29 Nisan 2012 Pazar

17. İzmir Kitap Fuarı’nın ardından

On yedi yıl… Dile kolay. Tam on yedi yıl önce başlamış İzmirli kitap tutkunlarının her yıl iple çektiği bu güzel ve anlamlı organizasyon. Üniversite yıllarımda sınıf arkadaşlarımla birlikte Altıncı İzmir Kitap Fuarına katıldığımız zamanı hatırlıyorum da… Ne kadar heyecanlı ve ne kadar da hevesliydik. İşin güzel tarafı hâlâ öyleyiz. Bir diğer güzel şey de aradan onca yıl geçmesine rağmen fuarın kapılarından içeri girerken yanımda aynı dost yüzlerin olması, yüzlerinde ve gözlerinde hâlâ aynı samimiyeti görebilmem. 

Oysa ne kadar da emindim bu yılki fuara içim buruk, boynum bükük katılacağımdan. Yayın evim, bir hafta kadar önce bana bu sene İzmir fuarına katılmayacağını bildirmişti çünkü. Moralim acayip derecede bozulmuştu. Ama çok şükür ki hiç de öyle olmadı ve oldukça eğlenceli, moral depolatan, kütüphanemi dolup taşıran bir fuar haftası geçirdim. 

İzmirliler bilir; senede bir gün şehre acayip derecede yoğun ve şiddetli bir yağmur yağar, sokakları seller götürür ve çöp tenekeleri sandal olmaya özenerek caddelerde aheste aheste dolanmaya başlar. Ama ertesi gün o yağmur hiç yağmamış gibi günlük güneşlik olur her taraf. İşte o yağmurlardan biriyle başladı 17. İzmir Kitap Fuarı… Fuara gittik, gidiyoruz, birazdan gideceğiz derken yağmur yağdı da yağdı, seller aktı da aktı ve camdan bakmaktan yorgun düşen tüm Arap kızları yanına diğer milletlerden arkadaşlarını da alarak başka işlerle meşgul olmaya başladı. Ama yağış bir türlü dinmek bilmedi… 

Günlerden Cumartesi olduğundan öğlene kadar çalışıyordum güya. Fakat önümde biriken işler de yağmurla doğru orantılı gidiyordu aksi gibi. Böylece sözde saat 15:00’te olan buluşmamız hem yoğun yağmur hem de yoğun iş tempom yüzünden önce 16:00’e, sonra 17:00’e erteledi; en sonunda da kendini ‘İptal Edilmiş Randevular Çukuru’nda buluverdi. Saat 17:30 gibi şansıma söverek kapıdan çıktığımda yağmur hâlâ yağıyordu. Kendimi zar zor şirket arabalarından birine attım ve iş arkadaşım beni eve bırakırken küskün gözlerle dışarıyı izlemeye başladım. Derken hiç beklemediğim iki şey gerçekleşti: Yağmur birdenbire sona erdi ve tıkanan trafiğin etkisiyle aracımız tam da fuarın kapısının önünde duruverdi. Gözlerime inanamadım! Hatta onları bir iki kez kırpıştırma gereği bile hissettim. Bir fuar kapısına, bir de tıkanan trafiğe baktım bir müddet. Sonunda dayanamayıp “Ben iniyorum!” dedim ve hücum borusu eşliğinde kapılara koşturdum.

25 Nisan 2012 Çarşamba

Biz bunu istiyoruz: The Witcher



Başlangıcını Kralkatili Güncesi’yle yaptığımız okur odaklı projemizin ikinci adımını da nihayet sizlere sunmaktan onur duyuyoruz.

Okurların isyanına, dilimize bir türlü kazandırılamayan kaliteli kitaplardan uzak kalmasına ya da bilinmeyen cevherlerin bu bilinmezliğine ışık tutmak için başlattığımız Biz Bunu İstiyoruz projemizde ikinci adım çok büyük bir efsaneye ayrılmış durumda: The Witcher!

The Witcher denilince aklımıza hemen bilgisayar oyunu gelir ki bu oldukça da doğaldır. Sadece Türkler değil, İngiliz ve Amerikalılar bile önce onu oyunla tanıdı. Fakat Rivialı Geralt’ın ortaya çıkışı aslında bir kitap serisine dayanıyor. Hem de kara fantastik kurgunun en sağlam eserlerinden olarak. Dahası, kendisi öyle bir doğuyor ki peşine pek çok ülkeden aldığı ödülleri takarak, bu türde ne kadar kalıcı olduğunu ilan ediyor.

Polonyalı yazar Andrzej Sapkowski’nin ilk olarak 1986’da kaleme aldığı The Witcher: The Last Wish öykü kitabı, aynı zamanda The Witcher’ın ilk oyununun da senaryosunu oluşturuyor. Şu ana kadar beş roman, iki oyun, bir televizyon dizisi ve çizgi roman serisi olarak dünyayı kasıp kavuran Geralt, kitaplarıyla oyunundan çok önce kült eser olmuştu bile. Ne gariptir ki, piyasanın öncüleri olan Amerikan ve İngiliz yayınevleri bu seriyi 2007’de kendi dillerine kazandırdı. Fakat onlardan çok önce başkaları bu kült eseri kendi okurlarına tanıtmıştı bile.

Böylelikle bir projenin daha sonuna gelirken sizleri Rivialı Geralt’ın gri, iyinin ve kötünün, canavarın ve insanın hiçbir şekilde ayrılamadığı dünyasında arka kapak yazıları, incelemeler, okur yorumları ve ön okumalarla baş başa bırakıyoruz! Dileriz, bu eşsiz eser de dilimize kazandırılır da Türk okurları olarak Geralt’ın karanlık dünyasında kendine gri bir yol çizer.

Projeye ulaşmak için buraya tıklamanız yeterli. Keyifli okumalar!

15 Nisan 2012 Pazar

Yitik Öyküler, Hürriyet Keyif ekinde!

Bu sabah oldukça hoş bir sürprizle karşılaştım. Kayıp Rıhtım forumunda sabah kahvaltısı sonrası kısa bir gezintiye çıkmıştım ki bir de ne göreyim? Yitik Öyküler Kitabı konusunda, sevgili Yosun Erdemli'den şöyle bir mesaj var: "Hürriyet'in Pazar ilavesi Keyif'te kitap tanıtımlarına alınmış Yitik Öyküler. Tebrikler İhsan."

İlk verdiğim tepki, ekrana sabitlenip kalmış bakışlarla "Nasıl yani?" demek oldu yavaşça. Hiç beklemiyordum çünkü böyle bir şeyi. Son hatırladığım Şener Şen misali topuklarım bir tarafıma vura vura mahalle bakkalına koşturduğum. Son kalan gazeteye uçarcasına atıldım ve hızla Keyif ekini aramaya başladım. Bu esnada da bakkalımız hem tereddütlü bir şekilde bana hayırlı pazarlar diliyor hem de kaçamak bakışlarla ne yaptığımı anlamaya çalışıyordu. Yüzündeki ifadeye bakılırsa "Oha, yavaş! Hiç mi gazete görmedin hayatında..." tarzı cümleler geçiyordu aklından.

Ama oradaydı işte! Kitap tanıtım sayfalarında... Sayın Çağlayan Çevik, haftanın yenileri köşesinde benim kitabıma da yer vermişti sahiden.
Ne yalan söyleyeyim, yerli fantazya öykü veya romanlarında özgünlük arayanlardanım. Yani isimleri Tom, Jack olmayan kahramanlar veya Elf, Ork gibi kaynağı belli türlerin yerine ifritlerin, pirabokların, dev analarının, al karılarının olduğu metinler ilgimi çekiyor. Her zombi hikâyesinde “birgün İstanbul’u da işgal etse ya bunlar,” diye iç geçirenlerdenim. Daha doğrusu geçirenlerdendim, demeliyim. Çünkü İhsan Tatari’nin Yitik Öyküler Kitabı her anlamda hasretimi dindirdi. Hem de ne dindirmek. Kitapta yer alan toplam dokuz öyküde kılıçlar, şövalyeler, büyücüler, cadılar, yaşayan ölüler, cyborglar, cesur insanlar, kahramanlar, kalem erbabları, üç kağıtçılar, mutantlar ve haliyle insanlar geçit resmi düzenliyor. Büyük kimyasal savaş sonrası İstanbul’un orta yerinde cyborgların insan avına çıktığı, insanların gözü dönmüş zombilerle uğraşmadığı, aşkını arayan adamların aslında bir cadı tarafından aşkın dehlizlerine itildiği, artık yazı yazmanın unutulduğu yıllarda mektup yazmak için insan üstü mücadelenin verildiği öyküler. Yitik diyarlardan gelen, Yitik Öyküler Kitabı bize bir yandan da şunu müjdeliyor; bu topraklarda artık fantazya yazınının özgün ve iyi örnekleri veriliyor, yeter ki görebilelim. Heyecanla okuyacağınız öyküler toplamı.
Bu güzel tanıtım için sayın Çağlayan Çevik'e, haberden haberdar ettiği için kıymetli Yosun Hanım'a ve benden desteğini esirgemeyen siz değerli dostlarıma buradan selam olsun.

Not: Orijinal metini görmek isterseniz buraya tıklayabilirsiniz.

12 Nisan 2012 Perşembe

Çok çalışmak bünyeye zararlıdır

Yeni yıla iş yerinde girdiğimde bir şeylerin feci derecede ters gideceğini tahmin etmeliydim. Millet dışarıda havai fişekler atıp deliler gibi yılbaşını kutlarken ben muhasebe katında oturmuş stok kayıtlarını düzeltmekle cebelleşiyordum, bizim çocuklar da depo sayımını tamamlamaya çalışıyordu. Kepenkleri indirdiğimizdeyse saat gece 1:30’u gösteriyordu. Bir de üstüne arsızca “Yeni yıla burada girdik ya, artık bütün yılı çalışarak geçiririz.” diye espri yapmıştım. Artık yeni yıl dileği kabul edildiğinden midir yoksa hakikaten de “yılbaşını nasıl girersen bütün yılı öyle geçirirsin” hurafesinin gerçek olmasından mıdır nedir bilmem, o günden beri işten erken çıkmak nasip olmadı bana. Hal böyle olunca ne blog tutmaya ne de hikâye yazmaya zaman bulamaz oldum. Demek ki neymiş? Sonucunu düşünmeden espri yapmayacakmışsın. 

Başka mekân ve insan yüzü göremediğim için yazdığım da konuştuğum da iş yeriyle alakalı oluyor kaç zamandır. O da yazmaya vakit bulabilirsem tabi… Ama bu kısıtlama kesinlikle başıma gelen komik şeylerin azaldığı anlamına da gelmiyor. Mesela ne mi? 


* Diğer firmalarla ay sonu mutabakatlarını yaptığımız zamanlardı. Muhasebeciliğin en civcivli dönemleri yani… Ofisteki iki telefon sık sık aynı anda çalıyor, biz de hangisine bakacağımızı şaşırıyorduk. Yine iki telefonun aynı anda çaldığı bir anda Ayşegül (yeni arkadaşımız) bir telefonu kaptı, ben de ağır çekimde uçarak diğerine atladım. Şans eseri ikimiz de yan yana, aynı masanın arkasında duruyorduk. Benim konuşmam biraz hararetli geçiyordu; bir iş konuşmasından çok ağız dalaşı gibiydi desem yeridir. Neyse efendim, karşımdaki şahısla görüşmemizi bitirir ve en derin saygılarımızı karşılıklı olarak birbirimizin sülalesine iletirken benim kulaklarımdan hafifçe dumanlar çıkmaya başlamıştı bile. O sinirle telefonu Çat! diye kapatıverdim. Aynı anda Ayşegül şaşkın şaşkın bir bana, bir elindeki ahizeye bakmaya başladı. 

“Ne oldu?” diye sordum merakla. 

“Abi…” dedi hala bir ahizeye bir bana bakarak. “Benim telefonumu kapattın!” 


* Bir gün yine hararetle çalışırken, hararetimiz fazla yükselmiş olacak ki, elektrikler aniden kesiliverdi. Önümüzde bir sürü yığılmış iş vardı ama öylece kalakalmıştık işte… Ne yapacağımızı bilemez bir vaziyette öylece bekledik bir müddet. Derken ofisin kapısı açıldı ve elinde iki boş pet bardakla Kadir girdi içeri. İçlerinde de birer sallama çay poşeti vardı. 

“Hayırdır Kadir?” dedim. 

“Sebilden sıcak su almaya geldim abi.” dedi gayet doğal bir şekilde. 

“Oğlum elektrikler kesik, nasıl alacaksın ki?” dedim gülerek. 

“Sizin de mi kesik?” dedi şaşırarak. “Aşağı katın elektrikleri kesilmiş de… Ben de bari sizden alayım demiştim.” Gözlerini kırpıştırarak odadan çıktı ve merdivenlerden aşağı seslendi: “Yukarının da cereyanları kesikmiş arkadaşlar!” 

Biz gülmekten yerlere yattık tabi… 


* Muhasebe bölümü çalıştığımız binanın üçüncü katında bulunuyor. Zemin katta da sevkıyatçı arkadaşlar var. Fatura ve irsaliye trafiğimiz çok olduğundan bu iki kat arasında koşturmacamız bol olur. Bir gün Yücel isimli arkadaşımız koşa koşa merdivenlerden çıkıp yanımıza geldi ve bir irsaliye kestirmek istediğini söyledi. Ayşegül de başladı bilgileri girmeye. Bir malzemede ufak bir anlaşmazlık olunca “Durun ben bir aşağıya sorayım.” diyerek telefona sarıldı. Kimse cevap vermeyince ahizeyi yerine koyup bizim kapının önüne çıktı ve merdivenlerden aşağı seslenmeye başladı. Biz de bu esnada masalarımıza oturmuş, kulak misafiri oluyorduk. Baktı yine cevap veren yok bir kat aşağı indi ve tekrar seslendi. Bu kez sesini duyurmayı başarabilmişti. Kısa bir konuşmanın ardından “Tamam!” dedi ve yukarı çıkan ayak seslerini duymaya başladık. Ama nedense ayak sesleri bizim katta durmadı ve bir kat daha çıkmaya devam etti. Ayşegül’le gözlerimizi kırpıştırıp birbirimize bakakaldık. Bir anlık bir sessizlik oldu, ardından yavaş adımlarla aşağı indiğini duyduk Yücel’in. Kapıyı açtığında yüzünde şaşkın bir ifade vardı: 

“Üç kat çıkmaya alışmışız yahu. Hızımı alamayıp en üste çıkmışım. Bir an nereye geldiğimi şaşırıp kaldım.” dedi. Sonrası kahkahalar…