmanın eşiğindeki bir sualtı şehriylekarşılaşırız. Her taraf cesetlerle doludur. Balo maskeleri takan çılgın Sentezciler (Splicer) her yerdedir ve gördükleri yerde üzerimize saldırmaktan geri kalmazlar. Oysa bu insanların bir zamanlar bu şehrin halkı olduğu çok açıktır. Dahası, gizemli Büyük Babacıklar ve Küçük Kız Kardeşler çarpık bir masaldan fırlamışçasına etrafta kol gezer. Bu da yetmiyormuş gibi plazmid denen bir madde kullanana âdeta insanüstü yetenekler bahşetmektedir.

Peki burada neler olmuştur? Nasıl olmuştur da yıkık dökük hâli bile böylesine gösterişli olan bu şehir bu hâle gelmiştir? Onu geçtik, böyle bir yerin okyanusun dibinde ne işi vardır? Nasıl inşa edilmiştir? Ve neden? Bu incelemeye konu alan kitap da tam olarak bu konuyu ele alıyor işte. Daha doğrusu kusursuz bir ütopyanın nasıl korkunç bir distopyaya, rüyalarının peşinden koşan bir adamınsa nasıl bir diktatöre dönüştüğünün öyküsü.

3 Temmuz 2016 Pazar

Canavarın Çağrısı | Kitap İnceleme


“Hikâyeler her şeyden daha vahşidir. Hikâyeler kovalar… ısırır… avlar.”

Patrick Ness’in rahmetli Siobhan Dowd’ın son öyküsünden yola çıkarak kaleme aldığı Canavarın Çağrısı adlı bu sıra dışı eseri özetlemenin en iyi yolu kitabın sayfalarında da yer alan bu iki cümle belki de. Çünkü ilk sayfasından son kelimesine dek kitabın size yaptığı şey tam olarak bu: Sürükleyici yapısıyla sizi oradan oraya koşturuyor, hiç beklemediğiniz anda ısırıyor ve fena hâlde gafil avlıyor.

Kayıp Rıhtım’ın video incelemeleri olmasaydı Tudem Yayınları’nın 2014’te dilimize kazandırdığı bu kitaptan hiç haberim olmazdı herhâlde. Çok da yazık olurdu. Çünkü, biraz klişe olacak ama, iyi ki okumuşum, iyi ki hayatıma bu sayfaları da kattım dedirten eserlerden birisi kendisi. Ama işin özü hiç de sandığınız gibi değil…

Kitap size heyecandan sayfaları yırtarcasına çevireceğiniz bir macera sunmuyor, ama onun yerine aklınızdan hiç çıkmayacak bir hikâye okutuyor size. Yüzünüzde gülücükler açtırmıyor, boğazınızda en irisinden bir düğüm oluşturuyor. Mutlu bir son vermiyor, unutulmaz bir son yaşatıyor. Klişelere sığınmıyor, onları Canavar’ın o koca yumruklarıyla yıkarak sizi her seferinde şaşırtıp merakta bırakıyor.

On üç yaşındaki bir oğlan olan Conor O’Malley ile kansere yakalanan annesinin hikâyesini konu alıyor Canavarın Çağrısı. Conor’ın babası uzun zaman önce onları terk edip başka bir kadınla evlenerek Amerika’ya taşınmış. Annesi de aldığı kemoterapi tedavisi yüzünden gün geçtikçe yorgun düştüğünden evin bazı sorumlulukları Conor’ın omuzlarında. Okuldaki arkadaşları ve öğretmenleri durumu bildiklerinden oğlana aşırı mesafeli ve sinir bozucu bir anlayışlılıkla yaklaşıyorlar. O yaklaşınca kesilen fısıldaşmalar, kendisine atılan kaçamak bakışlar, herkesin ona acıması… Eğer hayatınızda bir kere bile böyle bir durumda kaldıysanız ne kadar sinir bozucu olduğunu bilirsiniz.

Tudem, 2014, 116 Sf.
Çeviri: Arif Cem Ünver
Editör: Tuğçe Akyüz
Tüm bunlar yetmiyormuş gibi Conor her gece tekrar tekrar aynı kâbusu görmektedir. Bu öyle korkunç bir rüyadır ki bir gece, saat tam 12:07’yi gösterirken arka bahçelerindeki porsuk ağacı kanlı canlı, devasa bir canavara dönüşüp de penceresine dayandığında baş karakterimiz oralı bile olmaz. “Korkmuyorum! Senden çok daha korkunçlarını gördüm ben!” diye bağırır hatta.

İkilinin arasındaki fırtınalı başlangıcın ardından Canavar oğlana üç hikâye anlatacağını ve en sonunda da Conor’dan ona kendi öyküsünü anlatmasını isteyeceğini söylüyor. Ufaklık itiraz etse de başka seçeneği yokmuş gibi görünüyor, çünkü Canavar bunu hiç umursamıyor. Böylece gündüzleri okul arkadaşlarıyla ve annesiyle, geceleriyse Canavar’la yaşadıklarını okumaya başlıyoruz karakterimizin. İşin en güzel yanlarından biri Canavar’ın anlattığı hikâyelerinin hiçbirisinin beklediğiniz gibi bitmemesi, hatta sizi ters köşe üstüne ters köşeye yatırarak hepten şaşkına çevirmesi. Peki Conor’a her gece musallat olan kâbus nedir? Baş karakterimizin okuldaki davranışlarının altında yatan gerçek sebep ne? Canavar neden sürekli 12:07’de geliyor? İşte tüm kitap boyunca kafanızda dönüp duran, açıklığa kavuştuğunda da sizi hüzne boğan sorulardan bazıları da bunlar.

İşin ilginç tarafı, hikâyenin asıl yazarı olan Siobhan Dowd bunu göğüs kanseri olduğu dönemde kaleme almış. Ve daha sonra da basıldığını göremeden hayata gözlerini yummuş. Nasıl bir ruh hâliyle yazdığını tahmin edemiyorum doğrusu. Çizer Jim Kay ise hiç görmediğim bir teknikle, neredeyse dört sayfayı birden kaplayan harika karakalem çizimleriyle kitabın atmosferine tavan yaptırmış. Çeviri ve editörlük açısından da çok temiz, hatasız bir roman Canavarın Çağrısı. Tek eleştirim Conor adının çok ama çok sık kullanılması. Bazen “oğlan” denebilirmiş pekâlâ kendisine. Onun haricinde her zamanki Tudem kalitesiyle, dört dörtlük bir çalışma var karşımızda.

Bu kitabı hem çok sevecek hem de ondan nefret edeceksiniz; çünkü size ya kaybettiğiniz birini hatırlatacak ya da sevdiklerinizi kaybetmenin nasıl bir şey olduğunu düşündürecek. Çünkü hikâyeler her şeyden daha vahşidir. Hikâyeler kovalar… ısırır… avlar.

Not: 21 Ekim'de sinema uyarlaması da geliyor. Hatta fragmanı bile çıkmış.

21 Haziran 2016 Salı

Yabani Dergi | İnceleme


Sosyal medyayla ve edebiyat siteleriyle azıcık haşır neşirseniz geçtiğimiz şu son birkaç ayda Yabani Dergi’yle ilgili paylaşımları öyle veya böyle fark etmişsinizdir. “Bilimkurgu, fantastik, korku ve çizgi-roman dergisi” alt başlığıyla karşımıza çıkan ve bu ay (Haziran 2016) itibariyle ilk sayısıyla arz-ı endam eden Yabani, gerek raflardaki yerini almadan önce gerekse de sonra oldukça konuşuldu, tanıtıldı ve hakkında bir şeyler karalandı. Ben de çorbada tuzum bulunsun diyor ve ilk sayıyı okumamın ardından edindiğim izlenimleri kısaca aktarmak, henüz tanışmayanlara tanıtmak ve bir parça da gönül borcumu ödemek istedim.

Dede Korkut
Gönül borcu dedim çünkü Yabani’nin sayfalarını karıştırdığımda yarısının daha önce beraber çalıştığım dostlardan, diğer yarısının da tanıdığım ahbaplardan oluştuğunu gördüm yüzümde bir tebessümle. Derginin ortaya çıkmasına öncülük eden, kapağını çizen ve “Kralına İsyan” adlı öyküsüyle sayfalarında yer alan Devrim Kunter’i çoğunuz Seyfettin Efendi serisinden tanıyorsunuz elbette. Ben kendisiyle çok daha önce, Gölge E-Dergi aracılığıyla çalışmıştım ve Yitik Öyküler Kitabı’ndaki “Eve Dönüş” adlı hikâyemi resimlemişti kendisi vakti zamanında. Yabani için kaleme alıp resimlediği çizgi romanında Dede Korkut ve Köroğlu gibi Türk efsanelerini bilimkurgu/steampunk öğeleriyle birleştirerek tadına doyulmaz bir işe imza atmış doğrusu. Sayfa sayısı az olduğundan konusundan çok fazla bahsedemiyorum, ancak dergideki en sevdiğim çalışmalardan biri olduğunu söylemeden edemeyeceğim.

Osmanlı öykülerinin en son ve sağlam neferlerinden biri olan, engin bilgisi kadar hikâyeciliğiyle de nam salan, Kayıp Rıhtım’ın sevilen üyelerinden Mehmet Berk Yaltırık da dergide bir çizgi romanıyla yer alıyor. “Voyvoda’nın Askerleri” adlı bu çizgi hikayeyi resimleyen kişiyse hem Yemin ve Öç’te hem de Yitik Öyküler Kitabı’nda birlikte çalışma şansı bulduğum A. Gökhan Gültekin’in ta kendisi. Bu ikilinin adını birlikte görmek benim için ayrı bir tebessüm ve mutluluk oldu. Tarzları da birbirini çok güzel tamamlamış bence. Yaltırık her zamanki gibi Osmanlı yeniçerilerini başarıyla kaleme alırken Gültekin de kendine has o çizgisini her karede konuşturmuş. Çizimler baskıdan ötürü biraz fazla koyu çıkmış gerçi ama ilklerin günahı olmaz.

Derginin dehşetengiz arka kapağını resimleyen Ömer Tunç’la da Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi’nde Kaptan Buzdağı temasında birlikte çalışmıştık. O da detay fışkıran bir zombi çalışmasına imza atmış. Dergide bu kadar ortak isim varken ben gülümsemeyim de kim gülümsesin efendim?

Onların haricindeki isimler de bir o kadar tanıdık. Bu aralar Pusova adlı ilk kitabıyla adından sıkça söz ettiren Galip Dursun, A İrem Aktaş’ın resimlediği “Misafirler” adlı kısa, vurucu ve buram buram Anadolu kokan bir çizgi romanla yer alıyor Yabani’nin sayfalarında. Sevgili Işın Beril Tetik, okuyanlara Damızlık Kızın Öyküsü’nü anımsatacak, güzel bir bilimkurgu öyküsü kaleme almış. Okurken çok keyif aldım şahsen. Bir diğer tanıdık sima, bizzat tanımasam da çok samimi bulduğum Murat Dural da hem Türk mitolojisinde hem de yabancı mitolojilerde yer alan tanrıları başarıyla kapıştırdığı, sonu da beklenmedik şekilde gelişen bir başka bilimkurgu hikâyesiyle bizlerle. Çizimiyse Amak-ı Hayal’i çizgi romanlaştıran Mustafa Ahmet Kara’ya ait. Kendisi aynı zamanda iç kapağı da resimlemiş.

Kadir Özen ve Ege Avcı’nın çizgi romanları da dâhil olmak üzere ilk sayı itibariyle oldukça başarılı buldum Yabani’yi. Çizimler zaten şahane. E öykülerin de onlardan aşağı kalır yanı yok. Tek sıkıntısı sayfa sayısı kısıtlaması nedeniyle hiçbirinin tadına tam anlamıyla doyamamanız ve çabucak bitivermeleri. Eh, bu da ikinci sayıyı dört gözle beklemek için daha çok sebep veriyor elbette… 

Yolun açık olsun Yabani.

15 Mayıs 2016 Pazar

Tales From Borderlands | İnceleme

 
Centilmen Piç 3 düzeltisini bitirmemin şerefine uzun zamandır ertelediğim şeylerden birini aradan çıkarayım dedim ve Tales From Borderlands’i bitirdim dün… eeee… gece. Sabaha karşı da dün geceden sayılır, di mi? Sayılır sayılır… 6 saatçik için birbirimizin kafasını kırmaya değmez şimdi.

Oyun beklediğimden daha iyi çıktı açıkçası. Borderlands serisiyle pek aram yoktur çünkü, çok yüzeysel bilirim. Çok fazla da oynayamadım, çünkü tek kişiyle tadı çıkmıyor. O nedenle oyuna ısınıp ısınamayacağımı, esprileri anlayıp anlayamayacağımı bilmiyordum. Ama sonra… tek hatırladığım bazı sahnelerde katıla katıla güldüğüm!

Telltale oyunlarını öyle ya da böyle severek oynarım zaten. Fakat Tales From Borderlands’teki esprileri bambaşka olmuş. Uzun zamandır bu kadar güldüğümü ve bu kadar eğlendiğimi hatırlamıyorum cidden.

13 Mayıs 2016 Cuma

Hırsızlar Cumhuriyeti | Düzelti

Çeviri: Cihan Karamancı
İthaki Yayınları
Ve Centilmen Piç Serisi'nin üçüncü cildi Hırsızlar Cumhuriyeti'nin düzeltisi de biter.

Güzel bir kitaptı. Scott Lynch sadece Locke ve Jean'ı her zamanki muzip dolandırıcılıklarıyla geri getirmekle kalmıyor, ama aynı zamanda ilk kitapta sevdiğimiz pek çok şeyi de bir bakıma geri getiriyor.

Bunda en büyük pay Sabetha'nın elbette. Kendisi tam tahmin ettiğimiz gibi bir karakter. Seveceğinizi düşünüyorum. Onun sayesinde Camorr'dan ve Centilmen Piçler'in eski günlerinden kesitler görüyoruz yine, ki ilk kitapta en çok sevdiğim kısımlar bunlardı.

Lynch nasıl ki ikinci kitapta denizciliğe merak saldıysa bu sefer de "bambaşka bir şeyi" kısmen ön plana çıkarıyor. 

Ama bu sefer dengeyi iyi kuruyor ve sonunun pat diye bitmemesini, her şeyin doyurucu bir sona ulaşmasını da garanti altına almış. Hem de ne son!

Kitap bu hafta sonu yayınevine doğru yola çıkıyor. Sonrası bekleyiş... Umarım en kısa zamanda sizler de okursunuz.

8 Mayıs 2016 Pazar

Annnneeee! Bittiiiiii!

Ana gibi yar olmaz, sözünü kim dile getirdiyse cidden çok doğru söylemiş. Eğer annelerimizin bize yönelik bitmek bilmez sevgisi, ilgisi ve alakası olmasaydı hiçbirimiz bugün olduğumuz kişi olamazdık.

Yani düşünsenize bir… Henüz bacak kadar bir çocukken bizi her sabahın kör karanlığında yatağımızdan kaldıran, itirazlarımıza aldırmadan önlüğümüzü giydiren, kar kıyamet veya yağmur çamur demeden zorla okula gönderen, akşam eve geldiğimizde oyun oynamamıza engel olup ödev yaptıran annelerimiz olmasaydı şu an bulunduğumuz yerde olama… Bir dakika ya, bu çok iyi bir örnek olmadı sanki… Öhöm! Baştan alalım.

Gençlik yıllarımızda ipe sapa gelmez kişilerle arkadaşlık etmemize, akşam eve geç gelmemize, ne giydiğimize, ne içtiğimize, saçımıza yüzümüze ne sürdüğümüze karışan annelerimiz olmasaydı…! Efendim? Bu da mı olmadı?

Peki, bir de şöyle deneyelim… Çocukluğumuzu ve ergenliğimizi geride bıraktığımızda, şimdiki aklımıza o zamanlarda sahip olmayı dilemeye başladığımız yıllarda, o çok meraklısı olduğumuz “kendi ayaklarımızın üstünde durma” mesuliyetini tüm ağırlığıyla omuzlarımızda hissettiğimizde… kısacası koskocaman sorumlulukları olan kazık kadar bir yetişkin olduğumuzda bile boyumuza posumuza, yaşımıza başımıza bakmadan her ihtiyaç duyduğumuzda yanımızda olan, bugün bile hâlâ her derdimizle canla başla ilgilenen, ufacık bir sıkıntımızda bile üzülen annelerimiz olmasaydı bugün olduğumuz kişi olamazdık. Değerlerini bilmek gerek…

Tüm annelerin bu özel günü kutlu olsun.

1 Mayıs 2016 Pazar

Bitmeyen Savaş: Hugo Ödülleri

Hugo jürisi, 1976 yılında büyük ödülü Bitmeyen Savaş’a layık gördüklerinde ileride bir gün aynı isimle ama farklı bir şekilde anılabileceklerini akıllarının ucundan bile geçirmemiştir muhakkak. Ancak bugünlerde, bilhassa da şu son 3-4 yıldır Hugo denince akla ilk gelen şey bu oluyor maalesef: Sağ ve sol görüşlü sanatçıların bitmek bilmeyen savaşı… 

Bildiğiniz gibi Sad Puppies ve Rabid Puppies adlı iki aykırı grup bir süredir Hugo Ödülleri oylamalarını kendi seçtikleri eserler doğrultusunda yönlendirmeye çalışıyor. Biz de geçen yıl tüm bu süreci “Çanlar Hugo Ödülleri İçin Mi Çalıyor?” adlı makalemizde detaylı olarak kaleme almış, daha sonra da “Hugo Ödülleri’nin Ardından” adlı yazımızla son yaşananları sizlere aktarmıştık. Eğer Sad&Rabid Puppies isimleri size yabancıysa ve olaylara tam olarak hâkim değilseniz az önce bahsettiğim yazılara bir göz atmanızı tavsiye ederim.

Özet geçmek gerekirse, her iki grup da geçen yıl büyük bir hezimete uğradı ve hiçbir dalda tek bir ödül bile alamadılar. Guardian, Tor, John Scalzi ve G.R.R. Martin gibi isimlerin önderliğinde bir araya gelen karşıt görüşlü yazarlar, yayınevleri ve okurlar Sad&Rabid Puppies gruplarının önerdiği tüm eserlere “Ödül Yok” kaşesi vurdu. Böylece Hugo tarihinde bir ilk yaşandı ve 5 kategoride kimseye ödül çıkmadı.

Bu ağır hezimetin ardından herkes Sad&Rabid Puppies’in etkisinin azalacağını ve bu yıla çok fazla etki edemeyeceğini iddia etmişti (ya da daha doğrusu ummuştu). Ancak bildiğiniz üzere 2016 Hugo Ödülü aday listesi geçtiğimiz gün resmen açıklandı. Ve görüldü ki durum hiç de öyle değil…

24 Nisan 2016 Pazar

Temsili ben...

“Çok yoğunum,” demek hayatımın vazgeçilmez bir parçası hâline geldi artık. Günaydın ya da nasılsın demek kadar olağan oldu desem yeridir hatta. İthaki Yayınları ve MonoKL Kitap için çevirmenlik ve editörlük yaptığımı zaten biliyorsunuz. Şimdi buna bir de Pegasus Yayınları için çevirmenlik katıldı. İlk kitabım da Orson Scott Card’ın ünlü Ender’in Oyunu serisine paralel bir kitap olan Ender’in Gölgesi (Ender’s Shadow) oldu.

Bu ek sorumluluk yetmiyormuş gibi Oyungezer Online’daki işlerim de feci derecede artış gösterdi. Sevgili Sinan’ın (Akkol) bir aylık programı nedeniyle sitenin haber bulma, dağıtım ve koordinasyonu da artık bende. Zaten hâlihazırda aynı işi Kayıp Rıhtım için de yaptığımdan takipçisi bol iki aktif sitenin canlılığını korumak benim dengesi bozuk aklıma kaldı.

Bitmedi… Frpnet ve Kayıp Rıhtım’ın ortaklaşa düzenlediği 60 Kelimelik Fantastik Yarışması’nda da jüriyim ve okunmayı bekleyen 500’e yakın kısa öykü var önümde. O yüzden kendimi aynen görseldeki gibi hissediyorum. Ve sırf bu nedenlerden dolayı blog sayfamı güncellemeyi hep en son sıraya atıyorum. Haksızsam haksızsın deyin (Sakın demeyin haa, gözünüzün yağına iki yumurta kırayım!)

Yorgun Savaşçılığın kelime anlamına hepten ulaştığım diyarlardan bildirdim…

27 Mart 2016 Pazar

Karanlık Güzel | Kitap İnceleme

Öyle bir çizgi roman hayal edin ki görebileceğiniz en şirin, en masalsı, en renkli karakterlere sahip olsun. Ama başlarından geçen olaylar da bir o kadar rahatsızlık versin, hatta ürkütsün insanı. Bir karesine bakarken içiniz ısınsın, bir sonrakindeyse kanınız donsun.

Senaryosunu Fabien Vehlmann’ın çizimleriniyse Kerascoët’in (Marie Pommepuy & Sébastien Cosset ikilisinin mahlası) hazırladığı Karanlık Güzel tam olarak böyle bir eser işte. Onun için “Alice Harikalar Diyarında ile Sineklerin Tanrısı’nın çocuğu” yakıştırması yapılıyor pek çok mecrada. Ve sayfalarını çevirirken, yaşananlara kare kare şahit olurken bu benzetmenin ne kadar yerinde olduğunuzu iliklerinize dek hissediyorsunuz. Üstelik bunu görebilmek için çok fazla ilerlemenize de gerek yok; henüz altıncı sayfasındayken başlıyor işlerin “rengi” değişmeye…

Masum prenses, kayıp kız

Hikâyemiz mavi puantiyeli beyaz elbisesi, sarı saçları ve masum yüzüyle çizgi romanın kapağından bize ürkek ürkek bakan Prenses Aurora’nın etrafında şekilleniyor. Peri masallarından fırlamış gibi görünen, pembelerle bezeli bir mekânda yakışıklı Prens Hektor’la baş başa, romantik bir çay partisi düzenlerken görüyoruz kendisini ilk olarak. Sadık dostu Phil de hemen yanlarında ve her şeyin mükemmel olduğundan emin olmak için elini ardına koymuyor.

Ancak her şey alabildiğine masalsı, alabildiğine pembe ilerlerken ortalık bir anda karışıveriyor ve mekân “akmaya” başlıyor. Neler olduğunu anlayamayan Aurora, Hektor ve Phil oradan can havliyle kaçarak dışarı çıkıyorlar. Ama “neyin” dışına? İşte çizgi romanın size attığı tokatlar silsilesi de tam bu noktada başlıyor.

Karanlık Güzel sadece bu görselle baş başa bırakıyor bizi. Bir açıklama yok, herhangi bir metin yok. Yalnızca çizimin salt ürkütücülüğü ve hayal gücümüzle zihnimizi çalıştıran, hikâyedeki boşlukları tamamlamayı bize bırakan detaylar.

17 Mart 2016 Perşembe

Uzak | Kitap İnceleme

“Nedir bu kadar çok insanı ailelerini ve hayatlarını geride bırakıp, geleceğin meçhul olduğu bilinmez topraklara yolculuk etmeye iten?”
Shaun Tan’ın Uzak (The Arrival) adlı grafik romanı yukarıdaki bu basit sorunun üzerine kurgulanmış, şahane bir sanat eseri. Daha ilk cümleden itibaren kitabı övmeye başladığımın farkındayım, evet… ama ne yapayım?! Aldığı, alacağı tüm övgüleri ve de ödülleri sonuna kadar hak ediyor Uzak. Emin olun ilk birkaç sayfasını çevirip hem gözlerinize hem de zihninize bir ziyafet çektirdikten sonra siz de aynısını söyleyeceksiniz, hatta belki de daha bile şevkle.

Peki nedir bu kitabı bu denli özel kılan? Sadece görselleri mi? Hayır… Hayır, hiç de değil. Her biri eski birer fotoğraf gibi görünen, kimi sayfaları boydan boya kaplayan çizimler başlı başına birer sanat eseri, o konuda hiç şüpheniz olmasın. Ancak onlar bir bütünün tamamlayıcı parçası sadece. Uzak’ı özel kılan şey sıra dışılığı. Şöyle bir kitap hayal edin, her sayfası karakalemle çizilmiş, inanılmaz gerçekçi ama bir o kadar da gerçeküstü çizimlerle dolu olsun. Karelerinden size el sallayan karakterler kaşıyla gözüyle, kıyafetleri ve yüz ifadeleriyle, sevinçleri ve hüzünleriyle sokaklarda her gün gördüğünüz insanlar kadar sahici görünsün.

Lakin bununla birlikte kitaptaki mekan tasarımları alabildiğine gerçeküstü olsun. Hayal gücünüzü zorlayan binalar, uçuk kaçık araç gereçler ve birbirinden tuhaf hayvanlar kaplasın her sayfayı. Shaun Tan zaten bunu ta en başında, kitabın kapağındaki sıradan adam ve garip hayvanla bize çaktırmadan söylüyor zaten: Bu sayfalarda normal ve anormal yan yana.


Üstelik bununla da sınırlı değil Uzak’ı harika bir eser kılan etmenler. Kitabın sayfalarında tek bir cümle, tek bir anlamlı harf bütününe rastlamadığımızdan bahsetmedim çünkü daha. Evet evet, doğru okudunuz. 120 küsur sayfalık, kocaman bir ebada sahip olan eserde bir tanecik bile kelime yok. En azından bizim anladığımız şekliyle… Bazen gazetelerde, duvarlarda ve afişlerde tuhaf ve yabancı bir alfabeyle yazılmış bazı yazılar görüyoruz elbette; fakat bunlar ne bize ne de kahramanımıza bir anlam ifade ediyor. Buna karşın karakterlerinin hareketleriyle, yüz ifadeleriyle, birbirlerini kusursuz bir akıcılıkla takip eden kareleriyle muazzam bir hikaye anlatıyor bizlere Uzak. Tıpkı bir sessiz film gibi.

27 Şubat 2016 Cumartesi

Krizalitler | Kitap İnceleme


İnsanı insan yapan nedir? Irkı mı? Ten rengi mi? Milliyeti mi? Yoksa düşünceleri ve kişiliği mi? John Wyndham, Krizalitler adlı eserinde tam da bu konuyu sorguluyor işte. Ama bilimkurgunun, hatta belki de biraz da fantastiğin o kendine özgü eleştiri kılıcını kuşanarak, farklı ve gerçeküstü bir yoldan yapıyor bunu.

Hikayemiz Waknuk köyünde yaşayan, David adlı bir çocuğun başından geçenleri konu alıyor. David dış görünüş açısından son derece normal, hatta sıradan biri. Ve bu onun için inanılmaz bir nimet. Çünkü Waknuk halkı, özellikle de köyün vaizi olan babası “Sapkınlar” adını verdikleri tüm mutantlara karşı amansız bir savaş açmış durumda. Üstelik “doğal” insanlar tarafından bir mutant ilan edilmeniz için öyle aman aman bir farklılığınızın olması şart değil.  Bir parmağınız eksik ya da fazla mı? Sapkınsınız. Doğuştan bir özrünüz mü var? Sapkınsınız. Ten renginiz “olması gerektiğinden” biraz farklı mı? Sapkınsınız. Ve eğer bir mutantsanız, eğer farklıysanız ne kadar iyi biri olursanız olun dışlanmaya, medeniyetten kovulmaya, tuhaf bitkilerin yetiştiği Yaban Diyarlarda sürgün hayatı sürmeye mahkûm ediliyorsunuz. Hatta daha ağır cezalara ve idama bile çarptırılanlar var.

22 Ocak 2016 Cuma

Yerdeniz Büyücüsü | Kitap İnceleme


Metis Yayınları, 2003, 190 Sf.
Çevirmen: Çiğdem Erkal İpek
Nihayet ben de Yerdeniz'e başlayarak "Ayıplar" listemdeki bir maddenin üstünü daha çizdim. Hatta iki... Çünkü bu Le Guin'den okuduğum ilk kitaptı.

Ne yalan söyleyeyim, biraz çekinerek başladım seriye. Çünkü büyücüdür, ejderhadır vs beni biraz sıktı artık. Tamam, yazıldığı dönemde muhteşem bir eserdi mutlaka, zira yeniydi, ilklerdendi. Ancak aradan geçen bunca zaman içerisinde büyücülük okulları, birinin ismini bilmenin kudreti vb temalar o kadar çok taklit edildi ki... beğenmeyeceğimden, hak ettiği değeri veremeyeceğimden korktum.

Neyse ki yanılmışım. Evet, ilk basıldığı yıllarda okuyup da her şeyi birinci elden deneyimleme fırsatını kaçıralı çok oldu. Ama yine de Ged ile Estarriol'la tanışmak, büyü okulundaki eğitimlerine şahit olmak, Kurremkammeruk gibi bir ismi tersten düzden okumanın keyfine varmak son derece güzeldi. Bir de ruşvaş çayı var tabii... Benim gibi çay sevmeyen birinde bile feci merak uyandırdı bu isim. (Orijinali rushwash'mış, bir çırpıda anladım keh-keh!)

Kitapta beni en çok etkileyen iki sahne vardı. Birincisi, tabii ki, Ged'in ejderhalarla savaştığı ve kadim Yevaud'la pazarlık ettiği kısım. Sanırım hayatımın bundan sonraki kısmında "İsminle Yevaud..." repliğini sık sık tekrarlayıp şöyle bir ürpereceğim.

Beni etkileyen bir diğer bölümse Ged'in yıllar sonra ustası Ogion'un yanına dönüp, "Senden nasıl ayrıldıysam aynen o şekilde döndüm usta, bir aptal olarak," demesiydi.

Kitapta bunun gibi yalın ama vurucu pek çok cümle var, ki Le Guin'in anlatımını etkileyici kılan şey de bence bu. Çok sade ama vurucu cümlelerle anlatıyor. Gölge'yi alt ediş şekli mesela... Basit ama beklenmedik ve inanılmaz derecede mantıklı.

Kitapla ilgili tek sıkıntım virgül zengini olması. Editör pek iyi iş çıkarmamış bu konuda. Olup olmadık her yerde (muhtemelen İngilizce aslında bulunan kısımlarda) virgül var. Neyse ki bir paragraf okuyup da kendinizi kurguya kaptırdınız mı görmezden geliyorsunuz bunu. Çiğdem Erkal İpek'in başarılı çevirisinin katkısı da göz ardı edilemez elbette. (Civanperçemi nasıl bir isimdir Allah'ım?) Bir de son bölümlerde oradan oraya yelken açtıkları yerlerde biraz sıkılmış olabilirim :P 

Kısacası çok geç de okuduğum için mutluyum, hatta devam kitaplarını isimleriyle çağırıyorum!

19 Ocak 2016 Salı

Ms. Marvel | Kitap İnceleme


Çizgi romanlarda radikal değişiklikleri sevmeyenlerdendim. Ta ki Ms. Marvel‘la tanışana dek.

Yıllarca büyük bir ilgiyle, yakından takip ettiğimiz karakterlerin birdenbire ırk ve cinsiyet değiştirmesini ya da köken hikâyelerinin tamamen farklılaştırılmasını sevmiyorum, sevemedim. Ama bunun ırkçılık ya da seksistlikle bir ilgisi yok; sadece gereksiz ve anlamsız buluyorum, hepsi bu. Stan Lee’nin de dediği gibi: Farklı cinsiyetlere ve ten rengine sahip yepyeni karakterler yaratmak varken varolanı ve sevileni değiştirmek neden? 

O nedenle Ultimate evreninde Peter Parker’ı öldürüp yerine Latin Amerikalı bir eşcinsel getirdiklerinde bu karara en çok itiraz edenlerden biri de bendim. Bu olay Spider-man hayranları tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmıştı, bence haklılardı da. Ondan birkaç yıl sonra bu kez de yeni Ms. Marvel çıktı ortaya. Pakistan asıllı, esmer tenli bir Müslüman’dı kendisi. Ve çizgi roman okurları tarafından benzer bir tepkiyle karşılanmıştı. Marvel çok bozmuştu, Pakistanlı bir karaktere kimin ihtiyacı vardı, hem de Müslüman? Ünlü komedyen Conan O’Brien bile yeni Ms. Marvel için “Kocasının diğer eşlerinden daha fazla süper güce sahip,” şeklinde bir espri yapmıştı. 

Ama bu kez yanılıyorlardı. Çünkü onun iki önemli artısı vardı. Birincisi asıl Ms. Marvel’ı öldürerek ya da seriyi başa sarıp yeni bir köken hikâyesi yazarak “Aslında o hep Pakistanlı bir Müslümandı!” diye çıkmamışlardı karşımıza. Tıpkı Stan Lee’nin önerdiği gibi, yepyeni bir karakterdi bu. Farklı güçleri, farklı yetenekleri ve farklı bir kökeni vardı. İkinci büyük artısıysa senaryosunun G. Willow Wilson’ın maharetli ellerinden çıkmasıydı elbette…

Mühtedi

Wilson’ı tanımıyorsanız ülkemizde MonoKL Yayınları tarafından basılan ödüllü eseri Elif’i (Alif The Unseen) henüz okumamışsınız (ve çok şey kaçırıyorsunuz) demektir. Kendisi Amerika’da doğup büyüyen, ama daha sonra Müslümanlığı seçerek tesettürü tercih eden çok ünlü bir çizgi roman senaristi ve yazardır. Hikâye anlatımı konusunda da gerçekten çok başarılı biridir. Ama onu özel kılan bir şey daha var: iki dini kültür arasında kalan birinin perspektifini birebir yaşaması.

G. Willow Wilson bunu Elif’te Mühtedi karakteri üzerinden yansıtır bizlere. Mühtedi bir bakıma yazarın kendisidir aslında. Amerika’da doğan, ama daha sonra Müslümanlığı tercih eden, başını kapayan fakat ne yaparsa yapsın her iki kültüre de asla tam anlamıyla ait olamayan bir kadın… Mühtedi olay örgüsünün akışı açısından çok büyük bir rol oynamasa da kilit bir karakterdir ve hem yazarın hem de onun gibi din değiştiren insanların yaşadığı bu kültürel ikilemi okuyuculara çok güzel bir şekilde aktarır. Ki zaten 2013’te World Fantasy Award En İyi Roman Ödülü’nü kazanmıştır bu roman.