29 Nisan 2011 Cuma

Gizemli Soygun ( Bölüm 2 )

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

Sokaklar, kar bulutlarının arasından kendini gösteren sabah güneşinin soluk ışınlarıyla yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı. İstanbulluların büyük bir çoğunluğu sıcacık yataklarını keyifsiz homurtularla terk ederek işlerine veya okullarına gitmeye hazırlanıyordu. Bir taraftan da yaklaşan yılbaşı tatilini düşünerek kendilerini avutmakla meşguldüler. Bazıları ise bütün geceyi çalışarak geçirmişlerdi ve uyumak ya da tatil gibi şeylerden çok daha önemli meseleler vardı akıllarında. Selim Kuzgun da onlardan biriydi.

Sorgu odasının kapısı gıcırdayarak açıldı. Selim, peşindeki iki memura dışarıda beklemelerini işaret ederek içeri girdi ve kapıyı arkasından kapattı. Küçük ve sade bir odaydı burası. İçerideki yegâne eşyalar bir masa ve üç sandalyeden ibaretti. Berduş masanın ardındaki tek sandalyede oturuyordu.

“Ayıldın mı?” diye sordu Selim, berduşun karşısındaki sandalyelerden birine otururken.

“Sana da günaydın aynasız.” diye cevapladı berduş. “Bana bi yemek sözü verdiini sanıyodum, alkol terapisi değil.”

Selim bu yoruma gülerek karşılık verdi. “Sözüm söz ihtiyar. Ama önce konuşabilecek kadar ayık olman gerekiyordu. Dün gece beni bayağı bir uğraştırdın.”

“Öyle mi?” diye kıkırdadı ayyaş. “Umarım seni öpmeye falan kalkmamışımdır.”

“Adın ne?” diye sordu Selim, ihtiyarın alkol kokan nefesine aldırmamaya çalışarak.

“Adım mı?” dedi düşüncelere dalan berduş. “Bu soruyu duymayalı uzun zaman olmuştu.” diye devam etti kirli sakalını sıvazlayarak. “Sokaklarda ismin bir anlamı olmuyo, anlıyosun ya. Her neyse… Adım Garip, soyadımı ise hatırlamıyom. Zaten umrumda da diil. Fakat sokaktaki dostlarım bana Sünger der, istersen sen de böyle çaaağrabilirsin.”

“Pekâlâ Sünger… Bana ne gördüğünü anlat, ben de sözümü tutup sana iyi bir yemek ısmarlayayım.”

“Öyle olsun o halde…” dedi berduş, ufak bir geğirik atarak. Ardından sandalyeye iyice kurulup bir gün önce şahit olduğu olayı anlatmaya başladı.

23 Nisan 2011 Cumartesi

Gizemli Soygun ( Bölüm 1 )

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

İstanbul’da bir akşam vakti… Şişli semtinin bütün caddeleri birbirinden ışıltılı yılbaşı süsleri ile donatılmış, vitrinler ışıklarla bezenmiş, yani yaklaşan yeni yıl kutlamaları için gerekli olan tüm hazırlıklar yapılmıştı. Büyük şehrin insanları ise her zamanki gibi bu güzelliklerden bihaber bir şekilde oradan oraya koşturuyor, bir yerlere yetişmeye çalışıyorlardı. Yılın bu son günlerinde hava da iyice soğumuş, şehrin caddelerine yer yer kar atıştırmaya başlamıştı.

Tüm bu koşuşturmacanın ortasında yaşlı bir adam yavaş adımlarla karlı kaldırımları arşınlıyor ve elindeki çanı isteksiz bir biçimde sallayıp bağırıyordu.
“Ho-ho-ho! Herkese mutlu yıllar, ho-ho-ho!” dedi yürürken. Son “Ho” gereğinden de cansız bir şekilde dökülmüştü dudaklarından. “Mutlu yıllarmış, peh!” dedi adam, üzerindeki Noel Baba kıyafetlerini memnuniyetsizlikle çekiştirerek.
“Paraya ihtiyacım olmasa bu gâvur kıyafetlerini bana zor giydirirdiniz ya neyse…” diye homurdandı kendi kendine, başındaki beyaz ponponlu kırmızı şapkayı düzeltirken.
Aniden “Önüne baksana babalık!” dedi arkasından gelen bir ses sertçe.
Yaşlı adam gayri ihtiyari olarak geriye döndü ve iri yarı bir güvenlik görevlisi ile burun buruna geldi. Görevlinin üzerindeki üniformayı ve belindeki silahı gördüğünde ise ne diyeceğini bilemedi. “Mu-mutlu yıllar…” diye kekeleyebildi sadece.
“Yolumuzu kapatıyorsun ihtiyar, çekil şöyle kenara!” dedi güvenlik görevlisi asabi bir şekilde. Noel baba ancak o zaman görevlinin arkasındaki diğer adamları fark edebildi. Usulca kenara kayarken önünden geçen grubu ürkek ama meraklı gözlerle süzmeyi de ihmal etmedi.

İri yarı üniformalı adamın arkasında yine onun kadar iri ama siyah takım elbiseler içinde iki kişi daha vardı. Ellerinde de her hallerinden tıka basa dolu oldukları anlaşılan iki büyük çanta taşıyorlardı. Onların hemen arkasında ise ilkine nazaran daha tıknaz fakat daha kalıplı olan bir görevli daha yürüyordu. Adamlar seri adımlarla Noel Baba’nın yanından geçip genişçe bir binanın cam kapılarından içeri girdiler ve gözden kayboldular. Noel Baba başını kaldırıp binanın tepesindeki tabelaya baktı ve ülkenin en büyük bankalarından birinin önünde durduğunu fark etti şaşkınlıkla.
“Para…” dedi dalgınlıkla. “Onlar para çantalarıydı. Transfer saati gelmiş olmalı.” dedi saatine bakmak için kolunu sıvarken. Sonra da borçlarını ödeyebilmek için baba yadigârı kol saatini sattığını hatırlayarak okkalı bir küfür etti. Elindeki çanı sinirli sinirli çalıp sıkılı dişlerinin arasından “Mutlu yıllar!” diyerek yürümeye devam etti ardından. Bir yandan yürürken bir yandan da o çantalardan birine sahip olmak için nelerini feda edebileceğini düşünmeden edemiyordu.

20 Nisan 2011 Çarşamba

Kitap fuarı

Öncelikle hepinize çok teşekkürler, yazmaya devam etmem konusunda cesaretlendirdiğiniz için… “Bize yazar kaprisi yapma” diyen arkadaşları da müsait bir zamanımda +5 Meşe odunumla kovalayacağımı buradan bildireyim yeri gelmişken. Aşağıda okuyacağınız yazıyı kendi kendimi sırtımdan ittirerek, hatta biraz da kaktırarak yazdım. Bakalım okuduktan sonra hâlâ “Yaz, ne olursa olsun yaz.” mı diyeceksiniz yoksa bilgisayarınızın önünde diz çöküp “Tamam, tamam! Vallahi ben bir şey demedim!” diye yalvaracak mısınız, hep birlikte göreceğiz.


Geçtiğimiz Pazar günü arkadaşlarla birlikte İzmir Kitap Fuarına gittik. Fuarın henüz ikinci günü olmasına rağmen içerisi bir hayli kalabalıktı. Öyle ki girişte uzunca bir süre sıra beklemek zorunda kaldım. Sıra dediysem öyle muntazam bir biçimde tek sıra oluşturmuş insanlar gelmesin aklınıza. Tamamen Türk gelenek ve göreneklerine yakışır bir sıraydı bu, yani olabildiğince karman çorman… Günlerden Pazar olmasının da bu yoğunlukta ki payı büyüktü elbette. “Bugün Pazar, herkes azar.” kuralı bir kez daha devreye girmişti anlayacağınız. Sırada beklerken 3 yaşındaki bir çocuğun tacizine de uğradım bu arada. Tam arkamda bebek arabasına kurulmuş bir vaziyette oturan 2-3 yaşlarındaki bir kız itina ile bacağıma tekmeyi basmakta ve ben her arkamı dönüşümde keyifli kıkırdamalar atmaktaydı gözlerimin içine baka baka. Her neyse… En sonunda yün yumağı haline gelmiş insan kalabalığının arasından (Katamari!) zar zor sıyrılıp kendimi içeriye atmayı başardım. Çok samimi olduğum üç arkadaşımla sıcak bir kucaklaşmadan sonra soluğu ilk olarak resim sergisinde aldık.

12 Nisan 2011 Salı

Buraya kadar mı?


Uzun zamandır bir şeyler yazmamanın sıkıntısını çekiyorum bu aralar. Ne yazdıklarım hoşuma gidiyor ne de kelimeleri istediğim gibi birleştirebiliyorum. Biraz da içimden gelmiyor sanırım. Aslında anlatabileceğim o kadar çok şey var ki aklımda… Hikâye yazarken de böyle bu, blog tutarken de… Şu “yazamama” hastalığına tutuldum galiba. Ne diyorlardı ona? Hah! Yazar kilitlenmesi…

Bir çilingire gitsem bu kilidi çözebilir mi acaba? Yazarların kilitlenmelerini çözen bir tane olmalı ama. İsmi farklı olurdu o zaman sanırım… Yazargir… Yok, bunu beğenmedim. Kötü şeyle çağrıştırıyor. Çilinzar? Eh, bu fena değil. “Kilitlenen yazarlar itina ile açılır.” yazar tabelasında da. Ama bir zahmet tornavidasız olsun lütfen… Oramın buramın tornavida ile kurcalanmasını pek sevmem de...

Bakınız nasıl da saçmaladım. Dedim ya, yazamıyorum. Ya da şöyle diyeyim, eskisi gibi yazamıyorum. Belki de kepenkleri kapatmanın vakti gelmiştir. Hmmm?

1 Nisan 2011 Cuma

İstanbul'da bir kış günü

İstanbul’da soğuk bir kış günüydü. Yine de günlerden 14 Şubat olduğundan mutlu çiftlerin kalpleri sıcacıktı.

Genç bir kadın evinde oturmuş sıkıntı ile televizyon seyrediyordu. Günlerden Pazar olduğu için doğru düzgün bir program yoktu. Aslında izlediği belirli bir şey de yoktu, öylesine bakıyordu görüntülere. Aklı daha çok elinde tuttuğu cep telefonundaydı çünkü. Gözleri sürekli televizyondan telefonunun ekranına kayıyor, gelen bir mesaj ya da çağrı olup olmadığını kontrol ediyordu. Bir müddet daha böyle oturduktan sonra bakışları takvime kaydı ve üzerinde yazılı tarihi görünce sıkıntı ile ofladı. 14 Şubat’ı gösteriyordu takvim. Yani sevgililer gününü… “Aramayacak.” dedi üzüntü ile bir kez daha telefonunu kontrol ederken. “Ah be Can! Ne olurdu yani şu cesaretini biraz toplayabilsen?”

Can, iş yerinde tanıştığı ve neredeyse ilk görüşte âşık olduğu adamın adıydı. İlk başlarda sadece dış görünüşünden hoşlandığını düşünse de zaman geçtikçe ve onu tanımaya başladıkça öyle olmadığını kendine itiraf etmek zorunda kalmıştı Canan. Çok kibar biriydi Can, aynı zamanda tam bir beyefendiydi de… Çok geçmeden sürekli onu düşünür, rüyalarında onu görür olmuştu kadın.

“Daha ne yapmam lazım hislerimi anlaman için anlamıyorum ki? Senin de benden hoşlandığını biliyorum üstelik. Ama hiç çaba harcamıyorsun, hiç adım atmıyorsun. Neden?” diye mırıldandı düşüneli bir biçimde. Ardından öfke ile oturduğu yerden kalktı ve “Bravo Canan! Şimdi de kendi kendine konuşmaya başladın, ne güzel!” dedi mutfağa doğru ilerlerken. Sonra hâlâ kendi kendine konuşmaya devam ettiğini fark ederek bağırdı; “Kes şunu!”
Mermer tezgâhın başına geçti, bir bardak su doldurdu ve gözlerini yumarak “Yeter artık Canan, bundan sonra Can’ı düşünmek yok.” dedi kendi kendine. Bir yudum su aldıktan sonra “Evet, düşünmeyeceğim artık onu. Umurumda değil! Bitti, gitti.” diye devam etti konuşmaya.

Tam o esnada kapı zili çaldı ve Canan heyecanla olduğu yerde zıplayıverdi. “O mu acaba?” diyerek kapıya koşturdu az önce söylediği tüm o olumsuz sözleri unutarak. Diafona uzandı ve “Kim o?” diye sordu, sesindeki titremeyi bastıramadığı için kendine sessiz bir küfür savururken.
“Benim Can.” diye geldi yanıt. “Müsait misin?”
“Evet, elbette. Yukarı gel lütfen.”
Otomatiğe basmasıyla yatak odasına koşması bir oldu. Çabucak üzerindeki eşofmanları çıkarıp beyaz bir kazak ile mavi bir kot pantolon giydi. Yüzüne bir parça makyaj yapıp sarı saçlarını düzeltmeyi de ihmal etmedi. Kapı vurulduğunda işini tamamlamıştı bile. “Geliyorum!” diye seslendi içeriden. Son bir kez aynada kendine bakıp kapıya doğru yöneldi.

“Selam.” dedi Can, kadın kapıyı açıp gülümseyen gözlerle kendisini karşılığında.
“Selam.” dedi Canan, yeşil gözlerini süzerek.
Uzun boylu, siyah saçlı biriydi Can. Sakalsız, temiz bir yüzü ve kömür karası gözleri vardı. Siyah bir pantolon ve aynı renkte bir kazak vardı üzerinde. Uzun kahverengi pardösüsü karizmatik bir görüntü katmıştı ona.
“Beni içeri davet etmeyecek misin?” diye sordu Can sonunda.
“Efendim?” diye yanıtladı Canan, hâlâ hülyalı bir şekilde adama bakarken. Sonra birdenbire sorulan soruyu idrak ederek gözlerini yana devirdi. “Ah, tabi… Ne kadar da kabayım, kusura bakma.” dedi yana çekilip adamın geçmesi için yolu açarken. Can içeri girdikten sonra ellerini havaya kaldırıp kendisine sessizce “Geri zekâlı!” demeyi de ihmal etmedi.

“Eee, nasıl geçiyor bakalım hafta sonun?” diye sordu Can.
“Fena değil, televizyon izliyordum ben de. En sevdiğim program var da…” dedi Canan, eliyle oturması için adama yer göstererek. Televizyonun önündeki kanepeye yan yana oturdular.
“Hukuk saati mi?” diye sordu Can, ekrandaki programa bakarak.
“Ben… Evet, şey… Hukuk her zaman ilgimi çekmiştir.” dedi kadın gülerek. Bir taraftan da panikle uzaktan kumandayı arayıp televizyonu kapatmaya çalışıyordu. “Ya senin hafta sonun nasıl geçiyor?” diye sordu ardından, konuyu değiştirmeye çalışarak.
“Benimki de fena değil.”
“Eee? Hangi rüzgâr attı seni buraya?”
“Şey, ben… Benimle dışarı çıkmak ister misin diye sormaya gelmiştim de…” diye cevapladı Can, hafif utangaç bir sesle.
“Nasıl yani? Rüyalarım gerçek mi oluyor yoksa?” diye sordu Canan kendi kendine. Kulaklarına inanamıyordu.
“Biliyorsun bugün önemli bir gün ve düşündüm ki… Yani sen ve ben…” diye devam etti Can, kadından bir cevap gelmeyince.
“Evet, çok isterim!” diye atıldı Canan heyecanla.
“Gerçekten mi?” diye sordu Can. “Şey… Ben de yardım etmek istemezsin diye korkmuştum.” diye devam etti ardından rahatlamış bir biçimde.
“Yardım mı?”
“Evet. Biliyorsun ya, bugün annemin doğum günü ve çiçekleri çok seviyor. Ben o tarz şeylerden hiç anlamam ama senin çiçeklere ne kadar düşkün olduğunu biliyorum. O yüzden düşündüm ki birlikte çıkıp uygun bir hediye bulabiliriz.”
Can konuştukça Canan’ın yüzündeki mutluluk yerini yavaşça hayal kırıklığına bırakıyordu. Bir saniye önce dünyanın en mutlu kadınıydı şimdi ise ne düşüneceğini bilemiyordu. Adam lafını bitirdikten sonra odaya kısa süreli bir sessizlik hâkim oldu.
“Canan?”
“Efendim?” diye cevapladı Canan, bariz bir hüzün ile.
“Sen iyi misin? Bak… Eğer gelmek istemezsen seni anlarım.”
“Yo, yo… Sorun değil, üzerimi değiştirmem için bana biraz zaman ver lütfen.”

Kadın yüzünde sahte bir gülümseme ile oturduğu yerden kalktı. Ağır adımlarla odasına doğru ilerleyip kapıyı ardından kapattı. Sonra da sırtını kapıya yaslayarak derin bir iç çekti.  Neler de düşünmüştü. “Sen bir salaksın Canan.” dedi kendi kendine. “Ve onunla dışarı çıkarak daha büyük bir salaklık yapıyorsun.”
Yine de sevdiği adamla bir-iki saat geçirme fikri evde boş boş oturup kendini paralamaktan daha iyi görünüyordu gözüne. Her ne kadar Can onun aşkından bihaber olacak olsa da…