26 Temmuz 2017 Çarşamba

Yeni “Kız Tavlama” Yöntemim

Dün doğum günümdü. Yaş oldu artık 37. Tohuma kaçma ve turşusu kurulma evresine iyice girdim anlayacağınız. Bu yaşa gelip de hâlâ bekar olunca yaş günü tebriklerini yarısı da “Evlen artık!” mesajlarıyla doluydu. 40’a doğru yaklaştıkça mahalle baskısı über bir noktaya geliyormuş, gönülsüz bilimsel deneyimden bu sonucu çıkardım. Çınlayan kulaklarla…

Neyse efendim, sosyal medya ve internet aracılığıyla değil de eski usul, telefonla arayıp kutlayanlar arasında uzun zamandır tanıdığım, çok sevdiğim, kardeşim gibi gördüğüm Fatma da vardı. Kendisi sürekli çok sıradan bir hayatı olduğunu iddia etse de ne zaman konuşsak ya başka bir şehirde, ya başka bir kıtada ya da yepyeni bir etkinliğin kursunda oluyor. Bu sefer de memleketindeydi meselaaa…

Konuşmanın ortasında geçenlerde bana musallat olan, üç gün boyunca bahçemizden gitmeyen ve en sonunda bir kafese koyup eve getirmek zorunda kaldığım kanarya ötmeye başladı.

Fatma: Aaa? O kanaryayı eve mi götürdün?
Ben: Evet. Mecbur kaldım biraz. Gitmiyor bir türlü! Ne zaman balkona çıksam masanın üstünde oturuyordu.
Fatma: Sıcaktan bayılan kuş, değil mi bu? Hani hortumla su vermiştin?
Ben: Evet, ta kendisi. Önce serçe sanmıştım aslında. Görsen… kapkahverengi bir şey. Hayatta kanarya demezsin. Ama bir ötüşü var, sorma gitsin. Üç gün kediler yemesin diye peşinde koştum, sonunda da bir kafese koymak zorunda kaldım.
Fatma: Ee? Yadırgamadı mı kafesini?
Ben: Yoo… İlk gün akşama kadar uyudu. İkinci gün de şakımaya başladı.
Fatma: Adı ne?
Ben: Maşuk.
Fatma: Oooo… O zaman bu kuş sana kur yapıyor abi.
Ben: Neden o?
Fatma: E baksana. Seni görünce ötüyor, yanından hiç ayrılmıyor. Minnettar kalmış sana abi.
Ben: Hmmm… Yani diyorsun ki ben buna hortumla su verdim diye beni sevdi, öyle mi?
Fatma: Evet. Kesin dişi bu kuş.
Ben: Eh, o zaman tanıştığım bir sonraki güzel kıza hortumla su vereyim. Bakalım ne olacak.
Fatma: …………
Ben: Niye susuyorsun yav? Bugüne dek her yöntemi denedim, başarısız oldum. Bir de bunu deneyeyim, ne var?
Fatma: (Kahkahalarla) Ay abi…

22 Temmuz 2017 Cumartesi

Bu bizim bahçemiz değil… (Ya da: Çılgın Bahçıvan Bahçemize Ne Etti?)


Geçen ay birkaç günlük bayram tatilini fırsat bilip rahmetli dedemin uzun zamandır uğramadığımız yazlığına bir gidelim dedik. Maksat hem birkaç kulaç atmak hem de evin orasını burasını onarmak. Bir de sevgili arka bahçemizi düzenlemek tabii… Küçük bir yerdir, bir ucundan ötekine taş çatlasa on adımda ulaşabilirsiniz ama (kısmen) yeşil çimlerle kaplı zemini, bir-iki gül ağacı ve sarmaşıklarla kaplı parmaklıklarıyla gönlümüzde ayrı bir yeri vardır bu minik köşenin. Yazlığa varır varmaz çoğunlukla ilk işimiz arka tarafa geçip bahçemizin görüntüsünden bir yudum çekmek olur. 

Ama bu sefer gittiğimizde bir de ne görelim? Bizim küçük çimenliğimiz olmuş size koskoca bir yağmur ormanı! Upuzun otlar, sağdan soldan fışkıran sarmaşıklar, ne idüğü belirsiz küçük ağaçlar… Öyle ki öteki ucuna ulaşabilmek için elinize bir pala alıp otları kese kese ilerlemeniz gerekebilirdi. Bir de üç tane kedi yuvalanmıştı bir köşeye. Bir anne, iki yavru… Ama onlar da ortamdan etkilenmiş olacak ki hepsi de birer aslan edasıyla dolanıyordu otların arasında. “Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur” atasözümüzün en derin anlamlarını iliklerimize dek idrak etmiştik anlayacağınız. Bu bizim bahçemiz değildi…

30 Haziran 2017 Cuma

Çevirmenin Çemberi: Ender’in Gölgesi


Ender’in Oyunu’nu hiç okumadıysanız bile adını mutlaka duymuşsunuzdur. Orson Scott Card’ın ilk kez 1977’de bir kısa hikâye olarak kaleme aldığı, daha sonrasındaysa 1985’te romanlaştırdığı bu eser askerî bilimkurgunun en başarılı örneklerinden biridir. Yazara hem Hugo hem de Nebula ödülü kazandırmış, ardından pek çok devam kitabına ve yan seriye kavuşmuştur. Hatta Card günümüzde bile seriyi devam ettiriyor.

Hem Ender’in Oyunu hem de ana serinin devam kitapları ülkemizde de hatırı sayılır bir hayran kitlesine sahip. Gel gelelim Altıkırkbeş Yayınları’ndan çıkan çoğu eserin muzdarip olduğu kötü çeviri sorunundan dolayı (eğer bu yayınevinden çıkan çeviri bir eseri anlamakta ve okumakta güçlük çekiyorsanız üzülmeyin, suç sizde değil) çok istememe rağmen ben bu seriyi hiç okuyamamıştım. Hep içimde bir ukde olarak kalmıştı desem yeridir hatta. O nedenle Pegasus Yayınları hiç beklemediğim bir anda benimle çalışmak istediklerini söyleyip, üstüne bir de Ender’in Gölgesi’ni teklif ettiklerinde acayip mutlu oldum. Sözleşme görüşmeleri devam ederken e-postalarda tüm ciddiyetimi korurken masanın altında şıkkıdı şıkkıdı oynuyordum hatta. Ama aramızda tabii bunlar, şşşt…

Yahu, sen değil miydin Kim Stanley Robinson ve Ted Chiang gibi yazarları çeviren?” diyebilirsiniz elbette ama çevirmenlik böyle bir şey işte… Kaç tane usta yazarın eseri üzerinde çalışırsanız çalışın dünyaca ünlü başka bir üstadın bir o kadar ünlü bir kitabı karşınıza çıkınca bir amatör gibi seviniyorsunuz yine de.

Ama ortada büyük bir sorun vardı. Yazının başında da belirttiğim gibi daha önce Ender kitaplarının hiçbirini okumamıştım. Ve Ender’in Gölgesi, yani bu yazıya konu olan kitap, ilk romana paralel bir şekilde ilerliyor, hatta kimi yerlerde onunla aynı bölümleri paylaşıyor. Yani sizin anlayacağınız iki kitap da aynı karakterleri, aynı mekânları ve kısmen de olsa aynı olayları görüyoruz. Ama başka birinin, eski çevirilerde adı “Bean” olarak geçen karakterin bakış açısından…

O nedenle ilk yaptığım şey kendimi kurban edip dilimize çevrilmiş baskısını okumak oldu. Evet, İngilizcesini de okuyabilirdim ama görmem gerekenler sadece iki kitap arasındaki ortak noktalar değildi. İsim ve terim çevirilerini de görmem lazımdı. Tamam, bir Altıkırkbeş çevirisi asla baz alınmaz ama bir okur olarak en çok nefret ettiğim şeylerden biri daha önce dilimize bir şekilde kazandırılmış bir ismi, bir terimi vs farklı şekillerde görmektir. Örnek vermem gerekirse, Çıkın Çıkmazı’nı Bag-Yaka ya da Punisher’ı (İnfazcı) Mavi Kaplan olarak görmek bende karmaşık duygulara, hafif çapta depresyona ve bilimum ağız bozukluklarına neden olabiliyor. Bu yüzden Mazer Rackham’ın adının arada ısrarla “Mazhar” olarak yazıldığı, herkes kelimesinin “herkez” olduğu, –de ve –ki eklerinin bitişik mi yazılsak ayrı mı karmaşası yaşadığı bir çeviri okudum kolları sıvamadan önce. Evet, yaptım bu eziyeti kendime. Sizin için nelere katlanıyorum, bakın, görün! Öhöm…

Neyse efendim… siz deyin iş ahlakı, ben diyeyim mazoşistlik, bu çabamın karşılığını hem aldım hem de alamadım. Şöyle ki, eski çeviriyi okumuş olmam sayesinde Ejder Ordusu, Savaş Okulu, Böcekler, Parlayan Elbise, Taktik Okulu gibi isimler bu şekilde, okurların alışık olduğu hâlleriyle bırakıldı. Gel gelelim çok kritik hatalar ya da yanlış çeviri tercihleri de vardı. Bunların en başında da Bean karakterinin adı geliyor. Ender’in Oyunu’nu okuyanlar bilirler, Bean kitaplarda Savaş Okulu’ndaki en küçük ama en zeki çocuk olarak geçer. Sadece yaş bakımından değil, cüsse olarak da küçücüktür. Ender’in Gölgesi adlı kitabımızda da başrol tamamen kendisine ait. Ama gelin görün ki Bean bir isim değil, bir lakap. Karakterin bastıbacaklığına yapılan bir atıf. Ender’in Oyunu’nda Ender’le ilk kez karşılaşmalarında şöyle bir diyalog geçer:
“İsmini söyle çocuk?”
“Bu askerin ismi Bean Efendim.”
“Bu ismi cüssen için mi yoksa beynin için mi aldın?” Diğer çocuklar biraz güldü.
Soru işaretinin yanlış kullanımı ve “Efendim”in sebepsiz yere büyük harfle başlaması tamamen Altıkırkbeş’in güzellikleri… Neyse, burada dikkat etmemiz gereken asıl nokta Ender’in Bean’in adıyla dalga geçmesi ve diğer çocukların gülmesi. Ama neden? Komik olan ne? İsminin cüssesiyle ya da beyninin büyüklüğüyle ne alakası var? Eski çeviride bunun sebebini hiçbir zaman anlayamıyoruz. Üstelik kitapta bunun gibi birkaç yer daha var (Hatta hiç çevrilmeyip atlananlar da var ama o ayrı konu).

Sebebi, biraz önce de belirttiğim gibi, Bean’in aslında bir isim değil, bir lakap olması. İngilizcede “fasulye” anlamına geliyor ve karakterin kısa boyunu vurgulamak için kullanılıyor. Dolayısıyla Bean’in adı benim çevirimde “Bezelye” hâlini aldı. Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, biz birinin beyninin küçüklüğünden bahsederken “fasulye beyinli” değil, “bezelye beyinli” deriz. Aynı şekilde, bir şeyin çok ama çok küçük olduğunu ifade etmeye çalıştığımızda “fasulye kadar” demeyiz. Bizim kültürümüzde fasulyeye daha mülayim bir anlam yüklüdür; fasulye gibi nimetten deriz mesela… Öte yandan küçüklük vurgusu yapmak istediğimizde “bezelye tanesi kadar” deriz. Son olarak, hem Bean’in hem de Bezelye’nin “Be” harfleriyle başlaması bu seçimi yapmamdaki bir diğer etken oldu. Dolayısıyla kitap boyunca Bezelye olarak göreceğiniz karakter ilk kitaptaki Bean ile aynı kişi.

Ender Serisi’nin sıkı bir hayranı olan Kemal Bey başlangıçta bu çevirimi reddetmeyi düşünmüş fakat daha sonra Yüzüklerin Efendisi’ndeki Strider – Yolgezer çevirisini anımsamış ve en sonunda da neden olmasın demiş. Kendisine bana tanıdığı bu esneklikten ötürü buradan tekrar teşekkürler. Ve umarım sizler de kitap boyunca Bezelye ismiyle yapılan kelime oyunlarını ve şakaları gördükçe bana hak verir ve bu zorunlu (ama doğru) değişiklikten ötürü beni mazur görürsünüz.

Bir diğer önemli değişiklik Ender’in Oyunu’nda I.F. Uluslararası Donanma ya da kısaca sadece I.F. olarak geçen askerî kurumun adı için yapıldı. Buradaki sorun I.F.’nin zaten hâlihazırda Uluslararası Donanma’nın (International Fleet) kısaltması oluşu. Yani I.F. Uluslararası Donanma yazdığınız vakit aslında iki kere “Uluslararası Donanma” yazmış oluyorsunuz. O nedenle eski çevirilerde I.F. olarak geçen kısaltma U.D. olarak değiştirildi.

Eski çeviriyle ilgili son büyük farklılık Savaş Okulu’ndaki çocukların lakaplarıyla alakalı. Tıpkı Bean/Bezelye’de olduğu gibi, diğer çocukların bazıları da aslında gerçek isimleriyle değil, takma adlarla çağrılıyor. Mesela Hot Soup, Fly Molo gibi isimler Sıcak Çorba ve Sinek Molo olarak değişti. Eski çeviride doğru bir biçimde Çılgın Tom olarak çevrilen Crazy Tom ise Türkçeleştirilmiş şekliyle bırakıldı elbette. Bir tek Achilles adlı karakterin adında Türkçeleştirmeye gitmekten ve “Aşil” olarak yazmaktan kaçındım. Nedenini soracak olursanız, kitabın ilerleyen kısımlarında “İsmi a-KİL-yus olarak değil, a-ŞİL olarak telaffuz ediliyor,” şeklinde birkaç bölüm ve açıklama çıkıyor karşımıza.

Dilimize artık iyice yerleşmiş olan ve bu saatten sonra değiştirilmesi mantıksız, hatta çirkin kaçacak “Ender” (Bitirici) lakabıysa olduğu gibi bırakıldı elbette. Derin bir oh çektiğinizi duyar gibi mi oldum ne?



Ender’in Oyunu ve Ender’in Gölgesi birbirlerine paralel olarak ilerlediklerinden Ender ile Bezelye’nin aynı anda sahne aldıkları bölümler her iki kitapta da yer alıyor. Bu sefer Bezelye’nin bakış açısından elbette. O nedenle ilk kitapta severek okuduğunuz bir bölümü burada da bir kez daha yaşamak gerçekten de güzel bir okuma tecrübesi sunuyor bizlere. Benim de çevirirken en çok keyif aldığım kısımlar bunlar oldu.

Gerçi Orson Scott Card’ın Bezelye’yi haklı çıkarmak ya da konuyu toparlamak adına kimi yerlerde Ender’in bazı şeyleri nasıl da yanlış anladığını, aslında sandığı kadar akıllı olmadığını göstermesi biraz sinirimi bozmadı değil. Ender’e gönülden bağlıysanız bu kısımlarda ikileme düşebilirsiniz, benden söylemesi…


Orson Scott Card, Türkçeleştirmesi uğraştırıcı bir yazar. Bunun sebebi kısmen üslubu. İngilizce kitap okumuşluğunuz varsa bazı yazarların devrik cümle kurarak yazma takıntılı olduğunu da bilirsiniz. İngilizce okurken dile şiirsellik katar bu. Card buna ek olarak çok fazla “that” takısı da kullanıyor. Öyle ki bir cümlede bazen beş, altı, hatta yedi kez that geçtiği oluyor. Örneğin:

That was the first moment that Bean realized that he even had such a goal.
Dat, dat, dat, dat… En sinir olduğum şeydir. Okuduğunuzda çok kolay bir biçimde anlarsınız ama iş çevirmeye geldiğinde oldukça uğraştırır. Bir de bunun koskoca paragraflara dağıldığını düşünün; ilk başta yazmanız gereken şey, genellikle tek cümlelik o uzun paragrafın en sonunda yer alır ve oradan başlayıp hepsini yapboz gibi birleştirmeye, cümlenin bütünlüğünü korumaya çalışırsınız. Bir de üstüne “Bölmeyeceğim işte cümleyi, bölmeyeceğim! Aslına sadık kalacak!” diye inat ederseniz benim gibi eziyet çekmeniz kaçınılmaz. O nedenle bazı yerlerde yazarın yazdığını değil de anlatmak istediğini yazdığım oldu. Aksi takdirde “Bu ne kötü çeviri! Bunlar ne kadar devrik cümleler böyle!” diyerek beni linç ederdiniz.

Aynı durum isimler için de geçerliydi maalesef. Card aynı cümlede aynı kişinin adını iki-üç kere yazmakta hiç beis görmemiş ne yazık ki. Ama akıcılığa aşırı derecede önem verdiğimden ben bu cümleleri olduğu gibi çeviremezdim. Cidden kötü duruyor, hatta okurken insanı yoruyordu çünkü. Mesela:

Bean looked him in the eye, even though he was about twice Bean’s height.

Şimdi bunu birebir Türkçeye çevirsek ortaya şöyle bir cümle çıkıyor:

Bezelye, Bezelye’nin boyunun iki katı olmasına rağmen onun gözlerinin içine baktı.

Siz böyle bir çeviri okumak ister misiniz? Şahsen ben istemem. Hatta muhtemelen bunu benim eksiğim gediğim sanıp “Çevirmen kitabı rezil etmiş!” diyenler bile çıkabilirdi. O yüzden gereksiz isimlerin çoğu atıldı, Orson Scott Card’a editörlük yapıldı ve kendisine bol bol sitem edildi.

Ender’in Gölgesi’nin beni en çok zorlayan yanlarından biri de Card’ın bu kitapta başlattığı “Savaş Okulu argosu” oldu. Aslında mantıklı ve gayet güzel bir detay. Okulda her milletten bir sürü çocuk olduğu için farklı dillerden farklı kelimeler dillerine geçiyor ve okula özgü bir argo oluşuyor. İspanyolca, Portekizce, hatta Arapça kelimeler çıkıyor bir anda karşınıza. İşin kötü yanı çoğunun açıklaması kitapta yok, daha da kötüsü bir kısmı orijinal dilinde yazıldığı gibi değil, İngilizcede okunduğu gibi yazılmış. O nedenle bu konuda bol bol araştırma yapmam ve bazı yerlerde dipnot kullanmam gerekti. Buna karşın kitapta açıklanan kelimelere dipnot koymadım ve yazarın hedeflediği gibi okurun Bezelye’yle birlikte öğrenmesini sağlamaya çalıştım.

Bir de bir bölümde “Did’ums wose um’s mama?” diye bir cümle vardı. Anlamını ilk seferde anlayan varsa beri gelsin, madalya takacağım. Neyse ki elimizin altında Google diye bir nimet var. Daha önce kitabı başka bir dile çeviren bir çevirmenin forumlarda sorduğu soru sayesinde bu cümlemsi şeyin aslında “Did baby lose his mama?” cümlesinin bebekleştirilerek yazılması olduğunu hayretler ve hakaretler eşliğinde keşfettim. “Bebecik anneşini mi kaybetmiş?” diye çevrildi.


Kitapta bol miktarda kelime ve isim oyunu vardı. Çoğunlukla Savaş Okulu öğrencilerinin lakapları uğraştırdı beni. Çünkü isimlerinin fonetiğiyle alakalıydılar ve küçük çapta bir hakaret anlamına gelmeleri gerekiyordu. Bu tür isimlerde anlamdan çok ses uyumunu ön planda tuttum. Örneğin Seamus (Şeymız) adlı bir çocuğun lakabı Shame (Şeym) yani utançtı; ama ses uyumu açısından bizim dilimize Semiz olarak çevirdim. Ducheval (döşval) adlı çocuğun lakabı da Shovel (Şavıl) idi. Bu da yine ses benzeşmesi ön planda tutularak Şaval olarak çevrildi.

Bezelye bir bölümde Ender’den “bir numara” olarak bahsedildiğini dile getiriyor. Ama Ender’in en büyük rakibi olan, kötücül oğlan Bonzo Madrid, “Number one is piss,” (Bir numara işemektir) deyiveriyor tam o noktada. İngilizlerde tuvalete gitmek isteyen küçük çocukların bunu kibarca ifade edebilmesi için kullanılan bir terimdir bu. “Bir numaram geldi!” Number two is poop, (İki numara, kaka) mesela. Bu noktada durumu dipnotla uzun uzun açıklamak yerine, “Ondan olsa olsa yüz numara olur,” şeklinde yerelleştirmeye gidildi (Yüz numara = Tuvalet).

Son olarak Bezelye duş aldığı sırada Ender’in ortak banyoya girdiği ve ikilinin arasında esprili bir diyaloğun yaşandığı kısım var. Ender bir noktada “I was pissed,” diyor. Buradaki piss kelimesinin İngilizcedeki asıl anlamı “işemek.” Ama Ender ikinci anlamını, yani “kızdığını” belirtiyor aslında. Sonra da Bezelye’ye dönüp “Are you pissed?” (Sen de mi kızgınsın?) diye soruyor. Bezelye ise espri yaparak, “Hayır, ben o işi duşa girmeden önce hallettim,” şeklinde cevap veriyor. Buradaki zorluk hem kızmak hem de duşa girmeden önce yapılabilecek bir eylem anlamına gelebilecek bir şey bulmakta yatıyor. Benim tercihim “Kızdım” yerine “Tepem attı,” kullanarak espriyi şu şekilde yansıtmaya çalışmak oldu:

“Hayır,” dedi Wiggin. “Tepem atmıştı.” Gitmek üzere döndü, ardından tekrar geri geldi. “Senin de mi tepen atık?”
“Hayır, duşa girmeden önce tepemi çıkardım.”
Böylece günahıyla sevabıyla bir Çevirmenin Çemberi yazısının daha sonuna gelmiş oluyoruz. Umarım hem bu yazıyı hem de kitabı okurken keyif almışsınızdır. Serinin ikinci kitabında görüşmek üzere…

Not: İlk olarak Kayıp Rıhtım'da yayımlanmıştır.

29 Nisan 2017 Cumartesi

Çevirmenin Çemberi: Geliş


Asla büyük konuşmayın. Yoksa hiç ummadığınız bir anda hiç beklemediğiniz biri çıkar ve sizi söylediklerinize adam akıllı pişman eder. Ben dersimi aldım, siz de almayın…

Kim Stanley Robinson’ın fevkalade bir birikim ve araştırma isteyen bilimkurgu romanı 2312’nin çevirisini bitirdikten sonra, “Tamam,” demiştim, “bu kadar zor bir kitabı çevirebildim ya, bundan sonra sırtım kolay kolay yere gelmez.” Hiçbir yazarın beni bir daha Robinson kadar zorlayabileceğini düşünmüyordum çünkü. Nasıl da yanılmışım… Ne kadar safmışım! Ben ne bileyim Ted Chiang adında Çin asıllı bir Amerikalı bilimkurgu yazarının, hem de dört Hugo, dört Nebula, üç de Locus Ödüllü birinin çıkıp ağzımın payını oldukça matematiksel ve formüler bir şekilde vereceğini? Verdi vallahi, göstermeden vurdu hain…

Geliş, ya da kapağı kaldırıp ilk sayfaya baktığınızda göreceğiniz orijinal adıyla Hayatının Hikâyeleri ve Diğer Öyküler, Chinag’ın kariyeri boyunca kaleme aldığı 8 bilimkurgu öyküsünden oluşuyor. Yazar sistematik bir şekilde çalışmayı seven, düzen takıntılı biri olduğundan olsa gerek (iki satırdan kişilik analizi yapılır), her hikâyeyi yayınlanış tarihine göre sıralamış kitapta. Hatta işi bir adım ileri götürüp her birinin yaklaşık kaç karakter tuttuğunu, nerede ve hangi tarihte yayınlandığını da not etmiş hepsinin başına.

Bunların arasında Arrival filmine ilham kaynağı olan, Nebula ödüllü Hayatının Hikâyesi (1998) de var. Onun yanı sıra kitabın açılış öyküsü olan Babil Kulesi (1990) Nebula’ya, Cehennem Tanrı’nın Yokluğudur (2001) adlı öyküyse Hugo, Locus ve Nebula’ya layık görülmüş. Yani “filmi arkasına alarak prim yapan” bir kitap değil, dünya çapındaki eleştirmenlerin 15-20 yıl önce ödüllere boğduğu hikâyelerden oluşan bir derleme aslında bu. O nedenle, yayınevinin malum nedenlerden ötürü yaptığı tercihe aldırmayın ve kapağına göre yargılamayın kendisini.









Tüm kitap. Cidden.

Aslında her şey güzel başlamıştı. MonokL Yayınları kitabın bir kopyasını bana göndermiş ve çevirmek isteyip istemeyeceğimi sormuştu. Ben de ilk hikâyeye, Babil Kulesi’ne şöyle bir göz gezdirmiş ve tamam demiştim. Fantastik bir öyküye benziyordu çünkü ve yazarın dili oldukça sade görünüyordu. Nereden bileyim kitabın geri kalanındaki öykülerin beni hayatımda adını bile duymadığım bilimsel kavramlar bombardımanına tutacağını?! Peki ya yazarın üslubuna ne demeli? O çok yalın görünen ama iş Türkçeye çevirmeye geldiğinde tam bir işkenceye dönen cümlelerine?

Chiang gibi ünlü bir yazarı daha önce hiç duymamış olmak benim ayıbım elbette. Kendisi ve tarzı hakkında daha fazla bilgim olsaydı sadece kitaptaki ilk öyküyü okuyarak işi almaya kalkışmazdım muhtemelen. Uzun lafın kısası, Geliş editörlük aşamasından dönen ilk işim olarak “M. İhsan Tatari’nin Kısa Çeviri Tarihi”ne adını ızdırap yeşili harflerle yazdırdı. Benim için oldukça zorlu bir tecrübe oldu bu; daha önce hiç yaşamamıştım çünkü. Moral olarak büyük çöküntü yaşadım, editörümle tartıştım, kendimden şüpheye düştüm.

Şimdi geriye dönüp baktığımda bunun birkaç nedeni olduğunu görebiliyorum elbette. İlk ve en büyük sebebi, Geliş’in çevirisine 2312’den hemen sonra başlamış olmam. Daha önceki Çevirmenin Çemberi yazımda da belirttiğim gibi, 2312’nin çeviri süreci tam 8 ay sürmüş ve beni aşırı derecede zorlamıştı. O zaman farkında olmasam da bu süreç benim beynimi yakmış, çeviri hücrelerimi sonuna kadar kurutmuş meğer. Öylesine ağır bir bilimkurgunun ardından hiç ara vermeden yeni bir kitaba başlamak, hele hele bir “hard science fiction” (ağır bilimkurgu) çevirisine girişmek çok yanlış bir hareket olmuş benim için.

İkinci nedeni de tam burada yatıyor zaten: Ted Chiang’ın bir yazardan çok bir bilim adamı olması ve hikâyelerinde bilimsel gerçekleri kurgunun önünde tutması… Öyle ki bir noktadan sonra öykülerinin bir kurgunun değil, fikrin etrafına örüldüğünü açıkça hissediyorsunuz. Size unutulmaz bir macera yaşatmayı değil, bilimsel bir gerçeği veya mesajı aktarmayı hedefliyor daha çok. Velhâsılıkelam, bu iki etmenin benim yanık beyin hücrelerimle bir araya gelmesi işleri benim için hayli zorlaştırdı.

8 farklı öykü, otomatikman 8 farklı kurgu ve 8 farklı üslup anlamına da geliyor elbette. Bunlardan bazıları, örneğin daha önce de bahsettiğim Babil Kulesi, basit ve sade bir dille yazılmış olsa da dilimize çevrildiğinde kulağınızı tersten tutmuşsunuz gibi hissetmenize neden oluyor. Donuk, yavan bir anlatıma sahipmiş gibi oluyor. Bir de bunun üstüne Chiang’ın aşırı kelime ve isim tekrarları eklenince iş sadece çeviri yapmayı geçip bir de akıcı bir anlatım için editörlüğe vardı.

Örnek vermek gerekirse baş karakterin adı arka arkaya çok fazla kullanılmıştı öykü boyunca: “Hillalum yukarı baktı. Buna mı tırmanacağım, diye düşündü Hillalum. Başının döndüğünü hisseden Hillalum birkaç adım geri attı. Bu çok yanlış, dedi içinden Hillalum. Hillalum, Hillalum, Hillalum…” Bunu bu şekilde çevirdiğinizde kimse size aferin, yazarın tarzını aynen korumuşsun demez. Yok öyle bir dünya… Aksine, çevirmen becerememiş, metni rezil etmiş derler. O zaman ne yapıyoruz? Gelsin sadeleştirmeler ve birleştirilen cümleler…

Bir de gayet normal başlayıp dozajı giderek arttıran ve bir yerden sonra hikâyenin dayandığı bilimsel gerçekleri size en ince ayrıntısına dek açıklamaya koyan öyküler var elbette. Örneğin Anlamak adlı hikâye… K Hormonu adlı bir tedavi gören kahramanımız ilk başta normal şeylerden bahseden, sıradan biri olarak karşımıza çıkıp sayfalar ilerledikçe gittikçe daha zeki, insanötesi birine dönüşüyor. Üçüncü K Hormonu’nu alıp kritik kütle eşiğini geçtikten sonraysa öyle şeylerden bahsediyor, öyle şeyler düşünüyor ki o noktada ben de bazı akıl ve ruh sağlığı eşiklerini geçiverdim imdat çığlıkları eşliğinde: gestaltlar, öz-yinemeli idrak, somatik yansımalar, feromonlar, biyogeribildirimler, meta-halüsinasyonlar…

Hani yazar aşağı yukarı birbirine yakın bilim dallarını irdelese belki bir nebze daha kolay olurdu çeviri. Ama öyle değil… Anlamak’ta kritik kütleyi ve insan zihninin sınırlarını konu alırken, Sıfıra Bölünmek adlı öyküsünde “matematiğin tutarlılığını” sorguluyor. Hayatının Hikâyesi’nde dilbilimi, iletişim ve fizik kurallarını ele alıp logogramlar, ideogramlar, semagramlar, semasiografik ve glottografik yazma sistemleri, asgari zaman ilkeleri gibi pek çok şeyden bahsediyor. Kitapta, “Bir agnozi başlatmak, özel bir beyin lezyonunu simüle etmek anlamına gelir. Bunu nörostat denen, programlanabilir bir farmasötikle yaparız,” diye bir cümle var diyeyim, siz gerisini anlayın. Durun yahu, nereye kaçıyorsunuz?! Daha bitirmedim!









Geliş’te çok fazla kelime oyunu yoktu, o nedenle bu açıdan bana fazla iş düşmedi. Zaten akıcı bir anlatım sağlamak ve bilimsel terimlerin dilimizdeki karşılıklarını bulmak çok fazla araştırma gerektirdiğinden buna memnun oldum bile diyebilirim.

Kitap boyunca karşıma çıkan tek kelime oyunu Hayatının Hikâyesi’nde, Louise ile “beş yaşındaki kızı” arasında geçen bir diyalogdaydı. Ufaklık annesine, “Ben de onurlandırılabilir miyim?” (Can I be honored?) diye bir soru soruyor. Daha sonrasındaysa küçük çocukların sıklıkla düştüğü bir hataya düşüp kelimeyi yanlış telaffuz ettiği anlaşılıyor. Arkadaşı ablası evlendiği için “baş nedime” (maid of honor) olmuş, ama ufaklık bunu “onurlandırılmak” (made of honor) olarak anlamış. Burada “onur” yerine nedime kelimesiyle aynı harflere sahip olan “medeni” kullanmayı tercih ettim. Böylece kızımız, “Ben de medeni olabilir miyim?” diye sormuş oldu.

Bir diğer ilginç not, Yetmiş İki Harf adlı öyküde karşıma çıkan “Eleazar of Worms” ile ilgili. Baş karakterimiz okuduğu kitaplardan bahseder ve farklı milletlerden yazarları sıralarken arada bu ismi zikrediyor. “Kurtların Eleazar’ı diye bir isim mi olurmuş yahu? Burada kesin bir bit yeniği var,” dedim kendi kendime. Tabiri caizse içime bir “kurt” düştü ve araştırmaya koyuldum. Derken Borges’in “Düşsel Varlıklar Kitabı”nda hakikaten de Kurtların Eleazar’ı diye birinden bahsedildiğini gördüm. Az kalsın bu şeklini kullanacaktım ki bana doğru yolu gösteren ve bir parça da mutlu eden üstat Celâl Üster oldu. Üstadın 2015’te kaleme aldığı “‘Kurtlu’ Bir Borges Çevirisi” adlı yazıda şöyle bir paragrafa rastladım:

Düşsel Varlıklar Kitabı’ nın “Golem” bölümünün Komçez çevirisinde, “Kurtların Eleazar, bir Golem yaratmanın gizli formülünü sakladı,” diye bir tümce çıkıyor karşınıza. “Kurtların Eleazar” da kim diye merak ediyor insan elbette. Üstelik, metnin devamında “kurtlar”la ilgili başka hiçbir şey geçmiyor. Bakıyorsunuz, Borges, “Eleazar of Worms” demiş. Evet, “worm”, “kurt, solucan, kurtçuk” anlamına geliyor; oysa burada Almanya’nın en eski kentlerinden Worms’dan söz ediliyor!.. Diyeceğim, adamın kurtlarla, solucanlarla bir ilgisi yok. Bir dönem Worms kentinde yaşadığı ve oradaki sinagogun hahamlığını yaptığı için “Worms’lu Eleazar” olarak tanınıyor.”

Kocaman bir oh! çekip hemen çeviriye döndüm ve adamın adını (bir ustadan yardım alarak da olsa) doğru bir biçimde, Wormslu Eleazar olarak çevirmenin tarifsiz zevkini çıkardım. Üstat Celâl Üster’e ne kadar teşekkür etsem az. Kendisinin kaleme aldığı sonraki satırlarsa beni gerçekten mutlu etti:

“Kanımca, çeviri yaparken, karşına ikircikli bir söz, sözcük ya da tümce çıktığında, aklına gelen ilk karşılıktan “kuşkulanmak” çok önemli. Hemen ardından da “merak” girmeli devreye. Çevirmen, “Kurtların Eleazar”ının kim olduğunu, “kurtlar”ın burada ne aradığını merak etmeli ve biraz araştırmalı.”

Yetmiş İki Harf adlı öyküde bu kurtlu murtlu bölümün yanı sıra nomenclature ve nomenclator kelimeleri var. Nomenclature, aslen “terminoloji” demek, dolayısıyla nomenclator de “terminoloji uzmanı” oluyor. Ama hikâye çok eski zamanlarda, buhar makinelerinin bile yeni yeni icat edildiği dönemlerde geçiyor. Üstelik golemler, şifa muskaları gibi mistik elementlerin de varolduğu, alternatif bir zaman dilimi bu. Ve buradaki nomenclatorler, yani terminoloji uzmanları bir dizi harf kombinasyonunu kullanarak “otomat” denen (robot kelimesi henüz icat edilmemiş) dökme bedenlere kısmen hayat verebiliyor. O yüzden “terminoloji” ve “terminoloji uzmanı” gibi modern kelimeler kullanmak yerine “nomenklatür” ve “nomenklatör” sözcüklerini tercih ederek öykünün mistik havasını bir parça korumaya çalıştım.

Son olarak Gördüğünü Beğenmek adlı öyküde karşımıza çıkan Spex geliyor. “Spectacles” (gözlük) kelimesinin kısaltılmasından ve daha fütüristik bir hava katmak için sonuna bir “x” eklenmesinden türetilen bu kelime, en sade hâliyle “gözlük bilgisayar” manasına geliyor. “Gözlüks” gibi iğrenç bir çeviri yapmamak adına Çiğdem Erkal İpek (ruşvaş çayı) ve Kutlukhan Kutlu (hortkuluk) gibi ustalarımın yöntemine sığınarak okunduğuna benzer bir şekilde çevirmeye karar verdim ben de: Speks. “Speksinizi takdığınızda,” gibi cümleler geldiğinde de, “Speksinizi gözünüze taktığınızda,” benzeri çeşitlemelere giderek ne olduğunu daha açık bir şekilde, dipnotsuz olarak anlatmayı seçtim.

Gel gelelim bunca uğraşıma rağmen çevirimin ilk hâli başta da belirttiğim yanık beyin hücrelerim nedeniyle standardımın altındaydı. Kötü kurulmuş cümleler, devrik ifadeler, yanlış tercihler… Neyse ki editörüm Ayşegül Hanım, yayınevinin sahibi Volkan Bey ve sürpriz bir şekilde son okuma yapan sevgili Setenay sayesinde o hatalardan büyük oranda arındırıldı. Üstüne ben de 3 ya da dört kez baştan okudum tabii… Yine de Yetmiş İki Harf öyküsünde “yok olmuştu” yerine yanlışlıkla “yol olmuştu” yazdığımı hiçbirimiz görememişiz! O satıra selamlarımı “yolluyorum.”

Ayrıca ortalanması gerekirken kitapta hepsi sola yaslı olarak çıkan hikâye adlarına, bölüm aralarındaki üç yıldız işaretlerine (***) ve SON ibarelerine ayrı ayrı sitemlerimi yolluyorum. Son olarak Hayatının Hikâyesi’nde o kadar uğraşmamıza ve matbaayı uyarmamıza rağmen eksik çıkan ışığın kırılma denklemlerine de çok kırıldığımı belirtmek isterim…

Zor oldu demiştim, değil mi? Demek ki neymiş? Asla büyük konuşmamak ve iki büyük ustayı arka arkaya çevirmemek lazımmış. Bu minik iş kazaları nedeniyle özürlerimi sunarım. Dilerim farkına bile varmadan, keyif alarak okumuşsunuzdur. Kalın sağlıcakla…

Not: İlk olarak Kayıp Rıhtım'da yayımlanmıştır.

27 Ocak 2017 Cuma

42 Numaralı Oda

Daha önce 42 dendi mi aklıma Douglas Adams’ın ünlü eseri Otostopçunun Galaksi Rehberi gelir, gülümserdim. Şimdiyse bambaşka bir şey, bir kâbus geliyor aklıma bu iki rakamı yan yana görünce. Artık seni hiç sevemeyeceğim 42…

Geçen gün 30 yaşındaki bir minik yavru olan erkek kardeşim Metin’in askerlik kâğıdı geldi. İlk yoklaması için askerlik şubesine çağrılıyordu. Ama bizim Metin yer bilmez yön bilmez; şubenin yerini ona tarif ederken gözlerindeki bakış son vedasını eden birini andırıyordu. Kaybolacaktı yani çocuk, dönemeyecekti bir daha geri… İşin aksi gibi işlemleri bu hafta bitirmesi gerekiyor, yoksa asker kaçağı durumuna düşecek. Böylece ertesi gün ben de çıktım onunla birlikte sabahın 8:30’unda yollara. İşin kötüsü bir hastayım bir hastayım ki sormayın gitsin. Ben diyeyim soğuk algınlığı kılığına girmiş veba, siz deyin öküz gribi… öyle bir şey.

Neyse efendim, askerlik şubesine zorlu şartlar altında giriş yaptıktan sonra Metin’i muayene için İzmir Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne sevk ettiler. Birkaç sene evvel bel fıtığı ameliyatı geçirmişti, o yüzden Beyin Cerrahi’ne görünmesi gerekiyormuş. Adam eline bir zarf tutuşturmuş, sonra da onu yollarken demiş ki, “Git orada muayeneni ol, sonra hemen yanıma gel. 1 saatlik iş zaten.” Böylece tuttuk hastanenin yolunu.

İçeri girince karşımıza çıkan ilk danışma masasına kapağı atıp Beyin Cerrahi’ne görünmek istediğimizi söyledik. Masadaki görevli elimizdeki zarfa bakıp, “42 numaralı odaya gidin,” dedi. O neredeydi peki? En üst katta. Peki dedik, koştuk merdivenlere… Sedyelerden falan asansörle çıkmaya imkân yok zaten. Çıktık iki kat yukarı, vardık 42 numaralı odaya. Orada bizi ne bekliyordu dersiniz? Tabii ki upuzun bir sıra! Bayağı bir bekledikten sonra masadaki görevli elimizdeki zarfa bakıp, “46 numaralı odaya gidin,” dedi. Şaşırdık. “E ama bizi buraya yolladılar,” desek de adam “Sıradaki!” diye bağırarak bizi başından savuşturmuştu bile.

46 numaralı odaya vardığımızda adam zarfı aldı, açtı, içindeki kâğıdı bize geri verdi ve “42 numaralı odaya gidin,” dedi. Bu kadar… Hepsi bu. Sadece zarfı açmak için kuyruktan çıkıp başka bir yere gitmiştik.

42 numaralı odaya geri döndüğümüzde yeniden sıraya girmemiz söylendi. Gene bekledik… Sıra bize gelince görevli memur kâğıdı bizden aldı, şöyle bir baktı, sonra da “Şimdi bunu alın, hastanenin girişinde kayıt bölümü var. Oraya kaydettirin,” dedi… Böylece indik iki kat aşağı, geldiğimiz yolu baştan tepip girişe gittik ve kaydımızı yaptırdık. Kayıt memuru bize dönüp, “42 numaralı odaya gidin,” dedi.