30 Mayıs 2023 Salı

Yeni Çeviri: Şehir ve Şehir


Tuhaf Kurgu türünün aykırı çocuğu China Mieville'e Arthur C. Clarke Ödülü'nü kazandıran Şehir ve Şehir için yaptığım çeviri düzeltisi nihayet raflardaki yerini aldı.

Yaptığım düzeltmeler ve tamamladığım eksikler sayesinde kitap artık 100 sayfa daha uzun. Eskisi 283 sayfaydı, artık 384 sayfa oldu. Yaptığım düzeltmeler ve tamamladığım eksikler sayesinde kitap artık 51 sayfa daha uzun. Eskisi 332 sayfaydı, artık 383 sayfa. (Ben PDF’e göre konuşmuştum. Basılı hâlinde sayfa sayısı farkı daha az. O heyecanla acele etmişim, erken konuşmuşum. Kusura bakmayın.)

Çok heyecanlıyım bu kitap için. Normalde kendi çevirdiğim/düzelttiğim kitaplar için pozitif yorum yapmaktan kaçınırım, kendimi övmüş gibi görünmekten çekinirim ama Şehir ve Şehir gerçekten çok güzel oldu bu hâliyle. Kitap boyut atladı, şekil değiştirdi âdeta.

Peki, nedir bu kitabın olayı? Şöyle ki romanda Beszel ve Ul-Qoma adlı iki hayali şehir var. Bunlar sadece birbirine komşu olmakla kalmıyor, ama aynı zamanda caddeleri, sokakları, meydanları ve daha bir sürü bölgesi iç içe geçiyor. Sokaklar birbirini çaprazlama kesiyor. Meydanın bir yarısı bir şehre, öteki yarısı diğer şehre ait olabiliyor. Ve iki şehir halkı da birbirini pek sevmiyor. Ama asıl tuhaf olan birbirlerini "görmelerinin" yasak olması. Bir caddenin sağında Beszel, solunda Ul-Qoma vatandaşları yürüyor diyelim. Birbirlerine bakmaları yasak. Birbirlerini görmeleri bile yasak. Yanlışlıkla omuz omza çarpışırlarsa hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ediyorlar. Çünkü kanunlar böyle. Çünkü çocukluklarından beri böyle yetiştirilmişler.

Bakarlarsa, kanunları çiğnerlerse ne oluyor? İhlâl! Adını korku dolu fısıltılarla andıkları İhlâl gelip onları götürüyor. Ve bir daha onlardan kimse haber alamıyor. 

İşte böyle bir ortamda gizemli bir cinayet işleniyor. Bunu çözmekse başkarakterimiz Dedektif Tyador Borlu'ya kalıyor. Gelin görün ki katili yakalamak istiyorsa dedektifimizin bazı kuralları çiğnemesi ve iki şehrin çetrefilli kurallarıyla mücadele etmesi gerekecektir.

Kitap geçen seferki gibi yine Yordam Kitap etiketiyle çıkıyor. Ama bu sefer yeni kapakla. Düzeltilmiş çeviriyi okumak istiyorsanız yeni kapaklı baskısını tercih etmeye özen gösterin lütfen.

Kıyaslama yapabilmeniz için kitabın birkaç sayfasını paylaşıyorum aşağıda.

ESKİ ÇEVİRİ

NE SOKAĞI, ne de mahalleyi görebiliyordum. Etrafımız toprak rengi binalarla çevriliydi. Mahalleli uyanır uyanmaz üstüne ne bulursa geçirmiş, saçlar başlar darmadağın, ellerinde kahveleriyle pencerelerden sarkmış, bir yandan kahvaltılarını ederken, bir yandan da bizi seyrediyorlardı. Binaların ortasında kalan bu alan kim bilir ne amaçla açılmıştı. Maketten bir arazi gibiydi. Belki de burayı ağaçlandırıp bir de yapay göl konduracaklardı. Küçük bir koruluk vardı, ama fidanlar kurumuştu.

Çimenlerin arasından ayrık otları fışkırmıştı, iki tarafı kamyon altında ezilmiş çöplerle kaplı patikalar oluşmuştu. Etrafta çeşitli birimlerden polisler vardı. Buraya ilk gelen dedektif ben değildim -Bardo Naustin ve tanıdığım birkaçı benden önce gelmişti- ama içlerinde en kıdemli olanı bendim. Komiser yardımcısının arkasından, memur arkadaşların toplaştığı yere gittim. Fıçı şeklindeki çöp kovalarıyla çevrili bir kaykay sahasıyla, az katlı metruk bir yapının ortasında duruyorlardı. Uzakta rıhtımdan gelen sesleri duyabiliyorduk. Mahallenin gençleri, ayakta dikilen polislerin önündeki duvara oturmuştu. Martılar havada dönüp duruyor, yiyecek arıyorlardı.

“Müfettiş,” dedi biri. Başımı sallayarak dönüp baktım. Biri bana kahve ikram etti, ama istemedim ve görmem gereken kadının yanına gittim. Kaykay rampasının hemen yanında yatıyordu. Ölülerin dinginliği hiçbir şeye benzemez. Rüzgâr tıpkı bu kadının saçlarında dolaştığı gibi, bütün ölülerin saçlarında dolaşır, ama ölüler hiç tepki vermez. Kadın çok çirkin bir pozisyonda yatıyordu. Bacakları sanki kalkıverecekmiş gibi kıvrılmış, kolları da tuhaf bir şekilde bükülmüş, yüzü yere yapışmıştı.

Genç kadının, tepesinde topladığı kahverengi saçları, topraktan fışkıran otlara benziyordu. Neredeyse çıplaktı. Sabahın ayazında kadını bu halde görmek, insanın tüylerini ürpertiyordu. Külotlu çorabı kaçmıştı. Topuklu ayakkabılarının teki ayağındaydı. Ayakkabının diğer eşini aradığımı gören bir kadın polis, uzaktan bana el salladı. Ayakkabının başında duruyordu.

Ceset bulunalı ancak birkaç saat olmuştu. Ölen kadına baktım. Pislik içindeydi, nefesimi tuttum, yüzünü görebilmek için yere doğru eğildim, ama görebildiğim tek şey açık kalmış bir gözdü.

“Shukman nerede?”

“Daha gelmedi, Müfettiş…”

“Biriniz arayın, söyleyin elini çabuk tutsun.” Parmağımla saatime vurdum. Olay yeri denen şey, benden sorulurdu. Patolog Shukman gelene kadar, kimse cesedi yerinden oynatamazdı. Yapılacak başka şeyler de vardı elbette. Etrafı kontrol ettim. Burası gözlerden uzak bir yerdi. Çöp konteynerleri bizi saklıyordu,ama mahallenin her yerinden, böcekler gibi, üstümüze yönelen bakışları hissedebiliyordum. Sanki etrafımız sarılmıştı.

Yan yana iki çöp konteynerinin durduğu yerde, paslı zincirlerin yanında ıslak bir şilte vardı. “Şilte kadının üstündeydi.” Konuşan, Lizbyet Corwi’ydi. Lizbyet, daha önce de birkaç kez birlikte çalışma fırsatı bulduğum zeki bir kadındı. “Pek de iyi saklayamamışlar aslında, bir çöp yığını gibi görünsün istemişler, herhalde.” Cesedin çevresinde, dikdörtgen şeklinde bir koyu toprak izi gördüm, ıslak şiltenin iziydi bu. Naustin yere çömelmiş, toprağı inceliyordu.

“Çocuklar bulmuş,” dedi Corwi.

“Nasıl bulmuşlar?”

Corwi topraktaki pati izlerini gösterdi. “Kedinin bir şeyleri tırmaladığını görmüşler. Ne olduğunu anlayınca da tabanları yağlamışlar, sonra da polisi aramışlar. Bizimkiler geldiğinde…” Corwi, daha önce görmediğim iki devriye memuruna baktı.

“Cesedi yerinden mi oynatmışlar?”

Corwi başını salladı. “Yaşıyor mu diye kontrol etmek istemişler.”

“Adları ne bunların?”

“Shushkil ve Briamiv.”

“Kadını bulanlar da bunlar mı?” Duvara tünemiş çocukları gösterdim. İki kız, iki oğlan vardı. On beş yaşlarındaydılar. Soğukkanlı bir şekilde oturmuş, önlerine bakıyorlardı.

“Evet, serseriler işte.”

“Sana da sabah sabah iş çıktı.”

“Toplum hizmeti fedakârlık ister, değil mi ya?” dedi Corwi. “Belki de ayın keşini seçmek için toplanmışlardır. Sabah yediye doğru gelmişler buraya. Kaykay sahası ona göre ayarlanmış besbelli. Birkaç yıl önce yapılmış burası. Mahallenin gençleri sıraya bindirmişler işi. Gece yarısından sabah dokuza kadar serseriler, dokuzdan on bire kadar çeteler, on birden gece yarısına kadar da kaykaycılarla patenciler kullanıyormuş.”

“Üstlerinden bir şey çıktı mı?”

“Oğlanın birinde küçük bir çakı bulduk. Ama çok küçük. Onunla fare bile kesemez. Oyuncak gibi bir şey. Hepsi de tütün çiğniyor. Başka bir şey yok.” Corwi omuz silkti. “Duvarın dibinde bulduğumuz esrar
onların değil, ama etrafta onlardan başka kimse de yoktu.”

Öbür polisin elindeki torbayı gösterdi. Torbanın içinde reçineyle kaplı minik ot demetleri vardı. Bu otun sokaktaki adı Feld, bilimsel adı ise Catha edulis idi. Tütün ve kafeinle güçlendirilip sakız gibi çiğneniyor, içindeki uyuşturucu madde dil altından kana karışıyordu. Üç ismi vardı: Ona ana vatanında khat, İngilizcede kedi anlamına gelen cat, bizim dilimizde ise feld deniyordu. Otu kokladım. Çok kalitesizdi. Ceketlerinin içinde tir tir titreyen dört gencin yanına gittim.

N’aber, polis?” dedi içlerinden biri. Oğlan Besz aksanlı hip-hopvari bir İngilizceyle konuşuyordu. Gözlerime baktı, rengi atmıştı. O da, yanındaki arkadaşları da pek iyi görünmüyordu. Oturdukları yerden kadının cesedini görmeleri mümkün değildi, ama yine de o tarafa bakamıyorlardı.

Feldi bulduğumuzu anlamışlardı, onlara ait olduğunu düşündüğümüzü sanıyorlardı. Hiçbir şey söylemeden kaçarak uzaklaşabilirlerdi.

“Ben Müfettiş Borlu,” dedim. “Ağır Suçlar Birimi (ASB).” İlk adımın Tyador olduğunu söylemedim. Tam arada bir yaştaydım, ilk adıyla hitap edilmek için çok yaşlı, ergen çocuklarla teklifsizce konuşmak içinse çok gençtim.

***

GÖZDEN GEÇİRİLMİŞ, YENİ ÇEVİRİ

NE SOKAĞI ne de siteyi doğru dürüst görebiliyordum. Etrafımız toprak rengi binalarla çevriliydi. Mahalleli saçları başları darmadağınık vaziyette ve ellerinde kahve fincanlarıyla pencerelerden sarkmış, bir yandan kahvaltılarını ederken diğer yandan da bizi seyrediyorlardı. Binaların arasında kalan açık arazi bir ara elden geçirilmişti. Bir golf sahasına benziyordu. Ya da küçük bir çocuğun kum havuzuna. Belki de burayı ağaçlandırıp bir de yapay göl konduracaklardı. Küçük bir koruluk vardı ama fidanlar kurumuştu.

Çimenleri ayrık otları bürümüş, üzerleri kamyon tekerleği izleriyle yol yol olmuştu. Çer çöpün arasında taş döşeli yürüme yolları gözüküyordu. Etrafta çeşitli birimlerden polisler vardı. Buraya ilk gelen dedektif ben değildim –Bardo Naustin ile tanıdığım birkaç kişiyi daha görmüştüm– ama içlerinde en kıdemli olan bendim. Komiser yardımcısını takip ederek meslektaşlarımın büyük bir bölümünün toplandığı yere, terk edilmiş alçak bir kule ile fıçı şeklindeki çöp kovalarıyla çevrili bir kaykay sahasının bulunduğu noktaya gittim. Bir avuç çocuk duvarda oturuyor, onların önünde de polis memurları duruyordu. Martılar toplanan kalabalığın üstünde daireler çizip yiyecek arıyorlardı.

“Müfettiş,” dedi birisi. Onu başımla selamladım. Biri bana kahve ikram etti ama kafamı iki yana salladım ve görmek için geldiğim kadına baktım.

Kaykay rampalarının hemen yanında yatıyordu. Hiçbir şey ölüler kadar hareketsiz duramaz. Saçları rüzgârla hareket eder –tıpkı şu anda bu kadınınkilerin hareket ettiği gibi– ve hiçbir şeye tepki vermezler. Kadın çok çirkin bir pozisyonda uzanıyordu; bacakları sanki kalkıverecekmiş gibi kıvrılmış, kolları da tuhaf bir şekilde bükülmüştü. Yüzü yere yapışıktı.

Genç bir kadındı; başının iki yanından sallanan örgülü kahverengi saçları, topraktan fışkıran bitkilere benziyordu. Neredeyse çırılçıplaktı ve sabahın ayazında teninin pürüzsüz olduğunu, tüylerinin soğuktan ürpermediğini görmek üzücüydü. Üzerinde sadece kaçmış külotlu çoraplar ve topuklu ayakkabılarının teki vardı. Ayakkabının diğer eşini aradığımı gören bir kadın polis uzaktan bana el salladı. Ayakkabının başında nöbet tutuyordu.

Ceset bulunalı ancak birkaç saat olmuştu. Ölen kadına baktım. Yüzünü görebilmek için nefesimi tutup toprağa yaklaştım ama seçebildiğim tek şey açık kalmış bir gözdü.

“Shukman nerede?”

“Daha gelmedi Müfettiş…”

“Biriniz arayın, söyleyin elini çabuk tutsun.” Parmağımla saatime vurdum. Cinayet mahallinden ben sorumluydum. Patolog Shukman gelene kadar kimse cesedi yerinden oynatamazdı ama yapılacak başka şeyler de vardı elbette. Etrafı kontrol ettim. Ücra bir köşedeydik ve çöp konteynerleri bizi gözlerden saklıyordu, fakat bütün sitenin dikkatinin haşereler misali üzerimize üşüştüğünü hissedebiliyordum. Etrafta boş boş dolanıyorduk.

Arazinin kıyısındaki iki çöp kutusunun arasında, zincirlere dolanmış paslı demir parçalarının yanında ıslak bir şilte vardı. “Şilte kadının üstündeydi,” dedi Lizbyet Corwi adlı memur. Daha önce birkaç kez birlikte çalışma fırsatı bulduğum, zeki bir kadındı. “Cesedi pek iyi sakladığı söylenemez aslında, ama onu bir tür çöp yığını gibi göstermiş sanırım.” Ölü kadının etrafında dikdörtgen şeklinde, daha koyu bir toprak izi olduğunu gördüm. Şiltenin bıraktığı nemli iz olsa gerekti. Naustin yere çömelmiş, toprağı inceliyordu.

“Kadını bulan çocuklar şilteyi hafifçe kaldırmışlar,” dedi Corwi.

“Onu nasıl bulmuşlar peki?”

Corwi topraktaki küçük pati izlerini gösterdi. “Onu hayvanların pençelerinden kurtarmışlar. Karşılarındaki şeyin ne olduğunu anlayınca tabanları yağlamışlar, sonra da polisi aramışlar. Bizimkiler geldiğinde…” Corwi tanımadığım iki devriye memuruna bir bakış attı.

“Cesedi yerinden mi oynatmışlar?”

Corwi başıyla onayladı. “Hâlâ hayatta olup olmadığını kontrol etmek istedik dediler.”

“Adları ne bunların?”

“Shushkil ve Briamiv.”

“Kadını bulanlar da şunlar mı?” Başımla duvara tünemiş çocukları işaret ettim. İki kız, iki de oğlan vardı. On beş yaşlarındaydılar. Üşümüşlerdi ve başları öne eğikti.

“Evet, hepsi birer müptela.”

“Sabah dozlarını mı alıyorlarmış?”

“Adanmışlık diye buna denir, ha?” dedi Corwi. “Belki de ayın keşi olmaya falan çalışıyorlardır. Buraya sabah yediye doğru gelmişler. Görünüşe göre kaykay sahası ona göre ayarlanmış. Burası yapılalı sadece birkaç yıl oldu; eskiden burada hiçbir şey yoktu. Ama mahalleli daha şimdiden pistin hangi saatlerde kime ait olduğunu belirlemiş. Gece yarısından sabah dokuza kadar sadece müptelalar geliyor; dokuzla on bir arasında çeteler o günkü planlarını yapıyorlar; on birden gece yarısına kadar da kaykaycılarla patenciler kullanıyor.”

“Üstlerinden bir şey çıktı mı?”

“Oğlanların birinde küçük bir çakı bulduk. Ama harbiden küçük. Onunla bir sütfaresi bile kesemezsin, oyuncak gibi bir şey. Bir de hepsinde tütün vardı. Başka bir şey yok.” Omuzlarını silkti. “Üzerlerinden esrar çıkmadı; onu duvarın dibinde bulduk ama…” Tekrar omuz silkti. “Etrafta onlardan başka kimse yoktu.”

Meslektaşlarımızdan birine yaklaşmasını işaret etti, sonra da adamın elindeki torbayı açtı. İçinde reçineyle kaplı, küçük ot demetleri vardı. Bu otun sokaktaki adı feld idi. Catha edulis bitkisinin bir tür melezinin tütün, kafein ve daha sert maddelerle güçlendirilmesiyle elde ediliyordu ve fiberglas ya da benzer bir maddeyle diş etlerinizi aşındırıp kanınıza karışmasını sağlıyordunuz. İsmi üç farklı dilde yapılmış bir kelime oyunundan ileri geliyordu. Ana vatanında ona khat diyorlardı. İngilizcede “kedi” anlamına gelen cat kelimesinin bizim dilimizdeki karşılığıysa feld idi. Otu kokladım. Çok kalitesizdi. Kabarık ceketlerinin içinde tir tir titreyen dört gencin yanına gittim.

“N’aber aynasız?” dedi oğlanlardan biri, İngiliz hip-hop jargonunun Besź dilindeki karşılığıyla. Başını kaldırıp gözlerime baktı ama yüzü solgundu. O da arkadaşları da pek iyi görünmüyordu. Oturdukları yerden kadının cesedini görmeleri mümkün değildi, ama yine de o tarafa bakamıyorlardı.

Feld ’i bulduğumuzu, onlara ait olduğunu anladığımızı biliyor olmalıydılar. Hiçbir şey söylemeden kaçıp gidebilirlerdi.

“Ben Müfettiş Borlú,” dedim. “Ağır Suçlar Birimi.”

Ben Tyador , dememiştim. Bu yaştaki insanları sorgulamak zordu; asıl isimleriyle hitap edilmek, üstü kapalı laflar ve oyuncaklar için fazla yaşlı ama bir görüşme sırasında direkt muhatabınız olamayacak kadar da gençtiler.