28 Mayıs 2011 Cumartesi

Gizemli Soygun ( Bölüm 6 ) -Son-

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.


“Şimdi ana haber bültenimize bağlanıyoruz!” dedi porselen dişlerini yapmacık bir sırıtışla sergileyen sunucu. Araya kısa bir jenerik girdi ve ekrandaki görüntü yerini daha somurtkan bir spikere bıraktı. 
“İyi akşamlar Türkiye.” dedi erkek muhabir, gayet ciddi bir sesle. “Bildiğiniz gibi İstanbul son birkaç gündür bir Noel Baba krizi yaşıyor. Kılık değiştirmiş soyguncular önce bir bankayı sonra da şehrin önde gelen alış-veriş merkezini güpegündüz soydular. Ortaya atılan çete iddiaları da cabası… Tam “Polis nerede, güvenlik güçleri uyuyor mu?” diye sormaya başladığımız anda beklenen açıklama gerçekleşti.”

Görüntü değişti ve bir kürsü üzerinde konuşma yapan baş komiser Haldun Gürses görünmeye başladı ekranda.

“Bu akşamüzeri saat 18:00 sularında, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün kapısında bir konuşma yapan baş komiser Gürses çetenin tüm üyelerinin yakalandığını bildirdi.” diye anlatmaya devam etti spiker. “Olayı çözenin ünlü müfettiş Selim Kuzgun olduğunu belirten Gürses, halkın artık korkmasına gerek kalmadığını ve yılbaşı gösterilerinin planlandığı gibi yapılmasında hiçbir sakınca olmadığı müjdesini de verdi. Bu haber tüm şehirde bayram havası yaratırken…”

***

Gökyüzünde patlayan havai fişekler karla kaplı caddeleri çeşitli renk ve ışık oyunları ile boyarken siyah bir araç ağır ağır Kağıthane yönünde ilerliyordu.
“Şefin Melahat hakkındaki demecine yer vermemişler anlaşılan.” dedi Murat, az önce haberleri sunan radyoyu kapatırken.
“Eh, kanallarının kapatılma riskini göze alamazlardı. Hem de süresiz…” diye yanıtladı Selim, gülerek. Üzerlerinde bir yerde birkaç fişek daha patladı.
“Kutlamalara bayağı erken başladılar.” dedi ön camdan eğilerek yukarıyı seyreden Murat. “Baksana saat daha 21:00 bile olmadı.”
“Bunca olaydan sonra onlara hak vermemek elde değil.”
“Şey… Baş komiserin önünde beni ele vermediğin için teşekkür ederim. Hani şu bulmaca olayı ile ilgili…”
“Sorun değil.”
“Yani evet, biliyorum içinde aksi ya da ihtiyar geçen her sorunun karşısına senin adını yazmam yanlıştı.”
“Ne yazdığın umurumda bile değil evlat. Seni korudum çünkü suç mahallindeki bir delille oynadın ve bunun cezası da oldukça ağırdır. Ortağımdan olmak istemedim, hepsi bu.”
“Ortak… Bu seninle çalışmaya devam etmemi istediğin anlamına mı geliyor yoksa ihtiyar?” diye sordu Murat, biraz da havalara girerek.
“Hayır, bu benimle çalışmana izin verdiğim anlamına geliyor bay çokbilmiş.”
İkili kısa bir an için birbirlerine dik dik baktılar sonra da aynı anda gülmeye başladılar.
“Eh, ortağız o halde.” dedi Murat gülümseyerek.
“Ortağız. Şimdilik…”
“Söylesene Selim, daha önceki iş arkadaşının ölümüne sebep olduğun şakaydı değil mi?”
Selim cevap vermek yerine, sessizce aracı sürmeye devam etti.
“Değil mi?” diye üsteledi Murat.
“Yakında görürsün.” dedi Selim, bıyık altından gülerek.
“Ah, hiç komik değil!”

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Dünya mutfakları

Dünya Mutfakları Festivalini bilir misiniz? Hemen hemen her yıl İzmir Fuarında gerçekleşen bu festivalde Dünya’nın dört bir yanından birbirinden aç… Aman, şey… Maharetli aşçılar gelir ve ziyaretçilere parmak yalatan yeteneklerini sergilerler. Çin mutfağından tutun da İtalyan mutfağına, Balkan mutfağından Meksika sofralarına, Hintlilere ve Fransızlara kadar çeşit çeşit ülkeye rastlamak mümkündür burada. Her yerde olduğu gibi burada da Türkler araya kaynamıştır ve her iki stantta bir yurdumun çeşitli bölgelerinin sofralarını görebilirsiniz.

Nasıl? Düşüncesi bile insanın iştahını açıyor, değil mi? İşte böyle iştahlı bir anımızda karar verdik biz de bu festivale katılmaya. Yani ben, Göker ve Sinan… O akşamüzeri fuarın Lozan Kapısı önünde gayet aç bir şekilde buluştuk ama bu durumu birbirimize çaktırmamaya da çalışıyorduk.

“Nerede bu festival acaba?” diye sordu Sinan.
“Ne o, acıktın mı yoksa?” diye sordum.
“Yoo… Ben sizin için sordum. Ben fazla bir şey yemem zaten.” diye cevapladı.
“Ben de yemem herhalde. Zaten niye acele ediyoruz anlamış değilim. Ne güzel geziyoruz işte.” dedi Göker.
“Tabi canım, dolaşalım. Yemek yemeğe mi geldik buraya?” dedim ben de.

Bu şekilde konuşarak yarım saat kadar dolaştık fuarın içinde. Sözde geziyorduk ama hepimizin gözü yemek festivalini arıyordu elbette. Fakat bırakın festivali daha yiyecek satan tek bir yere bile rastlayamamıştık. Midelerimiz de yavaştan guruldama modundan tamtam moduna geçmeye başlamıştı.

“Birine soralım mı?” dedim sonunda dayanamayıp, sesimdeki açlığı gizlemeye çalışarak. Yine de sesimin bir inilti gibi çıktığına bahse girebilirim.
“Evet, evet. Soralım.” dediler ikisi de hevesle ve açlıktan küçülmüş gözlerle.

Yoldan geçen bir adamı resmen yaka paça durdurup sorduk.
“Yemek festivali varmış burada abi, Nerede? Konuş çabuk! Nerede ha, nerede?” Aç değiliz ya…
Adamcağız ya halimize acıdığından ya da kendisine yiyecek gibi baktığımızdan hemen tarif ediverdi festivalin yerini.

Yanlış kapıdan girmiştik, festival Basmane tarafındaydı.

Acele adımlarla ve açlıktan büzüşmüş midelerle hemen o tarafa doğru ilerlemeye başladık. Artık aç olduğumuzu birbirimize çaktırmamak gibi bir derdimiz kalmamakla beraber karşıdan gelen herkese de yiyecek bir şeyler gözüyle bakmaya başlamıştık. Karşımızdan kalabalık bir grup sosisli sandviç bize doğru gelirken birdenbire o tabelayı gördük; “Dünya Mutfakları Festivali.”

“Yaşasın!”
“Aman Ya Rabbim, yemek!”
“Hepsini yemek istiyorum! Hepsini! Hepsini!”

Hemen kendimizi stantların arasına attık. Ama bu sefer de daha büyük bir problem çıktı karşımıza; ne yiyecektik? Bir müddet onu yiyelim, hayır bunu yiyelim, hepsini yiyelim şeklinde didiştikten sonra en iyi çözümün ayrılmak olduğuna karar verdik. Yoksa birbirimizi yiyecektik.

Hızlıca bir turun ardından Çin ve Hint mutfağından uzak durmamın midemin selameti açısından daha iyi olacağına karar verdim. Bunda tezgâhlarda sergilenen ve adlarının dahi ne olduğunu bilmek istemediğim yiyeceklerin de etkisi büyüktü tabi. Meksika mutfağının oradan gelen “Yandım Allah!” çığlıklarına ve ağzından ateş püskürterek koşuşturan yaşlı teyzelere bakılırsa orası da bana pek yaramazdı. Buraya kadar gelmişken Türk mutfağından bir şeyler yemek komik olur diyerekten memleketimin güzide mutfaklarını da es geçtim. Tam Fransız mutfağını sümüklü böcekleriyle baş başa bırakmıştım ki üzerinde İtalya bayrağı salınan, enfes kokuların yükseldiği bir başka stant takıldı gözüme. Pizzalar, spagettiler, lazanyalar… “İşte!” dedim kendi kendime “İşte aradığım bu!” Hemen sıraya girdim ve en dolusundan bir tabak bolonez makarnayı kapıverdim.

Az sonra kararlaştırdığımız buluşma noktasındaydım. Önce elinde bir tabakla Göker geldi, ardından Sinan göründü kalabalığın arasından. Herkes birbirinin tabağına bakıyordu merakla.

“Ne aldın? Makarna mı yoksa o?” diye sordu Göker.
“Evet, bolonez soslu makarna.”
“Yuh ya, insan buraya kadar gelip de makarna mı yermiş.”
“Sen ne aldın peki?” diye sordum, biraz bozularak.
“Hint mutfağından aldım ben. Şey bu… Et galiba.”
“Ben de Çin mutfağından aldım.” dedi Sinan. “Haydi oturalım artık, açlıktan ölüyorum!”

Kısa bir arayışın ardından kendimize göre üç kişilik bir yer bulduk. Hemen tıkınmaya başladık tabi. Ben keyifle makarnamı mideye indirirken Sinan’dan şöyle bir yorum geldi; “Abi ben bunu yiyemeyeceğim galiba.”
“Ben de…” dedi Göker. “Üstelik benim midem de bulanmaya başladı.”
“Benim de…” dedi Sinan. Sonra ikisi birden dönüp iştahlı gözlerle benim tabağımı süzmeye başladılar.
“Onun hepsini yiyecek misin?” diye sordu biri.
“Yoo…” dedim biraz da buruk bir sesle. “İsterseniz paylaşalım.”
Öyle de yaptık. Bir tabak üç çatal…

Büyük ihtimalle de o gün oradan tam olarak doymadan ayrılan tek insanlar bizlerdik…

22 Mayıs 2011 Pazar

Gizemli Soygun ( Bölüm 5 )

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.


“Başlarım sizin yapacağınız işe!” diye bağırdı baş komiser Haldun Gürses, bütün polis merkezini inleten bir sesle. Masasında oturmuş, sinirinden sandalyesinde hop hop hoplar bir vaziyette Selim ve Murat’ın raporunu dinliyordu.
“Sakin ol Haldun.” dedi Selim, komiser ne zaman bağırmaya başlasa yaptığı gibi.
“Sakin? Sakin olayım öyle mi? Olayla ilgili tanık var mı diyorum, var diyorsunuz. Nerede diye soruyorum, öldüler diyorsunuz! Nasıl sakin olmamı beklersin? Elinizi kime atsanız öbür tarafı boyluyor maşallah!”
“Abartma… Adamlardan ilki biz olay yerine varmadan ölmüştü zaten. İkincisini ise hastaneye kaldırılırken yolda kaybettik maalesef.” dedi Selim.
“İyi de ne diye adamı hastaneye götürüyordunuz ki? Bana bak Selim, herifi konuşturmak için onu eşek sudan gelinceye kadar dövdüğünü söyleme bana yine.”
“Kim? Ben mi? Tabi ki hayır, benim öyle bir şey yaptığım nerede görülmüş?” diye cevapladı Selim, abartılı hareketlerle.
Murat ise oturduğu yerde huzursuzca kıpırdanarak ortağına baktı.
“Tabi canım, hiç öyle şey yapar mısın sen?” diye homurdandı Haldun. “Geçen seferki barmeni sorgulayabilmek için iki gün ayılmasını beklemek zorunda kalmıştık, hatırlatırım sana.”
“O tamamen bir kazaydı. Adam tökezleyip vitrininin camından dışarı fırladıysa bu benim suçum mu?” dedi Selim, artık bariz bir biçimde gülerek.
“Tökezlemişmiş. Sen onu benim külahıma anlat!” diye gürledi Haldun.
“Bir de ajans sahibine…” diye mırıldandı Murat. Ardından Selim’den yediği dirsek darbesiyle hafifçe inledi.
“Hangi ajans sahibi?” diye sordu Haldun endişeyle.
“Önemli bir şey değil.” diyerek araya girdi Selim tekrar, genç ortağına kötücül bir bakış attıktan sonra. “Bak, bu öyle bir şey değildi inan bana. Adamı mezarlıkta kıstırdık. Üzerimize doğru koşarak geliyordu. Sonra… Sonra birdenbire durdu.”
“Evet, gerçekten de çok garipti.” dedi Murat. “Neredeyse insanüstü denebilecek bir hızla üzerimize koşuyordu. Bir an için bizi ezip geçecek sandım ama tam önümüzde kazık gibi duruverdi. Gözleri görmüyor gibiydi, öylece boşluğa bakıyordu adeta.”
“Kesinlikle! Birkaç saniye sonra ise adamın kendine geldiğine şahit olduk ve dediği şey tam olarak şuydu; neredeyim ben?
“Kendine geldiğine mi?” diye sordu Haldun, şaşırarak.
“Evet, sanki bir rüyadan uyanmış gibiydi ve oraya nasıl geldiğini anlamaya çalışıyordu.”
“Uyurgezer gibi miydi diyorsun yani?”
“Öyle de denebilir fakat bir ordu dolusu adamı tepeleyecek kadar da uyanıkmış aynı zamanda. Bilemiyorum, garip bir durum…”
“Ya sonra?”
“Sonra aniden kalp krizi geçirmeye başladı. İlk müdahaleyi yapıp doğruca en yakın hastaneye kaldırdık fakat oraya vardığımızda artık çok geçti.”

19 Mayıs 2011 Perşembe

Sağım solum, önüm arkam...

Geçen gün iş yerindeyken oldukça enteresan bir olay geldi başıma. Masamda oturmuş, günlük rutin işlerle uğraşıyordum. Derken kapıdan içeri muhasebecimiz Ali Bey giriverdi. Kısa bir selamlaşmanın ardından kullandığımız muhasebe programı hakkında bazı soruları olduğunu söyledi.

“Hay hay…” dedim, “Cevaplayabileceğim bir şeyse elimden geleni yaparım.”

Ama değildi. Çok teknik şeyler soruyordu ve programa o kadar da hâkim değildim. “Bu işi çözse çözse bizim bilgisayarcımız çözer.” dedim muhasebeci Ali’ye. “İşin komik tarafı ne biliyor musunuz? Onun adı da Ali.” diye devam ettim. Adam güldü haliyle. “Eh, Ali ismi yaygın bayağı.” dedi. “Ama Ahmet ya da Mehmet kadar da çok değil Allah’tan.”

Hemen bilgisayarcıya telefon ettik. Şansımıza bilgisayarcı Ali yakınlardaydı ve işi de yoktu üstelik. Muhasebeci Ali’ye seve seve yardım etmeye de hazırdı.

Yarım saat kadar sonra bilgisayarcı Ali ile muhasebeci Ali ofisin ortasında hararetli bir şekilde konuşuyorlardı. Ben de köşeme çekilmiş, işlerimi bitirmeye çalışıyordum. O esnada kapıdan içeri kırtasiyeci Ali ağabey giriverdi. Tahsilâta çıkmış, müşterileri dolaşıyormuş.

“Hoş geldin Ali ağabey.” dedim, biraz da bıyık altından gülerek. Üçü birden bana döndüler tabi… Onları tanıştırınca da birbirlerine bakmaya başladılar gülerek. Onlar kendi aralarında konuşurken telefonum çaldı ve sevkiyattaki arkadaş beni yanına çağırdı. Masamdan kalkıp “Ali ağabey sen bekle bir dakika, ben hemen geliyorum.” dedim kırtasiyeciye. Üçü birden bana dönüp “Tamam İhsan, sen git. “ dediler.
Kendi kendime “Amma iş ha…” diyerek aşağı indim. Bir baktım ki karşımda nakliyeci Ali ağabey duruyor! “Yok artık yahu!” derken adam yanıma geldi, selamlaştı ve ufak bir bakiyemiz olduğunu söyledi.
“Eh, madem öyle benimle yukarı gel de halledelim.” dedim.

Kısa bir süre sonra yeniden ofisteydim ve etrafımda dört tane Ali vardı. Üstelik böyle bir ortamda konuşmak çok zordu. Ne zaman birine bir şey söylesem dördü birden cevap vermeye başlıyordu. “İyi ki çok yaygın bir isim değilmiş.” diye kendi kendime söylenirken yine telefon çaldı. Bu kez arayan şirket müdürüydü. “Ali ağabeyin gelmiş, yanında mı?” diye sordu.
“Hangisi?” dedim.
“Ne demek hangisi? Kaç tane Ali ağabeyin var?” diye sordu.
“Dört.”
“Nasıl dört? Kaç kişi var oğlum senin yanında?”
“Dört.”
Bir müddet karşıdan ses gelmedi. Sonra telefonu kapatıp aşağı indi ve gördüğü manzara karşısında o da en az benim kadar şaşırdı. “Ali hoş geldin.” dedi hafif afallayarak.
“Hoş bulduuuuuk…” dediler hep beraber.
O arada ben kahkahayı bastım tabi…

Akşamleyin yorgun argın eve vardım. Kapıyı annem açtı, “Hoş geldin oğlum.” dedi.
“Hoş bulduk anne.” dedim bitkin bir şekilde. “Çok yorgunum, yemeği yiyip yatacağım.”
“Olmaz, misafir var.” dedi.
“Haydi ya… Tüh! Kim geldi yine?” diye sordum bezginlikle.
“Kız kardeşin ve kocası… Yani Esra ile Ali.”

Bir, iki, üç… Tıp!

17 Mayıs 2011 Salı

Gizemli Soygun ( Bölüm 4 )

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.



Noel Baba kılığındaki bir adam, sırtında hediye paketleri olan bir çuval olduğu halde ağır adımlarla yürüyen merdivenden yukarı çıkıyordu. Yılbaşı zamanı olduğu için bunda bir gariplik yoktu. Asıl gariplik adamın aşağı inen merdivenleri tırmanmaya çalışmasıydı.
“Hey! Ne yaptığını sanıyorsun be adam?” diye sordu merdivenlerden inmekte olan bir kadın. Fakat adam onu duymadı bile. Boş bakışlar ve her iki yanında serbestçe sallanan kollarla merdiveni çıkmaya devam etti. Biraz zor da olsa merdivenleri aştı ve Cevahir’in dördüncü katındaki teknoloji mağazasına doğru ilerlemeye başladı.

İçeri girer girmez birdenbire hareketleri hızlanıverdi adamın. Önce köşedeki güvenlik görevlisinin üzerine doğru koştu. Ardından uçan bir tekme atarak görevliyi mağazanın karşı tarafına uçurdu. Neye uğradığını şaşıran güvenlik, üzerine yığılan teknolojik cihazların altında kalıverdi. Etraftaki müşterilerden panik dolu bir çığlık yükselirken Noel Baba kasaların olduğu bölüme ilerlemeye başlamıştı bile. Önünü kesmeye çalışan satış temsilcilerinden birine elindeki çuvalla sert bir darbe vurdu. Çığlık atarak olduğu yerde çakılı kalmış kasiyer kızı da fırlatıp attıktan sonra kasaları açtı ve içlerindeki parayı çuvalına doldurmaya başladı. Kısa süre içinde işini tamamlamıştı. Yine koşar adımlar ve boş bakışlarla mağazanın çıkışına doğru ilerledi.

Tam kapıda iki güvenlik görevlisi ile daha burun buruna geldi. Hiç beklemeden elindeki çuvalı soldaki görevlinin kucağına fırlattı. Adam ne olduğunu anlayamaz bir şekilde paraları kucaklarken Noel Baba diğer görevlinin suratına sağ dirseğini geçiriverdi. Adam acı ile bağırıp yüzünü tutarken önce elinin tersiyle bir yumruk sonra da döner bir tekme attı Noel Baba. Ayakları yerden kesilen görevli büyük bir şangırtı eşliğinde vitrinin camını kırarak dışarı uçtu. Vitrinin parçalanmasıyla birlikte mağazanın alarmı da çalmaya başladı. Bütün bunlar o kadar çabuk olmuştu ki diğer görevli kıpırdamaya dahi fırsat bulamamıştı. Noel Baba’nın boş bakışları kendisine döndüğünde ise artık çok geç olduğunu biliyordu. Çuvalı yere bırakıp bacaklarının el verdiğince hızla kaçmaya başladı. Fakat Noel Baba peşinden gitmedi. Çuvalını alıp bir diğer mağazaya doğru yöneldi.

O esnada genç bir kadının sesi duyuldu Cevahir’in tüm katlarında; “Hayır!” Bu, Noel Baba kılığındaki adamın çiçeği burnunda sevgilisinden başkası değildi. “Hayır, ne yapıyorsun? Dur lütfen. Dur!” dedi kadın, adama doğru koşarken.
Adam ise oralı bile olmadı. Kadın, adamın koluna yapışarak “Bana bak! Lütfen bana bak!” diye yalvardı. Adamın gözlerindeki boş bakışları gördüğü anda ise donakaldı. “Sen… Sen o değilsin! Kimsin sen?”
Aldığı cevap adamın elinin tersiyle gelen bir tokattan ibaretti. Kadının son hatırladığı şey etrafında yükselen çığlıklar ve sevdiği adamın yürüyerek uzaklaşan görüntüsüydü. Sonra her yer karardı.

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Hayat ne garip

Hava alanı günlerim… Yakın dostlarımdan biri olan Aziz’le öğle yemeği için üst kattaki lokantaya çıkmıştık. Klasik “Bugün ne yiyiyoruz?” didişmesinin ardından masamıza geçmiş, karşılıklı oturuyorduk. Hemen önümüzdeki geniş pencerelerden uçuş pistine inip kalkan uçaklar görünüyordu.

“Kanka,” dedi Aziz bana, yemeğimizin gelmesini beklerken. “Dün 300 Spartalı’ya gittim, çok süperdi. Adamlar manyak bir film yapmışlar ya!”
“Ne dedin, ne dedin?” dedim, bakışlarımı pistten ayırarak.
“Dedim ki adamlar harika bir film yapmışlar.”
“Onu anladık, hani beraber gidecektik? Ne oldu?”
“Eee, şey…” diye kekeledi karşımda, biraz mahcup olarak. “Aslında ben seninle gidecektim de…”
“Eee?”
“Dün Karşıyaka’daydım. Arkadaşlarla buluştum. Haydi, sinemaya gidelim dediler, ben de kıramadım.”
“Tamam Aziz, tamam. İki dakikada sattın ya beni, helal olsun sana.” diye sitem ettim ona, biraz da şakayla karışık.
“Ya öyle deme ama kanka…”

Lafını tamamlayamadan cep telefonum çalmaya başladı, arayan üniversiteden arkadaşım Fatih’ti. Hava alanına çok yakındı ve müsaitsem bir-iki dakika da olsa görüşelim, istiyordu.

“Tabi ki,” dedim, “Gel. Senin için her zaman vaktim var.”

Beş dakika kadar sonra Fatih yanımızdaydı. Aziz’le tokalaşıp tanıştılar, ikisini de uzun zamandır tanımama rağmen ilk defa bir araya geliyorlardı. O an “Hayat ne garip.” diye düşündüm kendi kendime. Fatih’e de bir yemek söyleyip başladık muhabbet etmeye. Derken konu döndü dolaştı, yine sinemaya geldi.

“Aziz Bey dün 300 Spartalı’ya gitmiş. Sözde beraber gidecektik ama neyse.” dedim, yine takılmadan duramadan.
“Gittim be, ne olacak?” dedi Aziz gülerek. “İyi ki de gitmişim, canıma değsin!”
“Öyle mi? Tamam, öyle olsun. Bir daha seninle plan yaparsam ne olayım. Neyse, ben de Fatih’le giderim.” dedim.
“Ben gittim o filme.” dedi Fatih, hafif gülümseyerek.
“Nasıl yani?” dedim şaşkınlıkla. “Ne ara gittin yahu?”
“Dün Karşıyaka’daydım. Arkadaşlarla buluştuk. Haydi, sinemaya gidelim dediler, ben de kıramadım.” demesin mi?

Ben şaşkınlığımı henüz üstümden atamamışken “Hangi sinemada izledin?” diye sordu Aziz.
“Falanca sinemada.” diye cevap verdi Fatih.
“Hadi canım! Ben de orada izledim. Peki, hangi seans?”
“15:00 matinesi.”
“Hadi canım! Ben de! Peki, hangi sıradaydın?”
“En önden üçüncü sıradaydık.”
“Aaa, biz de bir arka sıradaydık! Vay be, şu işe bak.”

Birbirini hiç tanımayan iki arkadaşım bir gün önce aynı sinemada film izlemişlerdi. Bugün ise aynı masada oturmuş yemek yiyiyorlardı.

Hayat ne garip mi demiştim ben?

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Gizemli Soygun ( Bölüm 3 )

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

“Öldüm.” dedi genç adam.
“Abartma…” diye yanıtladı genç kadın.
“Ciddiyim! Bu iş beni öldürüyor! Bütün gün yürümek kolay mı sanıyorsun? Hem de bu saçma sapan kostümün içinde!” diye yakındı adam, üzerindeki Noel Baba kıyafetini göstererek. 

Cevahir Alışveriş merkezinin üst katlarından birinde oturmuş, öğle yemeğini yiyordu. Tıpkı bir haftadır olduğu gibi yine aynı yere gitmiş, aynı koltuğa oturmuş ve aynı menüden söylemişti. Bunu boşu boşuna yapmıyordu elbette, orada çalışan tezgâhtar kıza âşıktı çünkü. Hem de gördüğü ilk andan beri… Müsait olduğu her saniye soluğu bu katta alması da bu yüzdendi zaten. İşte yine her zamanki gibi tezgâhın önündeki koltuklardan birine oturmuş, o kızla muhabbet ediyordu.

“Bence seni sevimli gösteriyor.” dedi kız, utangaç bir şekilde gülümseyerek.
“Öyle mi?” dedi yanakları kızaran adam.“Şey… Teşekkür ederim.”
Bir müddet utangaç bir biçimde bakıştıktan sonra ikisi de aynı anda konuşmaya başladı. Ne yaptıklarını fark edip sustuklarında ise kahkahalarına engel olamadılar.
“Diyordum ki… Bu akşam müsaitsen… Yani sen ve ben…” diye gevelemeye başladı adam sonunda.
“Evet, çok isterim.” 
“Gerçekten mi? Şey, tamam o zaman.”
“Tamam o zaman.” diye yanıtladı aynı şekilde genç kadın, gülümseyerek.

Ağzı kulaklarına varan adam son lokmasını da büyük bir keyifle ağzına attı, ardından yerinden kalkarak kıza ufak bir selam verdi. Tam uzaklaşmaya başlamışken kadın arkasından sesleniverdi.
“Bir şey unutmadın mı?”
“Ah, tabi ya.” dedi adam ve bir koşu geri dönüp kızın yanağına bir öpücük kondurdu.
“Şey… Teşekkür ederim ama ben hesabı kastetmiştim.” dedi kıkırdayan kadın.
“Ay, pardon!” dedi adam, biraz daha kızararak. Artık neredeyse üzerindeki kostümle aynı renge bürünmüştü. Yemeğin parasını ödedikten sonra kızı bir kez daha öptü ve yüzünde geniş bir sırıtışla merdivenlerden aşağı, giriş katına doğru ilerlemeye başladı. “Ben dünyanın en şanslı adamıyım!” diye düşünüyordu, takma sakalını yüzüne geçirirken.