25 Mayıs 2013 Cumartesi

Tuhaf

“Sen çok tuhafsın,” dedi bir öğrenci, sınıfın en sonunda tek başına oturan yeni çocuğa. 

“Hayır, değilim,” dedi yeni çocuk, deniz mavisi ve iri gözlerini ürkekçe karşısındakine çevirerek.

“Öylesin,” diye ısrar etti öğrenci. Siyah renkli kıvır kıvır saçları ve kalın çerçeveli bir gözlüğü olan zayıf bir oğlandı. Başını bir yana eğmiş, kuşkulu gözlerle muhatabını süzüyordu.

“Hayır, değilim,” diye yanıtladı yeni çocuk tekrardan. Kulaklarının üzerine kadar inen saman sarısı saçlara sahipti. Göz bebekleri durgun bir gölün üzerine yansıyan dolunay misali hafifçe dalgalanıyor, bu da ona her an ağlayacakmış gibi bir görüntü veriyordu.

“Aaa, konuştu!” dedi diğer öğrencilerden biri. Altın sarısı saçlara, bacak kadar bir boya ve elma gibi yanaklara sahip sevimli bir kızdı bu kez konuşan. Üzerinde şeker pembesi bir kıyafet vardı, saçları iki yandan örülmüştü. Kafasına kağıttan bir taç takılıydı. O da yeni çocuğun sırasına doğru ilerledi, onu talebelerin geri kalanı takip etti. Bir anda 3-B sınıfının bütün öğrencileri yeni çocuğun etrafında toplanmıştı.

“Merhaba, ben Melisa,” dedi kız, pembe eteğinin uçlarını asillere özgü bir edayla kaldırıp dizlerini hafifçe kırarak.

“Can…” diye tanıttı kendini yeni çocuk, gözlerini utangaç bir tavırla yere sabitleyerek.

“Memnun oldum Can.” dedi Melisa, başını hafifçe yukarı kaldırıp sağ elini gösterişli bir biçimde sallarken. “Ben bu sınıfın kraliçesiyim ve bunlar da...” Eliyle sınıfın geri kalanını işaret etti, “...benim hizmetkârlarım.”

“Ben senin hizmetçin değilim, ben bir şövalyeyim!” diye çıkıştı şişman bir oğlan, gururla göğsünü şişirerek. Farkında olmasa da bu hareket sadece göbeğinin daha da belirgin olmasını sağlamıştı. “Adım Sör Kocayürek!”

“Olsa olsa Kocagöbek’tir o,” dedi kıvırcık çocuk, yüzünde alaycı bir tebessümle. Sınıfın geri kalanından neşeli bir kahkaha koptu. Can hariç… Kendisini oturduğu köşeye esir eden bu yabancılar taburuna ürkek gözlerle bakmakla meşguldü o. En azından artık her an ağlayacakmış gibi görünmüyordu.

“Bu bir hakaret!” dedi adının Kocayürek olduğunu iddia eden koca göbekli. “Seni düelloya davet ediyorum alçak adam,” diye devam etti sonra da, pantolon kemerine sıkıştırdığı plastik bir cetveli gösterişli bir hareketle çekerek. Bu esnada ağzından sahte bir metale-sürtünen-kılıç sesi çıkartmayı da ihmal etmemişti; ama hareketine devam etme fırsatı bulamadı çünkü öğrenciden bozma Kraliçe Melisa, cetvelden bozma kılıcı elinden hızla kapıvermişti.

“Dediğim gibi… Ben Sınıfolya ülkesinin kraliçesiyim ve bunlar da benim hizmetkârlarım!” dedi kız, son kelimeyi telaffuz ederken yuvarlak hatlı çocuğa kötü kötü bakarak. “Ama merak etme, emrimde yeteri kadar hizmetçi var. Bu yüzden seni kraliyetimin ilk Pembe Generali ilan ediyorum. İşte kılıcın,” diye ekledi cetveli bir resmiyet havasıyla Can’a uzatarak.

“Ama… Bu bir kılıç değil ki?” diye yanıtladı çocuk, kafası karışmış bir biçimde elindeki plastik parçasına bakarken.

Tüm diğer çocuklar uzun ve sessiz bir an boyunca ona bakakaldı.

“Söylemiştim,” dedi sonunda kıvırcık. “O çok tuhaf!”

19 Mayıs 2013 Pazar

Eski Dostlar

Fötr bir şapka ve yıllanmış, lacivert bir takım elbise giyen yaşlı adam gözlerini kırpıştırarak etrafına bakındı. Soluna doğru uzanan, kırmızı halıyla kaplı karanlık ve dar bir koridorun üzerinde duruyordu; sağ yanında üzeri posterler ve gösteri afişleriyle kaplı bir duvar vardı. Loş ışıkla aydınlatılmış bir vestiyerin önündeydi. O anda sırtındaki paltoyu görevliye teslim etmek üzere çıkarıp eline almış olduğunu fark etti. İşin garip tarafı oraya ne zaman geldiğini, orada ne kadar zamandır durduğunu ve paltosunu ne ara çıkarttığını bilmemesiydi. Aslına bakarsanız şu anda nerede olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Bir kez daha, bu kez meraklı bakışlarla etrafına bakındı. Vestiyerde bir görevli görünmüyordu, karanlık koridorda da kendisinden başka kimsecikler yoktu. Geriye dönüp arkasında kalan çift kanatlı cam kapıya dikti gözlerini. Tersten de olsa üzerindeki harfleri okumayı başardı: Eski Dostlar Kulübü. Bu isim de kendisine bir şey çağrıştırmamıştı. Derken kesik kesik öten, hafif bir dıt! sesi duyar gibi oldu.

Dıt!… Dıt!… Dıt!…

Sesin kaynağını görebilmek için bir kez daha bakındı etrafına, sonra da ihtiyar gözlerini önündeki vestiyere dikti. Bu gizemli ses oradan geliyor olabilir miydi acaba? Fakat tamamen başka bir şey oldu dikkatini çeken: Paltolar. Gözlerinizi bir vestiyere diktiğinizde paltolardan oluşan ufak bir ordu görmenin ilginç bir yanı yoktu elbette, ama göz bebeklerinizin önünde sessiz bir resmi geçit düzenleyen her bir palto tarif edilemez derecede tanıdıksa o zaman işler değişirdi. Bir okul sırasında, bir iş çıkışında, bir sinema kuyruğunda, bir pastanede koltuğunda, eve gidiş yolunda sık sık gördüğü, en az kendisininki kadar aşina olduğu paltolardı bunlar. Renkleri, modelleri, desenleri… Çok tanıdıktı her biri, çok bildik. Sanki hiç bilmediği bir yerin ortasında değil de evinin antresinde durmuş, aile fertlerinin eşyalarının asılı olduğu bir portmantoya bakıyormuş gibi hissetti kendisini.

O esnada soluna doğru uzanan, kırmızı halı kaplı koridorun sonundan şen, sıcak ve davetkâr bir kahkaha tufanı koptu. Gayri ihtiyari olarak kafasını o yöne çeviren ihtiyar, gölgelerin arasında durmakta olan birini gördü. Oysa az önce orada hiç kimsenin olmadığına yemin edebilirdi. Daha net görebilmek için yaşlı gözlerini hafifçe kıstı. Uzun boylu, zayıf yapılı bir erkekti gölgelerin arasında duran kişi; loş ışığın altındaki hatları güç bela seçiliyordu. Elindeki köstekli saate bakmakla meşguldü.

“Şey… Bakar mısınız?” diye sordu yaşlı adam.

Bakmadı.

Onun yerine seri bir hareketle saatini cebine attı ve önündeki çift kanatlı ahşap kapılardan içeri girip gözden kayboldu. O eşikten geçerken kalabalık bir gurubun neden olduğu konuşma ve kahkaha gürültüsü tanıdık bir müzik eşliğinde dışarıya taştı. İçeride bir çeşit parti veriliyor olmalıydı. Ya da bir tür kutlama… Kapılar kapanır kapanmaz koridor yeniden sessizliğe, adamsa tekil şahısa bürünüverdi. Neden kendisine yanıt vermeden apar topar içeri girmişti ki? Ya da daha doğrusu neden kendisini görmezden gelmişti acaba? Belki de ona seslendiğini duymamıştı? Emin olamıyordu ihtiyar, fakat kesin olarak bildiği bir şey varsa o da adamı bir yerlerden tanıyor olduğuydu. Tıpkı paltolar gibi, onda da feci derecede aşina gelen bir şeyler vardı.

5 Mayıs 2013 Pazar

Korkunun Bütün Sesleri - Kitap İnceleme

Bilim-kurgu kitapları bir dönem boyunca ülkemizde oldukça yaygın olsa da şu son zamanlarda iyi örneklerine rastlamak maalesef pek güç. Çünkü çoğu eser artık basılmıyor, aradığınız kitaba ulaşabilmek için de genellikle sahafları talan etmeniz gerekiyor. Özellikle Asimov ve Clarke gibi ustaların vakti zamanında basılmış ama üretimi durdurulmuş kitaplarını bulmak bir hayli zor. 

Korkunun Bütün Sesleri, bilim-kurgu edebiyatının yedi ünlü yazarının birer çalışmasını içeren bir hikâye derlemesi. İçerisinde Isaac Asimov, Robert Heinlein gibi klasik bilim-kurgu ustalarının yanı sıra Harlan Ellison, J.G. Ballard gibi aykırı yazarları da barındırıyor. Böylece farklı tatları ve anlayışları da okuyucuya sunmayı amaçlıyor. Hikâyeleri seçerken türün “rahatsız edici” örneklerini ele almaya dikkat etmiş kitabı derleyenler. Burada rahatsız ediciden kastım kesinlikle kan ve şiddet gibi şeyler değil yalnız; okuru düşündüren, içinde yaşadığımız hayatı ve düzeni sorgulatan eserlerden bahsediyorum. Kısacası kitabın adını hakkeden, gayet yerinde seçimler…

Açılış öykümüz, kitaba adını veren “Korkunun Bütün Sesleri.” Bilim-kurgunun asi çocuğu olarak lanse edilen Harlan Ellison’a ait. Oldukça çarpıcı bir karakterin yine bir o kadar çarpıcı olan hikâyesi anlatılıyor bu öyküde. Aynı zamanda Ellison’ın neden “asi” olarak tanımlandırıldığını görmek, farklı üslubunu tecrübe etmek için güzel bir fırsat sunuyor. Adına yakışır sonuyla oldukça iyi bir hikâye.

Ray Bradbury’nin kaleminden çıkan “Gülümseme” kitaptaki ikinci hikâye. Bradbury’nin her zamanki şiirsel anlatımıyla yazılmış, kıyamet sonrası bir dünyada kaybolan, unutulan sanatsal değerleri konu alıyor. Arka plandaki tema ise her zamanki gibi yine insan psikolojisi. Bu hikâye “Yakma Zevki” adlı derlemede Tebessüm adıyla yer alıyor ayrıca.

James G. Ballard’ın öyküsü olan “Bilinç Eşiğini Atlayan Adam” kitapta en çok sevdiğim iki hikâyeden biri. Tüketim toplumunun had sayfa ulaştığı bir gelecekte olanları konu alan bu kısa hikâye gerek işlenişi, gerek anlatımı gerekse çarpıcı sonuyla kesinlikle favorilerim arasında. Okuduktan sonra Ballard’ın daha fazla eserini arayacak gözleriniz.

“Güç Duygusu” üstat Isaac Asimov’un kaleminden ve keskin zekasından kopup gelen bir başka başarılı hikâye. Asimov, çok basit ama bir o kadar da etkileyici bir konu seçmiş kendisine: matematiği unutan insanlar. Dört işlemin bile bilgisayarlar tarafından yapıldığı bir gelecekte geçen hikâyede çarpma ve bölme üzerine yapılan tartışmalar sizi hem şaşırtıyor hem de güldürüyor. Tahmin edilemeyen fakat feci derecede mantıklı sonuysa hikâyeye olan beğeninizi bir kat daha arttırıyor. Kitaptaki bir diğer favorim.

Stanislav Lem imzalı “Maske,” kitaptaki en uzun ve en geç açılan öykü. Destansı uzunluktaki cümleleri, hikâyelerden çok romanlara özgü durgun anlatımı, bilimkurguyla alakasız görünen konusu ve geç açılan kurgusuyla başlangıçta insanın kafasını karıştırıp hafifçe bunaltan bir yapıya sahip. Ama ilk birkaç sayfayı atlatıp yazarın uzun cümlelerine alıştıktan sonra işin rengi bir anda değişiveriyor ve kendinizi öykünün akışına kaptırmış bir vaziyette buluyorsunuz. Bitirinceye kadar da elinizden bırakamıyorsunuz. Sonu ise buruk bir tat bırakıyor ağızda. Ortalama bir hikâye olduğunu söylemek mümkün.

Ülkemizde daha çok Mezbaha No.5 ile tanınan Kurt Vonnegut Jr. kısa ama etkileyici bir çalışmasıyla yer alıyor bu derlemede. "Harrison Bergeron” adlı bu öykü, insanların her tür şart ve ortamda eşit olmaları için gayret gösteren Sakatlama Dairesi Başkanlığı’nın boyunduruğu altındaki bir aileyi konu alıyor. Kimsenin bir başkasından daha zeki, daha güzel veya herhangi bir şekilde üstün olmaması bizzat bu kurum tarafından garanti altına alınıyor gelecekte geçen öyküde. Fahrenheit 451 tadını yakalayabileceğiniz kısa ama kesinlikle çarpıcı bir çalışma.

Kitaptaki son hikâye, Robert A. Heinlein tarafından kaleme alınan “Dünyanın Yeşil Tepeleri,” belki de kitaptaki tek zayıf halka. Uzayda dolaşan dünyalı kör bir şarkıcının biyografisi şeklinde kaleme alınan öykü diğerlerinin yanında çok sönük kalıyor ve üstada yakışmıyor.

Sonuç olarak genel itibariyle baktığımızda başarılı öykülerden oluşan bir derleme Korkunun Bütün Sesleri. Hikâyelerin hepsinin çarpıcı, rahatsız edici ve düşündüren bir sona sahip olması ayrı bir artı. Bilim-kurguya başlamayı düşünen ya da türe aç olanlar için tavsiye edebileceğim bir derleme.

2 Mayıs 2013 Perşembe

Okurluktan Yazarlığa: Bir Oyungezerin Hikayesi




Kendimi anlatmaktan nefret ederim. 

Bu yazıyı hazırlarken bunu bir kez daha anladım. Herhangi bir oyun, kitap, film ya da başka bir şey hakkında rahatlıkla sayfalarca yazı yazabilen, maksimum karakter sınırını her seferinde hunharca ihlal eden ben, laf dönüp dolaşıp kendimden bahsetmeye gelince süt dökmüş kedi gibi oluyorum. Sevmiyorum, hoşlanmıyorum. Bu tarz yazılar bana bir nevi ‘kendini övmek’ gibi geliyor ki bundan daha fazla nefret ettiğim şeylerin sayısı azdır. Bir o, bir de parlayan vampirler… Ama yapacak bir şey yok, arada sevgili Sinan’ın ricası var. O yüzden bir yerlerden başlamak, anlatmak gerek… 

Filmi biraz başa saralım. Sene 1980… Yok, bu biraz fazla oldu. Azıcık ileri alalım efenim… Hah, tamam; işte burası. Sene 1997, liseye gittiğim yıllar (Evet, o kadar yaşlıyım. Böhü!). Evimiz Anadolu, okulumsa Avrupa yakasında olduğu için İstanbul'un sözde altın olan dağını taşını eskittiğim zamanlar. Eve dönüş yolculuğumu her zaman Eminönü-Kadıköy vapur hattıyla yapar, sevdalısı olduğum denizi dinleyerek günün yorgunluğunu bir nebze de olsa atmaya çalışırdım. Vapur yanaşır yanaşmaz soluğu Kadıköy İskelesi'nin yanına sıralanan gazete-dergi tezgâhlarının yanında alırdım. Küçüklüğümden beri okumaya çok meraklı biri olmuşumdur çünkü; kitap, dergi, çizgi-roman... Elime ne geçerse okurum. O zamanlar favorim Örümcek Adam'dı, hiçbir sayısını kaçırmazdım. Son yıllarda ölmeyi âdet hâline getirince görüşmeyi kestik kendisiyle. "Oğlum Spidey, ne o öyle zırt pırt ölüyorsun? Erkek adama yakışıyor mu?" dedim, gitti Ultimate evreninde gay oldu. Neyse, konuyu dağıttım. 

Günlerden bir gün, yine o tezgâhlardan birinin altını üstüne getirir ve satıcı amcanın kalın kaşlı bakışlarından itinayla kaçınırken yepyeni bir çizgi-romanla karşılaşıverdim: Alfa Yayınları’ndan çıkan Punisher ya da bizdeki ismiyle İnfazcı. Büyük bir mutlulukla, harçlığımdan arttırdığım 2000 lirayla (şimdi kulağa ne kadar komik geliyor, değil mi?) dergi boyutlarındaki çizgi-romanı satın aldım ve evime giden yolun geri kalanını onu okuyarak geçirdim. Belki çok klişe olacak ama o çizgi-roman benim hayatımı değiştirdi. Fakat ne içindeki çizimler ne aykırı kahramanı ne de konusuydu beni etkileyen şey. Tam aksine, çizgi-romandan tamamen alakasız olan, son sayfalara sıkıştırılmış okur mektupları köşesiydi. Daha doğrusu bu köşenin yazarı, yani Aşkın Güngör... Aslında yaptığı şey basitti, yayın evine gelen mektupları cevaplıyordu; fakat bunu o kadar zekice, o kadar sıra dışı bir biçimde yapıyordu ki koskoca çizgi-romanın 24 sayfada yapamadığını 2 sayfada başarmış ve beni derinden etkilemişti. Esprinin ve yazının gücünü kullanıyordu Aşkın Güngör. Çırağı Conan'ı her sayı azarlar, arada bir asabını bozan biri olursa zindanlarındaki Freddy Krueger'ı üzerine salar, her soruyu dozunda bir mizahla yanıtlar ve normalde sıkıcı olması gereken okur mektuplarını derginin kendisinden bile eğlenceli hâle getirirdi. Hatta hiç unutmam, bir keresinde bütün soruları hikâye anlatır gibi cevaplamış, efsanevi bir bölüm çıkartmıştı ortaya. Kısacası çok eğlenceliydi. Farklıydı ve de etkileyici. Yazının o şekilde kullanıldığına daha önce hiç şahit olmamıştım. Aşkın Güngör ile olan bu maceram sadece 10 sayı sürdü ne yazık ki, sonra da kendisinden uzun bir süre haber alamadım.