24 Kasım 2011 Perşembe

İmza günü ve sonrası

Bildiğiniz (ya da bilmediğiniz) üzere geçtiğimiz hafta sonu İstanbul Kitap Fuarı'nda imza günüm vardı. Hala inanamasam da gerçekten de vardı. Üstelik çok da güzel geçti. Hiç beklemediğim kadar iyi ve eğlenceli... Hem çok güzel insanlarla tanışmış oldum hem de gelme imkanı bulan eş-dostla kucaklaştım binlerce kitapseverin arasında. Ama durun durun, yine ortasından başladım anlatmaya. En iyisi baştan alayım.

Cumartesi günü iş yerimden izin alıp (Hayır, efendim. Olağanüstü bir kıvırma ve atlatma harekatına girişip biraz da zor kullanarak erken çıktığım kocaman bir iftiradır!) soluğu hava alanında aldım. Sorunsuz bir şekilde İstanbul'a vardığımda gözlerim beni alanda karşılayacak olan çok özel birini aramaya başladı. Sonra onu gördüm, o da beni... Ardından birbirimize doğru ağır çekimde koşmaya başladık. Saçlarımız rüzgarda savrulurken kollarımızı hasretle iki yana açmıştık. Onu ne kadar çok sevdiğimi, ne kadar özlediğimi size anlatamam. Yani askerlik arkadaşım Erhan'ı... (Siz kim sanmıştınız?)

Yazılarımı uzun zamandır takip ediyorsanız Erhan ve sevgili eşi Tuğba'dan burada birkaç kez bahsettiğimi hatırlamanız muhtemel (Ayrıca yine yazılarımı uzun bir süredir takip ediyorsanız akıl ve ruh sağlığınızı bozmuş olmam da muhtemel ama o apayrı bir konu). Canımdan çok sevdiğim bu neşeli, bir o kadar da deli dolu çift beni evlerinde konuk etme nezaketinde bulundular sağ olsunlar. Birlikte bütün gece oturduk, muhabbet ettik, müzik dinledik, arada Tuğba'nın ünlü aşçılığı sayesinde doyasıya tıkındık (pilav gerçekten de harikaydı, tekrar belirteyim) ve oyun oynadık. Evet, oyun oynadık. Benim gibi büyümüş de küçülmüşlerden onlar da... En son hatırladığım saatin gece üçü gösterdiği ve benim sürünerek yatağıma gittiğim. Onların ise hala deliler gibi eğlendiği...

14 Kasım 2011 Pazartesi

Yitik Öyküler Kitabı çıktı

Rıza Türker
Yitik Öyküler Kitabı isimli yeni kitabım (gel de aynı cümlede iki kez kitap kelimesini kullanma. Aaa? Üç oldu!) bu ayın 12'si yani kitap fuarının ilk günü itibariyle raflardaki yerini aldı. Üstelik değerli yazar, sevgili dost Aşkın Güngör'ün "Kayıp Ruhlar Kulübü" adlı kitabıyla yan yana! Kitabımın çıktığına mı sevinsem yoksa ağabeyim kadar sevdiğim bu değerli şahsiyetle aynı standı paylaştığıma mı, bilemedim doğrusu. Bu yıl düzenlenen İstanbul kitap fuarını ziyaret etme imkanı bulursanız her iki kitabı da BU Yayınları standından temin edebilirsiniz.

Günün sürprizi ise Aşkın Güngör'ün sitesinde dolanırken Yitik Öyküler'in Vatan Kitap'ta yayınlanan tanıtımına rastlamam oldu. Tanıtımının yapıldığını daha önceden duymuştum ama bu kadar ayrıntılı bir yazı beklemiyordum doğrusu. Tahminlerimde yanılmıyorsam Aşkın ağabey tarafından kaleme alınmış hem de. Okurken hem duygulandım hem de her yanımı bir heyecan sardı. Ne mi yazıyordu? Gelin, hep beraber bakalım.


***

M. İhsan Tatari'den Yitik Öyküler Kitabı

A.Gökhan Gültekin
M. İhsan Tatari imzalı fantastik öykü derlemesi Yitik Öyküler Kitabı raflardaki yerini aldı.

BU Yayınevi’nden çıkan, M. İhsan Tatari’nin yazdığı dokuz öyküyü içinde barıdıran kitap okurları maceradan maceraya sürükleyecek. Ayrıca her hikâyeye özel çizilmiş görseller kitaba farklı bakış açıları kazandırıyor. Bu çizimler Celalettin Ceylan, A. Gökhan Gültekin, Devrim Kunter ve Rıza Türker’e ait.

Bundan bir yıl önce ilk kitabı Yemin ve Öç ile karşımıza gelen Tatari’nin, yeni eseri olan Yitik Öyküler Kitabı’nın arka kapak tanıtımında şunlar yazıyor:

Dokuz…
Kılıçlar ve kalemler, şövalyeler ve hırsızlar, büyücüler ve cadılar, yaşayan ölüler ve insanlar, cesurlar ve korkaklar, dürüstler ve yalancılarla dolu dokuz farklı öykü.
Mısır’ın engin çöllerinden nükleer bir felaket sonrası İstanbul’a, iblislerin hüküm sürdüğü alternatif boyutlardan gelecek zamanların teknoloji harikası şehirlerine, perili köşklerden cıvıl cıvıl üniversite kampüslerine dek uzanan dokuz farklı hikâye.
Kimi zaman heyecanlandıran, kimi zamansa duygulandıran, kimi zaman düşündüren kimi zamansa kahkahalar attıran dokuz farklı macera.
Dokuzu da aynı yazarın kaleminden, dokuzu da tek bir kitapta, elinizde tuttuğunuz cildin sayfalarında…
Hayal gücünüzün kapılarını aralayın.


Celalettin Ceylan
Editörlüğünü ve sayfa tasarımını Aşkın Güngör’ün üstlendiği kitabın kapak tasarımını Rıza Türker, iç sayfa çizimlerini ise Celalettin Ceylan, Devrim Kunter ve A. Gökhan Gültekin üstlenmiş. Ayrıca değerli yazarlarımızdan Aşkın Güngör’ün bu kitaba da bir Ön(süz)söz yazdığını not olarak düştükten sonra, kısaca öykülere göz atalım:

Yitik Öyküler Kitabı’nda dokuz öykü var. Bu öyküler Arayış, Mektup, Çölün Yüreği, Cesur ve Geveze, Eve Dönüş, Bahar Şenliği, Nazik Bir İş, Kılıçların Gardiyanı ve Ölüm Kulesi adını taşıyor.

Öykülerin tamamı fantastik bir artalana inşa edilse de, yazarlar için en büyük lütuflardan olan esprili ve eğlenceli anlatım dili kullanabilme meziyetine sahip M. İhsan Tatari, hemen her öyküsüne kendi ‘özel şerbetini’ katmayı da başarıyor. Hem fantastik hem de alabildiğine gerçek evrenler ortaya çıkıyor böylece. Ve Tatari, bazen bir şövalye atının terkisinde, bazen vampirlerle dolu bir şatonun kuytu köşesinde, bazen bir ormanın sık ağaçları arasında gizlenmiş de, tanık olduğu olayları okura anlatıyormuş hissi vermeyi başarıyor. Genç bir yazar için hiç de azımsanacak bir özellik değil bu.

Yitik Öyküler Kitabı’ndaki öyküler sadece fantastik değil. Araya birkaç da bilim kurgu öyküsü katmış Tatari.Mektup ve Eve Dönüş böyle öyküler.

İlerleyen teknolojinin basit bir mektup yazmayı bile nasıl eziyete dönüştürdüğünü anlatan Mektup, keyifli üslubu, sürpriz çıkışlarıyla hem güldürmeyi hem de ince ince düşündürmeyi başarıyor.
Devrim Kunter

Eve Dönüş’teyse basbayağı karanlık bir gelecek tasviri var. Makinelerin hükmettiği, insan ırkının büyük çoğunluğunun zombiye dönüştüğü bu gelecekte, genç bir savaşçının soluk soluğa okunan serüvenini aktarıyor Tatari. Ve bunu da öyle ustalıkla yapıyor ki, kahramanımızın üstüne atılan zombilerden birinin bizzat yazarın kendisi olduğunu anlamakta gecikmiyoruz.

Kitaptaki fantastik öyküler de bilim kurgu öyküler kadar iyi. Tatari’nin tasarladığı evrenler kendi içinde çelişkisi olmayan, sağlam, ayağı yere basan yerler. Tüm imkansızlıkların gerçekleşmesine karşın hem de. Öyle ki Cesur ve Geveze adlı öyküde bir cadıyı haklamak için yola çıkan yaşlı şövalyeyle geveze kılıcının bitmek bilmeyen atışmaları bile inandırıcı olmayı başarıyor. Bunu sağlayan, Tatari’nin mekan tasarımları kadar diyalog yazımlarında da son derece başarılı olabilmesi elbette.

Sözün özü, bir solukta okunacak ve her biri bambaşka evrenlere açılan harika dokuz öykü okumayı isterseniz, Yitik öyküler Kitabı tam size göre.

Vatan Kitap, Kasım 2011

***

Bu güzel yazıyı hazırlayan Aşkın Güngör başta olmak üzere benden desteğini, yorum ve eleştirilerini esirgemeyen herkese teşekkürler. 

Şimdi... Gel 20 Kasım, gel!

Not: Yazının orjinaline, künye bilgilerine ve ön okumasına buradan ulaşabilirsiniz.

13 Kasım 2011 Pazar

Aşkın Güngör'den iki güzel kitap haberi



Uzun zamandır sesi soluğu çıkmayan sevgili Aşkın Güngör, ilham perilerinin saldırısına uğramış gibi görünüyor. Çünkü bu kez bir değil, tam iki farklı kitapla çıkıyor karşımıza. Üstelik ikisi de uzun soluklu serilerin birinci kitabı!

Bunlardan ilki daha önce bu sayfalarda tanıştığınız sevimli Dedektif Bol Bel.



İstanbul’un Anadolu Yakası’nda, Fillibaba Yolu 11 numaradaki deniz mavisi rengindeki kulübecikte yaşar kendisi. Hayal Gücüyle oluşturulmuş nesnelere sahiptir. Şekli de üzerindeki yazılar da değişebilen tabela, papağan sesli kapı zili, Babil Taşı, Boyut Anahtarı ve daha nicesi… Hepsi bir yana, Genişleyen Oda adını verdiği, bütün bu nesneleri koyduğu, zamanla başka bir boyuta dönüşen bir de odası vardır bürosunda. O boyuttan gelen Hayal Gücü Varlıkları zaman zaman bir olayı çözmesinde yardımcı olur ona, zaman zaman da kendileri bir olaya dönüşür.

Gizemli Şeyler Dedektifi Bol Bel okura ‘mevhaba’ dediği ilk kitap olan Sözcük Korsanı’nda İstanbul’un bir kısmını etkisi altına olan ‘konuşamama’ sorununu çözmeye çalışıyor. Bu olayda en büyük yardımcıları Büyük İlköğretim Okulu’nun beş afacan öğrencisi.

Editörlüğünü Mavisel Yener'in, kapak ve iç resimlerini ise Gökçe Akgül'ün üstlendiği kitap Tudem Yayınevinden çıktı ve birkaç kitaptan oluşacak bir sevinin (aman, pardon... serinin) ilk basamağını oluşturuyor. Kitaptan örnek bir bölüm okumak isterseniz tek yapmanız gereken şey buraya tıklamak. Künye bilgileri, arka kapak yazısı ve kapak çizimine de yine aynı yerden ulaşabilirsiniz.

İkincisi ise benim uzun zamandan beri büyük bir merak ve heyecanla beklediğim Kayıp Ruhlar Kulübü. 




Yedi kişi… Yedi kader… Yedi kayıp ruh… Yaşamın bir yerlerinde kesişecek yedi karanlık öykü…

Uzun soluklu, tam yedi kitaplık Kayıp Ruhlar Kulübü dizisinin başlangıcını oluşturan Ruhlar Kayboluyor bu yedi kişiye odaklanıyor.

Pek de bildik kahraman çizgisinde olmayan kişiler bunlar. Zaafları, hayata veya kendilerine duydukları öfkenin neden olduğu olumsuz tavırları, kimisi pek de masum olmayan beklentileriyle kusurlu varlıklar hepsi. Ve bir ayağı bildik evrene, diğeri kâbuslar diyarına basan serüvenlerinde bir çeşit sacayağı görevi görüyor, evrenin dağılmasını önlüyorlar. Bunu bilinçli tercihle, kahramanca güdülerle yaptıklarını söylemek mümkün değil. Ana gayeleri kendilerini kurtarmak. Ama —kaderin tuhaf bir oyunu olsa gerek— kendilerini sadece bu boyutu değil, tüm varoluş boyutlarını etkileyecek bir komplonun içinde buluyorlar. Kısacası, bir ara boyuta sürükleniyorlar.

Bildik dünyanın üstüne saydam kılıf gibi geçirilen bir boyut bu. Sokaklarda ateş gözlü dev kurbağalar, umut, mutluluk, huzur gibi olumlu duyguları emen sülükler, et yiyen bitkiler, devasa yarasalar, köpekle fare karışımı korkunç yaratıklar, iğrenç böcekler ve daha bir yığın vahşi yaratık fink atıyor. Normal insanlar tarafından görülemeyen bu yaratıklar kayıp ruhlar tarafından görülebiliyor. Dahası, yaratıklar için de diğer insanlara oranla daha fark edilir hale geliyor bu yedi anti-kahraman.

Yedi sene önce yazımına başlanan ve ancak günümüzde tamamlanarak yayın aşamasına gelen binlerce sayfalık Kayıp Ruhlar Kulübü dizisinde fantastik unsurların yanı sıra korku öğeleri de bolca yer alıyor. Okura da ilk kitap olan Ruhlar Kayboluyor’la bu tuhaf evreni ziyaret etmek kalıyor.

Çizimleri Volkan Akmeşe tarafından kaleme alınan kitap BU Yayınevi tarafından basıldı. Kitapla ilgili örnek bölüm, künye ve arka kapak yazısına buradan ulaşabilirsiniz. 

Ayrıca her iki kitap da şu anda gerçekleşmekte olan İstanbul Kitap fuarında yer almakta. Sizi bilmiyorum ama her ikisi de "almak istediğim kitaplar" sıralamasının en üstlerinde yer alıyor. Özellikle de Kayıp Ruhlar Kulübü beni oldukça heyecanlandırıyor.

Sevgili Aşkın Güngör'ü buradan bir kez daha tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyorum. Okurun bol (bel) olsun inşallah.

3 Kasım 2011 Perşembe

İmza günü mü? Nasıl bir şey ki o?

Evet, biliyorum. Çok uzun zamandır yazamıyorum bu sayfalara. Hatta yazmayı geçtim, sizin bloglarınıza uğrayıp bir yorum bile bırakamaz oldum. O yüzden bana ne kadar sitem etseniz, kafama ne kadar terlik, takunya, oklava, piyano (öhöm!) fırlatsanız haklısınız. Fakat gerçekten de çok yoğunum ve iş dışında başka şeye harcayacak zamanı zor buluyorum. O yüzden lütfen o kızılcık sopasını yere koyun. Yavaşça... Hayır, kafama doğru değil! Ah! 

Hıncınızı aldığınıza göre anlatmaya devam edeyim efendim. Dediğim gibi "iş dışında başka şeye vakit ayıramıyorum" aylarına geri döndüm. Neyse ki başka birileri, mesela BU Yayınevi'nden Melek Hanım benim için bir şeyler ayarlıyor da yılda bir de olsa ufak kaçamaklar yapabiliyorum (Kendisine buradan bir kez daha teşekkürler bu arada). Peki nedir bu -ufak-kaçamak? Hemen anlatayım.

Hatırlayacağınız gibi şuradaki yazımda yeni çıkan kitabımın haberini sizlerle paylaşmıştım. İşte o kitabın imza günü düzenlenecek bu ay içerisinde. Bildiğiniz (ya da şimdi öğrendiğiniz ama çaktırmadığınız) üzere bayramdan hemen sonra İstanbul Kitap Fuarı başlıyor. Fuarın son günü yani 20 Kasım Pazar günü ben de orada olacağım ve BU Yayınevi standında kitaplarımı imzalayacağım inşallah. Tabi beni kim tanır, bana kim kitap imzalatır orası biraz meçhul ama olsun. Sonuçta bu bir ilk olacak benim açımdan ve bunu yaşama şansını yakaladığım için gerçekten de çok mutluyum. Hatta şimdiden imza pratiği yapmaya başladım. Evdeki emektar dikiş makinesini açıp üzerinde imza atmaya çalışıyorum. Böylece elim titrerken de güzel imza atabileceğim. Yani en azından öyle umuyorum...

Hatırlıyorum da bu sayfalarda ilk hikayelerimi yayınladığım zamanlarda içinizden pek çoğu "Kitaplarını da okuruz umarım." tarzı yorumlar bırakmıştı. Bense tebessüm etmekle yetinmiştim sadece. İnanmıyordum çünkü böyle bir şey olabileceğine. Ben ne bileyim nefesinizin... aman, şey... yorumunuzun bu kadar kuvvetli olacağını? Hala şaşkınlık içerisindeyim doğrusu. "Ben? Kitap fuarında kendi kitabımı imzalayacağım ha? Yok artık!" Ama oldu işte... Bunun için siz blog okurlarım olmak üzere hikayelerimi okuyan ve yorumlarıyla beni destekleyen herkese kocaman bir teşekkür borçluyum gerçekten de. Sağ olun, var olun.

Uzun lafın kısası, 20 Kasım'da kitap fuarına gelirseniz ve bir köşede yüzü heyecandan solmuş ve eli 9.2 şiddetinde titreyen bir delikanlı görürseniz bilin ki o benim. Müsait olan herkesi güzel bir sohbet ve keyifli bir gün için fuara bekliyorum.  

Görüşmek dileğiyle...

12 Ekim 2011 Çarşamba

Yitik Öyküler Kitabı geliyor!

Nihayet! 

Artık uzun süren suskunluğumu bozabilir ve bu güzel haberi sizlerle gönül rahatlığıyla paylaşabilirim. Eğer bir aksilik olmazsa "Yitik Öyküler Kitabı" isimli yeni kitabım bu ay içerisinde satışa çıkacak inşallah. Kitap, Bu Yayınları'ndan çıkıyor ve D&R hariç tüm kitap mağazalarının raflarında bulunacak.

Peki nedir Yitik Öyküler Kitabı ya da Aşkın Güngör'ün deyimiyle YÖK? (Kendi kısaltmasına getirdiği güzel esprisini de buraya aynen ekliyorum :) "YÖK mü? Aman Yareppim!") Kısaca özetlemek gerekirse kimi Aylık Öykü Seçkisinde, kimi bu sayfalarda, kimiyse farklı mecralarda yayınlanan kısa hikayelerimin bir derlemesi. İçinde bir de Nazik bir mesele adında daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış bir öykü de içeriyor aynı zamanda.

Editörlüğünden tutun da sayfa düzenine kadar neredeyse tamamı sevgili ağabeyim, değerli yazarımız ve bir o kadar da kıymetli insan olan Aşkın Güngör'ün emeğinin ve özverili çalışmalarının ürünüdür. Kapak çizimi sayın Rıza Türker'e, iç çizimler daha önce Yemin ve Öç isimli kitabımda da benimle çalışma lütfünü gösteren A. Gökhan Gültekin ile Celalettin Ceylan'a ve ekibimize katılarak bizi onurlandıran Devrim Kunter'e ait.

Lafı fazla uzatıp canınızı sıkmayayım. Zaten Kayıp Rıhtım'daki değerli dostlar söylenebilecek her şeyi söylemiş. Ne mi demişler? Gelin hep beraber bakalım. 

30 Eylül 2011 Cuma

Bir başka iftar macerası

Eğer yazılarımı yakından takip edenlerdenseniz kimilerine göre şans kimilerine göre şanssızlık olarak değerlendirilen maceralarımın bol olduğunu bilirsiniz. Şu yazıda anlattığım iftar yemeği serüvenimi okuyanlar ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır. Sonuçta ben, bardağında sineklerin jakuzi partisi yaptığı bir insanım. 

Geçtiğimiz Ramazan ayında yine bir iftar yemeğine davetliydik. Yer, Bayraklı semtinin yeni gözdelerinden olan Arena’ydı. İlk defa gidiyordum bu mekâna ve gerçekten de çok hoşuma gitti. Gün batımının turuncu ve mor dansına, ayaklarımızın dibinde uzanan denizin sakin manzarasına doyum olmuyordu. Gerçi oruçlu olduğumuz için sadece manzarayla doyamamamız normaldir herhalde. İftarın iyice yaklaşmasının da etkisiyle insan o saatte deniz ve mehtaptan çok mayonez ve ketçapı düşünüyor haliyle. 

Her neyse… Ezan saati yaklaşırken oturduk masalarımıza, sevdiklerimizle selamlaştık, sevmediklerimize rosto gözüyle baktık. Derken ezan okundu, bir bardak su eşliğinde dua edildi ve hemen yemeğe geçildi. Daha doğrusu ben hariç herkes yemeğine başladı. Neden mi? Çünkü benim oturduğum yerde çatal-kaşık yoktu! O kadar aradım, tabağın altından masanın ayaklarına kadar her yeri taradım ama yoktu işte. O anda aklıma daha önce yaşadığım çatal faciası geldi. Resmen aynı olayın Ramazan versiyonunu yaşıyordum. Bir an evrendeki tüm çatal ve kaşıkların bana karşı bir komplo hazırladığı fikri canlandı zihnimin karanlık köşelerinde. 

Sonra her makul insanın yapacağı gibi en yakın garsona saldırıp… öhöm… seslenip bir çatal rica ettim. “Tamam efendim, hemen getiriyorum!” dedi garson telaşla. O –hemen– kelimesi adet olduğu üzere havada kaldı ve yaklaşık on dakika kadar masa örtüsünün kenarını kemirerek açlığımı bastırmaya çalıştım. Sonra bir başka garsona, ondan sonra da bir başka garsona gayet yam-yamvari bakışlarla (adam etli butluydu, ben ne yapabilirim?) isteğimi yineledim. Masadaki herkes “Çok şükür” çekerken ben “Ya sabır” demekle meşguldüm. Neyse ki sonunda yanımda oturan arkadaşlardan biri bana acıyıp bir başka masaya doğru atağa kalktı ve boş bulduğu bir çatalı kapıp bana getirdi.

17 Eylül 2011 Cumartesi

“Way of Kings” ön okuması yayında!


Brandon Sanderson’un sıradışı romanı The Way of Kings ön okumasıyla Kayıp Rıhtım’da!

Yakın zamanda Arkadaş Yayınları’nın kitabı dilimize kazandıracağını açıkladığı The Stormlight Archive (Fırtınaışığı Arşivi) Serisinin ilk kitabı olan The Way of Kings (Kralların Yolu) kitabının ön okuması M.İhsan Tatari çevirisiyle ilk defa Rıhtım’da sizlerle buluşuyor!

Bu seride kişisel çıkarları için mücadele eden insanlar, gücünü fırtınalardan alan büyülü silahlar, keskin hatlarıyla kötü kahramanlar ve bir fantastik eserde aradığınız, alışılmışın çok ötesinde bir macera var. 10 kitaplık bir seri olarak tasarlanan The Stormlight Archive (Fırtınaışığı Arşivi)daha ilk kitabından anlatacak çok şeye sahip!

Dolu dolu, yaklaşık 1000 sayfalık ilk kitabı ile daha başından okuyucuya muazzam bir dünyanın sırlarını veriyor.

İstiyorsanız gelin, ÖN OKUMAdan önce hep birlikte bu ilk kitabın tanıtım yazısına göz atalım:
Son Haraplık’tan önceki günleri özlüyorum.

Haberciler’in bizi terk etmelerinden ve Radiant Şövalyeleri’nin bize karşı dönmelerinden önceki çağ… Hâlâ dünyada büyünün ve insanların kalbinde onurun olduğu bir zaman…

Dünya bizimdi ve biz onu kaybettik. Görünüşe göre zaferin kendisinden başka hiçbir şey insan ruhunu daha fazla kamçılayamaz.

Ya da, tüm bu zaman boyunca zafer bir illüzyon muydu? Onlar daha sert savaştıkça bizim de daha güçlü karşı koyduğumuzu düşmanlarımız fark etmişler miydi? Belki de, sadece daha iyi bir kılıç yapmak için, ısıyı ve çekici gördüler. Ama çeliği yeterince görmezden gelirsen sonunda paslanır…

İzlediğimiz dört kişi var. İlki, zamanımızın en vahşi savaşında asker olmak için iyileştirmeyi zorla bir kenara bırakmış bir cerrah. İkincisi bir suikastçı, öldürdüğü gibi göz yaşı da döken bir katil. Üçüncüsü bir yalancı, bir hırsızın yüreğinin üzerinde bir bilim adamının gömleğini giyen genç bir kadın. Sonuncusu ise bir prens, savaşa olan arzusu azalırken gözleri geçmişe açılmış bir kumandan.

Dünya değişebilir. Surgebinding ve Shardwielding geri dönebilir; eski zamanların büyüsü yeniden bizim olabilir. Anahtar, bu dört insan.

Onlardan biri bizi kurtarabilir.

Ve bir tanesi, bizi yok edebilir.
Ve şimdi maceraya adım atmaya hazırlanın! Kitabın yaklaşık ilk yirmi sayfasını içeren ÖN OKUMAsına ulaşmak için yapmanız gereken tek şey BURAYA tıklamak!

Herkese iyi okumalar!

11 Eylül 2011 Pazar

Yemekhanedeki kıkırdamalar

Üniversite yıllarım… Yaz stajımızı yapabilmek için haldır huldur uygun yer bakınıyorduk Fatih’le. İşletmelerin stajyerlere bakış açısı şimdi nasılsa o zaman da aynen öyleydi. Yani stajyer eşittir istenmeyen adam. O yüzden staj yeri bulmak pek de kolay olmuyordu. Yine de uzun uğraşlar sonucu bir tekstil fabrikasında kendimize yer bulmuş ve hemen başlamıştık. 

Her ne kadar stajyerler istenmeyen adamlar olsalar da el altında bulundukları vakit değerleri birdenbire artar. Neden mi? Çünkü ücretsiz işçi pozisyonundadırlar. Bu yüzden her türlü işe koşturulup boş oturmamaları itinayla sağlanır. Bu kural bizim için de değişmemişti ve daha ilk günden koskoca fabrika içinde dört dönmüştük Fatih’le. Laboratuar, boyahane, dokuma, iplik derken girmediğimiz delik, çalışmadığımız yer kalmamıştı. 

O günün iş çıkışını hiç unutamıyorum. Yazın sıcağının altında bacaklarımızda derman kalmamış bir halde otobüs durağına yürüyorduk Fatih’le. Bir an göz göze geldik. İkimizde resmen ağlayacak vaziyetteydik. Birbirimizin varlığından destek almasak hüngür hüngür ağlayabilirdik de… Şimdi hatırladıkça gülüyoruz o halimize. 

İşin bir de yemekhane kısmı vardı. Kriz döneminde olduğumuzdan (evet, o zaman da vardı bu illet) fabrikaların kısıtlamaya gittiği ilk şey yemekhane masrafları oluyordu. Bizimkinde de durum farklı değildi. Haftanın belirli günlerinde hep aynı yemek çıkardı. Mesela pazartesileri kuru fasulye-pilav ikilisi… Salı günleri ise en çok güldüğümüz menü vardı; beyaz peynir, salatalık, domates ve su. Stajın ikinci günü büyük bir iştahla girdiğimiz yemekhanede bu sofrayla karşılaşmak tam bir hayal kırıklığı olmuştu bizde. 

“Bari yanında çay verselerdi.” demişti Fatih. 

“Suyun çay olduğunu hayal et.” demiştim ben de. Sonra da çay gibi höpürdeterek bir yudum su içmiştim. 

Fatih önce somurtmuş sonra o da benim oyunuma katılmıştı. O gün yemekhanede menüye rağmen gülebilen bir tek biz vardık herhalde. Ondan sonraki yemeklerde de bu oyunu sürdürdük ve çay niyetine yudumladık sularımızı. Etraftakilerse bize hep deli gözüyle bakmaya devam ettiler staj boyunca. 

*** 

Yıllar yıllar sonra askerdeyken aklıma geldi bu anı. Kışla yemekhanesinde oturmuş, Erhan’la önümüzdeki yemeğe bezgin bir şekilde bakıyorduk. Hep aynı yemek çıkıyordu çünkü; tavuk… 

Kısa bir iç çekişin ardından Erhan’a baktım ve tabağındakileri memnuniyetsizlikle süzdüğünü gördüm. Ardından onu neşelendirmek için su-çay oyunumuzdan bahsetmeye başladım. Zaten askerliğimin yarısı Erhan’ın moralini düzeltmeye çalışmakla geçmişti. Onunla uğraşmaktan kendi şafağımı saymıyordum. Eh, bir bakıma da iyi oluyordu. Askerlik psikolojisine kapılmıyordum bu sayede. Her neyse, anlattığım hatıra çok hoşuna gitti ve çelik bardaklardan birini kapıp höpürdeterek bir yudum aldı. 

“Oh, mis gibi çay.” dedi kıkırdayarak. Ben de ona uydum ve etraftakilerin şaşkın bakışları arasında gülmeye başladık. 

“Burası da boğaz zaten…” dedim, elimle pencereleri işaret ederek. 

“Vay be, manzaraya bak.” dedi Erhan, daha da fazla gülerek. “Ya şu karidesten çok sıkıldım artık. Hep karides, hep deniz mahsulü olmaz ki ama…” diye ekledi sonra da, önündeki tavuğu işaret ederek. 

“Al benden de o kadar! İnsan ara sıra tavuk falan yapar yahu!” dedim ben de kahkahalar eşliğinde. Ondan sonraki yemeklerde de bu oyunu sürdürdük çılgın kahkahalar eşliğinde. Etrafımızdakilerse bize hep deli gözüyle bakmaya devam ettiler askerliğimiz boyunca.

3 Eylül 2011 Cumartesi

Dresden Dosyaları 3: Hayalet Tehlikesi - Kitap İnceleme


Hayatınızın çok monoton geçmesinden mi şikâyetçisiniz? Bir daha düşünün. Harry Dresden bir parça monotonluk için sizinle asasını bile takas edebilir. Ya da Bob’u…
Önce kara büyücüler ve iblisler, ardından da gözü dönmüş kurt adamlar… Tam Harry “Daha kötü ne olabilir ki?” demişken âdet olduğu üzere işler bir kez daha kontrolden çıkıyor ve bahtsız büyücümüze bu kez de hayaletler musallat oluyor. Üstelik yanlarında pençelerini, dişlerini ya da bilumum kesici uzuvlarını Harry’ye geçirebilmek için yanıp tutuşan pek çok yardakçıyı da beraberlerinde getirerek…
Kimi arayacaksınız?
Hayalet Tehlikesi, tabiri caizse fırtına gibi bir açılışla başlıyor. Hayaletler bilinmeyen bir nedenden ötürü zıvanadan çıkmış durumda ve itina ile Chicago’nun altını üstüne getirmekle meşguller. Hayalet Avcıları’nın numarasıysa maalesef rehberde yok. Onun yerine talihsiz büyücümüz Harry’ninki var ve işler içinden çıkılmaz bir hal almaya başlayınca ilk aranan da o oluyor elbette. Telefon rehberindeki tek profesyonel büyücü kendisi olunca böyle durumlardan kaçınması zor oluyor sanırım.

İşler sadece hayaletlerle de sınırlı kalmıyor elbette. Tıpkı ilk iki romanda da olduğu gibi her şey yine bir güzel sarpa sarıyor. Bianca ve vampirleri yeniden boy gösteriyor ve ilk kitapta ekilen husumet tohumlarının filizlenmeye başladığına şahit oluyoruz. Kan emici dostlarımız dışında“Kâbus” isimli son derece kuvvetli ve bir o kadar da gizemli bir düşman daha ortalıkta dolaşmakta ve yaşayanların dünyasına aşırı derecede zararlar vermekte.

Ama panik yok, Harry bu kez yalnız değil. Kendisine Michael adında (tam adı Michael Joseph Patrick Carpenter) gerçek bir şövalye eşlik ediyor. Normal hayatta basit bir marangoz olan Michael da tıpkı Harry gibi modern zamanlarda yaşayan eski çağların insanlarından. Omuzlarında bir pelerin ve elinde Amoracchius adındaki devasa kılıç, altındaysa kot pantolon ve spor ayakkabılarla arşınlıyor sokakları. Michael gerçekten de enteresan ve sevilesi bir karakter. Daha ilk anlardan itibaren asil tavırları, sarsılmaz inancı ve modern dünyayla oluşturduğu tezatla kalbinizi fethetmeyi başarıyor. Kendisini özetlemem gerekseydi kısaca Harry’nin tam tersi derdim herhalde (bu arada demiş de bulundum). Michael, Harry’nin büyücülük numaralarından ve inançsızlığından pek de hoşlanmıyor fakat her ikisi de ortak bir amaç için yani kötülüğü yok etmek adına çabaladıklarından bazı şeylere göz yumuyor. O ve bir de Harry’nin aslında iyi yürekli bir insan olması… Bu ikilinin arasında geçen diyaloglar da kitaba ayrı bir tat katıyor gerçekten de.
Harry: Allah kahretsin!
Michael: Öyle demek istemedi Tanrım!
 Harry ise yine bildiğimiz Harry. Yani olup olmadık yerde yorumlarıyla okuyucuya kahkahalar attıran, başı beladan kurtulmayan ve bir türlü iki yakası bir araya gelmeyen Harry.

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Kısa kısa...

* Geçen gün işe gitmek için yataktan çıkarken bayağı bir zorlandım. Hani bir çekici getirseler ona sarılıp "Gel biraz daha  uyuyalım ya!" diyerek zorla yatağın içine çekebilirdim. Yapmışlığım da vardır hani... Çekiciye değil tabi, anneme... Her neyse... Zor da olsa kendimi yataktan atıp metroya koşturdum. İzmir'deki metro istasyonlarında "Lütfen sarı çizgiyi geçmeyiniz." diye bir ibare vardır zeminde. İşte ben o uykulu halimle bu yazıyı "Lütfen sarı çizmeyi giymeyiniz." diye okuyuverdim. Sonra da şaşkın şaşkın etrafıma bakındım, nerede bu çizme diye... Varın siz düşünün artık ne kadar uykulu olduğumu...

* Cuma günü bankaya giderken (hayır Akbank'a değil, İşbankası'na) nedendir bilinmez birdenbire kendi kendime yanımda olmayan hayali birine bankaya giden yolu tarif etmeye başladım. Şuradan döneceksin, şu sokağa sapacaksın falan... Ama bayağı da hararetli anlatıyorum kendi kendime. Neyse... Bankadaki işimi bitirdim, oradan postanenin boğucu insan kalabalığına dalıp oradaki işimi de zor da olsa hallettim. Tam çıkmış, iş yerine geri dönüyordum ki yaşlı bir teyze bana yaklaşıp "Oğlum, İşbankası ne tarafta?" diye sormasın mı? 

* Bizim iş yerine bakan sokağın köşesinde seyyar bir lahmacuncu var. Adam bütün Ramazan boyunca ne zaman önünden geçsem ısrarla "Var lahmacun, ayran! Var lahmacun, ayran! Buyur abi!" diyerek peşimden koşturuyor. Hani bir kolumdan tutup ağzıma zorla lahmacun tıkmadığı kaldı adamın. Ben de geçerken "Var oruç, ramazan. Var oruç, ramazan." desem ne olurdu acaba?

* Sevili Pabuç, Kamikaze ve bidost beni mimlemişler ve En çok güldüren ve En akıcı yazan blogger ödüllerine layık görmüşler. Kendilerine buradan kucak dolusu sevgilerimi gönderiyorum. İyi ki varsınız arkadaşlar.

* Bu aralar blog sayfama eskisi kadar vakit ayıramıyorum çünkü sevgili Aşkın Güngör ile birlikte yeni bir kitap üzerinde çalışmaktayız. Blog sayfamda ya da Kayıp Rıhtım'da yayınlanan öykülerimden bir kısmını bir araya getireceğiz. "Yemin ve Öç" kitabımda da bizlerden yardımlarını esirgemeyen sevgili çizer dostlar A.Gökhan Gültekin ve Celalettin Ceylan da bizimle çalışıyorlar. Onlara bir de değerli Devrim Kunter eşlik etti bu kez. Kısmetse yakında raflarda olacak.

* Son olarak da hepinizin Mübarek Ramazan Bayramını en içten dileklerimle kutluyorum sevgili dostlar. Dilerim eski bayramlar tadında, huzurlu ve mutlu bir hafta geçirirsiniz.

End of transmission.

25 Ağustos 2011 Perşembe

İki enayi

Amcamın oğlu Cihat’la nefes nefese koşturuyorduk. Bakırköy’e gidecektik ve deniz otobüsüne yetişmemiz gerekiyordu. Saate bakılırsa geç kalmıştık ve vapur her an kalkabilirdi. Üstelik karnımız açtı ve susamıştık da. Fakat bulunduğumuz yerden insanların vapura girdiği görülebiliyordu. Bu yüzden son bir depara kalkmış kapılara doğru koşuyorduk deli danalar gibi. Tam biletlerimizi atıp içeri girmiştik ki kapılar kapanıverdi ve deniz otobüsü harekete geçti. Yetişememiştik.

Biz bakarken kapının üstündeki ışıklı tabela değişti. Bir sonraki vapurun kırk beş dakika sonra olduğu yazıyordu üzerinde. Bir de salondaki yolcu sayısı; iki.

“İki enayi…” dedi Cihat tabelaya bakıp.
“Neden öyle diyorsun yahu?” diye çıkıştım ona. Enayi yerine konmayı kim sever?
“Çünkü açız, susadık, içeride tek bir büfe yok ve kırk beş dakika boyunca buraya kapalı kaldık.” diye açıkladı Cihat. “Sence neyiz?”
Bir ona bir de tabeladaki 2 rakamına baktım bir müddet. Sonra da kafamı sallayıp “Evet,” dedim “İki enayi…”

16 Ağustos 2011 Salı

"Tolkien'in Mektupları" Sizlerle



Ve sizlere uzun süredir üzerinde çalıştığımız yeni bir Orta Dünya projemizi sunmanın keyfini yaşıyoruz! Daha önce Orta Dünya Büyücüleri ile bir ilke imza atmış bizler, yine beklenmeyeni yaparak çok farklı bir projeyle karşınıza geldik. Peki bu ne mi?

Büyük Usta Tolkien‘e hiç şüphesiz, yaşadığı dönemlerde kitaplarına dair pek çok soru gelmişti. Peki o sorulara kendi ağzından verdiği cevapları okumak ister misiniz? Ustanın kendi elleriyle kaleme aldığı ve açıkladığı, ona dair pek çok bilinmeyeni kendi ağzından dinlemeye hazır mısınız? Karakterlerine, kitaplarına, hayatına ve daha pek çok şeye dair bir hazine gizli bu sayfada!

Tolkien’in kitaplarına dair sorular soran hayranlarına, editörüne, yayıncılarına yazdığı mektuplarla dolu bir yazı sizleri bekliyor!

Sizi daha fazla bekletmeyelim ve BURAYA alalım.

Şimdiden herkese keyifli okumalar!


TEŞEKKÜRLER

Proje Editörü ve Genel Konsept Danışmanı
M. İhsan “mit” Tatari
Proje Sahibi
Hazal “Fırtınakıran” Çamur
Çeviriler
Can “Canina” İnal
M. İhsan “mit” Tatari
Oğuz “Hurin” Karaaslan
Sayfa Tasarım
Hakan “magicalbronze” Tunç
Arkaplan Görseli
John Howe
www.tolkiengateway.com

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Kitap okumanın zararları

Yağmurlu bir gündü. Aşırı yağmurlu… İzmir’in durup durup sonra birdenbire patlayan yağışları yine iş başındaydı anlayacağınız. Sokaklar azgın birer nehre dönüşmüştü ve caddelerden aşağı süratle akan yağmur suları başta çöp tenekeleri olmak üzere önlerine çıkan her şeyi alıp götürüyordu. Yağmurluk giyip şemsiye taşımak yerine üzerinize bir mayo geçirip belinize de can simidi taksanız kimse sizi sorgulamazdı. Bense anneannemin evine kapanmış, pencereden aşağıdaki nehir-caddeleri izliyordum. Böyle bir havada içerde olduğum için sevinsem mi yoksa zaten zar zor aldığım izin günümü evde geçirmek zorunda kaldığım için üzülsem mi bilemiyordum. 

Kuzenim Selin, halimden anlamış olacak ki “Dur sana bir kitap getireyim, okursun.” dedi. Bir koşu arka odaya gidip elinde sarı kapaklı bir kitapla geri geldi. 
“Neymiş bu?” dedim merakla, uzattığı cildi alırken. Gösterişli harflerle ‘Harry Potter ve Felsefe Taşı’ yazıyordu kapağında. 
“Hmm…” dedim. “Adını duymuştum. Şu meşhur çocuk kitabı değil mi bu?” 
“Evet, o.” dedi Selin. “Ama çok güzel! İlk başta ben de tereddütte kalmıştım ama okuyunca çok beğendim. Mutlaka oku!” diye devam etti sonra da heyecanla. 
“Eh, bir göz atarım belki.” deyip teşekkür ettim. 

Günün ilerleyen saatlerinde kitabı evin içinde benimle beraber gezdirdim ama hiç de kapağını açıp okuyasım gelmiyordu. Sıkıntılı bir günde yapmak istediğim son şey basit dille yazılmış bir çocuk masalı okumaktı çünkü. Son bir ümitle bir kez daha pencerelerden dışarıya şöyle bir göz attım ve yağmurun şiddetini aynen koruduğunu gördüm. Hayal kırıklığına uğramış bir biçimde kaderime razı geldim ve kendimi bir kanepeye atarak kitabı okumaya başladım. 

Ondan sonra tek hatırladığım kitabın sayfalarına iyice gömülmüş bir halde, saatlerce yerimden kalkamadan okuduğum ve okuduğum ve okuduğum. “Çocuk kitabı” beni ters köşeye yatırmıştı, bu uzun zamandır okuduğum en iyi maceralardan biriydi çünkü. Sonuç olarak o gün tek oturuşta kitabı soluksuz bir biçimde okudum. Bitirdiğimde gece olmuştu ve gözlerim hafiften yanmaktaydı. Ama aldığım keyif bunun yanında hiçti. Nihayet yorgun argın fakat mutlu bir şekilde kendimi yatağa attım. Son hatırladığım erkek kardeşim Metin’in “Ben okuyayım biraz da şunu.” dediğiydi. 

Gece geç bir saatte uyandım. “Oda ne kadar karanlık dedi Harry.” dedim kendi kendime. Esneyerek yatağımdan kalktım ve mutfağa gittim. Bir taraftan da “Harry karanlık koridorda mutfağa ilerledi.” diye düşünüyordum istemsiz olarak. Buzdolabını açtım ve dolabın ışığı gözlerimi kamaştırdı. “Işık çok parlak dedi Harry.” dedim kendi kendime. Bir bardak su alıp içtim. “Harry suyu içti.” diyordum bu sırada. Sonra ne yapığımı fark ederek halime kıs kıs gülmeye başladım. “Eh be İhsan, bütün gün kitap okursan olacağı bu! Dedi Harry gitti Harry… Tüm gece devam ederim buna artık.” dedim kendi kendime. Sonra da yatağıma dönüp yorganı üzerime çektim. “Yatağına uzanıp gözlerini yumdu Harry.” 

Ertesi sabah uyandığımda dün geceki olaya hâlâ gülüyordum. Kahvaltı masasına gittim ve Metin’i orada buldum. Hevesle “dedi Harry gitti Harry” meselesini anlattım ona. Birden kahkahayı patlattı. “Sana da mı öyle oldu?” dedi gülmekten yaşaran gözlerle. “Ben de aynı şeyi yaptım! Hem de buzdolabının ışığı için!” 

Bitti Harry… 

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Kar

İstanbul’da doğup büyüdüğüm için soğuğa ve kara alışkındım. Özellikle küçüklüğümde babam, kız kardeşim ve kuzenlerimle boyum kadar kar birikintilerinin içinde oynadığımı daha dün gibi hatırlarım. Ama hiçbir zaman askerde üşüdüğüm kadar üşümedim hayatımda.

Manisa Kışla’sında acemiliğimizin son gününü yaşıyorduk. Yarın dağıtımımız yapılacak ve önümüzdeki 14 koca ayı nerede geçireceğimiz belli olacaktı. Batı illerinden gelen erlerin çoğu Doğu Anadolu topraklarını incelerken, o taraftan gelenler de Batı şehirlerine bakıyordu. Bu işin genel kuralı belliydi çünkü. Batılı doğuya, Doğulu ise batıya gider. Bir an için gözlerim haritanın ortasındaki Konya’ya takıldı ve “Bir Allah’ın kulunu da şuraya vermezler mi be?” diye hayıflandım yüksek sesle. Verdiler… Ertesi gün dağıtım yerleri açıkladığında koskoca bölükten Konya’ya giden tek kişi bendim.

Yanlış hatırlamıyorsam Konya’daki birliğime katıldığımda tarihler 7 Mart 2005’i gösteriyordu ve ortalık bembeyazdı. Çok üşüdüğümü anımsıyorum ama soğuğu göz ardı etmeye ve kendime moral vermeye çalışıyordum “Bu bana vız gelir. Ben ne soğuklar atlattım! Ayrıca ben karı çok severim! Hem birazcık soğuktan ne zarar gelebilir ki?” diyordum kendi kendime. Demez olaydım… 

O sene ülke genelinde son yüzyılın en soğuk kışı yaşandı ve bizim orada hava -27 dereceye kadar düştü. Nöbete giderken kazak üstüne kazak, eşofman üstüne parka giyiyorduk ama nafile. Nefes alırken burnumuzun içi çatırdıyor, ellerimizi ısıtmak için ağzımızdan hava üflediğimizde eldivenlerimizin üzeri buz kesiyordu. Bu arada da yürürken bol bol kıç üstü düşüyorduk. İşin güzel tarafı düştüğünüz sırada etrafınızda size gülen biri varsa canınızı sıkmanıza gerek kalmamasıydı. Çünkü yaklaşık beş saniye kadar sonra düşme sırası ona, gülme sırasıysa size geliyordu. “Olsun,” diyordum “Ben karı çok severim.”

Şimdi o ayları düşündüğümde bol bol kar kürediğimizi anımsıyorum. Her sabah kalkıp giyiniyor, kahvaltımızı edip içtima alanına geçiyor ve tüm alanı karlardan temizlemeye çalışıyorduk. Sabah içtimasından sonraysa sıra yollara geliyordu. Biz kürüyorduk kar yağıyordu, biz yine kürüyorduk kar yine yağıyordu. Elimizdeki işi bitirip arkamıza döndüğümüzde tüm yolun hâlâ karla kaplı olduğunu görüyorduk. Tam bir kısır döngüydü anlayacağınız. “Ben karı severim…” diyordum hâlâ kendi kendime, eskisi kadar coşkulu olmayan bir ses tonuyla.

Mayıs ayının ortalarına doğru kar yağışı nihayet durdu. Bu işkenceden kurtulduğumuz için bayram ettik haliyle. Hepimizin elleri çatlamıştı ve yüzlerimiz kar yanığı nedeniyle aşırı derecede bronzlaşmıştı. Hani bir gören olsa bizi deniz kenarında güneşlenmişiz sanırdı. 31 Mayıs gecesi hepimiz mutlu ve huzurlu bir şekilde yattık yataklarımıza. Yarın yaz aylarının ilk günüydü ve bir ayı daha devirmiştik. Biz ne bilelim ertesi sabah kalktığımızda her yeri yine yeni yeniden bembeyaz bulacağımızı?

1 Haziran 2005 tarihinde tüm Konya ovası kışın yağan kardan bile daha kalın ve soğuk bir kar tabakasıyla kaplanmıştı. Arkasında ise birbirine sarılıp ağlayan bir bölük asker ve “Kardan nefret ediyorum!” diye bağıran bir er bırakmıştı. 

Ben ne bileyim önümüzdeki yaz aylarının son elli yılın en sıcak mevsimi olacağını ve sıcaklığın 47 dereceye yükseleceğini?

5 Ağustos 2011 Cuma

Gülme komşuna...

Askerliğimin ortalarındaydım. Bölük terzisi yazıhaneye geldi ve ağlayıp sızlanmaya başladı.
“Ne oldu?” diye sordum merakla.
“Yahu sorma,” dedi üzüntüyle. “Komutan, er gazinosuna yeni bir televizyon almış. Kocaman bir plazma TV ve zimmetini benim üzerime yapıyor.” ( Yani o televizyonun tüm mesuliyeti ona ait olacak ve başına gelen herhangi bir şeyde maddi bedelini ödemek zorunda kalacak. )
“Yapma yahu, ne kadarmış değeri peki?” dedim. Şimdi hatırlamadığım hatırı sayılır bir rakamdan bahsetti.
“Ooo, çokmuş.” dedim.
“Çok ne kelime! O televizyona bir şey olursa yanarım. Askerliğim bitmez!” dedi terzi, hayıflanarak. “Ne yapacağım ben şimdi?”

Biz de askeriz ya… Eğlenecek şey arıyoruz sürekli kendimize.
“Oğlum yandın sen. Senin askerlik bitmez!” dedim gülerek. Terzi oflayıp puflarken odadaki diğer askerler bu espriyi çok beğendiler ve sürekli söylemeye başladılar. Bir-iki hafta boyunca arkadaşımızı gördüğümüz her köşede ona bu şekilde takılmaya devam ettik. O ise her akşam televizyonun başında nöbet tutuyor, kimsenin yaklaşmasına izin vermiyordu.

Derken bir sabah yazıhaneye kocaman bir fotokopi makinesi getirdiler. Tam fonksiyonlu, dijital göstergeli, tarayıcılı, tek tuşla önlü arkalı çekebilen muazzam bir alet… Yetkili servis makineyi kurarken komutan içeri girdi ve bana dönerek şöyle dedi; “Bu makine bundan sonra sana zimmetli. Başına bir iş gelirse senden bilirim.” Ardından televizyonun tam üç katı olan bir rakam telaffuz etti ve dışarı çıktı. Olduğum yere çakılı kalmıştım.

O esnada diğer yazıcılardan biri kulağıma eğildi ve dedi ki; “Oğlum yandın sen. Senin askerlik bitmez!”

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Sağır sultan

Bir yaz günü… Şirket müdürümüzle alış-verişe çıkmıştık. Firmaya bir cep telefonu almamız gerekiyordu. O alış-verişi yapacak ben de arabayı kollayacaktım. Çankaya’nın işlek caddesi üzerinde bir telefon bayi bulup önüne yanaştık. Müdür hemen inip mağazaya girdi, ben de sıcağın altında beklemeye başladım.

Derken oldukça ihtiyar bir teyze yanaştı arabaya. Yaşlılıktan beli bükülmüş, teni buruşmuş, saçları bembeyaz olmuştu. Elinde de bir poşet dolusu kâğıt mendil paketi vardı.

“Selpak ister misin oğlum?” dedi.
“Hayır teyzecim, sağ ol.” dedim.
“NE?” diye bağırdı kadın, aşırı derecede yüksek bir sesle. Onun bağırmasıyla benim koltuğumda sıçramam bir oldu. Kadının içine Pavarotti falan kaçmıştı sanki. “Ne oluyoruz yahu?” dedim kendi kendime.
“Alacak mısın?” diye sordu kadın tekrardan, paketi burnumun dibine sokarak.
“Hayır, istemiyorum.”
“NE?” dedi yine, yüksek sesle. Anlaşılan kulakları ağır işitiyordu. Paketi ise hâlâ burnuma sokmaktaydı.
“İstemiyorum!” dedim, biraz daha yüksek sesle. Bu kez başımı olumsuz anlamda sallamayı da ihmal etmedim.

Kadın durdu, bana şöyle baktı sonra da başladı yalvarmaya, dualar etmeye. Halim şöyle, böyle. Tek istediğim bir ekmek parası… Bu seferde acıdım kadına.

“Tamam teyze, alayım bir tane.” dedim.
“NE?” diye bağırdı yine.
“Bir tane alacağım!” dedim tekrardan.
“NE?”
“Ver bir tane, ver!”
“NE?”
“Dedim ki…”
“Aman be! Almazsan alma!” dedi sonunda, elini sinirle sallayarak.
“Yahu alacağım, versene bir tane!”
“Almazsan alma!” dedi tekrardan ve yürüyerek uzaklaştı.

Bense arkasından bağırıyordum hâlâ; “Ya teyze! Versene selpağımı ya!”

Ama nerde teyzede o kulak…

31 Temmuz 2011 Pazar

Gösteri sanatının sınırlarında...


İzmir’in kurtuluşu tüm şehirde coşkuyla kutlanıyordu. Âdet olduğu üzere uzun bir fener alayı trampet ve borazanlar eşliğinde Kordon’u turlayıp milletin kulaklarına pas tıkarken, meşhur şarkıcılardan biriyse Gündoğdu Meydanı’nda konser vererek bu pası dökmeye çabalıyordu. Bense tüm bu hengâmeden uzakta, üniversiteden dostlarım olan Fatih ve Boran’la birlikte Üsküdar Çaycısı (sormayın) isimli mekânda oturmuş, neskafemi yudumluyordum. Boran’ı uzun zamandır görmediğimizden muhabbet muhabbeti açıyor, eski çapkınl… öhhö! hatıralarımızdan bahsediyor ve hasret gideriyorduk. 

Derken uzakta, Bayraklı tarafında havai fişekler atılmaya başlandı. Bir müddet konuşmayı kesip gösterinin tadını çıkarmaya başladık. Çeşitli renklerde ve şekillerdeki fişekler karanlık gökyüzüne yükseliyor ve ortalığı tam bir şenlik alanına çeviriyordu. Sonra tepenin üzerinde farklı ışıklar görülmeye başladı. Önce sağda, sonra solda derken geniş bir daire şeklini aldı ışıklar. 

“Vay…” dedi Fatih. “Adamlar ateş gösterisi bile hazırlamışlar.”

Gerçekten de ateşti bu… Yuvarlak bir şekil çizen alevler uyumlu bir şekilde dans ederek tepenin etrafını sarmış ve yine aynı ahenkle yukarı doğru yükselmeye başlamıştı.

“Prodüksiyon ekipleri artık işini biliyor hocam.” dedi Boran. “Baksanıza şu alevlerin uyumuna…” Etraftaki masalardan bir memnuniyet ve onay mırıltısı yükseldi.

Biz dâhil olmak üzere tüm masalar durmuş, hayran hayran ateş gösterisini izliyorduk. Sonra kırmızı mavi ışıklar görülmeye başladı tepenin dibinde. Ardından bir helikopter geçti tepemizden. İtfaiye helikopteriydi ve hızla tepeye doğru ilerliyordu.

“Eee, şey…” dedim, yerimde rahatsızca kıpırdanarak. “Bunun bir gösteri olduğundan emin miyiz?”

Değildi. Havai fişeklerin alevleri tepedeki otları tutuşturmuştu. Az önce gösteri sanatının ne kadar ilerlediğini hep birlikte överken şimdi şaşkınlıkla açılmış gözlerle tepeye bakakalmıştık. Sonra tüm müşterilerle birlikte önümüze döndük, içeceklerimizi bitirdik ve hızla ortamı terk ettik. O zamandan beri de oraya uğramıyor, gökyüzünde bir havai fişek patladığında utançla kızararak boynumu yere eğiyoruz.

28 Temmuz 2011 Perşembe

Çocuklar ölmesin

Doğu Afrika’yı etkisi altına alan kuraklık Kenya, Somali, Etiyopya, Cibuti ve Uganda’da hayatı olumsuz etkilemeye devam ediyor. Özellikle Somali’de durum içler acısı. Ülkenin güney bölgelerinde yaşayan halk, buraya yardım ulaşmadığı için ölümle burun buruna yaşıyor.

100 ailenin yaşadığı bir kampta birkaç saat içinde 8 çocuk hayatını kaybetti. Ülkede otorite olmadığı için hiçbir şeyin resmi rakamı yok. Kamplarda kaç kişi yaşıyor, kaç kişi hayatını kaybetti tam bilinmiyor.

SOMALI yazıp 3072'ye göndererek 5 TL bağışta bulunabilirsiniz.

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Dresden Dosyaları - Kitap inceleme


Benim adım Harry Blackstone Copperfield Dresden. Bu adı kullanarak beni çağırırsanız risk size aittir. Ben bir büyücüyüm. Chicago’nun merkezindeki bir büroda çalışıyorum. Bildiğim kadarıyla ülkede çalışan tek profesyonel büyücüyüm. Beni sarı sayfalarda ‘Büyücüler’ başlığı altında bulabilirsiniz. İster inanın ister inanmayın, orada bir tek ben varım. İlanım şöyledir:

HARRY DRESDEN – BÜYÜCÜ
Kayıp eşyalar bulunur. Paranormal soruşturmalar.
Danışma. Tavsiye. Makul fiyatlar.
Aşk iksirleri, bitmek bilmez servetler ve çılgın partiler
iş kapsamı dışındadır.

Kaç kişinin sadece ciddi olup olmadığımı bilmek için beni aradığını bilseniz şaşardınız. Ama öte yandan eğer gördüğüm şeyleri görmüş olsanız, bildiklerimin yarısını bilseniz herhangi birinin nasıl ciddi olmadığımı düşünebildiğini merak ederdiniz.

İşler tuhaflaştığında, geceleri size çarpan bir şey ışıkları yaktığında, başka hiç kimse size yardım edemediğinde beni arayın.

Numaram rehberde var.
Harry Dresden ile tanışın
Dresden Dosyaları, Amerikalı Jim Butcher’ın ilk romanı. Kendisi Codex Alera isimli bir başka serinin de yazarı ve bu iki eser kendisini birden fazla kez New York Times Bestsellers listesine taşımış. Dresden Dosyaları, diğer seriye göre daha fazla tanınıyor ve 2000 yılından beri maceraları yayınlanmakta. Hatta (kitapla pek alakası olmasa bile) dizi filme bile dönüştürülmüş bir eser. Ülkemize gelişiyse 2010 yılında, İthaki Yayıncılık tarafından gerçekleştirildi.

Kitabımızın kahramanı Harry Dresden, günümüz Chicago’sunda yaşayan gerçek bir büyücü. Annesi doğum esnasında hayata gözlerini yummuş. Onu tek başına büyüten ve bir sahne sihirbazı olan babası, adını üç büyük ustaya ithafen koymuş; Harry Houdini, David Copperfield ve meşhur illüzyonist Blackstone… Siyah uzun pardösüsü, mavi kot pantolonu ve kovboy çizmeleriyle western filmlerinden fırlamış gibi bir hali var. Hazırcevap kişiliğe ve iyi espri kabiliyetine sahip biri.

Harry, iksirler hazırlıyor, rüzgâra hükmediyor, etrafı ateşe verebiliyor ve ellerinden şimşekler fırlatabiliyor. Kısacası bir büyücüden bekleyebileceğiniz her türlü yetenek kendisinde fazlasıyla mevcut. Yine de tüm bu becerilerine rağmen insanların alay konusu olmaktan ve hor görülmekten kurtulamıyor. Tanıştığı herkes ona şarlatan gözüyle bakıyor ve bu fikirlerini yüzüne söylemekten de kaçınmıyorlar. Hem de alaycı kahkahalar eşliğinde… Bu Harry için hiç de iyi değil elbette. Aynı zamanda işi için de…

Harry tabiri caizse günlerini sinek avlamakla geçiriyor. Kiralarını ödemek için paraya ihtiyacı var, cebinde ise metelik yok. Neyse ki hâlâ onun yeteneklerine ihtiyaç duyan insanlar var. Özel Soruşturmalar müdürü Karrin Murphy gibi… Polis ne zaman sıra dışı bir olayla karşılaşsa ve durum içinden çıkılmaz bir hal almaya başlasa çareyi büyücümüzü aramakta buluyor. Genelde son çare olarak elbette… Hayır diyecek durumda olmayan Harry ise kendi ayağıyla belaların ortasına atılmak zorunda kalıyor.

Sizin de anlayacağınız gibi Harry tam bir yorgun savaşçı. Başı beladan kurtulmayan, hiçbir işi doğru gitmeyen, tüm iyi niyetine ve doğru olanı yapma çabalarına rağmen yanlış anlaşılmaktan kurtulamayan biri. Sevdiklerini ve kendini korumak adına büyü ilminin sırlarını açıklaması kesinlikle yasak. Fakat başta Murphy olmak üzere herkes bilgisini paylaşması yönünde üzerinde baskı kurmakta. Sessiz kaldığı zamanlarda da ya sahtekâr ya da hain damgası yemekten kurtulamıyor. Ama tüm bunlar onu işini yapmaktan alıkoymuyor. Büyük güç, büyük sorumluluk getirir felsefesini taşıyanlardan o da. Bu özelliğiyse onu daha fazla belaya bulaştırmaktan başka bir işe yaramıyor maalesef (bizim açımızdan bakarsak ne mutlu!). Eğer işler bundan daha kötü olamazdı diyorsanız bir daha düşünün çünkü işin içinde Dresden varsa her şey her an daha da berbatlaşabilir.

26 Temmuz 2011 Salı

Kusursuz Plan

Sıcak bir yaz gecesiydi. Genç kız böylesine güzel bir havada evinde oturmaktan sıkılmış, arkadaşında ders çalışma bahanesiyle ailesinden izin alıp dışarı çıkmıştı. Apartmandan çıkmadan önce merdiven boşluğunda kısa bir mola verip eteğini bel hizasından katlamayı ve bluzunun üst düğmelerinden birini açmayı da ihmal etmemişti tabi. Evde takındığı cici kız rolünü daha fazla sürdürmesine gerek yoktu ne de olsa.

Sokağa çıkıp havalı olduğunu düşündüğü bir tarzla ana caddeye doğru yürümeye başladı. Kendisini ilgiyle süzen mahalle erkeklerine küçümser bir bakış atıp, yanlarından geçti. Delikanlılardan biri ayağa kalkıp "Hey bebek! Bu gece benimle takılmaya ne dersin?" diye laf attı arkasından. "Ne kadar da banal." diye düşündü içinden. "Seninle takılacağımı düşünüyorsan tam bir salaksın yanee..." dedi kelimeleri yuvarlayarak, omzunun üzerinden geriye bakarken. Basit erkeklerle işi yoktu onun, özel olanı bekliyordu. Mükemmel olanı... Daha aşağısını kabul etmesine imkân yoktu. 

"Gerçek aşkı ne zaman bulacağım ben? Kusursuz sevgilimi?" diye mırıldandı kendi kendine. Sonra elini çantasına atıp en sevdiği kitabı çıkarttı. Kitabın kapağında kırmızı bir elma tutan bir çift el vardı ve büyük harflerle "Twilight" yazıyordu üzerinde. "Benim bir vampire ihtiyacım var. Neredesin mükemmel sevgilim?" diye hayıflandı kız, iç çekerek.

Adımları onu şehrin en gözde mekânlarından birine götürdü. Hiç düşünmeden içeri daldı ve ahşap barın önündeki yüksek taburelerden birine oturdu. Barmeni küçümseyici bakışlarla süzerek kendine içecek bir şeyler söyledi. Ardından kitabını açıp en sevdiği bölümlerden birini okumaya başladı. 
"Ah, en sevdiğim kitap." dedi sağ yanından bir erkek sesi.

Genç kız irkilerek yerinde hafifçe sıçradı. Sesin geldiği yöne döndüğünde hemen yanındaki taburede genç bir adamın oturmakta olduğunu gördü hayretle. Oysa bir saniye önce o taburenin boş olduğuna yemin edebilirdi. 
"Nasıl yani? Twilight sever misiniz?" diye sordu kız, kuşkuyla.
"Evet, bayılırım." dedi adam, dramatik bir tonda. Hareketlerinde garip bir abartı, değişik bir aşırılık vardı. Kız, böyle bir terimin farkında olsa bu tavırlarını teatral olarak adlandırabilirdi belki. Ama değildi... 
"Ne yazık ki gerçeğinin yanına bile yaklaşamıyor." diye devam etti adam, başını mutsuz bir biçimde iki yana sallayarak.
Bu laf üzerine kızın kaşları çatıldı. "Eğer gerçek vampir şöyle olmalı falan diyecekseniz hiç başlamayın yane. Ay, nedir bu Krokula takıntısı anlayamıyorum hiç!"
"Drakula..." diye düzeltti adam.
"Her neyse haltsa işte..." dedi kız, her zamanki gibi kelimeleri uzatarak ve yuvarlayarak.
"Ayrıca ben öyle bir şey demeyecektim. Kitap, vampirleri tam da olması gerektiği gibi yansıtıyor bence." dedi adam, kızın gözlerinin içine bakarak. "Zeki, etkileyici ve yakışıklı... Kusursuz âşık." 

24 Temmuz 2011 Pazar

Bir Akbil macerası

Bundan yaklaşık dört-beş sene evvel, nadiren yakaladığım yıllık izinlerimden birinde (az çıktığımı söylemiştim!) İstanbul'a gitmiştim. Giderken de babamın emektar akbilini yattığı tozlu çekmecelerden çıkarıp yanıma almayı ihmal etmedim. Tatilimin ilk gününü amcamların evinde ense yaparak... Aman, şey... amcamlarla geçirerek saadet dolu akrabalık geçmişimizi neşeyle yad ederek geçirdim. İkinci gün ise "Bu kadar aile saadeti yeter." diyerek Avrupa Yakası’na geçmeye ve birkaç arkadaşı ziyaret etmeye karar verdim. Hem de deniz otobüsüyle! Uzun zamandır binmemiştim ve çok özlemiştim doğrusu. Gerçi Kadıköy – Eminönü vapurlarının yerini tutmaz ama neyse… 

Hevesle evden çıktım ve soluğu Bostancı İskelesi’nde aldım. Fakat buraya gelmek akbilimdeki son kuruşların da bana elveda demesine ve kullanılmış biletler cennetine gitmelerine neden olmuştu. Yeniden dolum yapmam gerekiyordu. Etrafıma dikkatle bakındım ama bir tane bile gişe göremedim. Onun yerine, iskelenin bir köşesine şu otomatik dolum cihazlarından koymuşlardı birkaç tane. Makinelere şüpheyle yaklaştım. Daha önce hiç kullanmamıştım çünkü. Üzerindeki talimatlara şöyle bir göz attım ve her şeyi iyice okudum. 


“Nasıl bir terslik olabilir ki?” dedim, kendi kendime. Sonuçta bir sürü insan kullanabiliyordu bunu, benim ne eksiğim vardı? Sonra parayı yerleştirdim, akbili yerine koydum ve… 

Bzzzt! 

Makine hata verdi ve paramı yuttu! 

“Harika…” dedim bezgin bir sesle. "Nasıl başka türlü olabilir ki?" Ardından hemen yetkili birini aramaya başladım. 

İçeride bir güvenlik görevlisi vardı. Ona durumu anlatmaya çalıştım ama pek oralı olmadı. 
“Form doldurmanız gerek.” dedi. “Arkadaşlar makinedeki parayı saydıktan sonra fazla çıktığına kanaat getirirlerse yarın gelip paranızı alabilirsiniz.” 
Yarın mı? “İyi de ben yarın burada değilim ki! Bu gece İzmir’e uçacağım.” dedim ben de. Adam yine oralı olmadı. Yavaş yavaş sinirlenmeye başlıyordum, görevliyse ukalaca gülmekle meşguldü. 

O esnada ellili yaşlarında bir kadın yanaştı yanımıza ve “Makine paramı yuttu!” diye beyan etti. Adamın yüzündeki alaycı gülümsemenin yavaşça solması bana garip bir keyif verdi doğrusu. Görevli hafifçe boğazını temizledi ve “Form doldurmanız lazım. Arkadaşlar makinedeki parayı…” 

Ama sözünü bitirmeye fırsat bulamadı. 

“Ben form falan dolduramam! Yalan mı söyleyeceğim kardeşim? Paramı isterim!” dedi kadın, cazgır bir şekilde. 
“Benim de paramı almam lazım, yarın şehir dışında olacağım.” dedim ben de, fırsattan istifade ederek adamın üstünde baskı kurmaya çalışıyordum kendimce. Ayrıca söylediğim de yalan değildi, hakikaten de yarın İzmir’e uçuyordum ne de olsa. 

Görevli bir bana bir de kadına baktı sonra da “Beni takip edin.” dedi biraz da mecbur kalarak. Bizi arka tarafta bir odaya götürdü. Burada bir başka görevliyle bir süre tartıştıktan sonra tekrar yanımıza geldi. 

“Tamam, paranızı iade edeceğiz. Kaç para kaptırdınız?” diye sordu. 
“On.” dedim. 
“Yirmi.” diye yanıtladı kadın. 

Adam tekrar içeri girdi ve iki form çıkarıp doldurmamızı rica etti. Ardından da paramızı iade etti. Teşekkür edip oradan ayrıldık. Tam kapıdan çıkarken teşekkür etmek amacıyla yanımdaki teyzeye döndüm. O esnada kadın çılgınca bir kahkahayla bana dönüp şöyle dedi; 

“Keşke elli lira kaptırdım deseydim! Hehehehe!”

22 Temmuz 2011 Cuma

Seçkide İkinci Yıl !


Bundan iki yıl kadar önce birkaç arkadaş, bir yolculuğa çıkmaya karar verdik. Aylık olarak yazacağımız öyküleri, bir şekilde bu türü seven okurlarla buluşturmak niyetiyle çıktığımız bu yolculuk; zamanla okurlarının da sadık katılımıyla büyüdü. Gelişti. Çığ gibi büyüyen bu oluşumun adına da “Aylık Öykü Seçkisi” dedik. 2009′un Haziran ayında ise “Göl” temalı ilk öykümüz yayınlandı ve maceranın fitili ateşlenmiş oldu.

İşte iki yıl önce başladığımız bu serüven, hız kaybetmeden siz değerli okuyucularımız eşliğinde yayın hayatına devam ediyor. Bu ay da, tıpkı ilk yılımızda olduğu gibi yine sizler için özel bir seçki hazırladık. Kayıp Rıhtım sitesinin en aktif yazarlarının, seçkimiz için yazmış oldukları “Kayıp Rıhtım” temalı öyküler sizleri bir maceradan diğerine sürükleyecek. Her bir yazarın Kayıp Rıhtım’ı ana tema olarak kullandığı bu hikayeleri okurken bizler envai çeşit duyguya gark olduk: Korku, hüzün, sevinç, heyecan, umut… Ama en çok da umut! Bir avuç gencin başlattığı bu yangın, şimdi yüzlerce öyküyle hayallerimizi aydınlatmak niyetinde. Eminiz ki sizler de bu düş sağanağından bizim kadar keyif alacaksınız.

Peki bu öykü seçkisinde kimler mi var? Dilerseniz gelin şimdi hangi yazarımız hangi öyküsüyle teşrif etmiş, hep beraber göz atalım.
- Maket adlı öyküsü ile Alper Kaya
- Limbo adlı öyküsü ile Beyza Taşdelen
- Kayıp Rıhtım’ın Çağrısı adlı öyküsü ile Buğra Şenyüz
- Kaptanın Sandığı adlı öyküsü ile Burcu Durukan
- Kaybolan adlı öyküsü ile Can İnal
- İsyan adlı öyküsü ile Hazal Çamur
- Papyonlar Havalıdır! adlı öyküsü ile Kürşat Toker
- Kayıp Rıhtım’da Bir Yabancı adlı öyküsü ile M. İhsan Tatari
- Fedâiyan-ı Gaib Rıhtım adlı öyküsü ile Mehmet Berk Yaltırık
- Rıhtım’da Bir Deli adlı öyküsü ile Özgürcan Uzunyaşa
- Kötü Kokular Mutfağı adlı öyküsü ile Onur Selamet
- Altın Çağ adlı öyküsü ile Tarık Kaplan
İşte bu öykülerle ikinci yılımızı kutladık. Belki havai fişekler patlamadı yahut sizlere bir karnaval eğlencesi sunamadık. Ama inanıyoruz ki yukarıdaki kalemlerden dökülenlerin gücü, bütün karnavallardan daha renkli hayallere mürekkep olabilecek çizgide. Edgar Allan Poe’nun da dediği gibi: “Bu seçkiyi, düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara adıyoruz.”

Gelelim gelecek ayın seçkisine. Ağustos ayı için öykülerinizi yazmaya şimdiden başlayabilirsiniz! Gelecek ay kalemlerinize çarpacak temamızsa "İntihar" oldu! Her zamanki gibi öykülerinizi kayiprihtim@gmail.com mail adresine gönderebilirsiniz.

Herkese, bizi bugüne kadar yalnız bırakmadığı için bir kez daha sonsuz teşekkürler, iyi okumalar.

Sevgiler,

Hakan “magicalbronze” Tunç & Onur “DarLy OpuS” Selamet