24 Nisan 2013 Çarşamba

Usta şoför

Normalde yön duygum oldukça iyidir, dikkatli biri olduğum için de kolay kolay kaybolmam. Ama sadece yürüdüğüm zamanlarda böyle bu. Araba kullanırken işler hiç de öyle olmuyor çünkü, yola mı bakayım etrafa mı diye kara kara düşünür ve arkamdan yükselen asabi klakson seslerini duymazdan gelmeye çabalarken gideceğim yeri bir türlü tutturamam. Mutlaka etrafında bir tur atıp doğru yere ondan sonra varmam artık adetten oldu. Çok feci bütçe dostuyum anlayacağınız, normalin iki katı yakıt harcamakta üstüme yoktur.

Geçen sene kuzenim Mehmet (evet, o da Mehmet. Ahmet ile birlikte sülalemiz bünyesinde en çok kullanılan iki isimden biri olur kendisi) yanında uzaktan bir akrabamızla birlikte bir iş toplantısı için İzmir’e geliyordu. Gelmeden önce de bana telefon edip, “Bizi otogardan alıp otele kadar bırakabilir misin?” diye rica etmişti. Ben de “Tabii ki, seve seve,” dedim hâliyle. Nereden bilsin benim dört teker üzerinde şahane bir yön duygusuna sahip olduğumu? Akşam sekiz gibi erkek kardeşim Metin’le birlikte aldık arabayı, çıktık yola. Evden çıkmadan önce de kendimizce uyanıklık edip Google’dan haritaya baktık. Zekiyiz ya… Kaybolmayacağız hesapta. İlk başta her şey güzel gidiyordu; yol açıktı ve hava da güzel. Alsancak limanına kadar sorunsuz bir biçimde gittik. Orada önümüze kocaman, beyaz bir minibüs çıktı. Tam yolun ortasından tıngır mıngır gidiyor, diğer arabaların korna seslerine aldırış bile etmiyordu. Derken biri minibüsü sollayıverdi, ardından da öbürü derken bir tek biz kaldık kaplumbağa ruhlu aracın arkasında.
“Geç şunu ya! Geç kalacağız,” dedi Metin.
Ben de verdim sinyali, kırdım direksiyonu sola. Tam minibüsü sollarken sağımızda kalan “Otogar” tabelasını  da tam gaz geçmeyelim mi? İkimiz de gözlerimiz ardına kadar açılmış bir vaziyette, ön camdan dışarıya bakan iki heykel misali gittik bir müddet.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordu benim kaybolmalarıma alışkın olan Metin, tedirgin bir şekilde.
“Bilmiyorum,” diye cevapladım cılız bir sesle. Ardından o üstün yön bulma kabiliyetim devreye girdi. Hemen kafamdan muhtemelen tamamıyla yanlış olan bazı hesaplamalar yaptım ve karşıma çıkan ilk sağa saptım. Son hatırladığım sebebini tam olarak anlayamadığım bir nedenden dolayı Çeşme istikametine doğru gitmekte olduğumuzdu.

21 Nisan 2013 Pazar

Geçmişin Gölgesi, Geleceğin Laneti



Yeni bir kitap, yine bir kitapla karşınızdayım efendim. Bir süredir sevgili Aşkın Güngör ile birlikte üzerinde çalıştığımız kitap nihayet son aşamaya geldi ve yakında raflardaki yerini alacak. Bu kez farklı, daha uzun soluklu bir çalışma var elimizde. Kısa kısa öykülerden oluşan bir kitap değil de tek bir konuyu anlatan, 175 sayfalık mini bir roman (tabiri caizse bir novella).

Arka kapak yazımız ise şöyle:

Titanik...

Dünya onu lüks ve şaşaanın sınır tanımadığı rekorlar kıran bir gemi, insanoğlunun o
güne kadar yarattığı en muhteşem şey olarak tanımaya hazırlanıyordu. Oysa o, tarihe
hafızalardan kolay kolay silinmeyecek bir faciayla geçti. Hepsi birkaç ihmalkarlık ve
talihsiz bir kaza yüzünden. Yoksa öyle değil mi?

Yıl 1912... İngiltere'nin önde gelen gemi yapım firması White Star Line, rakipleriyle
başa çıkabilmek için daha önce emsali görülmemiş bir gemi yapma kararı alır. Ve
yıl 2012... Finansal sorunlarla boğuşan ve iflasın eşiğine gelen White Star Line eski
görkemli günlerine geri dönebilmek için kendilerine en çok ün getiren projeyi bir kez
daha masa üstüne yatırmaya karar verir. Titanik...

İlk Titanik'in başına gelen gizemlerle dolu olayların aslı neydi? Geminin batışı sadece
talihsiz bir kaza mıydı yoksa daha büyük ve daha kötücül bir şeyler mi iş başındaydı?
Kazadan tam 14 yıl önce Titanik'in batışını birebir kaleme alan Morgan Robertson'ın sırrı
neydi? Yeni Titanik üzerindeki kuşku ve uğursuzluk bulutlarını atıp öncüsünün makus
talihinden kurtulabilecek mi?

Geçmiş ve gelecek arasında gidip gelen, iki farklı Titanik'i konu alan, gizem ve
sürprizlerle dolu bir macera...

Korku edebiyatının büyük ustası Lovecraft'ın başyapıtı, insanlık tarihinin tanıklık ettiği
en büyük faciayla buluşuyor.

"Ph'nglui mglw'nafh Cthulhu R'lyeh wgah'nagl fhtagn."

Yapımda emeğ... Ehem... Yorumlarıyla, varlıklarıyla, dostluklarıyla bana destek olan herkese bir kez daha teşekkürler. Veee keyifli okumalar.

20 Nisan 2013 Cumartesi

İzmir Kitap Fuarı


Geçen iki yıl boyunca hep misafir olarak katıldığım fuara bu sene ev sahibi olarak katılıyorum, mutluyum! Kısmetse Salon 2 - Stand 706 A'da olacağım. Müsait olanları sohbete beklerim efendim.



18 Nisan 2013 Perşembe

Kılavuzu Yorgun Savaşçı olanın...


Geçtiğimiz hafta sonu İstanbul’dan iki günlüğüne bir misafirimiz geldi. Kayıp Rıhtım tayfasından Kahlan Amnell… İlk gün kendisine karşı misafirperver yanımdan çok, arazi olma konusundaki üstün yeteneklerimi sergilemiş olsam da Pazar gününü sabahtan akşama kadar onunla birlikte turlayarak kendimi bir nebze affettirdim (sanırım). Lakin insan “sonradan İzmirli” olunca şehre ilk defa gelen birini gezdirmesi biraz zor oluyormuş, onu fark ettim. Çünkü gidilebilecek yerler de hep “sonradan” geliyor insanın aklına.

Alsancak’ta edilen mükellef bir sabah kahvaltısından sonra Kordon boyunca, Konak istikametine doğru yürümeye başladık kendisiyle. Ben de bu esnada hem onun fotoğraflarını çekiyor hem de ev sahibi pozlarında çevreyi tanıtıyordum. “Şurası Gündoğdu Meydanı, bu heykeli falanca yılında diktiler. Burası da Cumhuriyet Meydanı, şu da meşhur Atatürk Heykeli. Bu ikisi Cumhuriyet Meşaleleri, törenlerde bunları yakıyorlar. Ve meşhur Pasaport İskelesi! Hayal A.Ş. adlı hikayem burada başlıyordu, ehe-mehe…” nidalarım eşliğinde Konak Pier’e kadar yürüdük.

“İzmir’i seviyorum ya,” dedi Kahlan Amnell, bir müddet sonra. “Sanırım bir ara yaz tatiline de buraya geleceğim. Çeşme nasıl bir yer?”
Nı-nı-nı-nım! İşte çalışmadığım yerden gelen ilk soru. ‘Valla nasıl olsun işte. Deniz, güneş…’ demedim tabii, kendimce Çeşme’yle ilgili deneyimlerimden bahsettim. Çok kalabalık olduğundan, popüler plajları pek önermediğimden, kumdan çok insan olduğundan falan… Bu engin tecrübelerimin iki elin parmaklarını geçmediğini ise kendime saklamayı tercih ettim elbette. Ama bu sırrım çok uzun süre saklı kalamadı…
“Çok bilindik yerlere gitmemekte fayda var. Yanında bilen biri olmalı,” diye bitirdim konuşmamı.
“Nerelere mesela?”
Sessizlik…
“Sence neresi güzel?”
“Eee… Şey… Canım, yanında bilen biri olsun dedim ya! Çaktırma işte!”
O anda durumu anlayan Kahlan, kahkahayı patlatıverdi. Arkadaşlık böyle bir şey işte, kendinizi ne kadar rezil ederseniz edin karşınızdaki kişi buna sadece içten bir şekilde gülüp geçecektir.

Haskahve’de karşılıklı kahvelerimizi içip biraz sohbet ettikten sonra yine düştük yollara (yollaraaa, yollaraaa… Yine aştık dağlarııı…) Konak İskelesi’ne kadar yürüdük ve zurnanın zırt dediği yere geldik. Şimdi nereye gidecektik? Pazar günü Kemeraltı’na gidilmezdi, hem zaten dün orayı gezmişti. Bir vapur sefası yapıp Karşıyaka’ya geçebilirdik ama o zaman da akşamki İstanbul otobüsünü kaçırma ihtimalimiz vardı. Üstelik karnımız da hafiften bir acıkma belirtisi gösteriyordu. Sonunda yeniden Alsancak’a dönmeye karar verdik, bu da az önce geçtiğimiz yolları tekrar arşınlayacağımız anlamına geliyordu. Sıcak İzmir güneşinin altında soğuk terler dökmek nasıl oluyormuş, o an anladım. Çünkü anlatacak başka bir şeyim yoktu! Aklıma başka bir şey gelmediğinden tekrardan çevreyi tanıtmaya başladım, ama az önceki kendine güvenen hâlimden eser yoktu tabii. İncecik bir sesle ve çabuk çabuk konuşmaya (daha doğrusu saçmalamaya) başladım.
“Eee… Şey… İşte şurası Cumhuriyet. Yani meydanın adı Cumhuriyet… Bu da Atatürk. Şey, yani heykel… Atatürk Heykeli… Bunlar da meşale…”
Konuştukça batıyordum anlayacağınız. Ama Kahlan yine gülmekle yetindi sağ olsun. “Sıkıldın mı yoksa?” diye sordu.
“Hayır, ama senin sıkılmandan korkuyorum çünkü seni gezdirebileceğim başka bir yer gelmiyor aklıma,” diye yanıtladım mahcup bir edayla. “Dedim sana, yanında bir bilen olmalı diye!”

Günün son gafı ise boyoz aramaya başlamamızla gerçekleşti. Annesi ‘İzmir’den gelirken boyoz getir bir zahmet,’ demiş. Akşam vakti bul bulabilirsen boyozu… Artık nasıl şartlanmışsam, bulacağım diye nasıl odaklanmışsam ne yana baksam ‘boyoz’ kelimesini görmeye başladım. “Aaa… Bak! Boyoz Bürosu var şurada. Ay, tüh! Döviz Bürosu yazıyormuş ya… Hah! Boyoz Salonu! Hay Allah, düğün salonuymuş bu da… Dur, bulacağım!”

Bayağı bir sağa sola koşturdum arkadaşı İzmir’in sokaklarında. Koşturmak derken ciddi anlamda koşmayı kastediyorum çünkü bu kadar dolaşmanın ardından bir de otobüse yetişeceğiz diye koştuk tabii. Eminim hiç benim gibi misafir ağırlayan birini görmemiştir. Millet misafirinin ayaklarını yerden keser, ben resmen kara sular indirdim. İzmir’e gelip de koşmadım demez en azından. Öhm.. Peki boyozu bulduk mu? Bulduk efendim, otogar servisinin kalkacağı yerin hemen karşısında… Ama yanında bir bilen olsun demiştim ben!

Ühü!