24 Mart 2011 Perşembe

Yorgun Savaşçılık babadan oğula geçen bir zanaattir

12 Eylül ihtilalını ve o günlerde yaşanan olayları bilmeyeniniz yoktur. Şimdi anlatacağım anı o zamanlarla alakalı. Ama hemen burun kıvırmayın, o günlerin acı hikâyelerini dinlemeye niyetiniz olmadığını biliyorum. Benim de anlatmaya yok zaten. Bahsedeceğim hatıra aslında bana değil, babama ait…

O zamanlar asker olan babam vatani görevini Yassıada’da asteğmen olarak yapmaktaymış. Dedemler ise Maltepe’de oturuyormuş. Maltepe ve Yassıada arasındaki mesafenin azlığına dikkatinizi çekerim, Sadece birkaç dakika… Babam askerlik açısından şanslı bir adammış anlayacağınız. Hem asteğmen, hem evine sadece birkaç dakika uzaklıkta, hem de denizciymiş ne de olsa. Daha ne olsun! Ve hayır, torpili falan da yokmuş, tamamen şans eseri.

Her neyse… Dedemler çok yakın olduğu için babam her akşam kışlayı terk edip ufak bir tekne ile evine gidermiş. Yine bir akşam küçük bir balıkçı teknesiyle eve giderken tam denizin ortasında motorları arıza yapmış. Bayağı uğraşmışlar ama bir türlü tekrar çalıştırmayı başaramamışlar. Havada karanlık, sağdan soldan gelen bir gemi olsa görmeyip üzerlerinden geçecek. En sonunda çareyi küreklere asılmakta bulmuşlar. Hep beraber olabildiğince çabuk bir şekilde ilerlemişler gecenin kör karanlığında.

En sonunda zor da olsa karaya ayak basmışlar. Nereye geldikleri hakkında hiçbir fikirleri yokmuş lakin. Çevreye bakmak ve konumlarını anlamak için birkaç adım atmışlar fakat birdenbire gür bir ses karşılamış onları; “Durun! Kıpırdamayın!” Ne oluyor demeye kalmadan kıskıvrak yakalamış bizimkileri birileri kollarından. Meğer karaya çıktıkları yer Fenerbahçe Ordueviymiş ve o gün de tam ihtilalın başladığı günmüş.  Orduevinin komutanı bir suikast ihbarı almış ve tüm askerler alarm durumundaymış. Tabi bizimkiler nereden bilsinler ihtilalın başladığını, suikast haberini falan… Hepsini nezarette ve sorgu sırasında öğrenmişler tabi…  Neyse, sonunda işin aslı ortaya çıkmış da yakayı sıyırmış babam. Ya da Yorgun Süvari mi desem?

***

Bir başka askerlik hatırası da amcamdan… En büyük amcam da askerliğini asteğmen olarak yapmış, o karacıymış orası ayrı. Daha askerliğinin ilk günlerinde nöbetçi subaylık yazmışlar amcama. Yani tüm rütbeliler hafta sonu için eve giderken kışlanın nöbetçi komutanlığı görevi amcama kalmış. Tüm kışlanın tek yetkilisi o ve o ne emrederse o oluyor kısacası. Fakat amcam daha çok acemiymiş o zaman, ilk kez nöbetçi subaylık yapıyormuş. Oradaki erlerden biri de bunu fırsat bilip amcamı kandırmış. Demiş ki;

“Komutanım, buranın en yetkilisi sizsiniz. Emredin hep beraber evimize gidelim, hafta sonunu orada geçirelim.”

Amcam da buna inanmııııış… Tüm askerlere izin vermiş, hepsi de çantalarını toplayıp evlerinin yolunu tutmuşlar. Amcam da dâhil… Ertesi sabah komutan bir gelmiş kışla bomboş! Ortadaki durumun komikliğini ya da komutanın yüzündeki şaşkınlığı hayal edebiliyor musunuz? Ben düşündükçe kahkahalara boğuluyorum.

Komutan hemen sorgulamaya başlamış tabi.
“Nerede bu askerler?”
“Yok.”
“Nereye gittiler?”
“Evlerine…”
“Kim gönderdi?”
“Asteğmen falanca.”
“Tutuklayın hergeleyi!”

İnzibatlar soluğu hemen dedemlerin evde almışlar haliyle. Amcamı da evde bir güzel yatıp keyif çatarken yakalamışlar. Neyse ki oda hapsiyle kurtarmış amcam. Ya da Yorgun Cengâver mi desem?

Ya, işte böyle… Yorgun Savaşçılık atalarımdan miras bana.

18 Mart 2011 Cuma

Modern zamanların Çanakkale gazisi

Bildiğiniz gibi bugün 18 Mart yani Çanakkale Zaferi’nin yıldönümü ve aziz şehitlerimizi anma günü. Bu tarih hepimiz için çok şey ifade ediyor kuşkusuz. Ama benim için ilginç bir de hatırası daha var bugünün.

Askeriyede her 18 Mart’ta resmi bir tören yapılırmış meğer… İlk defa askere gittiğim için bilmiyordum haliyle. Belki inanmayacaksınız ama 18 Mart’ın geldiğinden bile haberim yoktu. Askerde her gün birbirinin aynı olduğundan insan bir yerden sonra takvim yerine şafak karalama defterine bakmaya başlıyor devamlı. Hani o 460 küçük kutucuktan oluşan ve her geçen gün o kareciklerden birini “Biri daha gitti! Ni-ho-ha-ha!” efekti eşliğinde, sadistçe bir zevkle karaladığınız defterlere… Her neyse, yazıhanede oturmuş günlük işlerimle uğraşırken teğmenimiz girdi içeri. Hemen ayağa kalkıp hazır ola geçtik tabi.

“Evet arkadaşlar, yarın 18 Mart.” dedi teğmen. “Törende bana şiir okuyacak bir adam lazım.” diye ekledi sonra da. “İhsan!” diye seslendi bana.
“Emredin komutanım!” diye cevapladım otomatiğe bağlamış bir şekilde.
“Bana sen iyi şiir okuyan biri gibi görünüyorsun. Seni çıkartsam okur musun?”

Kim? Ben? Şiir okuyacaktım, öyle mi? Yahu benim normal konuşmam bile o kadar sessizdir ki yanımdakiler ne dediğimi zor anlarlar. Kürsüye çıkıp da şiir okursam benim sesimi kim duyacaktı ki? Olsa olsa “Bir kedi miyavlıyor galiba” diye etraflarına bakınırlardı.

“Yok komutanım, onu da nereden çıkardınız?” dedim samimiyetimize güvenerek.
“Okursun okursun.” dedi teğmen gülümseyerek.
“Vallahi okuyamam komutanım. Pişman olursunuz.”
“Olmam olmam, okursun sen.”
“Okuya…”
“Okuyacaksın! Emrediyorum!”
“Emredersiniz…” dedim elimiz mahkûm. Sıkıyorsa deme…

O günümün tamamını şiirleri inceleyip beni en az rezil edecek olanı aramakla geçirdim. Bir taraftan da sıkıntı ile oflayıp pufluyordum. Gelen haberlere bakılırsa tüm bölüğün dışında bütün komutanlar da orada olacaklardı. Yani rezil falan olmayacaktım, büsbütün alay konusu olacaktım! Neyse, sonunda fazla uzun olmayan, manası hoşuma giden bir tanesini seçtim. Sonra da yazıcıdan bir çıktısını aldım elime, başladım dilimin döndüğünce kendi kendime okumaya. Bir ara diğer bölüğün yazıcısı, aynı zamanda orada edindiğim en iyi dostlardan biri olan Erhan aradı.

8 Mart 2011 Salı

Açlık başa vurursa...

Bugün öğle yemeği vaktinde bir acıktık, bir acıktık ki sormayın gitsin. Normalde ne yiyeceğimize nazlana nazlana karar vermemize rağmen bu sefer yıldırım hızıyla seçtik yemeklerimizi. Her zaman aynı şeyleri yemekten bıktığımız için spagetti söyledik kendimize. Siparişimizi çabucak verip iştahla paketlerimizi beklemeye başladık. Ama açlık bu, başka bir şeye benzemez. Hepimiz yarı kıvranma, yarı “Çok acıktım.” nidaları ile arasında birbirimizi süzmeye başlamıştık bile. Tam da “Bizim sevkiyatçı arkadaşın tadı nasıldır acaba?” diye düşünmeye başlamıştım ki yiyecekleri getiren adam bir kahraman edasıyla kapıdan içeri giriverdi. Midem o derecede kazınmaya başlamıştı ki neredeyse adamı ayakta alkışlayacak, boynuna sarılacak hatta yanağından bir köftelik ısırık alacaktım. Neyse ki kendimi birkaç saniye daha tutma başarısını gösterdim. Şanslı adammış…

Yemeğin parasını ödeyip az önce sevgi gösterileri ile karşıladığımız adamı bu kez de işimize engel olan bir hain misali çabucak şutlayıverdik odadan. Ardından da hışımla poşetlere saldırdık. “Oh be, yemek! O benim! Hayır, o değil, öteki! İyi de hepsi aynı zaten!” gibi bağırış çağırışlar ve arada atılan minik ısırıklar eşliğinde zor da olsa hepimiz paketimize kavuşmuştuk. Fakat bir dakika… Bir eksik vardı sanki.

“Çatallar nerede?” diye sordu sevkiyat sorumlusu arkadaş.
“Yok mu?” diye sordum korkuyla.
“Yok vallahi!” dedi muhasebeci bayan.
“Nasıl yok ya?”
“Valla yok!”
“Eee, nasıl yiyeceğiz biz bu yemekleri?”

Gerçekten de nasıl? Makarna bu, hem de uzun! Elle yenecek bir şey değil ki. Üstelik mağazada da çatal namına bir şeyimiz yok. Yiyemedik tabi.

Hemen telefona sarılıp siparişleri ısmarladığımız lokantayı aradık. Durumu gayet sinirli ve açlıktan gözü dönmüş bir şekilde karşımızdakilere izah ettikten sonra çatallarımızı bir an önce getirmelerini rica ettik. Aksi takdirde öğle yemeğinde kendilerini sofraya bekleyeceğimizi eklemeyi de ihmal etmedik. Misafir olarak değil tabi, ana yemek olarak…

Sonra oturup beklemeye başladık. Biz yemeklere, yemekler bize bakarken dakikalar su gibi akıp geçti. Biz de bu arada kendi kendimize değişik icatlar geliştirmekle meşguldük. Hani orada bir ekip olsa “Çatalsız makarna yemenin bin bir farklı yolu” adında bir belgesel çekebilirlerdi rahatlıkla. Makarnayı kürdana sararak yemeye çalışmak, iki kürdanı çin yemeği bagetleri gibi kullanmayı denemek, tabağın kenarından makarnayı ağzımızla kapmaya çabalamak yaptığımız şaklabanlıklardan sadece birkaçı… Dakikalarca aç bilaç oturup, türlü cambazlıklar yaptık. Ne adam çatalları getirdi ne de biz makarnamızı yemeyi başarabildik. Üstümüzü başımızı batırdığımız da yanımıza kâr kaldı. Son hatırladığım “Çataaaal! Çataaaal!” diye inlediğim…

Sonra ne mi oldu?

Sonra mutfakta kaşık olduğunu hatırladık.

1 Mart 2011 Salı

Blogspot'a yine erişim yasağı geldi


İnternet devi Google'ın blog hizmeti Blogger ya da diğer ismi le Blogspot bir kez daha Türk Ceza mahkemelerinin kararınca erişime engellendi.

Çeşitli haber siteleri ile Superonline'ın Twitter ve resmi sayfasında yapılan açıklamaya göre 28.11.2011 tarihinden itibaren bu karar yüyürlüğe girdi ve şu anda hiçbir Superonline kullanıcısı Blogspot'a ulaşamıyor. TTNet kullanıcılarının da aynı kaderle yüzleşmesi an meselesi.

Superonline yetkililerinin Twitter üzerinden yaptığı açıklama aşağıdaki gibidir;

Blogspot.com web sitesine Diyarbakır 5. Asliye Ceza Mahkemesi'nin 14.01.2011 tarih ve 2011/156 D iş sayılı kararı ile erişim engellenmiştir. Blogspot.com'un kapatılması mevcut tüm servis sağlayıcılarını kapsayan yasal bir zorunluluktur.

Bu yasağın ardında Digiturk yetkililerinin olduğu ve izinsiz maç yayını yapan bazı sayfaları kapatmak adına mahkemeye başvurdukları söylentisi de internette dolanmakta.

Kısacası olan yine binlerce blog yazarına ve okuyucusuna oldu.

Elbette blog yazarları bu haksızlık karşısında boş durmuyor. Kendilerine Facebook üzerinden bir protesto grubu açan yazarlara destek olmak istiyorsanız buraya tıklamanız ve sayfayı beğenmeniz yeterli. Böylece sesinizi en azından Facebook üzerinden duyurma şansına sahip olabilirsiniz.

Facebook da kapatılmazsa tabii...