26 Aralık 2010 Pazar

Arayış ( Bölüm 2 ) -Son-

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

İblis gittikten sonra gökyüzü tekrar eski, renkli haline dönmüştü. Azmi saatlerdir yürüyordu. Yoksa günler mi geçmişti? Belki de sadece dakikalar… Gecenin ve gündüzün olmadığı bu yerde bunu kestirmek zordu. Neyse ki bu yerde yorgunluk, açlık ya da susuzluk gibi şeyleri de hissetmiyordu. İlk başlarda bu biraz garip gelse de aramaya devam edebildiği sürece buna itirazı yoktu. Derken bir yol ayrımına daha geldi Azmi. Pusulasını tekrar cebinden çıkardı ve ibrenin hangi yönü göstereceğini beklemeye başladı merakla. Bu kez sol tarafı gösteriyordu pusula. Azmi pusulayı cebine geri koyarken “Bu minik şey yanımda olmasa ne yapardım bilmiyorum doğrusu.” diye düşünüyordu kendi kendine.

Derken tam arkasından “Hey, minik!” diye bir ses duydu. Refleksif olarak hemen o yöne döndü ve taştan bir köprü yerine karanlık bir sokak arası ile karşılaşınca afallayıp kaldı.
“Hayal görmeye başladım galiba.” diyerek ellerini yumruk yapıp gözlerini ovuşturdu. Fakat gözlerini tekrar açtığında hâlâ o sokak arasına bakmaktaydı. Tuğla duvarlar, yarısı sökülmüş eski afişler, bir yanıp bir sönen arızalı sokak lambası ve büyükçe bir çöp konteynırı… Hepsi de oldukça gerçekçi duruyordu. Yavaş adımlarla çöp konteynırına yanaştı ve çekinden bir şekilde elini yüzeyinde gezdirdi. Gerçekti. Soğuk ve pis kokulu…

“Hey minik! Ne o? Ait olduğun yere mi dönmeye çalışıyorsun yoksa?” diye seslendi az önceki ses yeniden. Omzunun üzerinden geriye baktığında sokağın başında duran birinin karanlık siluetini gördü. Gözlerini kısarak o yöne döndüğünde karanlık siluet de ona doğru yaklaşmaya başladı.
“Beni hatırlamadın mı minik?” dedi siluet.
“Sen de kimsin ve neden bana minik deyip duruyorsun?” diye yanıt verdi Azmi. Fakat ağzından çıkan sesle irkiliverdi. Sesi küçük bir çocuk gibi çıkmıştı çünkü. Ellerine baktı ve küçük birer çocuğa ait iki minik el gördü. “Hey! Neler oluyor?” dedi şaşkınlıkla.
“Demek beni hatırlamıyorsun?” dedi siluet, sanki Azmi hiçbir şey söylememiş gibi konuşmasına devam ederek. “Çok yazık… Neyse ki ben anılarımızı tazelemek niyetindeyim minik.”

Siluet gölgelerden sıyrılıp sokak lambasının aydınlattığı kesimlere geldi ve Azmi o anda karşısındakinin kim olduğunu hatırladı. Küçük bir çocukken onu döven ve değerli tüm eşyalarını çalan hırsızdı bu. Gerçi yüzü biraz deforme olmuştu ve teni hafif mavimsiydi. Kafasındaki şeyler minik birer boynuz muydu? Gözleri de yeşil bir ışıkla parıldıyordu sanki. Ayrıca adamın bu kadar iri bir vücudu olduğunu hiç mi hiç hatırlamıyordu Azmi. Gerçi 6 yaşındaki bir çocuğa tüm yetişkinler biraz büyük görünüyor olmalıydı ama adam yine de gereğinden fazla iriydi işte.
“Bu saatte yatağında olman gerekmiyor mu minik?” dedi hırsız, tıpkı yıllar önce olduğu gibi.
Azmi korku ile yutkundu, bundan sonra gelen kısmı çok iyi hatırlıyordu.
“Görüyorum ki beni hatırladın.” diye sırıttı adam keyifle. “Şimdi seni öldüresiye dövmem, her şeyini almam ve seni o konteynıra tıkmam gereken kısımdayız.” diye devam etti kıkırdayarak. “Ama… Bu seferlik, sadece bu seferlik bir istisna yapabiliriz.”
“N-neymiş o?” diye sordu küçük Azmi.
“Bu kez seni görmezden gelebilirim. Eğer hemen şimdi evine dönersen…” dedi hırsız bir elini tuğla duvarlardan birine doğru uzatarak. “Ve yatağına uzanıp uyursan…” diye devam etti sözüne, tuğlalar otomatik kapı misali gürültülü bir şekilde yana kayarak açılır ve bir yatak odasını gözler önüne sererken.
“Beni dövmeyecek misin yani?” diye sordu Azmi, korku ve şaşkınlıkla.
“Hayır. Tek istediğim yatağına dönmen.”
 “Yatağıma?”
“Yatağına… Uzan ve dinlen. Vazgeç.”
“Vaz mı geçeyim?” dedi Azmi. Sonra kaşlarını çatarak “Ama ben… Ben asla vazgeçmem!” dedi öfkeyle. “Şimdi anlıyorum. Sen o hırsız falan değilsin, sen az önceki iblissin!” O bunları söyler söylemez karanlık sokak arası anında kayboldu ve kendini yeniden taş köprünün üzerinde buldu. Karşında ise ne bir iblis ne de bir başkası vardı fakat gökyüzünden bir yerlerden çok eğlendiği belli olan iblisin kıkırdamaları duyuluyordu.
“Seni aşağılık!” diye homurdandı Azmi, “Neredeyse beni kandıracaktı.” Bedeninin tekrar eski haline döndüğünü gördü ve “Böylesi daha iyi.” diye mırıldandı kendi kendine. Ardından bir kez daha yürümeye devam etti.

***

Çok geçmemişti ki bir dört yol ağzı ile daha karşılaştı. Pusulasını tekrar çıkardı ve aletin gösterdiği yönde ilerlemeye devam etti. O sırada izleniyormuş gibi bir hisse kapıldı. Bunu daha önce de hissetmişti. Sevdiği kadının gözleri şu anda ona bakıyor ve onu seyrediyordu. Bunu iliklerine kadar hissediyordu. Kalbi heyecan ile güm güm atarken gökyüzüne baktı ve “Neredesin aşkım?” diye sordu.
“Neredeydin Azmi?” diyen bir ses duydu az ötesinden. Bakışlarını o yöne çevirdiğinde sallanan sandalyede oturan yaşlı bir kadın ile göz göze geldi.
“Seni çok merak ettim.” dedi kadın.
“Anne?” dedi Azmi şaşkınlıkla. “Gerçekten de sen misin?”
“Benim elbette. Neden şaşırdın ki oğlum?” dedi yaşlı kadın.
“Hayır! Sen annem olamazsın, bu sadece bir kandırmaca.” dedi Azmi.
“Bak şimdi… İnsan annesini tanımaz mı yavrum? Üzüyorsun beni ama.” dedi kadın küskünlükle. Kadını böyle üzgün görmek Azmi’nin içini sızlatmıştı.
“İyi de… Burada ne işin var anneciğim?”
“Burada ne işim mi var? Evimizdeyiz ya oğlum, başka nerede olacaktım ya?” diye sordu yaşlı kadın. Şaşkınlıkla etrafına bakan Azmi gerçekten de evlerinde olduklarını gördü hayretle. Mobilyalar, eşyalar ve her şey tıpkı hatırladığı gibiydi.
“Yoksa beni evden mi atacaksın?” diye sordu kadın. “Makbule teyzene yaptıkları gibi beni de huzurevine mi kapattıracaksın?”
“Olur mu hiç öyle şey anneciğim.” dedi Azmi kadının yanına gidip diz çökerek. Kadın şefkatle oğlunun başını okşadı. Tıpkı her zaman yaptığı gibi…
“Ah Azmim ah… Beni görmeye eskisi kadar gelmiyorsun artık. Eskiden daha sık gelirdin, ben de sana kek yapardım. Hatırladın mı?”
“Hatırlamaz mıyım anneciğim. Ne de güzel olur senin kekin.”
“Küçüklüğünden beri çok seversin zaten.” dedi gülen kadın. “Solgun görünüyorsun, hasta falan mısın yoksa?
“Ben… Sadece biraz yorgunum hepsi bu.”
“Neden biraz dinlenmiyorsun o zaman. Uzan şöyle divana.”
“Hayır, olmaz. Yoluma devam etmem gerek.”
“Ne yolu oğlum? Evdeyiz işte. Biraz dinlen, uzan, uyu…”
“Bitirmem gereken işler var anne.”
“İşler bekler oğlum. Bugünlük yeter, ara ver biraz.”
Azmi kaşlarını çatarak kadına baktı. “Her zaman “Bugünün işini yarına bırakma” derdin, şimdi ne oldu?” diye sordu.
Kadın “Şey… Öhöm… Her zaman öyle demezdim canım.” dedi biraz bocalayarak. “İnsan bazen bazı şeylerden vazgeçmeli.” diye ekledi ardından.
“Annem hiçbir şeyden vazgeçmememi de öğütlerdi!” dedi ayağa kalkan Azmi.
Kadının ifadesi önce şaşkınlığa sonra öfkeye dönüştü, ardından kendinden emin bir şekilde gülümsedi. Gülerken gözleri kızıl bir parıltı ile parlamaya, kafasının yan taraflarından ise boynuzlar çıkmaya başladı. Yine o iblisti bu.
“Bravo ölümlü.” dedi iblis, her zamanki hırıltılı sesiyle. “Beklediğimden dayanıklı çıktın ama daha bitmedi. Şunu bil ki ben de asla vazgeçmem. Eninde sonunda ruhun benim olacak.” diye devam etti. Sonra da bir anda ortadan kayboldu. Onunla beraber ev ve içindeki eşyalar da kaybolmuştu. Sanki hiç olmamışlar gibi… Hoş, belki de gerçekten de hiç olmamışlardı. Kendini yeniden taş köprü üzerinde bulan Azmi yumruklarını sıkarak gökyüzüne salladı ve “Kim vazgeçmeyecek göreceğiz!”diye bağırdı öfkeyle.

O sırada sevgilisinin kendisini seyreden gözlerini tekrar üzerinde hissetti. “Merak etme aşkım. Seni bulacağım ve ikimizi de buradan kurtaracağım. Senden asla vazgeçmeyeceğim, asla!” dedi kendi kendine. Sonra sıkıntı ile iç çekti ve yürümeye devam etti. Merak edecek bir şey yoktu, pusula kendisine doğru yolu gösterirdi.

***

Yeşil gözlü, sarışın bir kadın oturmuş, önünde duran küçük kutunun içine bakıyordu. Dikdörtgen şeklindeki kutu oldukça garip desenlere sahipti ve kemik motifleri ile süslenmişti. Tam ortasında ise boynuzları olan irice bir kafatası işlemesi vardı. Kadın kutunun içindeki bir şeye dikkatle bakıyor ve kafasını memnuniyetsiz bir biçimde sağa sola sallıyordu.
“Ne o? Seninki hâlâ vazgeçmedi mi?” diye sordu odaya yeni giren kumral bir kadın.
“Hayır, hâlâ aramaya devam ediyor. O kadar inatçı ki…”
“Sana erkek arkadaşlarını seçerken daha dikkatli olmanı söylemiştim.” diye güldü kumral kadın.
“Ne bileyim ben bu kadar inatçı olacağını? Gerçi erkeklerin çoğu böyle… İlişkimiz bitti dediğinde bittiden anlamıyorlar bir türlü.” diye yanıtladı sarışın olan.
“Nihayet anladın.” dedi kumral olan gülerek. “Dört yüz yaşındaki biri için biraz geç oldu ama…”
“Ben üç yüz doksan yaşındayım bir kere!”
“Her neyse… Bu kaçıncı erkek hayatım? Çıktığın her erkeği kutuna hapsediveriyorsun neredeyse.”
“Yapışık erkeklerden kurtulmanın daha kolay bir yolu varsa hemen söyle. Hem iblisimin de eğlenceye ihtiyacı var. En azından senin gibi ejderhama yem etmiyorum.”
“O bir istisnaydı!” dedi kumral olan.
“Eh, benimkiler de bir istisna o zaman.” dedi sırıtan kadın. “Her neyse…” diye devam etti kutuyu kapatarak. “O pusula elinde olduğu sürece her zaman yanlış yöne gidecek nasıl olsa. Dışarı çıkalım mı? Bu gece kendime yeni bir sevgili bulasım var.”
“Delisin sen.” dedi kumral olan gülerek ve iki kadın süpürgelerine binip gecenin karanlığına doğru uçarak uzaklaştılar.

- Son -

22 Aralık 2010 Çarşamba

Arayış ( Bölüm 1 )

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

Yürüyordu. Ne zamandır yürüdüğünü ya da nereye gittiğini bilmiyordu. Tek bildiği şey yürümeye devam etmesi gerektiğiydi. Cebindeki pusulayı çıkarıp göz hizasına kaldırdığında normalde kuzeyi göstermesi gereken ibrenin bir pervane misali hızla dönmekte olduğunu gördü. “Hiç şaşırmadım.” dedi bezgin bir sesle. Pusulanın kavşaklar haricinde düzgün çalıştığını hiç görmemişti zaten. Sıkıntı ile iç geçirip pusulayı tekrar cebine attı ve adımlarını sıklaştırdı. Orta yaşlarda, en fazla 35 yaşında bir adamdı Azmi Dağdelen. Uzun boyluydu ve yakışıklı sayılabilecek yüz hatlarına sahipti. Üzerinde sade bir beyaz gömlek ve açık renk bir kumaş pantolondan başka hiçbir şey yoktu. Bir de cebindeki pusula tabii… Pusulayı nereden aldığını hatırlamıyordu Azmi. Ya da buraya nasıl geldiğini ve buranın neresi olduğunu da… Hatırladığı tek şey onu bulması gerektiğiydi, yani tek aşkını…

Kadının kim olduğu anımsamadığı diğer şeyler arasındaydı. Adı neydi, nerede yaşardı, onunla nasıl tanışmıştı hiçbir fikri yoktu. Tek bildiği onu deli gibi sevdiğiydi. Kadının yüzünü zar zor anımsamasına rağmen o bulanık görüntü bile kalbinin hızlı hızlı atmasına neden oluyordu. Onun da bir şekilde buralarda bir yerde olduğunu biliyordu. Bazen bunu tüm benliği ile hissediyordu çünkü. Sanki o da onu arıyor, ona bakıyor fakat bir türlü yanına gelmiyordu. Belki de gelemiyordu, kim bilir? Bildiği bir başka şey ise ondan asla vazgeçmeyeceğiydi. Onun adı Azmi Dağdelen’di, o asla vazgeçmezdi. Tabi önce buradan kurtulması gerekiyordu. Burası her neresiyse… Sahi neresiydi burası?

Önce üzerinde yürüdüğü taş yola baktı. Aslında buna yol demek tam doğru olmazdı. Daha çok devasa boyutlardaki kocaman kayaların yan yana dizilmesi ile oluşmuş ilkel bir köprü gibiydi çünkü. Kayaların üst yüzeyi oldukça düzgün ve pürüzsüzdü. Ama alt kısımlarında pek çok sarkıt ve sivri uç bulunuyordu köprünün. Bunu etrafında gördüğü diğer taş yollara bakarak keşfetmişti Azmi. Kimisi metrelerce üstünde, kimisi kilometrelerce altında, kimisi sağında kimisi solunda pek çok taş köprü ile karşılaşmıştı yürürken gökyüzünde. Evet, gökyüzünde… Çünkü etrafında uçsuz bucaksız gökyüzünden başka hiçbir şey yoktu. Gökyüzü ve taş köprüler… Kendi yürüdüğü yol da gökyüzünde süzülen bir başka köprüydü sadece. “Acaba az önce bu yollardan birini üzerinde miydim?” diye düşündü kim bilir kaçıncı kez.

Etrafı garip bir sis bulutu ile kaplıydı ve on metre ötesinden sonrasını göremiyordu. Sis bazen kırmızı, bazen yeşil bazen ise Azmi’nin daha önce hiç görmediği renklere bürünüyor, sürekli renk değiştiriyor, bir canlı gibi adamın etrafında dönüp dolanıyordu. Durdu ve daha önce defalarca yaptığı gibi aşağıya, sisin derinliklerine baktı Azmi. Çok uğraşmasına rağmen taş köprülerden başka bir şey göremedi yine. Bu kez zemini görebileceğini umuyordu oysa. Buranın bir zemini varsa elbette… Orada öylece dururken etrafındaki sisin kendisini daha da fazla sarmaladığını ve görüşünün hafifçe kararmakta olduğunu hissetti.
“Vazgeç… Uzan… Dinlen…” diye fısıldıyordu bir ses kulaklarına.
“Hadi oradan!” dedi adam, bir eliyle omzuna atılan bir kolu uzaklaştırırmış gibi yapıp etrafına dolanan sisi uzaklaştırarak. “Benim adım Azmi Dağdelen, ben asla vazgeçmem!”
Bir kez daha adımlarını sıklaştırarak yürümeye başladı.

Bir müddet sonra bir dört yol ağzı ile karşılaştı. Tıpkı daha önce de defalarca olduğu gibi… Elini cebine atıp bronz renkli pusulasını çıkardı ve “Haydi bakalım sadık yardımcım, senin sıran.” diye mırıldandı kendi kendine. Kavşağın tam ortasına ilerledi ve pusulasını göğüs hizasına kaldırarak beklemeye başladı. İlk başlarda pusulan ibresi tıpkı daha önceki gibi fıldır fıldır dönüyordu. Fakat kısa süre içinde dönüşü yavaşlamaya başladı, ardından ani bir hareketle sağ tarafı gösterecek şekilde durdu.
“Sağa o halde…” dedi adam ve pusulayı cebine atıp o yöne doğru ilerlemeye başladı. Tıpkı daha önce de defalarca olduğu gibi…

***

Bir süre sonra etrafındaki renkli gökyüzü giderek kararmaya ve siyahın tonlarına bürünmeye başladı. “Bunu sevmedim.” diye homurdandı. Daha önce de gökyüzünün çeşitli renklere girdiğine şahit olmuştu elbette ama siyaha dönüştüğünü hiç görmemişti. Etraf iyice kararıp göz gözü görmez olurken Azmi orada durmuş tetikte ve gergin bir şekilde etrafına bakınmaktaydı. Bir şeyin gelmekte olduğunu hissediyordu. Derken tam arkasında bir ses duyuldu.
“Neden vazgeçmiyorsun insan?”
Uzun zamandır ilk kez birisinin konuştuğunu duyuyordu Azmi. Ses bu kadar çirkin ve hırıltılı olmasa bunu duyduğuna sevinebilirdi aslında. Ama tam ensesinin dibinde vahşi bir hayvanın hırıltısını andıran bir ses duymak pek de sevindirici bir deneyim değildi doğrusu. Yavaş ve temkinli bir biçimde arkasına döndü ve kendisi ile konuşan şey ile yüzleşti Azmi. Karşısındakinin –ne– olduğunu gördüğünde ise bunu yaptığına pişman oldu.

Yaklaşık üç metre boyunda, baştan aşağı siyah kıllarla kaplı devasa bir iblisti karşısındaki. Belden aşağısı bir at gövdesi gibiydi. Toynaklı ayaklara, kaslı bacaklara ve uzun bir kuyruğa sahipti. Kuyruğunun ucu alev alev yanıyordu. Vücudunun üst kısmı ve kolları ise bir insan bedenini andırıyordu. Eğer bu kadar kıllı ve kalın kollu bir insan varsa elbette… Kırmızının uğursuz bir tonu ile pırıl pırıl parlayan gözlerini ve zalimce sırıtan geniş ağzını saymazsanız kafasını bir boğa başına benzetebilirdiniz. Kurumuş kanla kaplı ve uçları birer meşale gibi alev alev yanan aşırı uzun boynuzlara sahip bir boğanın başına... İblis, havada süzülen bir başka kaya parçasının üzerinde çömelmiş bir vaziyette duruyor ve parlayan kızıl gözleriyle kendisini süzüyordu.
“Neden hâlâ devam ediyorsun?” diye sordu iblis tekrardan, o hırıltılı sesiyle. Konuştuğunda ağzından çıkan sıcak ve pis koku Azmi’nin yüzüne çarptı ve adamın geriye doğru sendelemesine neden oldu.
“N-Ne… Neden bahsediyorsun sen?” diyebildi en sonunda, kendini konuşmaya zorlayarak.
“Arayışından bahsediyorum insan. Neden vazgeçmiyorsun? Buradan çıkış olmadığını görmüyor musun?”
“B-ben… Ben asla vazgeçmem!” diye yanıtladı Azmi.
“Ah, evet edersin. Senden önce gelenler de böyle söylemişlerdi ama hepsi çoktan vazgeçti. Hem de senden çok daha kısa bir sürede. Oysa sen hepsinden daha dayanıklı çıktın. Hâlâ inatla aramaya devam ediyorsun. Neden?”
“Çünkü ben hayatım boyunca hiçbir şeyden vazgeçmedim ve hep istediğimi aldım. İnatçı biriyimdir, hem de çok.”
“İnat sevdiğim bir huydur ölümlü. Özellikle de kavgalara ve anlaşmazlıklara sebep olduğu sürece. Fakat inadın burada işe yaramaz. Bırak artık, vazgeç. Eninde sonunda salonlarımdaki diğer esir ruhların arasına katılacaksın.”
“Asla!” diye bağırdı Azmi, ne zaman birisi kendisini bir şeylerden vazgeçirmeye çalışsa takındığı o inatçı ve asabi haline bürünerek. “Asla kölen olmayacağım! Ne de sevgilimi kölen olarak bırakacağım! Göreceksin, onu bulacağım ve ikimizi birden buradan çıkaracağım!”
“İkinizi mi?” diye sordu iblis. Sonra da gürültülü bir kahkaha attı. Kahkahası gök gürültüsünü andırıyordu. “İkinizi demek? Hâlâ anlamadın değil mi?”
“Neyi anlamadım? Hem burası da neyin nesi?”
İblis cevap vermek yerine sadece pis pis sırıtmakla yetindi.
“Sanırım seninle daha özel olarak ilgilenmem gerekecek.” dedi ardından. “Eğlenceli olacak.” Sonra da altındaki kaya parçası ile uçarak uzaklaşmaya başladı.
“Hey, buraya gel seni aşağılık! Burası neresi, neredeyim ben? O nerede?” diye bağırdı Azmi onun ardından. Fakat iblis oralı bile olmadı. Azmi bir müddet daha gökyüzüne doğru bağırmaya ve küfürler savurmaya devam etti. En sonunda yorulup bezgin bir şekilde olduğu yere çöktü. Etrafındaki sisler hemen onu sarmalayıp kulağına caydırıcı sözlerini fısıldamaya başladılar; “Vazgeç… Unut… Uzan, rahatla…”
Azmi kaşlarını çatıp çöktüğü yerden kalktı ve tekrar yürümeye başladı.

( Devam edecek...)


İblis / Pit-Fiend art by Gandhi

9 Aralık 2010 Perşembe

Kayıp Rıhtım'la röportajım


Kayıp Rıhtım forumlarında düzenlenen "Üyelerle Röportaj" adında bir etkinlik var. bu etkinliğin bu ay ki konuğu bendim. Onlar sordu, ben cevapladım. Ortaya da oldukça keyifli bir röportaj çıktı. Okumak isteyenler için bir kopyasını da burada yayınlıyorum. Bu güzel röportaj için berre'ye, muhteşem görseli için magicalbronze'a ve soruları ile katkıda bulunan ve bulunmayan tüm Rıhtım Ahalisi'ne teşekkürler.

- Kendinizi kısaca nasıl tanımlarsınız?

1980 yılında doğmuş, bir geçiş dönemi çocuğuyum ben. 80'lerin kendine has bir özelliğinden dolayı tam iki kuşak arasına sıkışıp kalmış, ne eski ne de yeni döneme tam olarak ait değilim. Eskilerin düşünce yapısına sahibim mesela; dostluk, dürüstlük, yardımseverlik gibi kavramlar benim için çok önemlidir. Ama aynı zamanda teknolojik şeylere de bir o kadar meraklıyımdır. Ayrıca 30 yaşıma gelmiş olmama rağmen ne çizgi-film seyretmekten ne de oyun oynamaktan bıkmamış biriyim. İflah olmayacak derecede desem daha doğru olur sanırım... Bol bol çizgi-roman okur, bol bol hayal kurarım. Bu tanım yeterince - kısa - olmuştur umarım Smiley

-Fantazyayla nasıl tanıştınız? En sevdiğiniz fantastik seri ya da kitap hangisidir? (Fırtınakıran)

Fantazya ile çocukluk arkadaşıyız biz. Şaka yapmıyorum, cidden öyle... Çok eski günlerde, taa ufacık bir çocukken Kral Arthur ve Büyücü Merlin'in maceralarını merakla okur, benzeri şövalyelik öykülerini ve Martin Mystere tarzı gizemli çizgi-romanları beğeni ile takip ederdim. Ama gerçek anlamda okuduğum ilk fantastik roman Yüzüklerin Efendisi idi. Onu da bir tesadüf eseri, "Yüzüklerin Efendisi sonunda Türkçe'ye çevrildi!" benzeri bir röportaj ile keşfetmiştim. Tam olarak ne olduğu hakkında bir fikrim yoktu ama kesinlikle benim tarzım olduğunu hissediyordum. Öyleydi de... Hatta çok daha fazlası. O gün hayatım resmen değişti çünkü sonunda hep eksikliğini hissettiğim ama bir türlü adını koyamadığım şeyi bulmuştum; Fantastik Edebiyat. Beni bu tür ile tanıştırdığı için de en sevdiğim seri Yüzüklerin Efendisi. Onun ardından da Ejderha Mızrağı Destanı ile Sislerin Vampiri geliyor.


-Çevrenizin bu -fantastik- ilgi alanınıza karşı olan tepkileri nasıl? (Fırtınakıran)

Aslına bakarsanız oldukça iyi. Ailem ve arkadaşlarım da benim gibi uçuk kaçık kişiler olduğundan ve hayal dünyamız oldukça geniş olduğu için fantastik edebiyat bizler için biçilmiş kaftan. Erkek kardeşim tam bir fantastik edebiyat kurdudur mesela. Aldığım bütün kitapları benden önce okuyup beni sinir eder mesela. Düşünsenize bir... Hevesle kitapçıya gidip okumayı feci derecede arzu ettiğiniz bir kitabı satın alıyorsunuz. Eve gidip okumaya başlıyorsunuz. Sonra bir de bakıyorsunuz ki kaşla göz arasında kitap kardeşinizin eline geçmiş ve bitirmeden bırakmaya niyeti yok! Hikayenin yarım kaldığına mı yanarsınız yoksa kardeşinizin yüzündeki keyifli sırıtışa mı? Kitabın en can alıcı noktasını siz daha kitabı okuyamadan çıtlatma hastalığı da cabası...
 
- Kendinize yakın bulduğunuz bir oyun/film/kitap kahramanı var mıdır? (Laughing Madcap) Fantastik karakterlerden biriyle tanışma imkanınız olsa hangisini tercih ederdiniz? Neden?(Fırtınakıran)


Var tabi, Pikachu! - desem de siz bana inanmayın Smiley İşin aslına bakarsanız ben kendimi her zaman Peter Parker / Örümcek Adam ile özdeşleştirmiş biriyimdir. Burada çizgi-romanlardaki "klasik" Peter Parker'dan bahsettiğimin altını çizmek isterim, filmler ile berbat edilen Parker'dan değil. Peter o örümcek tarafından ısırılmasaydı muhtemelen benimki gibi bir hayatı olurdu. Ne gariptir ki Peter Parker için çizilen karakter profili, davranışları, olaylar karşısında aldığı kararlar vs. benim kişiliğim ile acayip derecede örtüşmekte. Dostları için hep kendini feda etmesi, herkese elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışması vs... 

- Genel olarak sanal dünyayla, fantastik kurguyla aranız oldukça iyi. Sizce bunun sebebi nedir?(Laughing Madcap)

Aklım bir karış havada olduğu için elbette Smiley Çok hayal kurarım ben ve bu hayallerin büyük çoğunluğu anormal, haydi şöyle diyeyim fantastik şeylerdir. Kimi zaman kahraman olur çatılarda uçarım, kimi zaman ise bir kaşif olur, diyarlarda dolanırım. Sanal dünyaya olan ilgim ise bilgisayarlara olan bitmek bilmeyen merakımdan geliyor sanırım. Teknolojiyi yakından takip ederim, ense kökünde dolanırım. 

- Türk fantastik yazarları hakkında neler düşünüyorsunuz? Türklerin fantastik eserlerinde gelecek görüyor musunuz? (Fırtınakıran)


Bu soruyu birkaç yıl önce sorsanız cevabım hayır olurdu. Ama Kayıp Rıhtım'a üye olduğumdan beri öyle yetenekli yazarlar ile tanıştım, öyle hikayeler okudum ki fikrim tamamen değişti. Sizler yazmaya devam ettikçe sadece fantastik eserlerimizde değil tüm edebiyatımızda parlak bir gelecek görüyorum ben.

- Yazı yazmaya kaç sene önce başladınız ve gelişmek için neler yaptınız? (wale, black_helen)

Sene 1987... Üzerimde siyah bir önlük var ve bir ilkokul sırasında oturuyorum. Efendim? Ha, pardon... Hikaye yazmaya ne zaman başladığımı soruyorsunuz siz. İşin aslı çok da eski bir mazim yok yazmak ile ilgili. Ortaokul sıralarındayken kendi çizgi-romanlarımı yazar ve çizerdim, sanırım ilk yazarlık tecrübemi o zamanlar edindim. Profesörün İntikamı adından bir çizgi-romanım vardı, sınıftaki herkes beğeni ile okurdu. Çılgın bir profesör tüm dünyayı sular altında bırakıyor, insanlar denizin altındaki cam kubbeli şehirlerde yaşamaya başlıyorlardı. Daha sonraki yıllarda ise e-mail yolu ile tüm sevdiklerime başımdan geçen komik hatıraları uzun uzun anlatan postalar atmaya başladım. Şu an blog sayfamda yaptığım şeyi e-mail yolu ile yapıyor, sevdiklerime bir nevi işkence ediyordum yani Smiley Neyse ki e-mail o zamanlar daha yeni yeni ülkemizde yaygınlaşmaya başlamıştı da (Sene 1999-2000... Eyvah, yaşım ortaya çıktı!) kimse yazdığım zırvaları okumaktan şikayet etmiyordu. Belki inanmayacaksınız ama ilk uzun soluklu öykümü geçen sene yazdım. O hikaye ise Cadı temasında yayınlanan "Uzak Diyarların Birinde" isimli öykümün ta kendisi... Bakayım; Nisan 2009'da yazmışım. Yani uzun lafın kısası (wale kızacak ama) sürekli yazarak geliştirdim kendimi. Ama bilerek ama bilmeyerek bir şekilde hep yazmışım baksanıza...

- Neden yazıyorsunuz? ( Toplum için, sanat için, kendim için, yazabildiğim için vesaire...)Sizi yazmaya iten unsurlar nelerdir? (Laughing Madcap, Marius)

Nedense aklıma sevgili Cem Yılmaz'ın "Neden mizah?" parodisi geldi bu soruyu okuyunca. Sizin aynı hareketi çekmediğinizi umuyorum Smiley Neden yazıyorum? Hmmm... İnsanları güldürmeyi sevdiğim için mizahi yazılar yazıyorum. Hayat zaten yeterince sıkıcı, biraz eğlensinler istiyorum. Yazarken keyif aldığım ve hayal ettiğim şeyleri başkaları ile paylaşma dürtüsü ise beni yazmaya iten şeyler... Kısacası yazıyorum çünkü keyif alıyorum. 

- Şu an aktif olarak nerelere yazı yazıyor ya da nerelere yardım ediyorsunuz? (Malkavian)

Bu aralar işler çok yoğun olduğundan hiçbir yerde aktif değilim. Yazma ihtiyacımı ise tuvalet duvarları, otobüs koltuklarının arkası gibi nezih yerlerde gideriyorum - desem de siz buna da inanmayın. En fazla aktif olduğum yer Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü isimli blog sayfam elbette. Buradaki yazılarımı Facebook üzerinde, yine aynı ismi taşıyan sayfada da yayınlıyorum. Onun dışında Kayıp Rıhtım'ın Aylık öykü Seçkisi'ne düzenli olarak katılmaya gayret ediyorum. Ayda bir yayınlanan Blog Dergisi'nde oyun bölümü bana emanet. Her ay en az bir bilgisayar oyunu incelemeye ve güncel haberlere yer vermeye çalışıyorum bu sayfalarda. Blog Dergisi'nin sitesinde de yazılarım yayınlanıyor. Son olarak da BuzzLess isimli güzide sitede editörlük yapıyor, buradaki arkadaşların çeşitli konular hakkında yazdığı yazıların son kontrolünü yapıyorum. Tuvalet duvarlarını saymış mıydım? 

- Bir "Yazar" olarak, sitede paylaşılan yazılar ve bu yazıları yazanlar hakkında neler düşünüyorsunuz? (Laughing Madcap)

Kayıp Rıhtım'da gerçekten çok kaliteli yazılar ve birbirinden değerli yazarlar var. İnsan okudukça burada yatan potansiyele hayran olmadan edemiyor. Şahsen ben bu topluluktaki birçok kişinin ileride kitaplarını da göreceğimize samimiyetle inanıyorum. 

- Yemin Ve Öç adlı romanınızın bu başarıyı yakalamasını bekliyor muydunuz ? (Deadman107)

Doğruyu söylemek gerekirse beklemiyordum. Kitabı yazarken tek düşüncem okuyucu eğlendirecek, aynı zamanda da beni tatmin edecek bir şeyler ortaya koyabilmekti. Bu kadar olumlu dönüşler alacağımı hiç tahmin etmiyordum doğrusu. Fantastik edebiyatla alakası olmayan okurlar bile kitabı bir solukta bitirdiklerini ve ellerinden bırakamadıklarını söylüyorlar. Bu beni hem çok şaşırtıyor hem de çok mutlu ediyor. tarif edilemez bir duygu, hepinizin bir gün yaşamasını dilerim. Aldığım ilginç bir eleştiri ise şu; kitap çok kısa. Bunu okuduğumda Tolkien'e bir kez daha şapka çıkarmadan edemedim. (Çevirdiğimiz ön sözü okuyanlar bilirler, aynı eleştiriyi o da almış. Üç ciltlik devasa romanı için hem de!)


- Yemin ve Öç'ü yazarken içinize sinmeyen bir yer oldu mu? (Gedwesverdar)

Yazarken değil de yazdıktan sonra oldu. Neden "Unutulmuş Diyarlar" yerine daha orijinal bir evrende geçen bir hikaye yazmadım ki sorusunu kim bilir kaç kez sordum kendime. Ve hala da sormaya devam etmekteyim. Bakınız, bir üst satır...

- Son derece doyurucu olan "Yemin ve Öç"ten sonra, kendi evrenini yaratmayı hiç düşündünüz mü? Ufuklarda bir evren ve onunla paralel olarak bir roman projesi var mı? (Darly Opus)

He-he-he... Şimdi hiç kimsenin bilmediği bir şeyi itiraf edeceğim size, benim zaten kendime ait bir evrenim var. Hem de birkaç tane birden... Bunlardan birini "Eve Dönüş" isimli hikayemde gördünüz mesela. Bir diğeri "Uzak Diyarların Birinde" ve "Göl Halkı" isimli hikayelerde geçen evren... Siz bilmiyorsunuz ama Cesur Şövalye'nin dolaştığı o yörelerin hepsi bir haritada toplanmış durumda. Cesur'un öyküsünün ise bir başı ve sonu var elbette... Bunların dışında henüz kimsenin okumadığı iki farklı uzun soluklu hikayem daha var. Bunlar gün ışığına çıkar mı? Yemin ve Öç'ün yakaladığı şansa erişirler mi, orasını Allah bilir. Bekleyip göreceğiz...

 
- Yaptığın oyun incelemeleri göz dolduruyor. Bu yazıları genellikle Blog Dergisinde yani bir e-dergide yayınlıyorsunuz. Hiç e-dergi haricinde, profesyonel dergilere başvurmayı düşündünüz mü? (magicalbronze)

Bu soruyu sormanız çok ilginç gerçekten Smiley Ben 99'dan bu yana o zamanlar Level şimdi ise Oyungezer adı altında yazan grubun sıkı bir takipçisiyim. 10 yılı aşkın bir zamandır başta Sinan Akkol olmak üzere tüm ekibin yazdıklarını okuyor, fikir ve düşüncelerine can-ı gönülden katılıyorum. Her Oyungezer okuru gibi benim de en büyük hayallerimden biri bir gün bu dergide çok sevdiğim bu insanlarla birlikte çalışabilmek. Ya da bir zamanlar öyleydi diyelim, bir yerden sonra bazı şeyler için artık çok geç oluyor maalesef. Yine de Blog Dergisi ekibinde yer almaktan ve bu yetenekli insanlarla birlikte çalışmaktan da büyük bir keyif duyuyorum. 


- Hikayeleriniz severek okunuyor ve ciddi bir okuyucu kitlesine sahipsiniz. Bu konuda neler düşünüyorsunuz? (black_helen)


İlk ciddi hikayeme (Ölüm Kulesi) gelen olumlu yorumları gördüğünde çok şaşırmış ve hayretler içerisinde kalmıştım. Aradan bunca zaman geçti ve ben hala hayretler içerisindeyim Smiley Yazdıklarınızın beğenilmesi ve geri dönüşlerin olumlu olması kesinlikle harika bir duygu. Ama insan sadece yorum almak ve kendini bu yolla tatmin etmek için yazmamalı, kendisi için yazmalı. Yoksa yazı yazmaktaki esas amaç kaybolur diye düşünüyorum. 

- Kayıp Rıhtım'a ilk girdiğiniz gün, neler düşünmüştünüz? (magicalbronze)


Aman yarabbim! Nereye düştüm ben böyle? Çıkarın beni buradan, çıkarın! (sansürsüz versiyonu)

 Forum ortamlarına pek yabancı olmadığımdan diğer forumlardan farkı olmayan bir yer gibi görünmüştü gözüme. Forumları pek sevmediğim için de fazla takılmayacağım bir yer olduğunu düşünmüştüm. Fakat içindeki üyeleri yavaş yavaş tanıdıkça yanıldığımı anladım. Burası sıradan bir forum değildi, burası gerçekten de fantastik edebiyat severlerin buluşma noktasıydı. O gün bugündür foruma gün sektirmeden girmekteyim. Allah'tan çok fazla takılmayacağım bir yer olarak görmüşüm...


- Fantazya dışına çıkarsak, kendi blogunuzu nasıl kurmaya karar verdiniz? (Fırtınakıran)


Daha önce de dediğim gibi, uzun zamandır blog sayfamda kullandığım yazım tarzını mail yolu ile yazılar yazarak kullanıyordum zaten. Bir gün "Neden daha fazla insana işkence etmeyeyim ki... aman, şey... Neden yazdıklarımı daha fazla insanla paylaşmayayım ki?" dedim kendi kendime. Ardından da kolları sıvadım. Sıvayış o sıvayış... 

- Fantastik kurgu dışında çok beğendiğiniz ve sizi etkileyen bir kitap var mı? (Varsa neden?) (Marius)

Çok ya da hiç... (Bu nasıl cevap İhsan? Çocukların balatalarını yakacaksın bu genç yaşta) Çok, çünkü çok kitap okurum ve çoğunu da beğenirim. Beğenmediğim kitaplar sayılıdır. Hiç, çünkü hepsinin ortak özelliği kıyısından köşesinden bir şekilde fantastiğe bulaşmış olmaları... Örneğin Arzın Merkezine Seyahat, Baskerville'ların Köpeği (Watson, adın batsın!) Her Otostopçu'nun Galaksi Rehberi, Melekler ve Şeytanlar (Da Vinci'nin şifresi değil, dikkatinizi çekerim), Tarihçi... Hepsi de öyle veya böyle doğaüstü olaylar içerir. 


- Fantastik edebiyatın yalnızca küçük yaştaki okuyuculara hitap ettiğini düşünenlere vereceğiniz cevap ne olur? (Darly Opus)

O yüzden mi bütün dünya Yüzüklerin Efendisi Üçlemesini ağzı açık olarak izledi? 


- Mutlak bir mutluluğu nasıl tarif edersiniz? (Jean Valjean)

Mutlak mutluluk denilen şeyin bu dünyada var olduğuna inanmıyorum. Çünkü insan doyumsuz yaratılmış bir varlıktır. Bugün istediğimiz bir şeye kavuşmak için elimizden geleni yaparız. Elde ettikten sonra ise doğru dürüst keyfini çıkarmadan gözümüzü yeni bir şeye dikeriz. Her zaman şikayet edecek ya da peşinden koşacak bir şey buluruz. O yüzden mutlak mutluluğa bu dünyada erişmek imkansız. 

- İleriye dönük, gerçekleştirmek istediğiniz ne tarz projeler var?(Laughing Madcap)

Kesin çizgiler ile belirlediğim bir şey yok. Kafamda genel hatları oluşmuş birkaç farklı hikaye var. Bunları zaman içinde yavaş yavaş gün ışığına çıkartmak istiyorum. Ama gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinden pek emin değilim.

- Yeni isimler türetme konusunda oldukça başarılısınız. Bunun belli bir püf noktası var mı? Karışımın içine ne katmamız gerekiyor (magicalbronze)

Bir tutam sevgi, biraz yarasa kanadı, bir parça da şeytan minaresi Smiley İsim türetmek hikaye yazarken en zorlandığım yerlerden biri. Eğer hikayede geçen herhangi bir karaktere güzel bir isim bulamazsam hikayeyi falan boş verip odanın içinde dört dönmeye başlıyorum, takla atıyorum, amuda kalkıyorum yani o ismi bulmadan yazmaya devam edemiyorum. Eğer yabancı isimli bir karakter kullanacaksam kulağıma hoş bir tını bırakan ve göze hoş görünen bir isim oluşturmaya gayret ediyorum. Türkçe isim kullandığımda ise genellikle ismin o karakterin kişiliğini yansıtmasına özen gösteriyorum. Bu yöntem de en çok kullandığım şey ise kelime oyunları; Derin Kaygılı, Sabri Pekmerak, Azmi Dağdelen gibi...

- Ablanız evlendi. Peki siz evlenmeyi düşünüyor musunuz? (Fırtınakıran, Malkavian, Marius)


Gelelim malum soruya... Öncelikle bu soruyu soran şanslı üçlü için onları canı sıkılan bir kender ordusu ile aynı odaya kapatmak, Mordor ovasında susuz bırakmak ya da ne bileyim 8 saat üst üste Snape ile iksir dersine sokmak gibi gayet nazik fikirler içerisinde olduğumu belirtmek isterim Smiley Evlenen ablam değil kız kardeşim bir kere. Bu da hala genç göründüğümü kanıtlıyor, hem de en az 2 yaş! Hehehehe! 

Şaka bir yana her insan evladı gibi evlenmeyi ben de düşünüyorum elbette. Ama şimdilik düşüncede kalan bir şey bu. Çünkü sadece evlenmiş olmak için evlenmeyi mantıklı bulmuyorum. Önemli olan benzer kafa yapısına sahip, sizi en az sizin onu sevdiğiniz kadar ve sadece siz olduğunuz için, paranız, katınız vs. için değil bedeninizde taşıdığınız ruh için seven doğru insanı bulabilmek. Nokta. Bitti. Finito. Aile baskısı, mahalle baskısı bitti bir de forum baskısı başladı... İyi valla! Evlenmiyorum kardeşim, zorla mı? Bir dakika... bakmayın bana öyle... Gelmeyin üstüme... Bıraksanıza kolumu yahu! Niye beni nikah dairesine sürüklüyorsunuz. Hayır efendim, smokin falan giymem. Bırakın dedim! Bırakın! İmdat!

4 Aralık 2010 Cumartesi

Parlak Taşlar ( Bölüm 2) -Son-

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.


Tüm lağım cüceleri bir zamanlar görkemli fakat şu anda bir harabeden ibaret olan şehir sarayının önünde toplanmışlardı. Hepsi kendi aralarında heyecanla fısıldaşıyor ve Yücebulp’un konuşmasına başlamak için kürsüye çıkmasını bekliyordu.  Kürsü tam lağım cücesi zevklerine göreydi. Aslına bakılırsa yıkılmış mermer bir sütunun dip kısmından ibaretti. Lağım cücesi standartlarına göre biraz yüksek olduğundan konuşma yapmak isteyen kişi (ki bu yetkiye sadece Yücebulp sahipti) sütunun ardındaki ters çevrilmiş kovaya basarak yükseklik kazanmak zorundaydı.
Yücebulp kürsünün gerisindeki gölgelerden heyecanlı kalabalığa göz ucuyla şöyle bir baktı. Meydanda yüzlerce lağım cücesi olmalıydı. Onları saymaya çalıştı ama ikiden sonrasını karıştırdı. Ardından yanındaki refakatçi cüceye döndü ve “Kaç kişi var?” diye sordu.
Cüce kalabalığa baktı ve “Bir.” dedi. “Ve bir. Ve bir ve bir ve bir.” diye ekledi ardından. Sonra da muzaffer bir edayla 3 parmağını kaldırıp “İki!” diye ilan etti.
“İki!” dedi Yücebulp. “Güzel…” diye mırıldandı ardından. Kalabalık dinleyicileri severdi ve iki kişiden daha büyük bir kalabalığı hayal dahi edemiyordu.
“Unutma! Beni majesteleri olarak çağır!” dedi tehditkâr bir fısıltıyla.
“Emredersin… ıııı… majesteleri.” dedi cüce, sonra da yavaşça kürsüye doğru ilerledi. Ters çevrilmiş kovaya çıkmadı, orası Yücebulp’un yeriydi çünkü. Onun yerine sütundan bozma kürsünün ön tarafına yürüdü ve konuşmacıyı takdim etti.
“Masej… eee… mejas… ııı… Nasıldı? Hah! Mesaj-telleri Yücebulp!”
Kalabalıktan çılgınca bir alkış koptu ve Yücebulp I. Phudge saklandığı gölgelerden büyük bir zarafetle çıktı. Yarı yolda pelerinine basıp düşmeseydi pek bir soylu görünecekti. 

Bolca küfür eşliğinde düştüğü yerden kalkan Yücebulp bin bir zahmetle kürsüye çıktı. Ardından iki kolunu iki yana açarak konuşmasına başladı. “Bulplar, Sludlar ve Gluplar… Bugün bizim için müjdeli. Artık patron yok! Ejderha yok! Biz yeniden özgür!”
Kalabalıktan ikinci bir alkış dalgası daha koptu.
“Ama ben buraya bunun için gelmedi. Ben sizi uyarıyor. Ahmaklar… ay, şey… kahramanlar sayesinde biz ejderhadan kurtul. Ama tehlike geçmedi. Ejderha ruhu hâlâ sarayda! Saraya girmek tehlikeli. Ora artık lanetli!”
Kalabalıktan telaş ve korku dolu bir mırıltı yükseldi bu kez. Lağım cüceleri gayri ihtiyari olarak önünde durdukları saraydan birkaç adım gerilediler. Yücebulp ise o anda bu durumdan duyduğu memnuniyeti gizlemekle meşguldü.
İşler tam da Yücebulp’un istediği gibi gidiyormuş gibi görünürken meydanda bir ses yankılandı.
“Sen yalan söylüyor!”
Herkes nefesini tutup sesin geldiği yöne doğru baktı. Daha önce hiç kimse Yücebulp’a yalancı demeye cesaret edememişti. Sesin sahibi dişi bir lağım cücesiydi. Kalabalıktan biraz daha ötede duruyor, bir parmağı ile kürsüdeki Yücebulp’u işaret ediyordu. Kalın, elma biçimli bir burnu vardı ve saçları karışık bir biçimde tepesinde toplanmıştı. Üzerinde yamalı, kirli bir elbise vardı. Elinde de bir çuval…
“Bupu…” diye mırıldandı onu tanıyan bazıları.
“Bupu? Sen ne söylüyor?” diye sordu Yücebulp, öfke ve şaşkınlık dolu bir sesle.
“Sen yalan söylüyor.” dedi Bupu yeniden. “Ben biliyor. İçeride güzel taşlar var. Parlak taşlar… Sen onları sadece kendine istiyor.”
“Güzel taşlar” kelimesini duyar duymaz Yücebulp’un tüyleri diken diken oldu. Bupu gerçeği biliyordu. Ama nereden öğrenmişti bunu? Çabucak kendini toparladı ve sakinleşti.
“Asıl sen yalan söylüyor! Sen bizi bölmek istiyor. Sen o koca ahmaklarla beraber. Ben gördü, onları eve sen getirdi. Neredeyse evimiz başımıza yıkıldı. Senin yüzünden! Sen kötü! Onlar da kötü. Özellikle de kırmızı etekli adam!” dedi Yücebulp.
Bunu söylemesi ile birlikte bir hata yaptığını anladı. Kalabalıktaki bazı lağım cüceleri kendisine dönüp öfke ile hırladılar. Anlaşılan Raistlin’in cazibe büyüsü hâlâ devam ediyordu. Yücebulp bunu bilmiyordu elbette.
“Kırmızılı adam iyi! Kötü olan sen. Sen bizi kandırdı. Kırmızılı arkadaşı ejderhaya sattı. Ben gördü, ordaydım.” dedi Bupu. Bunun üzerine daha fazla çatık kaş Yücebulp’a döndü. Bazıları ise kime inanacaklarını bilemez vaziyette bir Bupu’ya bir de Yücebulp’a bakıp duruyordu.
“Siz bana inanmıyor? Ben kanıtla.” dedi Bupu ve elindeki çuvalı açıp içinden kırmızı renkli ve oldukça gösterişli bir taş çıkardı. Bir yakuttu bu.
Lağım cücelerinin gözleri hayranlıkla açıldı. Ne kadar pis ne kadar yarım akıllı olsalar da en nihayetinde onlarda birer cüceydi ve değerli taşlara karşı bir zaafları vardı.
“Ben bunu saradan aldı. İçeride daha çok var. Ben ispatla. Kim geliyor?” dedi elleri belinde.
“İçersi tehlikeli! Sizi kandırmasına izin verme!” diye bağırdı kürsüdeki Yücebulp.
Lağım cüceleri tereddüt etti. Evet, parlak taşları seviyorlardı ama sakallı ve tıknaz akrabaları kadar da körü körüne onlara bağlı değillerdi.
“İki gönüllü istiyor.” dedi Bupu, 4 parmağını kaldırarak.
Ufak bir tereddütten sonra 3 kişi öne çıktı.
“Hayır, hayır. İki gönüllü yeter.” dedi Bupu, bu kez de 3 parmağını kaldırmıştı.
“Biz zaten iki kişi.” diye itiraz etti öne çıkan gönüllülerden biri.
“Hayır, siz bir kişi! Ben iki kişi istiyor.” dedi Bupu, bir ayağını öfke ile yere vurarak.
Bunun üzerine iki kişi daha ileri çıktı ve gönüllüler beşe çıktı.
“Hah! Şimdi tamam.” dedi Bupu memnuniyetle.
Yücebulp durumun kontrolünden çıktığını görünce iyice hiddetlendi ve tekrar bağırmaya başladı. “Siz çok büyük hata yapıyor. Hepimiz lanetlenecez.”
Ama lağım cücelerinin hiçbiri oralı olmadı. Özellikle de saraya girecek kişilerin kendileri olmadığını anlayıp rahatlayan kalabalık gönüllülere daha da bir destek olmaya başladılar. Yücebulp, bir müddet küçük gruba nefretle baktı ve kimseye fark ettirmeden sarayın gölgelerine doğru gerileyip gözden kayboldu.

***

Bupu
Bupu ve diğerleri kendilerini alkışlayıp pohpohlayan lağım cücesi kalabalığını geride bırakıp saraya doğru ilerlediler. Sarayın kapısı yıkıntılarla tıkandığından içeri oradan girmek imkânsızdı. Bu yüzden duvarda açılmış genişçe bir yarığı kullandılar. Şimdi sarayın karanlık ve sessiz koridorlarındaydılar. Az önceki sevgi gösterileri karşısında pek de bir cesur görünen ve sürekli şişinip duran 5 gönüllü, artık hallerinden o kadar da mutlu görünmüyordu. Saray zaten uzun yıllardır kullanılmıyordu ve siyah ejderha Khisanth buraya yerleşinceye kadar da buraya uğrayan pek olmazdı. Khisanth’ın yok edilişi sırasında meydana gelen yıkım, yapıyı iyice yıpratmış ve koridorlarının çoğunu kullanılamaz hale getirmişti. Lağım cüceleri bin bir zahmetle molozların altından girip üstünden çıkarak ilerlediler. En sonunda zor da olsa hazine odasına vardılar. Odanın çatısının bir kısmı çökmüş ve etraf molozlarla kaplanmış olsa da hazine oradaydı işte. Tam da taş sunağın dibinde, Khisanth’ın uyurken rahatça görebileceği şekilde yerleştirilmişlerdi.
Lağım cüceleri parlayan altın ve taşların cezp edicisi görüntüsü karşısında ağızları bir karış açık kala kaldılar. Biri hariç… Bupu yaşlı gözlerle sunağa bakıyordu ve burada yaşanan o korku dolu anları düşünüyordu. Ejderhanın düşüncesi bile tüylerini diken diken etmeye yetiyordu. O gözlerini dikmiş sunağa bakarken diğer lağım cüceleri hevesle altın yığınına doğru koşmaya başladı. Birdenbire derinden gelen, korkunç bir ses duyuldu.
“Kimdir o?”
Sesin seviyesi o kadar yüksekti ki yığın halindeki altınlar titreşimlerin etkisiyle şıngırdıyordu. Lağım cüceleri elleri ile kulaklarını kapatmak zorunda kaldılar ve korkuyla etraflarına bakındılar.
“Kim benim dinlenme yerimi rahatsız ediyor?” diye geldi ses bir kez daha.
“Bu ejderha!” dedi cücelerden biri panikle.
“Biz saklan!” dedi bir diğeri. Tüm cüceler elleriyle gözlerini kapatıp oldukları yere büzüşüverdiler. Bu, lağım cücelerinin en iyi saklanma taktiklerinden biriydi. Çünkü onların mantığına göre siz düşmanı göremezseniz düşman da sizi göremezdi.
“Siz burada ne arıyor?” dedi görkemli ses, derinlerden gümbürdeyerek.
Lağım cüceleri tir tir titrediler ama hiçbiri cevap verecek cesareti kendinde bulamadı. Bupu bir taraftan korkuyor bir taraftan da kendi kendine mırıldanıyordu.
“Ama ben gördü. Mavi ışık koca ejderhayı yut.”
Tam da bunları düşünürken o anın hatırası yeniden zihninde canlandı. Nasıl da kokmuştu! Ejderha korkusu ile sunağın dibine yatmış, gözlerini bile açmaya korkuyordu o zaman. Tıpkı şimdi ki gibi…
“Hayır.” dedi Bupu. “O zaman gibi değil. Bir şeyler ters…”
Evet, korktuğu bir gerçekti ama bu korku alışık olduğu cinsten bir korkuydu. Khisanth’ın üzerlerine saldığı, ölümcül korku gibi değildi. Ayrıca ejderhanın sesini de çok iyi hatırlıyordu. Khisanth dişi bir ejderhaydı ve sesinde ölümcül bir melodi vardı. Oysa şimdiki ses çok kabaydı ve daha çok bir erkeğin sesini andırıyordu.
Bupu kendisinden beklenmeyecek bir zekâ parıltısı ile durumu kavrayıverdi. Yavaşça gözlerini açtı ve sunağa doğru baktı. Ardından da yavaşça o yöne doğru ilerlemeye başladı. Diğer cüceler ise hâlâ gözlerini sımsıkı yummakla meşguldüler.
“Siz beni rahatsız etti. Ben sizi lanetleyeceem!” diye konuştu gür ses.
Bu refakatçiler için bardağı taşıran son damlaydı. Bupu’yu gerilerinde bırakarak arkalarına bile bakmadan koşarak uzaklaştılar.
“Dur! Siz bekle!” diye itiraz etti Bupu arkalarından. Ama ona aldıran olmadı. Bupu bir anlığına arkalarından bakakaldı. Sonra da boş vermişlikle omuzlarını silkti.
“Evet, işte böyle. Siz kaçın.” diye kükredi ses. “Ejderhadan korkun!”
“Senin ses hiç de ejderhaya benzemiyor. Daha çok bizim Yücebulp gibi…” dedi Bupu, elleri belinde.
“Ben kaç kere söyle bana… ay, şey… Yücebulp’a mesaj-telleri diyeceksiniz!” diye geldi cevap.
Bupu kaşlarını çattı ve bir çırpıda altın yığınını aşıp sunağın arkasına geçti. Burada ‘muhteşem’ Yücebulp I. Phudge’u elinde oldukça iri bir borazan ile çömelmiş vaziyette buldu. Yücebulp, Bupu’nun arkadan yaklaştığını fark etmemişti bile. Hâlâ sunağın arkasında diz çökmüş vaziyette duruyor ve sessiz kahkahalarını bastırmaya çalışıyordu.

Yücebulp’un elindeki borazan istiridyeden yapılmıştı ve boruya spiral bir deniz kabuğu şekli verilmişti. Kadim zamanlarda saraya gelen konukların isimlerini bildirmek için kullanılıyordu. Bunu ne Yücebulp ne de Bupu biliyordu elbette…
Yücebulp zarif borazanı bir kez daha ağzına götürerek “Ben ejderhanın hayaleti! Hepiniz lanetlendi! Ahmaklar!” diye kükredi.
“Bence sen ahmak. Hem de Yücebulp’tan bile ahmak.” dedi kollarını önünde kavuşturan Bupu.
“Mesaj-telleri!” diye itiraz etti Yücebulp. “Ayrıca Yücebulp hiç ahmak değil. O muhteşem! O harika! O yakışıklı! O…”
Tam o esnada Bupu, Yücebulp’un omzuna bir parmağıyla birkaç kez vurdu. Yücebulp başını yavaşça arkasına çevirdi ve tam tepesinde dikilmekte olan dişi lağım cücesi ile göz göze geldi. Ardından elindeki borazanı yavaşça ağzından çekerek “O bir ahmak…” diye bitirdi cümlesini.
“Phudge…” dedi Bupu, çatık kaşlarla. Çok sinirli olduğu her halinden belliydi.
“Hayatım?” dedi Yücebulp, bariz bir yutkunmayla.
“Bana hayatım deme Phudge! Ben senin hayatı mayatı değil artık.” diye çıkıştı Bupu, kirli parmağını azarlarcasına ‘Yücebulp’ I. Phudge’a sallayarak.
“Ama sevgilim…”
“Sen sus! Ben sana güvendi. Ama sen beni ve arkadaşı ejderhaya sattı!” dedi Bupu. Sonra da Yücebulp’un sesini taklit ederek “Sen korkma hayatım. Ben yardım edecek hayatım. Tehlike yok hayatım.”
“Ama…”
“Sen sus dedim! Tehlike yokmuş. Ben az kaldı ejderha yemeği oluyordu! Eğer arkadaş olmasaydı…” Bupu konuşmaya devam edemedi. Önce sesi çatladı. Ardından da gözyaşları kirli yüzünde izler bırakarak akmaya başladı.
“Sen beni sevmiyor. Sen parlak taşlar daha çok seviyor. Beni sadece arkadaş sev. O a karanlık yollara git. Bupu çok yalnız.”
Yücebulp karşısında ağlayan lağım cücesine üzüntü ile baktı. Derin bir iç çekti ve ayağa kalktı. Sonra altın yığına şöyle bir göz gezdirdi ve aradığını çabucak buldu. Bir yüzüktü bu…
“Bupu…” dedi Yücebulp beceriksizce. “Ben seni seviyor. Sen biliyor. Benle evlen?”
Bupu’nun gözleri faltaşı gibi açıldı ve Yücebulp’a baktı. Yücebulp ise elindeki yüzüğü yine oldukça beceriksiz bir biçimde lağım cücesinin parmaklarından birine geçirdi. Yüzük daha zarif eller için yapılmış olduğundan Bupu’nun parmağının anca yarısına kadar oturabilmişti.
Bupu bir müddet hiçbir şey söyleyemeden bir yüzüğe bir de Yücebulp’a baktı sadece.
Yavaş yavaş endişelenmeye başlayan Yücebulp gürültülü bir şekilde yutkundu ve “Sen istiyor?” diye sordu.
“Evet…” dedi Bupu. “Evet!”
Yücebulp bariz bir şekilde rahatladı ve Bupu’ya sarılmak için hamle yaptı. Tam o esnada Bupu da aynı şeyi yapmak üzere harekete geçtiğinden kafa kafaya çarpıştılar. Alınlarını ovuşturup birbirlerine sırttılar sonra da kol kola girip çıkışa doğru ilerlemeye başladılar.
“En az iki çocuk yapmalı.” dedi Yücebulp.
“İki mi? İki çok.” diye itiraz etti Bupu, beceriksiz bir cilveyle.
“O zaman iki tane yaparız?.” dedi Yücebulp.
“Bu daha iyi. İki…” dedi Bupu.
İkili hazine yığınını arkalarında bırakıp sarayı terk ettiler. İkisi de hazine sorununu bir kenara koydukları için memnundu. En azından şimdilik…
İkisinin de fark etmediği şey ise duvarlarda gezinen, iri kanatlı, kötücül bir gölgenin varlığıydı. Duvardan duvara geziniyor, intikam yeminleri ediyordu.

Not: Krynn tarihçelerine göre Bupu ve Yücebulp gerçekten de evlenmişlerdir. Fakat bunun nasıl olduğuna veya kaç çocukları olduğuna dair hiçbir kayıt bulunmamaktadır. Muhtemelen onlarca çocukları olmuş olsa da sayıları onlar için hep aynı kalmıştır. İki…

- Son -

Bu hikaye Ejderha Mızrağı / Dragonlance serisinden esinlenerek yazılmıştır. Mekan ve karakter isimleri WotC firmasının tescilli markalarıdır.

Lağım Cücesi resmi / Gully Dwarf art by KrakenCMT