10 Ocak 2024 Çarşamba

Bitmeyen Çeviri Düzeltisi: Perdido Sokağı İstasyonu

Geçen yılın sonundan itibaren Perdido Sokağı İstasyonu'yla China Mieville'in eski çevirilerini düzeltme maceramın üçüncü adımına başladım.

Bu kitabı 2012 yılında okumuş ve çok sevmiştim. Fantastik edebiyatın artık klişeleşmiş öğelerini kullanmak yerine çok farklı ırklar ve teknolojiler kullanan, steampunk ve büyü etmenlerini birleştiren güzel bir romandı. Çevirisini iyi olarak hatırlıyordum ama tıpkı Şehir ve Şehir’de olduğu gibi, orijinal metni görünce aslında ne kadar eksik kaldığını fark etmiş oldum.

Uzun ve karmaşık cümleler sadeleştirilmiş, kelimeler ve betimlemeler atılarak yazılmış örneğin.

Eski Çeviri: Işık kalın, kirli pencerelerle savaşmaktan vazgeçmişti, içerisi iyice loştu.Yeni Çeviri: Işık, sanki kalın ve kirli pencerelere mücadele etmekten yarı yolda vazgeçmişçesine içeriyi gölgelere teslim etmişti.

Eski Çeviri: Nerede yaşadıkları ve neye benzedikleri önemli değildi.
Yeni Çeviri: Nerede yaşadığının ya da nasıl göründüğünün bir önemi yoktu; Umma Balsum da en az usta bir Tekraryapımcı veya genetikçi kadar hünerli bir mucizeciydi.

Bazı yer isimleri, özel isimler, istasyon isimleri, mahalle isimleri, gün isimleri, para birimleri ve özel terimler iki ya da üç farklı şekilde çevrilmiş. Kitabın ilk yarısında ayrı, ikinci yarısında ayrı isimleri olmuş.

Para birimleri çok karıştırılmış. Aynı para birimi üç-dört farklı şekilde çevrilmiş.

Zanꜳt, hꜻa, iƂlis, dæprem gibi yazarın özel simgelerle yazdığı kelimeler olduğu gibi, dümdüz yazılmış: Zanaat, hava, iblis vs.

Jabber diye bir tanrı var kitapta, karakterler sık sık onun adını kullanıyor. Jabber aşkına, Jabber bilir gibi gibi. Bunlar Allah aşkına ya da hay aksi falan filan olmuş. Jabber hiçliğe karışmış.

Bazı şeyler hiç anlaşılmamış. Çevirmen kelimeleri doğru anlamlarıyla çevirmiş ama yazarın ne anlatmak istediğini tam olarak anlayamadığı için kastedilen asıl kelimeyi değil, ona yaklaşık kelimeleri kullanmış. En çok zorlayanı da bu.

Eski Çeviri: İzleyen iki saat içinde hava sertleşmeye başladı.
Yeni Çeviri: Sonraki iki saat içerisinde ortam iyice gerilmeye başladı.

 

Eski Çeviri: “Liman işçisi insanlardan ne haber?”
Yeni Çeviri: “Limandaki insan işçilerden ne haber?”

 

Eski Çeviri: “Buraya gelme niyetim bambaşka, Isaac. Aldığım habere göre sana uğramama değecek bir şeyler varmış.”
Yeni Çeviri: “Beni buraya boş vaatlerle getirmişsin Isaac. Mesajında sana uğrarsam harcadığım zamana değeceği yazıyordu.”

 

Eski Çeviri: Köprünün ardında da kendine özgü o iğrenç kokusuyla, Kinken mezbeleliği vardı. Payanda ve organik çimentoyla desteklenmiş çürük duvarları, arduvaz çatıların ağırlığıyla çöktü çökecekti.
Yeni Çeviri: Onların ardında da sanki soğuktan kamburunu çıkarmışçasına göçmüş arduvaz çatıları, çökmekten ancak payandaları ve organik çimentoları sayesinde kurtulan çürümüş duvarları ve kendine özgü o iğrenç kokusuyla Kinken mezbeleliği yer alıyordu.

 

Eski Çeviri: “Öyleyse iki nedenle, bu durumla daha iyi başa çıkabilecek ajanların yardımını almalıyız –bizden farklı akıl yapısında olmaları çok önemli–. Şimdi, bana göre böyle iki olası ajan var ve onlardan hiç olmazsa birine yaklaşmaktan başka da seçeneğimiz yok gibi.”
Yeni Çeviri: “Bu iki sebepten ötürü mevcut durumla başa çıkabilecek, daha iyi ajanlarla çalışmamız lazım; bizden daha farklı bir zihin yapısına sahip olmaları çok önemli. Şimdi, bana kalırsa bu sınıfa giren sadece iki ajan var ve bunlardan en az birine başvurmaktan başka bir seçeneğimiz yok gibi.”


Annemle babam da hâlâ hasta; ikisi de tam iyileşmedi maalesef. Vaktimin yarısını ev, hastane ve doktor üçgeni alıyor. Bu sebeplerden ötürü çeviri düzeltisini yetiştiremedim. Kitap da 736 sayfa olunca... 

Ama üzerinde çalışmaya devam ediyorum. En kısa sürede tamamlamaya çalışacağım. Bitirdiğimde mutlaka duyururum. Gecikme için kusura bakmayın lütfen. 

11 Kasım 2023 Cumartesi

Yeni Çeviri: Gwent - Witcher Kart Oyunu Sanatı

Yine Witcher'la alakalı bir referans kitabı, yine ben... Daha önce Witcher Evreni adlı, büyük boy, kuşe kâğıtlı, rengârenk resimlerle ve ansiklopedik bilgilerle dolu bir kitap çevirmiştim hatırlarsanız. İşte şimdi de yine ona benzeyen ama bu sefer Gwent hakkında olan başka bir çalışmayla karşınızdayım.

Witcher 3'ü oynadıysanız Gwent'in ne olduğunu zaten biliyorsunuz demektir. Hatta kendine ait, ücretsiz oyununu bile oynamış olabilirsiniz. Bilmeyenler için kısaca açıklamak gerekirse, Gwent bir kart oyunu. Witcher 3 oynarken karşımıza çıkan çeşitli karakterlerle bir masaya oturuyor ve kendi kuralları, kendi desteleri, kendi kartları olan bir iskambil oyununa tutuşuyorduk. 

Oyun içindeki bir mini-oyun anlayacağınız. Ama o kadar tutuldu, o kadar popüler oldu ki insanlar ana görevi takip etmeyi bırakıp Gwent oynayacak birilerini bile aramaya başlamıştı oyunun geçtiği topraklarda. Ciddiyim... Daha sonra bu popülerlikten faydalanmak isteyen stüdyo Gwent'in tek başına oynayabileceğiniz, özel bir oyununu çıkardı. Hatta telefonlara bile geldi daha bu oyun.

İşte bu kitap da Gwent oyunu için çizilmiş kartların enfes illüstrasyonlarından bir kuple sunuyor bizlere. Oyundaki her desteye sayfalar arasında yer verilmiş. Kuzey Krallıkları, Canavarlar, Nilfgaard... Hepsi var. Her destenin en çok sevilen görsellerinden bazılarına yer verilmiş. Hepsinin yanına da ya kartı çizen kişinin düşünceleri ya da kartta yazılan açıklamalar eklenmiş.

Açıkçası çizimlerin hepsini çok beğendim. Zaten oyunu oynarken de muazzam görünüyorlar. Hepsini böyle büyük boy, pırıl pırıl sayfalarda daha detaylı inceleyebilmek güzel bir deneyim sunuyor. Ama gönül isterdi ki çizerlerin açıklamaları yerine çizimlerdeki karakterler hakkında açıklayıcı bilgiler olsun yanlarında. Ayrıca bazı karakterlerin eksikliği de gözlerden kaçmıyor.

Son olarak, kitabın isminin farklı bir şekilde çevrilmesi taraftarıydım ama son raddede böyle oldu. Witcher isminin başlıkta geçmesi gerekiyordu, satışlar için daha iyiydi, falandı filandı. Neyse, sağlık olsun diyelim. Bu da Pegasus Yayınları'ndan, ciltli (sert kapaklı) ve büyük boy olarak yayınlandı.

Keyifli okumalar...

Yeni Çeviri: Witcher - Yetişkinler İçin Boyama Kitabı

Bir gün bir boyama kitabı çevireceksin deseler hayatta inanmazdım. Hele hele o kitabın Witcher hakkında olacağına hiç inanmazdım... Ama işte buradayız. Kahrolsun kapitalizm, popülizm ve bazı şeyler... :)

Witcher: Yetişkinler İçin Boyama Kitabı adından da anlaşılabileceği üzere hem oyunlardaki hem de kitaplardaki bazı karakterlerin siyah-beyaz çizimlerini içeren, 96 sayfalık bir boyama kitabı. Bir sayfada oyundan ya da kitaplardan alınmış bir paragraf, söz ya da alıntı var. Diğer sayfada da o karakterlerle alakalı, çok güzel hazırlanmış çizimler yer alıyor. 

Bazen kitaplardan çok iyi tanıdığımız Geralt, Yennefer, Ciri ve Dandelion gibi karakterlerin tek başlarına veya beraber çizilmiş sahnelerini görüyoruz. Bazen de Letho, Iorveth, Priscilla ya da Kocakarılar gibi ikinci ve üçüncü oyunda tanıştığımız tiplemeler çıkıyor karşımızda.

Çizimler gerçekten kaliteli ve özenerek yapıldıkları belli. Karakterlerin hepsi oyundaki görünümlerinin tıpkısının aynısı olarak çıkıyor karşımıza. Yani başka sanatçılara çizdirilmiş, uyduruk şeyler değiller. Bu oldukça hoşuma gitti.

Resimlere eşlik eden paragraflar, diyaloglar ve alıntılar da kimi zaman oyunlardaki bir sahneyi, kimi zaman da kitaplardaki maceralardan birini anımsatıyor insana.

İşin güzel tarafı resimleri fotokopiyle çoğaltıp canınızın istediği kadar, çeşitli şekillerde renklendirebilecek olmanız sanırım.

Resim çizmeyi ve boyama yapmayı sevenler için güzel bir fırsat. Pegasus Yayınları'ndan...


23 Eylül 2023 Cumartesi

Çevirmenin Çemberi: Şehir ve Şehir


Şehir ve Şehir'i okuyup sevmiş miydiniz? China Mieville'in keskin zekâsını ve o benzersiz hayal gücünü seviyor musunuz peki? Eh, işte şimdi ikisini birden daha çok sevmeye hazır olun.

Daha önce başkası tarafından tercüme edilmiş bir kitaba Çevirmenin Çemberi yazısı yazmak ne kadar doğru bilmiyorum. Sonuçta karşımızda iki ayrı kişinin çabalarıyla ortaya çıkmış bir eser var; bütün emek bana ait değil. Ama Şehir ve Şehir o kadar gurur duyduğum, beni o kadar heyecanlandıran bir çalışma oldu ki çeviri macerasını anlatmamaya gönlüm razı olmadı. Sonuç olarak işte buradayım. Seneler sonra ilk defa bir Çevirmenin Çemberi yazısıyla karşınızda…

2010 yılında China Miéville’e Hugo, Locus, Arthur C. Clarke, World Fantasy ve BSFA ödüllerini kazandıran bir roman Şehir ve Şehir. Tuhaf kurgu ve polisiye türlerinin çok başarılı bir karışımı olan kitap, Besźel ve Ul Qoma adlı iki komşu şehirde geçen bir cinayet soruşturmasını konu alıyor. Bu şehirler akıl almaz bir şekilde iç içe geçmiş durumda. Öyle ki bir caddenin sağı Besźel’e, solu Ul Qoma’ya ait olabiliyor. Bazı sokakları birbirini çaprazlama kesiyor, meydanları iç içe geçiyor, mahalleleri birbirine karışıyor, daha neler neler…

Ancak şöyle bir durum var ki şehir sakinlerinin birbirlerini “görmeleri” kanunen yasak. Besźler caddenin karşısında yürüyen Ul Qomalılara bakmıyor, çapraz yollarda araba sürenler trafikte birbirlerini dikkatle görmezden geliyor, bir yaya geçidinde karşı karşıya gelenler itinayla gözlerini başka tarafa kaçırıyor. Ve bunu yapmayı çocukluktan itibaren öğreniyorlar. Peki, bakarlarsa ne oluyor? İhlâl yapmış oluyorlar. Ve gizemli “İhlâl” gelip o kişileri oradan götürüveriyor. Bir daha kimse onlardan haber alamıyor, hatta isimlerini bile ağızlarına almıyorlar.

İşte böylesine tuhaf bir coğrafi ilişkiler yumağına hapsolmuş bu iki şehirde bir gece gizemli bir cinayet işleniyor. Davayı çözmekse başkarakterimiz Müfettiş Tyador Borlú’ya düşüyor. Ama bu hiç de göründüğü kadar basit bir cinayet değildir ve Borlú çok geçmeden kendisini iki rakip şehir arasında mekik dokuyup, çocukluğundan beri öğrendiği tuhaf kurallara uymak ve İhlâl işlememek için mücadele ederken bulacaktır.



Şehir ve Şehir’in çevirisini gözden geçirirken en çok keyif aldığım şey, eserin dilini yazarın anlatmak istediği asıl seviyeye çekmekti hiç şüphesiz.

Kitabın eski çevirisini okuduysanız belki siz de (benim gibi) şu cümleyi kurmuşsunuzdur: “Evet, gerçekten de başarılı bir polisiye romanı bu; ama içinde hiç bilimkurgu öğesi yok ki. Neden Arthur C. Clarke ödülü vermişler buna?

Meğer varmış. Hem de bir dünya dolusu. Öteyerler, bütünsel bölgeler, dışsal alanlar, bütünrafya… Bunun gibi daha bir sürü orijinal terim ve kelime oyunu var kitapta. Bilimkurgu öğeleri içermeyen şey, aslında romanın bizdeki eski çevirisiymiş. Ama çoğu ya hiç anlaşılmadığı, ya yanlış anlaşıldığı için çeviri sırasında kaybolmuş. İşte bunları kitaba geri eklemek, ona bilimkurgu kimliğini geri kazandırmak bu çeviri düzeltisi sırasında en çok keyif aldığım şey oldu kesinlikle.

Bir o kadar keyif aldığım bir şey varsa o da China Miéville’in yaptığı dil oyunlarıydı. Kitapta Besźce, Ul Qomaca ve İngilizce arasında bazı ince espriler bulunuyor. Bir Amerikan vatandaşıyla konuşuyorlar örneğin. Adam “pissed,” (öfkelenmek/tepesi atmak) diyor ama Beszce konuşan memur anlamıyor, “işemek” (piss) ne alaka diye amirine bakıyor. Lâkin önceki çeviride bu durum anlaşılmamış ve işin esprisi kaybolmuş. Eski çeviri şöyle:

“Ve bu bilgilerin birilerinin aklını başından aldığını söyledi,” diye ekledi Bay Geary.

Corwi bana baktı. Kafası karışmıştı.

“Bay ve Bayan Geary…” Thacker onlarla konuşurken, ben çabucak Corwi’ye Besźce açıklama yaptım.

“Yanlış anlama, aklını başından almış derken birilerinin bundan hoşlanmadığını kastetti. Sinirlenmişler, yani. Amerikalılar işte.”

Bu kısımları İngilizce kelimeleri koruyup küçük birer ek yaparak baştan çevirdim. Hem daha anlaşılır kıldım hem de yazarın vermek istediği asıl anlamı korudum.

“Ve bu bilgilerin birilerinin tepesini attırdığını söyledi,” diye ekledi Bay Geary. ‘Tepesini attırmak’ derken İngilizcedeki pissed kelimesini kullanmıştı.

Corwi kafası karışmış bir şekilde bana baktı. “Bay ve Bayan Geary…” diye araya girdi Thacker. Adam onlarla konuşurken ben de fırsattan istifade Corwi’ye dönüp durumu Besźce olarak izah ettim.

“İşemek anlamındaki ‘pissed’ değil. ‘Öfkelenmek’ anlamında. Amerikalılar öyle der.”

Feld adlı uyuşturucunun ismiyle yapılan üç dilli kelime oyunundan bahsetmeden olmaz. Mieville burada âdeta kendini aşmış. Önce eski çeviriye bakalım:

Bu otun sokaktaki adı Feld, bilimsel adı ise Catha edulis idi. Tütün ve kafeinle güçlendirilip sakız gibi çiğneniyor, içindeki uyuşturucu madde dil altından kana karışıyordu. Üç ismi vardı: Ona ana vatanında khat, İngilizcede kedi anlamına gelen cat, bizim dilimizde ise feld deniyordu.

Şimdi burada uyuşturucunun kana karıştırılma şekli yanlış çevrilmiş, o ayrı. Az önce bahsettiğim üç dilli kelime oyunuysa hiç anlaşılmıyor ne yazık ki. Bu cümlenin yeni çevirisi şöyle oldu:

Bu otun sokaktaki adı feld idi. Catha edulis bitkisinin bir tür melezinin tütün, kafein ve daha sert maddelerle güçlendirilmesiyle elde ediliyordu ve fiberglas ya da benzer bir maddeyle diş etlerinizi aşındırıp kanınıza karışmasını sağlıyordunuz. İsmi üç farklı dilde yapılmış bir kelime oyunundan ileri geliyordu. Ana vatanında ona khat diyorlardı. İngilizcede “kedi” anlamına gelen cat kelimesinin bizim dilimizdeki karşılığıysa feld idi.

Buna benzer başka bir örnek de “I’ll be back,” (Geri döneceğim) cümlesiyle yapılan kelime oyununda yaşanıyor. Yazar burada Terminatör filminin ünlü repliğine bir gönderme yapmış, ama eski çeviride bu nüans gözden kaçmış maalesef. Bahsettiğim bölümün eski çevirisi şöyle:

“Bir yere ayrılma,” dedim. “Geri geleceğim.” İngilizce konuşmama rağmen, Aikam bu dediğimi anlamıştı. Gülümsedi. Ona da Avusturya aksanıyla aynı şeyleri söyledim. Yolanda bir şey anlamadı.

Bu kısmı baştan çevirip, “I’ll be back” cümlesini metne ekleyerek (Türkçe yazıp okuduğunuzda bütün oyun bozuluyor çünkü) hem daha anlaşılır kılmaya hem de espriyi korumaya çalıştım:

“Burada kal,” dedim. “Geri döneceğim.” İngilizce konuştuğum için Aikam meşhur ‘I’ll be back’ repliğini tanıyıp gülümsedi. Ben de onun için aynı sözü bir kere de Avusturya aksanıyla tekrarladım. Yolanda espriyi anlamadı.

Star Wars da kitaptaki göndermelerden nasibini almış. Bir noktada karakterlerden biri şanssızlığından yakınırken “The force was not with me,” diyor. “Güç benimle değildi,” diyor yani. Maalesef bu gönderme de eski çeviride anlaşılmamış ve “Şansım yaver gitmedi,” şeklinde tercüme edilmiş bu cümle. Bu da düzeltildi.



Kitabın bir bölümünde “Gallimaufrians” adlı uydurma bir halktan bahsediliyor. Arkeoloğun biri anlatıyor: “Sözüm ona tarihi eserleri çıkarıp kendi ıvır zıvırlarıyla karıştıran, sonra da hepsini tekrar gömen farazi bir medeniyet bu,” diyor.

Eski çevirmen bu kelimeyi olduğu gibi bırakmış. Peki İhsan durur mu? Hayır, durmaz! Çünkü işgüzarlık… aman, şey… editörlük bunu gerektirir. Dedim şunu bir araştırayım, bakalım buna benzer bir medeniyet ismi var mı… Yokmuş. Ama onun yerine “gallimaufry” diye küflü bir tabir buldum. “Karmakarışık” manasına geliyormuş. Taaa 1800’lü yıllarda Fransızcadan geçmiş İngilizceye. O zamandan beri de pek kullanılmamış.

“Haaa,” dedim. “Tarihi eserleri kendi eşyalarıyla karıştırdıkları için bunu kullanmış yazar.” Karmakarışıklar gibi bir anlamı vardı yani. Dedim ben bunu değiştiririm! “Karmançormanlar” olsun diye düşündüm önce. Ama zihnimin karanlık köşelerindeki bir ben “Yaşıyor! YAŞIYOR!” diye bağıran Doktor Frankenstein misali, “Daha eski bir kelime bulmalısın. Daha eski! DAHA ESKİİİ!” diye hönkürüyordu gözlerini pörtleterek.

Ben de açtım sözlükleri, başladım karıştırmaya. Darmadumanlar olmaz, Darmadağınıklar olmaz, Tarumarlar heç olmaz… Derken “hercümerç” kelimesine denk geldim. Eski Türkçede “karmakarışık” anlamına geliyormuş. Hah, dedim. Hem eski, hem de Farsçadan geçmiş. Öbürü de Fransızcadan geçmişti zaten. İkisi de F ile başlıyor, hohoho! Böylece “Hercümerçler” yaptım onu. Ama epey uğraştırdı kerata.



Herhâlde en uzun ve ayrıntılı bölüm bu olacak. Şehir ve Şehir’de bir sürü değişiklik yaptım çünkü. Bunun sonucunda da roman 50 sayfa kadar uzadı.

En büyük değişiklik tabii ki az önce de bahsettiğim özel terimlerde yaşandı. Kitapta iç içe geçmiş iki şehir söz konusu olduğu için belirli yerlerden bahsetmek için özel bir jargon geliştirmiş bu iki kentin halkı. Mesela Besźel’desiniz diyelim, ama yanından geçtiğiniz sokak Ul Qoma’da. O sokaktan diğer şehrin ismini ağzınıza almadan, orayı gördüğünüzü kabul etmeden, “öteyer” (elsewhere) diye söz etmek zorundasınız. Bu terim önceki çeviride hiç yok mesela. Eklendi.

Eğer bir mahalle, meydan, park, cadde vs sadece tek bir şehre aitse, içinde komşu şehirden bir parça yoksa buralara “bütünsel” (total) bölge deniyor. Şehirlerin birbirinden bütünüyle ayrıldığı yerlerse “dışsal” (alter) bölge adını alıyor. Aslında “alter” kelimesinin tam karşılığı dışsal değil, değişken. Ama “dışsal” yazarın kullandığı anlamı çok daha iyi karşılıyor. Bu iki terim de eski çeviri sırasında kaybolanlardan. Eklendi.

İki şehrin birbirlerini kesen sokaklarına “çapraz hatlar” (crosshatch) deniyor. Bu kelime daha önce verdiğim örneklerin aksine eski çeviride var; ama bazı yerlerde atlanmış, kullanılmamış. Bu da anlam karmaşasına sebep olmuş. Mümkün mertebe düzeltildi.

Bu tür terimlerin eski çeviride hiç yer almaması cümleleri de epey kısaltmış ve anlamlarını değiştirmiş. Bununla ilgili birkaç örnek cümle vermek istiyorum izninizle.

Eski Çeviri: Her yerde kısa yollar keşfederdim.
Yeni Çeviri: Kestirme yollarım öteyerdeydi.

Eski Çeviri: Sarsılarak yavaşladık, arabaların arkasında durduk. Durduğumuz sokakta antikacı dükkânları vardı.
Yeni Çeviri: Hem yerel hem de öteyer araçlarının arkasında sarsılarak yavaşladık ve Besźel binalarının antikacı dükkânlarından oluştuğu bir çapraz hatta geldik.

Eski Çeviri: Burası Besźel’in sakin bir semtiydi, ama caddeler çok kalabalıktı. Kalabalığı yararak ama insanlara bakmadan yürüyordum.
Yeni Çeviri: Besźel’de kalan bölge sakin bir semtti, öteyerdeki sokaklarsa kalabalık. Onları görmezden geldim ama aralarından geçip gitmek zaman aldı.

Eski Çeviri: İki şehre ait bölgeler ve birbirini çapraz kesen kısımlar gösterilmiş, sınırlar griye boyanmıştı.
Yeni Çeviri: Başları kanunlarla derde girmesin diye iki şehri birbirinden ayıran bütün çizgiler ve tonlamalar – bütünsel bölgeler, dışsal alanlar, çapraz hatlar– yerlerini koruyordu fakat gözle görülür şekilde silik ve grinin belirgin tonlarındaydılar.

Eski Çeviri: Şehrin eski sokakları çok dardı, hızlı gidemiyordum. Arabayı bırakıp koşmaya başladım.
Yeni Çeviri: Şehirlerin en eski sokakları bir arabanın geçemeyeceği kadar dar ve dolambaçlıydı. O yüzden araçtan inip Eski Besźel’in parke taşlarıyla kaplı sokakları ve saçaklı evleri ile Eski Ul Qoma’nın karmaşık mozaikleri ve kubbelerinin arasında koşmaya başladım.

Örnekleri çoğaltmak mümkün ama sizi daha fazla sıkmayayım. Yarınız döküldünüz zaten; yazının bundan sonraki kısmını çok az kişi okuyacak muhtemelen (Böhü!)

Özel terimlerle devam edelim. “Grosstopical” iki şehrin farklı bölgelerini oluşturan fakat aynı coğrafi alanı kaplayan yerler için oluşturulmuş bir kelime. Uydurma bir terim. Eski çeviride yok. Coğrafik/Coğrafya kelimesinden yola çıkarak “bütünrafik/bütünrafya” gibi bir terim türettim ben de bunun için. Benzer şekilde “Dopplurbanology” adlı başka bir uydurma terim daha vardı kitapta. O da “ikizkentbilimi” oldu. (Aslında buna “ikizkentoloji” desem çok daha güzel olurmuş, şimdi fark ettim. Tüh… Neyse, sağlık olsun, ne yapalım? O an aklıma gelmedi.)

Besźel polis güçlerinin ismi orijinal metinde “Policzai” (eğik harfle) olarak geçiyor. Aynı şekilde Ul Qoma polisinin adı da “Militsya” (yine eğik harfle). Yazar bu isimleri bilerek böyle yazmış ve bu şehirlerde yabancı bir dil konuşulduğu vurgusunu vermeye çalışmış. Ancak eski çeviride Policzai direkt “Polis,” Militsya ise sadece “Milis” diye çevrilmiş, o otantik hava kaybolmuş. Ben ikisini de Policzai ve Militsya olarak değiştirip orijinal hâllerine geri çevirdim.

Besźel vatandaşlarından da Besźli veya Besźelli olarak değil, tıpkı kitapta yazdığı gibi “Besź” diye bahsediliyor artık (Türkiye-Türk gibi düşünün).

Başka bir değişiklik Ul Qomalıların yakarış cümlelerinde yaşandı. Kitapta Ul Qoma halkının “ışığa” taptığı belirtiliyor. Hatta şehirdeki en büyük yapılardan birinin adı “Mutlak Işık Kilisesi.” Dolayısıyla şaşırdıklarında veya kızdıklarında “Holy Light!” diye bağırıyorlar. “Kutsal Işık!” diyorlar yani, ya da “Işık aşkına!” Ama eski çeviride bu ayrıntı gözden kaçmış ve Ul Qomalılardan biri ne zaman “Holy Light” dese “Aman Tanrım” diye çevrilmiş. Bu da değiştirildi ve hepsi ışıkla ilişkilendirildi.

Bunların haricinde bazı özel isimlerde yapılan küçük ama önemli dokunuşlar var. Mesela “Inspector Borlú” ilk kitabın aksine “Dedektif Borlú” yerine “Müfettiş Borlú” olarak geçiyor artık metinde. “Milkrat” adlı özel fare türünün ismi sadece “fare” yerine, “sütfaresi” olarak yazıldı. “Mectec” (Mise-en-crime technician) adlı özel terimin kısaltması “Oyim” (Olay yeri inceleme memuru) yerine “Cintek” (Cinayet Mahalli Teknisyeni) şeklinde değiştirildi. “Major Yorj Syedr” adlı karakterin ismi “Büyük Yorj Syedr” yerine olması gerektiği gibi “Binbaşı Yorj Syedr” olarak yazıldı.

Bir de bazı cümleler nedenini anlamadığım bir sebepten ötürü iki kere çevrilmişti. Sanki editör cümleyi düzeltmiş ama eskisini silmeyi unutmuş gibi. Buna benzer 10-15 cümleye rastladım kitapta. Onları da sildim.

Son Sözler


Son olarak burada anlattıklarımın hiçbirisini kitabın önceki çevirmeni Mehtap Gün Ayral’ı rencide etmek için yazmadığımı belirtmek isterim. Öyle bir niyetim kesinlikle yok, olamaz da. Bu yazının tek amacı iki çevirisi arasındaki farklılıklara dikkat çekmek ve insanları yeni çeviriye bir şans vermeye teşvik etmek.

Şehir ve Şehir’in gerçekten de kendine has bir dili var. Eğer bilimkurgu ve fantastik edebiyatla hiç alakanız yoksa, anlatılanları gerçek dünyayla ilişkilendirip bildiğimiz kurallara oturtmaya çalışırsanız bir çevirmen olarak işin içinden çıkamazsınız. Anladığım kadarıyla Mehtap Hanım da bu durumdan mustarip olmuş. Ayrıca aynı dönemde bazı ailevi sebepler yüzünden kitapla istediği kadar ilgilenemediğini de belirtmiş kendisi. Çeviride yaptığım değişiklikleri kabul edip, benim ismimin de kitapta ikinci çevirmen olarak yer almasına izin verdiği için kendisine buradan teşekkürlerimi yolluyorum. Yordam Kitap’a da bana bu kitabı düzeltme şansı verdiği için ayrıca teşekkürler.

Epey bir uğraştım anlayacağınız. Ama ortaya güzel bir çalışma çıktığını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Hatta Şehir ve Şehir en çok gurur duyduğum çevirilerimden biri oldu benim için. Umarım siz de okurken benim kadar keyif alırsınız. Eski çeviriyi okuyanların da bu yeni baskıya bir şans daha vermesiyse en büyük temennim.

Not: Bu yazı ilk olarak Kayıp Rıhtım'da yayınlanmıştır.

28 Temmuz 2023 Cuma

Form

Dün anneannemle pazara gittik. Her zaman uğradığımız pazarcı teyze, "Okul nasıl gidiyor evladım? Kaça geçtin?" diye sordu bana.

"Teyzecim ben okulu bitireli 20 seneden fazla oldu," dedim, gülerek.

"Yok yav! Olmamıştır o kadar! Kaç yaşındasın ki sen evladım?!" diye bağırdı, gözlerini kocaman kocaman açarak.

43 yaşında olduğumu söyleyince düşüp bayılıyordu kadın. 'Hehe, hâlâ formumdayım,' diye düşündüm. Anneannemin de hoşuna gitti tabii, şöyle bir kabardı kadıncağız.

Ama bu diyaloğun ardından aldığımız malları, ödediğimiz yüklü meblağı falan düşünüyorum da şimdi... Paraları sayarken pazarcı teyzenin de, 'Hehe, hâlâ formumdayım,' diye dediğine kalıbımı basarım 😄😄

15 Temmuz 2023 Cumartesi

Bir İzmirlinin 42 Derece Hava Sıcaklığıyla İmtihanı

* Sevgili günlük. Haberlere bakılırsa önümüzdeki üç gün boyunca hava durumu 42 derece olacakmış. YANDIK! Yani… daha yanmadık ama yanacağız. Hem de cayır cayır! E klimam da yok. Bu işe kesin bir çare bulmam lazım. BU SICAKLAR BENİ ÇILDIRTACAK!

* Sevgili günlük. Bugün küvette yüzme talimi yapmaya karar verdim. Tozlu bavullarımın birinden mayomu bulup çıkardım. Bir güzel üstüme geçirdim. Ama biraz şişmanlamış mıyım ne? Küçük geldi sanki… Neyse! Asıl sorun o değil. Asıl sorun iki sene önce küveti söktürüp yerine duşakabin taktırmış olmam! Yine de bir deneyeyim dedim, belki başarırım. Ama birkaç dakika boyunca duşakabinin zemininde AYIBALIĞI gibi debelenip yuvarlanınca vazgeçtim. Hayır, bir de ayaklarım kapılara çarpıyor, hepten ayı gibi böğürüyorum. Gerçekten şişmanlamışım galiba, ühü! BU SICAKLAR BENİ ÇILDIRTACAK!

* Ulan günlük! Hava durumu haklı çıktı! Havaları bol olmayasıcalar! Bugün gerçekten de 42 derece! Dışarıda tam bir cehennem sıcağı var. Serinleyeyim diye camı açıyorum, 220 derecede önceden ısıtılmış fırın kapağını açmış gibi oluyorum mübarek! Emektar vantilatörümün de kendine hayrı yok. En üst dereceye getirip tam karşısında duruyorum ama ne fayda?! Son nefesini verir gibi, ince ince soluyor pezevenk! Yok yok, buna bir hâl çaresi bulmam şart. BU SICAKLAR BENİ ÇILDIRTACAK!

* Günlük… Buzdolabının kapağını açıp karşısında oturma fikrim bütün yemeklerimin bozulmasıyla sona erdi. Hayvan gibi terlemeye devam etmem yetmiyormuş gibi şimdi bir de aç kaldım, böhü! Evde mayoyla dolaşma fikrim de aynada kendimi gördüğüm an yaşadığım hüsran ve depresyon tarafından itinayla sona erdirildi. Mayom o kadar küçük geliyor ki harbiden ayıbalığına benziyorum lan! Artık hem aç, hem terli, hem de depresyondayım. BU SICAKLAR BENİ ÇILDIRTACAK!

* Günlük. Evde donla dolaşmaya karar verdim. Çok rahat! Hem de mayomdan daha bol… Daha önce neden aklıma gelmediğine şaşıyorum. Hay donumla bin yaşayayım, hahayt! Gerçi balkona çıktığımda karşı apartmandaki komşunun bakışlarından biraz rahatsız olmadım değil. Kapıcı Rüstem Efendi de kapıyı öyle açınca bana biraz ters baktı sanki. Ama ne var canım?! Deniz kenarında da mayoyla dolaşmıyor muyuz? Ha mayo, ha don! Biri renkli, biri beyaz. Ne olmuş yani? Normalleştirmek lazım böyle şeyleri azizim, normalleştirmek. Bir de şu açlık işine bir çare bulabilsem… Bu havada markete gidilmez ki! BU SICAKLAR BENİ ÇILDIRTACAK!

* Ah be günlük, sorma başıma gelenleri… Dün donumla salonda otururken şu normalleştirme fikri çok kafama yattı. Ben de bunun üzerine bugün markete donla gitmeye karar verdim. Hem orada klima da vardır! Sonuçta ha mayo, ha don, değil mi?

Değilmiş…

Tam da 42 derece hava sıcaklığına rağmen sokaklarda püfür püfür dolaşmanın tadına varmak üzereydim ki birisi arkamdan 42 numara ayakkabısını kafama küt diye geçiriverdi! Ne oluyoruz demeye kalmadan kendimi komşularımın sevgi dolu darbeleri altında dayak yerken buldum. “Yapmayın, etmeyin, bunları normalleştirmemiz lazım!” diye bağırsam da sıcaktan zaten gözü dönmüş olan mahalleli ağzımı burnumu normalleştirmeye kalkınca çareyi topuklarım donuma vura vura kaçmakta buldum ben de.

Baktım, caminin önünden geçiyorum. Allah’a sığınıp daldım içeri. Ne bileyim ben bugünün cuma olduğunu günlük!? Sıcaktan akıl mı kaldı insanda?? İçeriye girmemle cuma namazı için toplanmış cemaatin ortasında kendimi donla buluverdim. “Ey cemaati müslimin! İslam hoşgörü dinidir! Vurmayın!” dedim… dinletemedim. Ne sapıklığım kaldı, ne zındıklığım, ne de münafıklığım. Son hatırladığım polisin gelip beni linç edilmekten son anda kurtardığı… Donumun nerede olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. “Ne işin vardı evladım orada cıbıl cıbıl? Manyak mısın sen?” diye sordu başkomiser. O telaşla kendimi açıklayayım derken, “Komiserim, ayıbalığıyım ben. Buzdolabına sığmayınca markette donla normalleşeyim,” deyiverdim. Şimdi beni Manisa Akıl Hastanesi’ne götürüyorlar. Kliması vardır inşallah.

Bu sıcaklar beni çıldırttı…

7 Haziran 2023 Çarşamba

Halaskâr | Kitap İnceleme

Beklediğimden çok çok daha fazla sevdim ben bu kitabı. 

Birkaç istisna dışında Türk yazarları pek okuyamıyorum. Hep bir şeyler eksik ya da yarım kalıyormuş gibi geliyor bana. O hissi siz de bilirsiniz. Okuyup da işte bu olmuş dediğim, en sevdiğim kitaplar arasına yerleştirdiğim Türk roman sayısı azdır kısacası. Halaskâr da onlardan biri oldu benim için.

Daha önce Yüksel Yılmaz'ın hiçbir kitabını okumamıştım. Kitabın ilk bölümünde biraz bocalar gibi oldum. Ama ilkeller, asistanlar, yabancı bir gezegeni kahramanımızla birlikte keşfetme duygusu ve Serkan'ın karamsar espri anlayışı derken kendimi sayfalara gömülmüş buldum. Uzun bir süredir kendini kitaplara veremeyen, günde birkaç sayfadan fazlasını okuyamayan ben, sayfaların nasıl akıp gittiğini anlamadım. Bir de baktım ki kitabı birkaç günde bitirmişim, daha yok mu diye arka kapağı eşeliyorum.

Kitapta Semele adlı yabancı bir gezegene giden ve buranın dünyalaştırılmaya uygun olup olmadığını araştıran Serkan adlı bir "Halaskâr"ın, bir nevi araştırmacı süvarinin başından geçenlere tanık oluyoruz. Serkan'ın tek dostu beynine eklenen yapay zekâ Arya. Onun dışında bu bilinmeyen tehlikeler ve mucizelerle dolu gezegende bir başına yaşıyor kahramanımız. 

Orada yaşayan canlıların listesini çıkarması, bitkileri araştırıp neleri yiyip içebileceğini keşfetmesi, geceleri saldıran ilkellerle olan amansız savaşı onu bir nevi modern Robinson Crusoe kılmış diyebilirim. Romanın ilk sayfaları bu leziz keşif ve tanıtım bölümleriyle geçiyor. Ama daha sonra Serkan bir acil durum çağrısı alır ve kendisinden kayıp bir Halaskâr'ı bulması istenir. Böylece kahramanımız kendisini hiç beklemediği olayların ortasında bulur.

Kesinlikle çok keyifli, aksiyon dozu yerinde, yer yer güldüren yer yer de doğaya karşı tutumumuzu sorgulatan, çok başarılı bir roman Halaskâr. Ucu açık hiçbir soru bırakmadığı gibi "şu çok mantıksız" ya da "şu çok klişe" dediğiniz bir şey de içermiyor.

Kısacası çok sevdim. Aksiyon-bilimkurgu türünü sevenlere tavsiyemdir.

4 Haziran 2023 Pazar

Aklın Çocuklarına Veda


Ender serisinin dördüncü cildi olan Aklın Çocukları'nın (Children of the Mind) çevirisi de nihayet tamamlandı.

Bu aslında üçüncü kitabın direkt devamı, hatta ikinci parçası. Yazar ikisini tek cilt gibi düşünmüş, ama daha sonra bölme kararı almış. 

O yüzden üçüncü kitapta ucu açıkta kalan pek çok konunun sonunu bu sayfalarda görüyoruz.

Şimdi geriye bir tek serinin beşinci cildi, Ender Sürgünde kalıyor. Onu da çevirmeyi tamamladım mı Ender'le vedalaşma vakti gelecek. Bakalım...

Kitap önceki ciltler gibi yine Pegasus Yayınları'ndan çıkacak.

3 Haziran 2023 Cumartesi

Kutlu Kan | Kitap İnceleme

Kayıp Rıhtım semalarında tanıştığım, Öykü Seçkisi'ndeki hikâyelerini severek okuduğum Harun Çimen'den günümüz Türkiye'sinde geçen, Osmanlı döneminden kalma bir lanet ile gizemli bir cinayeti birleştiren güzel bir polisiye.

Balat'taki terk edilmiş bir köşkte korkunç bir katliam yaşanır ve ruh çağırmak için oraya toplanan yedi gençten altısı korkunç bir şekilde öldürülür. Sadece Çiğdem Duman adlı genç kız hayatta kalır. Polis ne yapsa ne etse cinayeti bir türlü çözemez. Dışarıdan eve kimse zorla girmemiştir. İçeriden çıkıp giden birine dair de bir işaret yoktur. O zaman bu cinayeti kim, nasıl işlemiştir? Kimse cevabı bulamaz. Sonunda suçu mahallenin külhanbeyi Ömer Pehlivan'a yıkarlar ve dava kapanır.

Yıllar sonra Ömer Pehlivan, çiçeği burnunda avukatımız Cihan Akça'yı kendini savunması için tutar. Cihan bu cinayeti onun işlemediğine emindir. Gel gelelim kiminle konuşsa kapılar yüzüne kapanır. Kimse bu konu hakkında soru sorsa kendisine duygusuz, hain, fırsatçı bir avukat muamelesi yapılır. Herkes halkın sevgilisi hâline gelen Çiğdem Duman'dan yanadır.

Derken Çiğdem Duman televizyonda Cihan'a verip veriştirdikten sonra birdenbire ortadan kaybolur. Baş şüpheli olarak da saf avukatımız görülür elbette. Böylece Cihan hem adını temizlemek, hem de bu büyük gizemi çözmek için ümitsiz bir maceraya atılır.

Açıkçası Cihan'ı çok sevdim. Fazla saf, fazla kibar, iyi niyeti sürekli suistimal edilen bir temiz aile çocuğu kendisi. Avukat olmak için fazla iyi biri. Sürekli olarak kendisini abes durumların içinde buluyor, karşısındakine kabalık etmemek için de sesini çok fazla çıkaramıyor. Ama bir yandan da davayı çözmek için azimle çalışmaya ve sorması gereken soruları bir şekilde sormaya devam ediyor. Bu da onu okuması keyifli bir karakter hâline getiriyor.

Kitabın zaman zaman geçmişe gitmesi ve Osmanlı dönemini, yeniçeri isyanlarını, şehzadeleri ve lanetleri konu alması da romana ayrı bir lezzet katmış. Severek, keyif alarak okudum. Bu tür eserleri sevenlere gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.

30 Mayıs 2023 Salı

Yeni Çeviri: Şehir ve Şehir


Tuhaf Kurgu türünün aykırı çocuğu China Mieville'e Arthur C. Clarke Ödülü'nü kazandıran Şehir ve Şehir için yaptığım çeviri düzeltisi nihayet raflardaki yerini aldı.

Yaptığım düzeltmeler ve tamamladığım eksikler sayesinde kitap artık 100 sayfa daha uzun. Eskisi 283 sayfaydı, artık 384 sayfa oldu. Yaptığım düzeltmeler ve tamamladığım eksikler sayesinde kitap artık 51 sayfa daha uzun. Eskisi 332 sayfaydı, artık 383 sayfa. (Ben PDF’e göre konuşmuştum. Basılı hâlinde sayfa sayısı farkı daha az. O heyecanla acele etmişim, erken konuşmuşum. Kusura bakmayın.)

Çok heyecanlıyım bu kitap için. Normalde kendi çevirdiğim/düzelttiğim kitaplar için pozitif yorum yapmaktan kaçınırım, kendimi övmüş gibi görünmekten çekinirim ama Şehir ve Şehir gerçekten çok güzel oldu bu hâliyle. Kitap boyut atladı, şekil değiştirdi âdeta.

Peki, nedir bu kitabın olayı? Şöyle ki romanda Beszel ve Ul-Qoma adlı iki hayali şehir var. Bunlar sadece birbirine komşu olmakla kalmıyor, ama aynı zamanda caddeleri, sokakları, meydanları ve daha bir sürü bölgesi iç içe geçiyor. Sokaklar birbirini çaprazlama kesiyor. Meydanın bir yarısı bir şehre, öteki yarısı diğer şehre ait olabiliyor. Ve iki şehir halkı da birbirini pek sevmiyor. Ama asıl tuhaf olan birbirlerini "görmelerinin" yasak olması. Bir caddenin sağında Beszel, solunda Ul-Qoma vatandaşları yürüyor diyelim. Birbirlerine bakmaları yasak. Birbirlerini görmeleri bile yasak. Yanlışlıkla omuz omza çarpışırlarsa hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ediyorlar. Çünkü kanunlar böyle. Çünkü çocukluklarından beri böyle yetiştirilmişler.

Bakarlarsa, kanunları çiğnerlerse ne oluyor? İhlâl! Adını korku dolu fısıltılarla andıkları İhlâl gelip onları götürüyor. Ve bir daha onlardan kimse haber alamıyor. 

İşte böyle bir ortamda gizemli bir cinayet işleniyor. Bunu çözmekse başkarakterimiz Dedektif Tyador Borlu'ya kalıyor. Gelin görün ki katili yakalamak istiyorsa dedektifimizin bazı kuralları çiğnemesi ve iki şehrin çetrefilli kurallarıyla mücadele etmesi gerekecektir.

Kitap geçen seferki gibi yine Yordam Kitap etiketiyle çıkıyor. Ama bu sefer yeni kapakla. Düzeltilmiş çeviriyi okumak istiyorsanız yeni kapaklı baskısını tercih etmeye özen gösterin lütfen.

Kıyaslama yapabilmeniz için kitabın birkaç sayfasını paylaşıyorum aşağıda.

ESKİ ÇEVİRİ

NE SOKAĞI, ne de mahalleyi görebiliyordum. Etrafımız toprak rengi binalarla çevriliydi. Mahalleli uyanır uyanmaz üstüne ne bulursa geçirmiş, saçlar başlar darmadağın, ellerinde kahveleriyle pencerelerden sarkmış, bir yandan kahvaltılarını ederken, bir yandan da bizi seyrediyorlardı. Binaların ortasında kalan bu alan kim bilir ne amaçla açılmıştı. Maketten bir arazi gibiydi. Belki de burayı ağaçlandırıp bir de yapay göl konduracaklardı. Küçük bir koruluk vardı, ama fidanlar kurumuştu.

Çimenlerin arasından ayrık otları fışkırmıştı, iki tarafı kamyon altında ezilmiş çöplerle kaplı patikalar oluşmuştu. Etrafta çeşitli birimlerden polisler vardı. Buraya ilk gelen dedektif ben değildim -Bardo Naustin ve tanıdığım birkaçı benden önce gelmişti- ama içlerinde en kıdemli olanı bendim. Komiser yardımcısının arkasından, memur arkadaşların toplaştığı yere gittim. Fıçı şeklindeki çöp kovalarıyla çevrili bir kaykay sahasıyla, az katlı metruk bir yapının ortasında duruyorlardı. Uzakta rıhtımdan gelen sesleri duyabiliyorduk. Mahallenin gençleri, ayakta dikilen polislerin önündeki duvara oturmuştu. Martılar havada dönüp duruyor, yiyecek arıyorlardı.

“Müfettiş,” dedi biri. Başımı sallayarak dönüp baktım. Biri bana kahve ikram etti, ama istemedim ve görmem gereken kadının yanına gittim. Kaykay rampasının hemen yanında yatıyordu. Ölülerin dinginliği hiçbir şeye benzemez. Rüzgâr tıpkı bu kadının saçlarında dolaştığı gibi, bütün ölülerin saçlarında dolaşır, ama ölüler hiç tepki vermez. Kadın çok çirkin bir pozisyonda yatıyordu. Bacakları sanki kalkıverecekmiş gibi kıvrılmış, kolları da tuhaf bir şekilde bükülmüş, yüzü yere yapışmıştı.

Genç kadının, tepesinde topladığı kahverengi saçları, topraktan fışkıran otlara benziyordu. Neredeyse çıplaktı. Sabahın ayazında kadını bu halde görmek, insanın tüylerini ürpertiyordu. Külotlu çorabı kaçmıştı. Topuklu ayakkabılarının teki ayağındaydı. Ayakkabının diğer eşini aradığımı gören bir kadın polis, uzaktan bana el salladı. Ayakkabının başında duruyordu.

Ceset bulunalı ancak birkaç saat olmuştu. Ölen kadına baktım. Pislik içindeydi, nefesimi tuttum, yüzünü görebilmek için yere doğru eğildim, ama görebildiğim tek şey açık kalmış bir gözdü.

“Shukman nerede?”

“Daha gelmedi, Müfettiş…”

“Biriniz arayın, söyleyin elini çabuk tutsun.” Parmağımla saatime vurdum. Olay yeri denen şey, benden sorulurdu. Patolog Shukman gelene kadar, kimse cesedi yerinden oynatamazdı. Yapılacak başka şeyler de vardı elbette. Etrafı kontrol ettim. Burası gözlerden uzak bir yerdi. Çöp konteynerleri bizi saklıyordu,ama mahallenin her yerinden, böcekler gibi, üstümüze yönelen bakışları hissedebiliyordum. Sanki etrafımız sarılmıştı.

Yan yana iki çöp konteynerinin durduğu yerde, paslı zincirlerin yanında ıslak bir şilte vardı. “Şilte kadının üstündeydi.” Konuşan, Lizbyet Corwi’ydi. Lizbyet, daha önce de birkaç kez birlikte çalışma fırsatı bulduğum zeki bir kadındı. “Pek de iyi saklayamamışlar aslında, bir çöp yığını gibi görünsün istemişler, herhalde.” Cesedin çevresinde, dikdörtgen şeklinde bir koyu toprak izi gördüm, ıslak şiltenin iziydi bu. Naustin yere çömelmiş, toprağı inceliyordu.

“Çocuklar bulmuş,” dedi Corwi.

“Nasıl bulmuşlar?”

Corwi topraktaki pati izlerini gösterdi. “Kedinin bir şeyleri tırmaladığını görmüşler. Ne olduğunu anlayınca da tabanları yağlamışlar, sonra da polisi aramışlar. Bizimkiler geldiğinde…” Corwi, daha önce görmediğim iki devriye memuruna baktı.

“Cesedi yerinden mi oynatmışlar?”

Corwi başını salladı. “Yaşıyor mu diye kontrol etmek istemişler.”

“Adları ne bunların?”

“Shushkil ve Briamiv.”

“Kadını bulanlar da bunlar mı?” Duvara tünemiş çocukları gösterdim. İki kız, iki oğlan vardı. On beş yaşlarındaydılar. Soğukkanlı bir şekilde oturmuş, önlerine bakıyorlardı.

“Evet, serseriler işte.”

“Sana da sabah sabah iş çıktı.”

“Toplum hizmeti fedakârlık ister, değil mi ya?” dedi Corwi. “Belki de ayın keşini seçmek için toplanmışlardır. Sabah yediye doğru gelmişler buraya. Kaykay sahası ona göre ayarlanmış besbelli. Birkaç yıl önce yapılmış burası. Mahallenin gençleri sıraya bindirmişler işi. Gece yarısından sabah dokuza kadar serseriler, dokuzdan on bire kadar çeteler, on birden gece yarısına kadar da kaykaycılarla patenciler kullanıyormuş.”

“Üstlerinden bir şey çıktı mı?”

“Oğlanın birinde küçük bir çakı bulduk. Ama çok küçük. Onunla fare bile kesemez. Oyuncak gibi bir şey. Hepsi de tütün çiğniyor. Başka bir şey yok.” Corwi omuz silkti. “Duvarın dibinde bulduğumuz esrar
onların değil, ama etrafta onlardan başka kimse de yoktu.”

Öbür polisin elindeki torbayı gösterdi. Torbanın içinde reçineyle kaplı minik ot demetleri vardı. Bu otun sokaktaki adı Feld, bilimsel adı ise Catha edulis idi. Tütün ve kafeinle güçlendirilip sakız gibi çiğneniyor, içindeki uyuşturucu madde dil altından kana karışıyordu. Üç ismi vardı: Ona ana vatanında khat, İngilizcede kedi anlamına gelen cat, bizim dilimizde ise feld deniyordu. Otu kokladım. Çok kalitesizdi. Ceketlerinin içinde tir tir titreyen dört gencin yanına gittim.

N’aber, polis?” dedi içlerinden biri. Oğlan Besz aksanlı hip-hopvari bir İngilizceyle konuşuyordu. Gözlerime baktı, rengi atmıştı. O da, yanındaki arkadaşları da pek iyi görünmüyordu. Oturdukları yerden kadının cesedini görmeleri mümkün değildi, ama yine de o tarafa bakamıyorlardı.

Feldi bulduğumuzu anlamışlardı, onlara ait olduğunu düşündüğümüzü sanıyorlardı. Hiçbir şey söylemeden kaçarak uzaklaşabilirlerdi.

“Ben Müfettiş Borlu,” dedim. “Ağır Suçlar Birimi (ASB).” İlk adımın Tyador olduğunu söylemedim. Tam arada bir yaştaydım, ilk adıyla hitap edilmek için çok yaşlı, ergen çocuklarla teklifsizce konuşmak içinse çok gençtim.

***

GÖZDEN GEÇİRİLMİŞ, YENİ ÇEVİRİ

NE SOKAĞI ne de siteyi doğru dürüst görebiliyordum. Etrafımız toprak rengi binalarla çevriliydi. Mahalleli saçları başları darmadağınık vaziyette ve ellerinde kahve fincanlarıyla pencerelerden sarkmış, bir yandan kahvaltılarını ederken diğer yandan da bizi seyrediyorlardı. Binaların arasında kalan açık arazi bir ara elden geçirilmişti. Bir golf sahasına benziyordu. Ya da küçük bir çocuğun kum havuzuna. Belki de burayı ağaçlandırıp bir de yapay göl konduracaklardı. Küçük bir koruluk vardı ama fidanlar kurumuştu.

Çimenleri ayrık otları bürümüş, üzerleri kamyon tekerleği izleriyle yol yol olmuştu. Çer çöpün arasında taş döşeli yürüme yolları gözüküyordu. Etrafta çeşitli birimlerden polisler vardı. Buraya ilk gelen dedektif ben değildim –Bardo Naustin ile tanıdığım birkaç kişiyi daha görmüştüm– ama içlerinde en kıdemli olan bendim. Komiser yardımcısını takip ederek meslektaşlarımın büyük bir bölümünün toplandığı yere, terk edilmiş alçak bir kule ile fıçı şeklindeki çöp kovalarıyla çevrili bir kaykay sahasının bulunduğu noktaya gittim. Bir avuç çocuk duvarda oturuyor, onların önünde de polis memurları duruyordu. Martılar toplanan kalabalığın üstünde daireler çizip yiyecek arıyorlardı.

“Müfettiş,” dedi birisi. Onu başımla selamladım. Biri bana kahve ikram etti ama kafamı iki yana salladım ve görmek için geldiğim kadına baktım.

Kaykay rampalarının hemen yanında yatıyordu. Hiçbir şey ölüler kadar hareketsiz duramaz. Saçları rüzgârla hareket eder –tıpkı şu anda bu kadınınkilerin hareket ettiği gibi– ve hiçbir şeye tepki vermezler. Kadın çok çirkin bir pozisyonda uzanıyordu; bacakları sanki kalkıverecekmiş gibi kıvrılmış, kolları da tuhaf bir şekilde bükülmüştü. Yüzü yere yapışıktı.

Genç bir kadındı; başının iki yanından sallanan örgülü kahverengi saçları, topraktan fışkıran bitkilere benziyordu. Neredeyse çırılçıplaktı ve sabahın ayazında teninin pürüzsüz olduğunu, tüylerinin soğuktan ürpermediğini görmek üzücüydü. Üzerinde sadece kaçmış külotlu çoraplar ve topuklu ayakkabılarının teki vardı. Ayakkabının diğer eşini aradığımı gören bir kadın polis uzaktan bana el salladı. Ayakkabının başında nöbet tutuyordu.

Ceset bulunalı ancak birkaç saat olmuştu. Ölen kadına baktım. Yüzünü görebilmek için nefesimi tutup toprağa yaklaştım ama seçebildiğim tek şey açık kalmış bir gözdü.

“Shukman nerede?”

“Daha gelmedi Müfettiş…”

“Biriniz arayın, söyleyin elini çabuk tutsun.” Parmağımla saatime vurdum. Cinayet mahallinden ben sorumluydum. Patolog Shukman gelene kadar kimse cesedi yerinden oynatamazdı ama yapılacak başka şeyler de vardı elbette. Etrafı kontrol ettim. Ücra bir köşedeydik ve çöp konteynerleri bizi gözlerden saklıyordu, fakat bütün sitenin dikkatinin haşereler misali üzerimize üşüştüğünü hissedebiliyordum. Etrafta boş boş dolanıyorduk.

Arazinin kıyısındaki iki çöp kutusunun arasında, zincirlere dolanmış paslı demir parçalarının yanında ıslak bir şilte vardı. “Şilte kadının üstündeydi,” dedi Lizbyet Corwi adlı memur. Daha önce birkaç kez birlikte çalışma fırsatı bulduğum, zeki bir kadındı. “Cesedi pek iyi sakladığı söylenemez aslında, ama onu bir tür çöp yığını gibi göstermiş sanırım.” Ölü kadının etrafında dikdörtgen şeklinde, daha koyu bir toprak izi olduğunu gördüm. Şiltenin bıraktığı nemli iz olsa gerekti. Naustin yere çömelmiş, toprağı inceliyordu.

“Kadını bulan çocuklar şilteyi hafifçe kaldırmışlar,” dedi Corwi.

“Onu nasıl bulmuşlar peki?”

Corwi topraktaki küçük pati izlerini gösterdi. “Onu hayvanların pençelerinden kurtarmışlar. Karşılarındaki şeyin ne olduğunu anlayınca tabanları yağlamışlar, sonra da polisi aramışlar. Bizimkiler geldiğinde…” Corwi tanımadığım iki devriye memuruna bir bakış attı.

“Cesedi yerinden mi oynatmışlar?”

Corwi başıyla onayladı. “Hâlâ hayatta olup olmadığını kontrol etmek istedik dediler.”

“Adları ne bunların?”

“Shushkil ve Briamiv.”

“Kadını bulanlar da şunlar mı?” Başımla duvara tünemiş çocukları işaret ettim. İki kız, iki de oğlan vardı. On beş yaşlarındaydılar. Üşümüşlerdi ve başları öne eğikti.

“Evet, hepsi birer müptela.”

“Sabah dozlarını mı alıyorlarmış?”

“Adanmışlık diye buna denir, ha?” dedi Corwi. “Belki de ayın keşi olmaya falan çalışıyorlardır. Buraya sabah yediye doğru gelmişler. Görünüşe göre kaykay sahası ona göre ayarlanmış. Burası yapılalı sadece birkaç yıl oldu; eskiden burada hiçbir şey yoktu. Ama mahalleli daha şimdiden pistin hangi saatlerde kime ait olduğunu belirlemiş. Gece yarısından sabah dokuza kadar sadece müptelalar geliyor; dokuzla on bir arasında çeteler o günkü planlarını yapıyorlar; on birden gece yarısına kadar da kaykaycılarla patenciler kullanıyor.”

“Üstlerinden bir şey çıktı mı?”

“Oğlanların birinde küçük bir çakı bulduk. Ama harbiden küçük. Onunla bir sütfaresi bile kesemezsin, oyuncak gibi bir şey. Bir de hepsinde tütün vardı. Başka bir şey yok.” Omuzlarını silkti. “Üzerlerinden esrar çıkmadı; onu duvarın dibinde bulduk ama…” Tekrar omuz silkti. “Etrafta onlardan başka kimse yoktu.”

Meslektaşlarımızdan birine yaklaşmasını işaret etti, sonra da adamın elindeki torbayı açtı. İçinde reçineyle kaplı, küçük ot demetleri vardı. Bu otun sokaktaki adı feld idi. Catha edulis bitkisinin bir tür melezinin tütün, kafein ve daha sert maddelerle güçlendirilmesiyle elde ediliyordu ve fiberglas ya da benzer bir maddeyle diş etlerinizi aşındırıp kanınıza karışmasını sağlıyordunuz. İsmi üç farklı dilde yapılmış bir kelime oyunundan ileri geliyordu. Ana vatanında ona khat diyorlardı. İngilizcede “kedi” anlamına gelen cat kelimesinin bizim dilimizdeki karşılığıysa feld idi. Otu kokladım. Çok kalitesizdi. Kabarık ceketlerinin içinde tir tir titreyen dört gencin yanına gittim.

“N’aber aynasız?” dedi oğlanlardan biri, İngiliz hip-hop jargonunun Besź dilindeki karşılığıyla. Başını kaldırıp gözlerime baktı ama yüzü solgundu. O da arkadaşları da pek iyi görünmüyordu. Oturdukları yerden kadının cesedini görmeleri mümkün değildi, ama yine de o tarafa bakamıyorlardı.

Feld ’i bulduğumuzu, onlara ait olduğunu anladığımızı biliyor olmalıydılar. Hiçbir şey söylemeden kaçıp gidebilirlerdi.

“Ben Müfettiş Borlú,” dedim. “Ağır Suçlar Birimi.”

Ben Tyador , dememiştim. Bu yaştaki insanları sorgulamak zordu; asıl isimleriyle hitap edilmek, üstü kapalı laflar ve oyuncaklar için fazla yaşlı ama bir görüşme sırasında direkt muhatabınız olamayacak kadar da gençtiler.