24 Eylül 2014 Çarşamba

Aradığınız kişi şu anda nelerle uğraşıyor bir bilseniz...

Son dört aydır tüm telefon görüşmelerimi denize karşı yapıyorum. Neden mi? Çünkü cep telefonum çekmiyor ve ne zaman biri beni arasa yüzüne kapanıyor. Eş dost neyse, onlarla anlayışla karşılıyor da biri iş için aradığında çok fena oluyor yahu!

"İhsan ey, elimizde şöyle bir iş var. Ne dersiniz? Alo? Aaa? Herife bak, yüzüme kapattı!"

Şimdi gel de adama anlat... Bu devirde teknoloji öyle bir ilerledi ki, "Telefonum çekmiyor," desem, "Tabii tabii, ben de tünele giriyorum zaten. Bay baaay," derler insana. Ben de bu sorunu geçici olarak çözebilmek için evimizin ön balkonuna çıkıp sahil tarafına doğru 45 derece sarkıyorum efenim. Bu sayede evimizin hakikaten deniz gördüğünü keşfettim. Çok mutluyum! Ayrıca yan apartmandaki bıyıklı amca... Biliyorum bana karşı boş değilsin ama ben senin bildiğin erkeklerdenim. Valla. Seni görmek için eğilmiyorum o kadar, telefonla konuşuyorum. Cidden... 

Son olarak, sevgili Turkcell... Sözüm sana. Her ne kadar bana sunduğun deniz manzaralı telefon görüşmesi hizmeti için müteşekkir olsam da şu baz istasyonu sorununu bir çözsen artık diyorum. 4 ay oldu be insafsız! Müşteri hizmetlerindeki tüm elemanlarınla içli dışlı olduk artık, ama sende hâlâ tık yok. Senin yüzünden bıyıklı amcayla da içli dışlı olacağım bu gidişle. Ya da asfaltla... İnsanlar sanal gerçeklikten, sanal ikizlerden konuşuyor, ben hâlâ çekmeyen bir telefonla uğraşıyorum. Cellocanlar götürsün seni e mi?

20 Eylül 2014 Cumartesi

Elif - Kitap İnceleme

MonokL Yayınları, 2014, 368 Sf.
Çevirmen: Gökhan Sarı
Editör: M. İhsan Tatari
Günümüz fantastik edebiyat okurunun en büyük sorunu artık pek az orijinal eserle karşılaşabilmesidir. Misal, eğer bir High Fantasy okuyorsanız sayfaların arasında elflerle cücelerin cirit atacağını, çok büyük bir karanlık varlığın alt edilmesi gerektiğini ya da bir seçilmiş kişinin büyümesine tanıklık edeceğimizi bilirsiniz. Maalesef bu durum fantastiğin diğer dalları için de geçerlidir. Neyse ki arada çok nadiren de olsa yukarıda saydığımız kalıpları umursamayan ve “Artık beni hiçbir şey şaşırtamaz,” diyen okurları bile ters köşeye yatırmayı başarabilen farklı eserler de çıkıp yüzümüze çılgınca bir sırıtış yerleştirebiliyor. G. Willow Wilson’ın kaleme aldığı Elif de işte tam da bu sınıfa giren kitaplardan biri.

Elif (ya da orijinal adıyla Görünmez Elif) konusunu iki sağlam temele dayandırıyor. Bunlardan ilki Kur’an-ı Kerim’deki her kelimenin aslında birden fazla anlamı olması ve yıllar geçtikçe yeni anlamlar kazandığı gerçeği. Yıllar içinde sürekli kendini yenileyen ve okuyanın algısına, bilgi seviyesine, bakış açısına göre değişen bir yapısı vardır kutsal kitabımızın. Bunun en güzel örneğini yine bizzat yazar veriyor bizlere: Arapçada “Zerre” kelimesi, Kur’an’ın indiği ilk yıllarda “kum taneciği” anlamına gelirmiş, çünkü o zamanlarda bilinen en küçük parçacık buymuş. Fakat aynı kelime bugün “atom” anlamında kullanılmaktadır (Kim bilir, belki de yarın nano-teknoloji için kullanılır).

Kitabın temellerini dayandırdığı ikinci gerçek ise Fransız yazar Petis de la Croix’nın on altıncı yüzyılda kaleme aldığı, kaynağı bugün bile bir muamma olan Binbir Gündüz Masalları. De la Croix’nın iddia ettiğine göre, bu öyküleri kendisine bir derviş anlatmıştır, fakat yöre tarihine hâkim olan zatlar o tarihe dek bu öykülerin hiç duyulmadığı konusunda hemfikirdir. Genel kanı De la Croix’nın bu kitabı o zamanların popüler eseri Binbir Gece Masalları’ndan esinlenerek, kendi başına yazdığı yönündedir. İşte Wilson bu iki unsuru çok başarılı bir şekilde harmanlayıp işin içine çizgi-roman yazarlığından gelen zengin hayal gücünü de katarak ortaya oldukça sürükleyici bir eser çıkarmış.

Hikâyemiz Reza adlı, İranlı bir arifin gerçek bir cini hapsetmesiyle ve ona zorla Binbir Gündüz Masalları’nı anlattırmasıyla başlıyor. Görünürde alelade masallardan oluşan bu derleme, içinde tamamen cinler tarafından yazılmış, tuhaf öyküler barındırmaktadır. Fakat aslında Kur’an benzeri, çok katmanlı bir dil kullanmakta ve içerisinde çok daha derin anlamlar barındırmaktadır. Reza bu gerçeğin farkındadır ama hikâyelerin manalarını çözemez. Fakat gelecekte birilerinin yapabileceğini iyi bildiğinden öyküleri özenle, tek tek kaydeder.

Ardından yüzlerce yıl sonrasına, isimsiz bir Orta Doğu şehrine gidiyor ve kitaba ismini veren kahramanımızla tanışıyoruz. (Gerçi onu “kahraman” diye nitelendirmek pek doğru olmaz, çünkü çoğu zaman o da olaylar karşısında en az bizim kadar şaşkın, hatta bazen de patavatsız biri oluyor.) Kendisi hayatını hackerlık yaparak kazanan, gerçek ismi yerine ekran adını, yani elifbanın ilk harfi olan Elif’i kullanmayı tercih eden genç bir delikanlıdır. Sansüre ve sansürcülere karşı koyan herkese din, dil, ırk gözetmeksizin yardım eder. İşi bu insanlara sanal alemde koruma sağlamak ve yakalanmalarına engel olmaya çalışmaktır. Ama ne ailesinin ne de çok samimi olduğu kapı komşularının kızı Dina’nın bundan haberi yoktur. Babası Arap, annesiyse Hintlidir ve karışık kanının Arapların ağır bastığı bu ülkede kendisine pek de yardımcı olduğu söylenemez. Ama bu durum internetten tanıştığı İntizar adlı, zengin ve genç bir Arap kızıyla âşk yaşamasına engel olmaz.

Derken bir gün işler raydan çıkmaya başlar. Devletin içinde Tanrı’nın Eli kod adlı, çok yetenekli bir anti-hacker ortaya çıkar. Kimliği kimse tarafından bilinmemektedir, ama tüm korumaları üstün bir başarıyla yıktığına kimsenin şüphesi yoktur. Şehirdeki tüm haktivistler birer birer yakalanmaya başlar, sıranın Elif ile arkadaşlarına gelmesi çok yakındır. Bu da yetmiyormuş gibi babası İntizar’ı başkasıyla evlendirmeye karar verir. Hatta başlık parası bile hazırdır. Çaresiz ve umutsuz İntizar babasının bu isteğine rıza göstermek zorunda kalır. Ama ‘müstakbel’ nişanlısından intikam almayı da ihmal etmez ve adamın çok çok çok istediği bir şeyi gizlice Elif’e gönderir: Elf Yevm, yani Binbir Gündüz Masalları. Olaylar da o noktadan sonra iyice karmaşık bir hâl alır.

Elif o noktadan sonra bir yandan Tanrı’nın Eli adlı anti-hackerdan ve Devlet Güvenlik ajanlarından kaçmaya, diğer yandan da Elf Yevm’in sırrını çözmeye çalışmaya başlıyor. Üstelik istemeden de olsa işin içine Dina’yı da katıyor. Sonunda kendilerine yardımcı olabileceğini umdukları, Vampir Vikram adlı birinin yanında alıyorlar soluğu. Ama o da ne? Vikram normal bir insan değil, düpedüz cindir! Hem de ne cin!

Vikram’a özel bir paragraf açmak istiyorum, çünkü kendisi açık ara farkla son yıllarda okuduğum en eğlenceli karakterdi. Az önce de belirttiğim gibi kendisi bir cin. Ama Alaaddin’in Sihirli Lambası’ndaki gibi değil. Silah kaçakçılığı yapan, adam yiyen, elini kana bulamaktan çekinmeyen biri. Bununla birlikte olmayacak yerlerde olmayacak şeyler yaparak okuru sürekli şaşırtmayı ve yüzünüze kocaman bir gülücük yerleştirmeyi de çok iyi başarıyor. Zaten kitap da işe onun girmesiyle şekil değiştiriyor. Hackerlarla ve devlet ajanlarıyla dolup taşan konuya bir anda cinler alemi de giriyor ve her şey pek bir şenleniyor. Vikram’la ilgili bir diğer ilginç anekdotta kendisinin M.Ö. 700 yılı civarında Sanskritçe olarak yazılan ilk vampir hikâyesinden alınmış olması (Vikram ve Vampir).

Kitabı okurken oldukça keyifli ve bol karakterli bir maceranın yanı sıra satır aralarında da pek çok şeye rastlıyorsunuz. Orta Doğu ülkelerinin genel durumuna, baskıcı rejimlere, kültür farklılıklarına, İslam’ı yanlış anlamaya meyilli batılılara ve Müslümanlığa sonradan geçmiş bir kadının yaşadığı zorluklara dair pek çok şey barındırıyor sayfaları arasında. Bu son ikisi özellikle ilginç çünkü kitabımızın yazarı G. Willow Wilson, Amerika’da doğmuş ama daha sonra Müslümanlığı tercih edip eşiyle birlikte Mısır’a yerleşmiş bir bayan. O nedenle olaylara onun gözünden bakmak gayet enteresan bir tecrübe oluyor bizler için.

Wilson aynı zamanda tam bir çizgi-roman hastası ve şu aralar Marvel Comics bünyesinden çıkan Ms. Marvel serisinin yazarlığını yapıyor. Bizler onu belki de en iyi M.K. Perker ile birlikte çıkardığı “Kahire” adlı çizgi-romandan tanıyoruz. Bunun yanı sıra teknolojiye ve internete de bir hayli ilgi duyuyor. Kısacası Wilson cinlerden, İslam’dan, internetten, Orta Doğu ülkelerinden ve daha pek çok şeyden dem vururken neden bahsettiğini çok ama çok iyi biliyor. O yüzden, Ian McDonald’ın kaleme aldığı ve bizleri hayal kırıklığına uğratan Derviş Evi’nin aksine, kitapta ele aldığı konulara oldukça hâkim olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Üstüne bir de çizgi-roman tadında; aksiyonu, macerası, karakteri ve kahkahası bol bir macera eklediniz mi kesinlikle kaçırılmaması gereken kitaplar arasına rahatlıkla giriyor Elif.

Not: Bu inceleme ilk olarak Kayıp Rıhtım'da yayınlanmıştır.

17 Eylül 2014 Çarşamba

Dresden Dosyaları 5: Ölüm Maskeleri - Kitap İnceleme

İthaki Yayınları, 2014, 432 Sf.
Çevirmen: Ulaş Apak
Editör: Yosun Erdemli
"Bazı günler sadece yataktan çıkmamanız gerekir. Ne kadar para verilirse verilsin." - Harry Dresden

Mütemadiyen sürünen ve bizi sık sık kahkahalara boğan bahtsız büyücümüz Harry’nin muhteşem maceraları tüm hızıyla devam ediyor. Bu kez karşımızda yepyeni bir düşman var: Denerianlar. Şeytanlarla işbirliği yapan düşmüş melekler olarak tanımlanan bu yeni rakipler kesinlikle ama kesinlikle çok güçlüler ve Harry'nin onlara karşı tek başına hiç şansı yok. Neyse ki daha önceki kitaplardan yakından tanıdığımız, eski bir dostu koşuyor yardımına: Michael. Üstelik o da yalnız değil. Shiro ve Sanya adında akıldan kolay kolay çıkmayacak, çok sevdiğim iki yeni karakter de tüm macera boyunca onlara yardım ediyor.

Tabii Harry'nin tek sorunu sadece Denerianlar değil. Kızıl Meclis hâlâ Beyaz Konsey'le savaş hâlinde ve vampirler Harry'yi hazırlıksız yakalamak için fırsat kolluyorlar. Vampirlerin Kızıl Lordu kendisini ölümüne bir düelloya davet ediyor. Chicago mafyası bilmediği bir nedenden dolayı onu öldürmeye çalışıyor. Kiralık katil olarak nam salmış korkunç bir gulyabani gece gündüz peşinde. Murphy gizemli bir cinayeti çözmesi için büyücümüzden yardım istiyor. Bu esnada Hz. İsa'nın Kefen'i de çalınıyor ve Peder Forthill'in bir dostu onu bulması için Harry'yi tutayor. Kısacası yine her şey sarpa sarmış durumda... 

İşin içine Arşiv ve Kinsaid gibi iki sevilesi karakterin katılması, Susan'ın tekrar (ve çarpıcı bir şekilde) ortaya çıkması ve Thomas'ın yeniden boy göstermesi ile kitap iyice şenlikli bir hâl alıyor. Arada bazı "eah," dedirten anlar var, bazı yerleri biraz fazla abartılı, bazı tavır ve davranışları da Harry'ye yakıştıramıyor insan. Ama genel olarak bakıldığında hızla ve keyifle okunan, güzel bir maceraydı. Sevenlerine tavsiye olunur.

Yoksa siz hâlâ Harry’nin nefes kesen maceralarını okumadınız mı?

15 Eylül 2014 Pazartesi

Alacakaranlık Nöbeti - Kitap İnceleme

Pegasus Yayınları, 2014, 464 Sf.
Çevirmen: Ferda Yaraş
Editör: Dilek Yücel
"Eğer bir entrika söz konusuysa suçlanacak tek kişi Gesar olabilir."

Nöbet Serisi'nin üçüncü kitabı olan Alacakaranlık Nöbeti, kesinlikle en az ilk iki cilt kadar, hatta belki de onlardan bile daha iyi. İlk kitapta Aydınlık, ikincisinde de Karanlık Varlıkların bakış açısını konu alan yazar bu sefer olaylara bir de Diğerlerinin penceresinden bakmamızı sağlıyor. Ne mutlu ki tüm hikayeler Anton'un bakış açısından anlatılıyor, böylece ikinci kitabın başındaki gibi sıkıcı bir durumdan da kurtulmuş oluyoruz.

Kitap hakkında söylenecek çok söz var. Örneğin Vitezslav, Edgar ve Kostya gibi tanıdık karakterlerin bize bol bol eşlik ettiği ya da tüm ipuçlarının her zamanki gibi son hikayede birbirine bağlandığı gibi şeyler. Ama ben sadece şunu söylemekle yetineceğim: Gesar, seni aşağılık herif... sana hayranım!

Gesar her zamanki gibi bütün şovu çalıyor. Olmadık anlarda olmadık şekillerle karşımıza çıkması, her şeyi önceden planlaması, daha Anton sormadan bazı sorulara cevap vermesi, hatta yediği haltlarlı pişkin pişkin kabullenmesi... Ama en güzeli Zavulon'a sürekli laf çarptırıp durması! Dünya üzerindeki en güçlü iki büyücünün lise talebeleri gibi birbirlerine laf sokmasını izlemek apayrı bir keyif doğrusu.

Tek şikayetim kitabın editörsel hatalarına. Kitabın bazı bölümlerinde noktalama ve tırnak işaretlerinin yerinde yeller esiyor. Tamam, yayınevinin seriyi hızlı bir şekilde dilimize kazandırma çabasını takdir ediyorum. Ama biraz daha özen gösterilerek bu hatadan kolaylıkla kurtulunabilir. Çünkü okurken feci tökezlemenize neden oluyor. 

Velhasılkelam, temposu önceki kitaplara nazaran biraz daha yavaş olmasına rağmen ben bu cildi de çok ama çok beğendim. Ellerine sağlık Sergey Lukyanenko, teşekkürler Pegasus.

12 Eylül 2014 Cuma

Kitaplığınızdaki En İyi 10 Kitap Kapağı


Sevgili Settie'nin blogunda görüp hunharca çaldığım (erkek adam sözünü tutar) bu minik ama keyifli etkinlikte, adından da anlaşılacağı üzere, kütüphanemizdeki kitaplardan kapaklarını en çok beğendiğimiz 10 tanesiyle bir defile düzenliyoruz. (Hiçbirine bikini giydirmedim, korkmayın. Hepsi üstsüz!) Bu listeyi hazırlarken şunu fark ettim ki okuduğum kitaplardan neredeyse hiçbirinin kapağını beğenmiyormuşum. Aslına bakarsanız sayıyı 10'a tamamlamak bir hayli zor oldu benim için, o yüzden ufak bir üçkâğıda kaçıp bir tane de e-kitap ekledim. Şşşt... çaktırmayın, aramızda. 


1- Yüzük Kardeşliği (J.R.R. Tolkien): 

98 yılında fantastik edebiyatla tanışmama vesile olduğu için bu kitabın bendeki yerinin farklı olduğunu daha önce çeşitli rıhtımlarda birkaç kez dile getirmiştim. O yüzden ilk sırayı ona ve aradan bunca yıl geçmesine rağmen hâlen büyük sevgi duyduğum Gandalf'lı kapağına ayırmak istedim. John Howe'un bu çizimi çok meşhurdur zaten. Hatta filmdeki pek çok mekan ve karakter tasarımı (mesela Balrog) onun çizimlerinden referans alınarak hazırlanmıştır. 

Üzücü olansa canım kitabımın kapağının ne kadar eskimesi! Alalı 16 yıl olmuş yahu! Böhü... 




2 - Fahrenheit 451 (Ray Bradbury):

Yanılmıyorsam ilk kez 99 yılında görmüş ama hakkında "yanlış" bilgi sahibi olduğum için almadan geçmiştim yanından Fahrenheit'ın. Eh, o zamanlar ne kitap tanıtımı yapan bloglar vardı ne de gazete ekleri. Online kitap satışı yapan site bile yoktu diyeyim, siz anlayın gerisini. 

Hatırlıyorum da, mağaza görevlisine kitabın konusunu sorduğumda "Amerika'nın ekonomik yapısını bilimsel bir bakış açısıyla inceleyen bir roman," cevabını almıştım. Aslında dediği kısmen doğru, ama böylesine nefes kesici bir hikaye bu kadar mı banal pazarlanır be arkadaş? Desene, "Kitap çarpık bir gelecekte geçiyor. Montag adında, işi kitapları yakmak olan bir itfaiyecinin maceralarını anlatıyor," diye... Yıllarca sırf bu yüzden uzak durdum o yüzden. Neyse ki sonra "Hazal" oldu. Ölmeden okudum, mutluyum!



3 - Elantris (Brandon Sanderson):

Hem Elantris'in hem de yazarı Brandon Sanderson'ın bendeki yeri özeldir. Bir kere adam çok yetenekli! Kıskanılacak derecede hem de... Kitaplarını okurken kim bilir kaç kez, "Keşke bunu ben akıl etseydim," demişimdir. Elantris de kendisinin ilk kitabı olmasına rağmen tam bir klasiktir. İncelemesini şurada yapmıştım hatta.

Bu kitabın kapağını özel kılan iki şey var. Birincisi üstündeki Aon, yani büyülü sembol. Elantris evreninde her varlığın, her şehrin ve her insanın kendine has bir Aon’u bulunur. Arkadaş Yayınları baskısının kapağında bulunan sembol de Elantris şehrinin rünüdür aslında. Yani kapakta iki kez “Elantris” yazmaktadır. Kapağın ikinci özelliğiyse sıradan bir karton kapağa değil de dokunduğunuzda deri kaplama hissi veren, girintileri ve çatlakları olan özel bir kapağa sahip olması.



4- The Witcher: The Last Wish 
(Andrzej Sapkowski):

Evet, tamam, biliyorum. Bu kitabın kendisine değil, dijital versiyonuna sahibim. Ama bu beni şu muhteşem kapağa hayran hayran bakmaktan alıkoyuyor mu? Kesinlikle hayır! Belki serideki en iyi kitap (yani Sword Of Destiny) değil, ama olsun. 

Witcher Geralt'ın maceraları diğer fantastik eserlere pek benzemez. Çünkü oldukça gri bir dünyada geçer. İyi ve kötü birbirinden kesin çizgilerle ayrılmaz, herkes çıkarı öyle gerektirdiğinde elini kana bulayabilir. Bu da sürekli şaşırmanıza neden olur okurken. Karakterleri inanılmaz inandırıcı ve sevilesi, maceraları soluk kesici ve düşündürücüdür. Yazarın hikaye boyunca sizi güldürüp en sonunda afallatması, aptallaştırması, hatta ağlatması da efsanedir ayrıca.

Ah bir de dilimize çevrilse... Hatta çevirmeni ben olsam! Ne güzel olurdu... (Evet, bu bir tekliftir!)

9 Eylül 2014 Salı

Askerden Mektuplar - 1

(Not: Bugün eski arşivleri karıştırırken askerden yolladığım e-maillere denk geldim. İster nostalji deyin ister erkeklerin askerlik hatıralarına duyduğu aşk, okurken gülmeden edemedim. Ben de ara ara birkaçını burada yayınlamayı düşünüyorum. Yani askerde değilim, panik yok! 2005-2006 senesine ait yazılardır. Keyifli okumalar...)

04 Mart 2006, Konya


Selamlar, yine ben! Askere gönderip de benden ve destansı uzunluktaki e-maillerimden kurtulacağınızı mı sandınız?! Bundan sonra her çarşı iznimde yine sizlerleyim efenim. Tabii artık hayatım uzunca bir müddet boyunca keple bot arasına sıkışmış olacağından anlatacaklarım da genellikle askerlik hatıralarım üzerine olacak. Erkeklerin askerlik hatırası bitmez diye boşa dememişler, onu anladım yalnız.

Buraya geldiğimden beri bir yürüyüş eğitimidir sürüp gidiyor. Salı sabahı yine eğitim vardı mesela. Hepimize 4 tane yeni marş dağıttılar, ezberlenecekmiş. Bundan sonra canımız sıkıldığı zaman marş söyleyecekmişiz. Banyoda, tuvalette, iş yaparken... Öyle diyor takım komutanı. İşin kötü tarafı bunu tek ciddiye alanların aramızda en kart sese sahip olanlar olması. Hadi iş yaparken neyse de yan kabinden yükselen Çanakkale Marşı eşliğinde tuvalete girmek pek bir garip oluyor yahu... Öhöm, neyse!

“İstikamet sağınız, marş marş! İstikamet solunuz, marş marş aşağı!” nidaları eşliğinde sabahtan akşama tüm bölüğü dolaşırken hayatta bundan daha kötü bir şey olamayacağını düşünüyorduk. Meğer ne kadar da yanılıyor muşuz! 

Çarşamba sabahı “Yarın paşa gelecek!” haberiyle başladı ve tüm eğitimler iptal oldu. Hepimiz sevinçten havalara uçtuk tabii! Ama bu sefer de herkesi temizlik yapmaya gönderdiler. “Olsun. Yürüyüş yapacağıma temizlik yaparım daha iyi,” diye düşünüyorduk hepimiz. Biz ne bilelim her ama her köşe bucağı sildireceklerini? Tuvaletler, banyolar, mutfaklar, depolar, sokaklar... Tüm günümüzü akşama kadar hazırlık yaparak, orayı burayı süpürüp silerek geçirdik. 

Perşembe sabahı tüm hazırlıklar tamamlanmış bir şekilde karargahın önünde sıraya girdik ve elimizde tüfeklerle, hazır ol vaziyetinde paşayı beklemeye başladık. Hatta karşılamada bir aksaklık olmasın diye sabah 5.30’da kaldırıldık! Bütün tuvaletler, fast-food, yemekhane  ve kantin kapatıldı. Maksat temiz kalsın, paşa temiz görsün. Acıkan beklesin... Sıkışan? O da beklesin! Paşa temiz görsün!

Ama 1 saat geçti yok, 2 saat geçti yok, paşa bir türlü gelmek bilmedi. Onun yerine “Paşa öğlen gelecekmiş” haberi geldi. Tabii bütün program değişti ve hepimiz görev yerlerimize dağıldık, ama tuvaletler vs kilitli kaldı. Paşa temiz görsün! Öğle vakti yine karşılama vaziyeti aldık, gene gelmedi. Bu seferde “Paşa saat 16.00’da gelecekmiş,” dendi. Haydiiii... Bir daha dağıldık, akşam 16’da yine toplandık, paşa yine gelmedi! Sayesinde köşe kapmaca oynar gibi bütün gün o köşe senin şu köşe benim dolanıp durduk bölükte. Tuvaletler de açılmadı tabii, perişan olduk vallahi. Bir müddet sonra tüm ağaçların, çalıların ve duvar diplerinin arkasında bazı gölgeler görülmeye ve hataya yer bırakmayacak rahatlama sesleri duyulmaya başlandı :) Paşa gelseydi manzaradan çok memnun kalacağına emindim. 

Gelseydi, evet... çünkü gelmedi! “Yarın sabah erkenden gelecek,” dediler en son... Bu haber üzerine artık biz de daha  fazla dayanamadık ve hep beraber, Çanakkale Marşı eşliğinde, tuvaletlere koşturduk. Neyse efenim, ertesi sabah saat 10’da geldi paşamız. Oturdu, çay içti bizim albayla. Ondan sonra da tabldotta mangal yakmışlar, et yemişler beraber. Biz görmedik tabii. Onlar kuzu kızartma yerken biz de yemekhanede havuç kızartmalarımızı kemiriyorduk et niyetine. Yediğim en turuncu pirzolaydı...

Gece rahat uyuyunuz. Ben sizin yerinize nöbet tutuyorum efenim. Evet, memleketin göbeğinde, Konya'da. Ne var? :P

3 Eylül 2014 Çarşamba

İki saniyelik iş

Evdeki tadilat bitti ama toplanma derdi ondan daha zorlu geçecek gibi görünüyor. Kendimi her tür ıvır zıvırın satıldığı o tuhaf antika dükkânlarından birinde yaşıyormuş gibi hissediyorum. Her şey her yerde. Her kapıdan biri çıkıp o odada olması imkânsız bir şeyi elime tutuşturuyor. Hani bir yerlerden Mr. Wing çıkıp hayatta kalan son Gremlin’in içinde yaşadığı sepeti bana verse yadırgamayacağım. O derece!

Geçen pazarki görevim kışlık giysilerin olduğu iki heybeyi kız kardeşimin bazalı yatağının altına yerleştirmekti. Üstelik heybelerin beş saniye içinde kendilerini yok etmek gibi bir niyeti de yoktu. Aksi gibi kız kardeşimin odasının da dağınıklık konusunda evin geri kalan kısımlarından bir farkı yoktu. Ben de bunun üzerine heybeleri bir müddet görmezden geldim. Dedim belki insafa gelirler de kendi kendilerine girerler. Ama nerdeeee… Kafamı her çevirişimde pişkin pişkin oturuyorlardı yerlerinde. Zaten heybelerin hepsi böyledir! Siz onları ne kadar görmezden gelirseniz, onlar da o kadar gözünüze batarlar. Mesela geçen kış, yazlık giysilerimle dolu olan heybeleri kendi yatağımın altına atmam gerekiyordu, ama “Üşeniyorum, öyleyse yarın,” diye diye onları sürekli görmezden geldim. Sonra bir de ne göreyim? Bir akşam eve döndüğümde ikisi de yatağımın üstüne çıkmış, gözüme gözüme giriyorlar. Hainler! Hmmm… Gerçi şimdi düşündüm de, onları oraya üşengeçliğimden bıkmış olan annem de koymuş olabilir. Ama bu, heybelerin yüzsüz olduğu gerçeğini değiştirmez! Siz neresinin tersi neresinin yüzü olduğunu anlayabiliyor musunuz? Yaaa…

Öhöm… Ne diyordum? Kız kardeşimi yatağının altına tıkıştıracaktım. Aman, şey… heybeleri kardeşimin yatağının altına şey edecektim. Bir müddet sonra, heybelerin pişkin bakışlarına dayanamadığımdan, “Hadi,” dedim kardeşime, “şunları atalım hemen yerine de kurtulalım. Alt tarafı iki saniyelik iş.” Kardeşim önce biraz mırın kırın etse de gözlerimdeki yılmaz azmi (ya da delice bakışı) gördükten sonra o da ayaklandı. Heybeleri ittire kaktıra odaya getirdik, yatağın ayak ucuna bıraktık ve bazayı çekiştirmeye başladık. Ama o da ne? Baza efendi bana mısın demiyor! Sen misin bana kafa tutan, diyerek kız kardeşimi nazikçe kenara çektim ve erkeklere özgü acı kuvvetimi sergilemek üzere yapıştım yatağa. Yapıştım derken yüzükoyun yapıştım demek istiyorum, çünkü tüm kuvvetimle asılmamla yatağın üzerine devrilmem bir oldu. “Bu işte bir terslik var,” diyerek çarşafları bir kenara ittim ve o da ne? Yatağın açılacak köşesi öbür baştaymış meğer. Yani duvar tarafında…

“Eyvah! Ne olacak şimdi?” dedi kardeşim.

“Bir şey olmaz canım. Yatağı çeviririz, olur biter. İki saniyelik iş,” diye yanıtladım. Ama odanın dört bir yanının eşyalarla dolu olduğu gerçeğini göz ardı etmek gibi bir gaflette bulunmuştum. Sağa çeviriyoruz, baza dolaba çarpıyor; sola çeviriyoruz, yolumuz makyaj masası tarafından hunharca kesiliyor. Tek çare yatağı havaya dikmek, kendi ekseni etrafında şöyle bir çevirmek ve tekrar yerine koymakta. Ne olacak canım, iki saniyelik iş!

(Bundan sonrasını bir sirk ya da lunapark müziği eşliğinde okuyunuz. Mesela şununla.)

Yatağı havaya dikmemle beraber kulağıma çalınan çıt sesi o iki saniyelerin acısını feci şekilde ödeyeceğimin habercisiydi adeta. Çünkü bazanın kapağı bozuktu ve kendi kendine açılmaya başlamıştı! “Hayııııır!” çığlıkları eşliğinde dizlerimi bazaya dayadım, biraz daha açıldı. “Sakın açılma, n’olur açılma!” dememle birlikte biraz daha açıldı. Kardeşim koşarak sırtını bazaya yasladı, bunun üzerine biraz daha açıldı. En sonunda biz çığlıklar atarken baza milim milim açıldı, beraberinde bizi de ittirip havaya kaldırdı ve bütün yatak odanın ortasında bir çadır gibi açılıverdi. Durumumuz tam bir komedi filmi gibiydi. Artık yatak hiçbir şekilde kıpırdamadığı gibi bizi de duvara mıhlamıştı. O anda her yetişkin erkeğin yapması gereken davranışı sergiledim ve şöyle bağırdım: “Anneeeee!!!!”

Böylece “iki saniyelik” işim, ailemin geri kalanının da ufacık odaya doluşmasıyla beş kişinin bir yatağa karşı giriştiği çetrefilli bir güreş müsabakasına dönüştü. Yatağın bayağı dişli çıktığını, hain mobilya yardakçılarının da ona çaktırmadan yardımcı olduğunu belirtmem gerek. Sonunda zor da olsa yatağı kapatmayı başardık, nefes nefese üzerine oturduk veeeee… heybelerin hâlâ yerde olduğunu gördük!

2 Eylül 2014 Salı

Batman: Kara Ayna - Kitap İnceleme

JBC Yayıncılık
2014, 304 Sf.
Batman: Kara Ayna, 300 küsur sayfalık, dev bir Kara Şövalye ziyafeti. İçerisinde Detective Comics'in 871-881 arasındaki sayılarını içeriyor. Bu da her biri üçer bölümden oluşan 4-5 macera demek oluyor bizler için.

Cilde adını veren Kara Ayna adlı macera gayet ilginç başlayıp beklenmedik bir şekilde sona eriyor ve benim adıma oldukça keyifli, hatta şaşırtıcıydı. Ondan sonraki iki macera için aynı şeyi söyleyemeyeceğim ne yazık ki. İlginç başlayıp Batman adına sönük bittikleri kanaatindeyim. Sonra Joker gelip çok kısa bir süreliğine de olsa ortalığı her zamanki gibi birbirine katıyor. Ama bu ciltte karşılaşacağınız en kötü karakter hiç beklemediğiniz, sizi şaşkına çevirecek biri. Son hikaye hepsinden de iyiydi diyerek spoiler vermekten kaçınmakla yetineceğim. İlk hikayede başlayan olayların taaa en sondaki maceraya bağlanmasıysa kesinlikle en keyifli anlardan biriydi.

Gel gelelim bu hikayelerin geçtiği zaman aralığı Bruce Wayne'in ortalardan kaybolduğu ve yerine Dick Grayson'ın (ilk Robin) baktığı döneme denk geliyor. Grayson, Batman'lik konusunda ustasına nazaran biraz daha farklı davranıyor haliyle. Belki iş başındayken değil ama, olayı çözme ve düşünme aralarında farkı oldukça hissediyorsunuz. 

Çizimleri de genel anlamda beğensem de Batman ile Dick'in resmedilişini bir türlü sevemedim. Gordon olması gerektiği gibi görünüyor mesela. Gotham, Robin, Barbara, Alfred... Ama aynı şey Batman için geçerli değil. Kulakları çok kısa, yüzü bir tuhaf... Biliyorum, kulağa biraz mızıldanmak gibi geliyor; fakat çizgi-romanda konu kadar çizime de önem veririm ben.

Yine de keyifle okuduğum, Batman'e doyduğum bir kitaptı. JBC Yayıncılık'a emekleri için teşekkürler.

Ruhun Uzun Karanlık Çay Saati - Kitap İnceleme

Kabalcı Yayınevi
2012, 254 Sf.
90'lı yılların sonunda Douglas Adams'ın neredeyse tüm kitaplarını okumuş olduğumu zannederek huzur içinde yaşıyordum. Ama sonra bir gün durumun pek de öyle olmadığını gördüm; radarımdan kaçan bir eseri daha vardı üstadın: Ruhun Uzun Karanlık Çay Saati. Sadece adı bile bu kitabı okumak için müthiş bir şevk duymama neden olmuştu. Ama heyhat! Baskısı çoooook uzun yıllar boyunca tükenmişti ve yıllarca aramama rağmen hiçbir yerde bulamadım kendisini. Ta ki Kabalcı, Sarmal baskısını yeniden yayınlamaya karar verene dek.

Kitap çıkar çıkmaz ilk işim onu özel olarak bulup kendi ellerimle satın almak oldu. Okumaksa bugüne nasipmiş. Ama... ama, ama, ama... üzülerek belirtmeliyim ki benim için tam bir hayal kırıklığıydı. Bunun sebebiyse kesinlikle Adams değil, çeviri.

Kitabın çevirisi berbat. Hatta berbattan da öte, korkunç. Kate yerine yazılan Kaleler mi istersiniz, "Uh-huh" kelimesinin "Hı-hı," yerine "Oh, ah" olarak mı yazılmasını? Hadi bunları geçtim, cümlelerin çoğunun anlam bütünlüğü yok. Bu güya editörden geçmiş haliymiş, ama basbayağı çevirmenin ham çevirisi basılmış. Yanlış çeviriler, devrik cümleler, anlatım bozuklukları... hepsi gırla gidiyor. Ve bunun sonucunda ne oluyor biliyor musunuz? Douglas Adams'ın kelime oyunlarıyla yaptığı tüm o esprilerin hemen hemen hepsi güme gidiyor, sıradanlaşıyor ve kayboluyor. Üstüne bir de Adams'ın her zamanki performansından uzak oluşu eklenince "bitse de gitsek" havasına girmeniz kaçınılmaz bir hâle geliyor.

Hikaye aceleye getirilmiş sonuna ve ortalama bir konuya sahip olmasına rağmen yine de güzel sayılır, ama başta da belirttiğim gibi çeviri kitabı katlediyor maalesef. Keşke Kabalcı basmadan önce bir elden geçireymiş şunu. Çok yazık...