27 Haziran 2010 Pazar

Küçük Flamingo (Bölüm 3) - Son -

Küçük flamingo gözlerini tekrar açtığında kendisini çamurlu bir su birikintisine boylu boyunca yatarken buldu. Etrafı ağaçlarla çevriliydi ve dört bir yanı kurbağa vıraklamaları ile cırcır böceklerinin ötüşleriyle doluydu. Yavaşça doğrulup üstünü başını silkeledi. Birkaç çizik dışında kırık çıkık yok gibiydi, görünüşe göre su birikintisi düşüşünü yavaşlatmıştı.

“Şanslıyım sanırım,” dedi kendi kendine. Sonra etrafındaki karanlık ormana bakınca fikri değişiverdi ve “Ya, ne şans ama…” diye homurdandı huysuzca. Ağaçların yaprakları arasından süzülen gün ışığına bakılırsa vakit sabahın erken saatleriydi. Yani bayağı uzun bir zamandır baygın yatmıştı.

“Eyvah!” dedi küçük flamingo “Ailem ne yöne gitti acaba? Ya ben? Ben neredeyim? Şimdi onları nasıl bulacağım?” Korku ve çaresizlik tüm bedenini bir anda kapladı ve üzüntüyle olduğu yere çöküp ağlamaya başladı.

Küçük yavrucak dakikalarca oracıkta çaresizce gözyaşı döktü. Ağlarken hıçkırıklarının ormanda yankılandığını duyuyordu. Öyle bir yankıydı ki bu, flamingo ağlamayı kestiğinde bile devam ediyordu. “Ya orman çok geniş ya da bu yankı değil,” dedi kendi kendine, kanadının tersiyle gözyaşlarını silerken. Daha dikkatli bir şekilde dinlediğinde şaşkınlıkla bu sesin gerçekten de başka birine ait olduğunu fark etti.

Ne yapacağına karar veremez bir vaziyette orada bir müddet daha oturdu. Sonra merakı kendisine galip geldi ve sesin geldiği yöne doğru ilerlemeye başladı. Daha birkaç adım atmıştı ki sesin tahmin ettiğinden çok daha yakından, biraz önündeki çalılığın ardından geldiğini fark etti. Başını uzun çalıların arasından uzattığında ilerideki ağaçların altında büzülmüş kalmış birini gördü. Küçük bir insandı bu; ya da büyük ahalinin de dediği gibi, bir çocuk. Ellerini bacaklarına sarmış, yüzünü dizlerine gömmüş, bir ağacın dibinde iki büklüm oturmuş bir vaziyette ağlıyordu.

Flamingo hayatında ilk kez bir insanı bu kadar yakından görüyordu ve ne yapacağını şaşırmıştı açıkçası. Yanına yanaşmaya korkuyordu ama onu böyle ağlar vaziyette bırakmaya da gönlü razı olmuyordu bir türlü. İleri doğru tereddütle bir adım attı ve yanlışlıkla yerdeki kuru dallardan birine bastı. Aniden çıkan çatırtılı ses küçük çocuğun korkup yerinde sıçramasına neden olmuştu.

“Kim var orada?” diye sordu küçük çocuk telaşla.

“B-be-benim, küçük flamingo.” dedi ufaklık, çalıların ardından. Fakat ağzından çıkan kelimeler, küçük çocuk için sadece garip seslerden ibaretti. Çocuk hemen o yöne baktı ve flamingoyu görünce dehşetle bir çığlık atıp hemen ağaçların arkasına saklandı. O bağırınca flamingo da korktu ve o da kendini başka bir çalın arkasına atıverdi. Sonra aynı anda, kafalarını saklandıkları yerden yavaşça çıkararak birbirlerine baktılar.

“Hey, bu bir kuş! Ne garip şeysin sen öyle?” dedi çocuk, flamingoyu gördüğünde.

“Ben bir kuş değilim, flamingoyum ben!” diye itiraz etti ufaklık.

Fakat çocuk yine ne dediğini anlamamıştı. Onun duyduğu sadece bir flamingo ötüşünden ibaretti çünkü.

“Of, beni çok korkuttun küçük kuş,” dedi çocuk kendi hâline gülerek. Kahverengi, kıvır kıvır saçları olan, dolgun yanaklı bir ufaklıktı bu. En fazla 9-10 yaşlarında olmalıydı ama flamingo bunu bilmiyordu elbette. Çocuk gözyaşlarıyla ıslanmış yüzünü elleriyle sildi ve flamingoya daha dikkatli bakmaya başladı. “Hiç senin gibi bir kuş görmemiştim,” dedi ardından.

“Ben kuş değilim, flamingoyum!” dedi yine küçük flamingo. Çocuk ise güldü. “Ötüşün de garip,” dedi. “Sen de mi kayboldun yoksa? Ben kayboldum çünkü. Babamla balığa çıkmıştık ama sonra fırtına bastırdı ve ben kayıktan düştüm. Kendimi kıyıya zor attım ve şimdi nerede olduğumu bile bilmiyorum,” diye ekledi ardından.

“Demek o da benim gibi ailesinden ayrı kalmış bir çocuk,” dedi flamingo kendi kendine. Nedense birdenbire kendisini bu insan yavrusuna yakın hissetmişti. Tereddütle çalıların arasından sıyrıldı ve yavaşça çocuğa doğru ilerlemeye başladı.

“Vay canına! Tüylerin pespembe, ne kadar da güzel bir kuşsun sen öyle,” dedi küçük çocuk, ağzı bir karış açık kalarak.

“Son kez söylüyorum, ben kuş değilim. Ben bir fla… Aman neyse, boş ver.” dedi küçük flamingo. “Görünüşe göre dediklerimin tek kelimesini anlamıyorsun nasıl olsa.”

Çocuğun yanına gitti ve tek ayak üstünde durarak dinlenme pozisyonu aldı. Çocuk, bu hareketi oldukça komik buldu ve neşeyle kıkırdamaya başladı. Nazik bir biçimde flamingonun tüylerini okşadı ve “Merak etme, babam mutlaka beni bulacaktır. O zaman senin aileni bulmana da yardım ederiz belki,” dedi usulca.

“Umarım öyle olur,” dedi küçük flamingo. Artık ne flamingo ne de çocuk ağlıyordu.

***

Bütün gün birlikte ormanda dolaşıp bir çıkış yolu aradılar ama bir türlü bulamadılar. Sonunda yorulup başka bir ağacın dibine çöktüklerinde hava kararmaya başlamıştı bile. “Karnım acıktı,” diye inledi çocuk. Flamingo da çok acıkmıştı ama yapabilecekleri bir şey yoktu maalesef. Yakınlarında akan bir akarsudan su içip sessizce oturdular. Sonra aniden ağaçların arasından garip uğultular duyulmaya başladı.

“O da neydi?” dedi çocuk, korkudan titreyerek.

“Bilmiyorum ama hiç hoşuma gitmedi,” dedi flamingo.

Uğultular ulumalara dönüştü ve sesler giderek yaklaştı. Ağaçların arasından garip ışın huzmeleri görünmeye başladı sonra da. Işıklar ve sesler giderek yaklaşıyor, flamingo ile küçük çocuksa gitgide oturdukları yerde daha da büzülüyorlardı.

“Korkma küçük kuş, ben arkandayım,” dedi çocuk ve hemen flamingonun arkasına geçerek iyice saklandı. Küçük flamingo ne yapacağını bilemez vaziyette orada öylece dururken sesler ve ışıklar ağaçların arasından sıyrılıp onların bulunduğu açıklığa vardı. Önce bir hırlama ve bir havlama sesi duyuldu. Ardından, “Yavaş ol kızım, yavaş!” diyen bir başka ses.

Flamingo karşısındakilere hayretle bakakaldı. Aynı şekilde karşısındakiler de ona hayretle bakıyordu. Bir köpek ile yetişkin bir insandı bunlar. Anlaşılan o garip ışıklar adamın elindeki şu aletten geliyordu. Ne diyordu insanlar ona? Hah, fener…

“Bak sen şu işe. Bir flamingo, hem de burada,” dedi adam hayretle. Çocuk bu sesi duyar duymaz olduğu yerde hızla doğruldu ve şaşkınlıkla seslendi. “Baba?”

“Oğlum? Sen misin? Şükürler olsun seni bulabildim!” dedi adam sevinçle. Ve koşarak birbirlerine sarıldılar.

“Babacım! Çok korktum!”

“Korkma oğlum, geldim işte.” dedi adam oğlunu öperek. “İyi misin? Bir şeyin yok ya?”

Bu sahne karşısında küçük flamingo kendi ailesini hatırlayarak duygulandı ve üzgün bir şekilde boynunu eğip ötüverdi. Onları ne kadar da çok özlemişti!

“İyiyim baba, arkadaşım bana yardım etti,” dedi çocuk, flamingoyu göstererek.

“Demek arkadaşın?” dedi adam eğlenerek.

“Evet, o da benim gibi ailesini kaybetmiş galiba. Ormanda kaybolmuştu. Ona yardım edebilir miyiz baba? Lütfen,” dedi çocuk.

“Elbette,” dedi adam gülümseyerek. “Sanırım onun nereye ait olduğunu biliyorum,” diye ekledi. Sonra flamingoyu nazikçe kucakladı. Küçük flamingo adamdan biraz korksa da karşı gelmeye cesaret edemedi. Önde köpek, arkada da adam, çocuk ve flamingo olduğu hâlde yürümeye başladılar. Kısa bir sürenin ardından garip, dört tekerlekli bir araca bindiler ve upuzun bir yola çıktılar. Araba demişti çocuk bu araç için. “Ne komik bir isim,” diye düşündü flamingo. Çok garip olsa da insanlar bu aracı oldukça seviyor gibi görünüyordu. Zaten yolda birkaç tane arabayla daha karşılaşmışlardı.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordu çocuk merakla. Flamingo da aynı şeyi merak ediyordu doğrusu ama anlamayacaklarını bildiğinden soramıyordu.

“Arkadaşının ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu adam.

“Hayır. Bir kuş sanırım,” dedi çocuk.

“Evet ama basit bir kuş değil. O bir flamingo,” dedi adam.

“Hele şükür, kim olduğumu bilen biri,” diye mırıldandı küçük flamingo.

“Flamingolar bu yörede sadece bir yerde toplanırlar, orası da Kuş Cenneti,” diye devam etti adam. Kuş Cenneti! Oraya gidiyorlardı. Flamingo sevinçle gülmeye ve şarkılar söylemeye başladı. “Anlaşılan arkadaşın gideceğimiz yeri beğendi,” dedi adam gülerek. O neşeyle öttükçe çocuk ve babası da mutlulukla güldüler.

***

Bir saat kadar sonra Kuş Cenneti’ne varmışlardı. Kapıdaki görevli onları güler yüzle karşıladı ve küçük flamingoyla özel olarak ilgilendi. “Birkaç gün önce gelen sürüye ait olabilir,” dedi açıklama olarak. “Zavallılar buraya gelirken fırtınaya yakalanmışlar. Bu hafta bunun gibi birkaç tane daha getirdiler. Allah’tan İzmir halkı bu konularda duyarlı,” diye ekledi gülümseyerek.

“Gördün mü oğlum? Ailesi de burada olabilir,” dedi adam gülümseyerek.

Hem çocuk hem de küçük flamingo bir sevinç çığlığı atıverdi. Birkaç dakika sonra parka ait, üstü açık bir araçla flamingoların olduğu bölgeye doğru yola çıkmışlardı bile. Küçük flamingo çok heyecanlıydı. Acaba anne-babası burada mıydı? Ya diğerleri? Ya Ak Pelikan? Bu düşüncelerle minik yüreği pıt pıt atıyordu. 

Az sonra uzakta pembe bir bulut halinde uçan bir flamingo sürüsü göründü. Küçük flamingo heyecanla yerinde kıpırdanmaya başladı. Derken tam tepelerinde bir ses duyuldu.

“Bu o! Küçük flamingo geri geldi! Bu o!” Küçük flamingo heyecanla başını kaldırıp gökyüzüne baktığında Ak Pelikan’ın tam üstlerinde uçmakta olduğunu gördü.

“Şu kuşa da bakın!” dedi çocuk, ağzı yine bir karış açık vaziyette.

“O bir pelikan. Parkın en yaşlılarından…” dedi görevli sırıtarak.

Araç yavaş yavaş durdu ve hep beraber indiler. Onlar iner inmez birkaç flamingo çekingen bir tavırla onlara yaklaşmaya başladı. Küçük flamingo gelenlerin arasında anne ve babasını görünce daha fazla dayanamadı ve sevinçle kanat açarak onların yanına uçuverdi.

“Oğlum! Canım!” diye sarıldı annesi ona. “Seni kaybettiğimizi sanmıştık,” diye ekledi sevinç gözyaşları içerisinde.

“Bizi çok korkuttun evlat” dedi babası, sevgiyle ona sarılırken. Onun da gözleri dolmuştu.

“Ben de çok korktum baba. Sizi bir daha göremeyeceğimi sanmıştım,” dedi küçük flamingo.

“Ben size ona bir şey olmaz demedim mi, ha?” dedi yanlarına inen Ak Pelikan. “Adamım benim, çak bakalım,” dedi ihtiyar kuş bir kanadını flamingoya uzatarak. “Baksanıza insanlarla arkadaş bile olmuş.”

Arkadaş sözünün geçmesiyle birlikte küçük flamingo bir anlığına duraksadı ve geriye dönüp kendisini buraya getiren insanlara baktı. Ardından ailesinin kollarından kibarca sıyrılarak onların yanına yürümeye başladı.

“Ne yapıyorsun evlat?” diye sordu babası şaşkınlıkla.

“Teşekkür etmek istiyorum. Ve de veda…” dedi küçük flamingo. Ailesi anlayışla başlarını salladılar ve Ak Pelikan'la birlikte onu takip ettiler. Küçük flamingo, çocuğun yanına gelip durdu.

“Sanırım sana veda ediyor.” dedi park görevlisi, oldukça etkilenmiş bir şekilde. Çocuk biraz hüzün biraz da sevinçle onun tüylerini okşadı.

“Sanırım gitmen gerekiyor. Şey… Seni tanımak güzeldi,” dedi çocuk hüzünle.

“Seni tanımak da öyle,” dedi flamingo, çocuğun anlamayacağını bilse de.

“Oğlumuzu bize geri getirdiğiniz içi çok teşekkür ederiz,” dedi baba flamingo.

“Evet, size minnettarız,” dedi anne flamingo.

“Bu inanılmaz! Resmen bize teşekkür ediyorlar,” dedi park görevlisi, karşılarında durup ötüşen flamingolara bakarak. Çocuğun babası da en az onun kadar şaşkındı.

“Ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar,” dedi Ak Pelikan kendi kendine.

“Ne?” dedi baba flamingo.

“Ah, öylesine bir şey işte... Hep söylemek istemişimdir,” diye kıkırdadı ihtiyar kuş. Ve uçarak uzaklaşıp sürüye katıldılar.

- SON-

Orman çizimi / Forest art by JimmyJaszczurka
"Karanlık Orman" fotoğrafı / "Dark Forest" photo by E. DeLeon
Flamingolar / Flamingos photo by Rob Roy

24 Haziran 2010 Perşembe

Ah şu dolmuşlar

Şu dolmuşlar ne kadar ilginçtir değil mi? Hiç tanımadığınız insanlara paranızı gönül rahatlığı ile verebildiğiniz tek yer dolmuşlardır herhalde. Aynı zamanda pek çok komik olaya şahitlik eder bu emektar minibüsler. Özellikle de iş dolmuştan inmeye gelince… Hele bir de acemiyseniz yandınız. Durağı kaçırmamanın telaşı ile dilinizin bir güzel dolanması ve ağzınızdan abuk sabuk bir cümle çıkması kaçınılmazdır. Mesela ben… “İnecek var.” diyeceğime avazım çıktığı kadar “İniceeeem!” diye bağırmıştım bir keresinde. Dolmuş şoförü kocaman açılmış gözlerle dikiz aynasından bana bakmış sonra da muzip bir şekilde “Tamam yahu, anladık. Ne bağırıyorsun?” demişti. Bütün dolmuş kahkahalarla gülmüştü bana. Ne kadar da utanmıştım… 

Neyse ki bu durumun sadece bana özel bir şey olmadığını hatta aileden gelen bir durum söz konusu olduğunu kavradım yıllar sonra. Kız kardeşimin benden aşağı kalır yanı yokmuş mesela bu konuda. Bir keresinde “İnecek var!” diyeceğine yanlışlıkla “Duracak var!” demiş ne de olsa… Sevgili kuzenim Mehmet’te bizden… Teyzenin biri parayı uzatmış ve “Bir tane Ayakapı.” demiş titrek bir sesle. Mehmet kendisine uzatılan parayı almış ama durağı anlayamamış. Bir daha sormuş, yine aynı tonla “Bir Ayakapı…” cevabını almış. Üçüncü kez sormayı kendine yedirememiş ve parayı şoföre uzatarak “Bir tane ayakkabı alır mısınız?” diye seslenmiş. Yine kahkahalar…

Bu tip olaylar dolmuş şoförlerinin “hazır cevaplık” hormonlarını acayip şekilde gelişmesine yol açıyor doğal olarak. Adamların her şeye mi verecek bir cevabı olur yahu? Kadıköy dolmuşunda gidiyorduk. Yine yaşlı bir teyze ayağa kalktı ve kapıya yaklaşıp “Müsait bir yerde!” diye seslendi. Ama bunu o kadar sessiz bir şekilde söyledi ki bırakın şoförü ben dahi zor duydum. Bunun üzerine yaşlı teyze sinirlendi ve “Müsait bir yerde diyorum! Nereye gittiğinizi sanıyorsunuz?” diye bağırdı. Dolmuş şoförü gayet sakin bir biçimde “Kadıköy’e…” diye cevaplayınca hepimiz kahkahayı patlattık. Yaşlı teyze dâhil…

Bir de dolmuşçuların kornaya basma hastalığı vardır. Yolda giderken kaldırımda yürüyen birini gördüler mi hemen yanına yanaşır, kapıları açar ve başlarlar kornaya basmaya. Yürüyen kişi dönüp bakmazsa “Belki duymamıştır.” diyerekten birkaç defa daha çalarlar. “Belki fikri değişir.” diye düşünülerek bir iki kez daha basılır kornaya… Ardından da sitem ederek kapılar kapatılır. Bu olay da sadece bizim ülkemize özgü bir şey olsa gerek diye düşünüyorum. Hatta sadece ben değil, çok meşhur bir sinema yıldızı da öyle düşünüyor. Kim mi? Al Pacino tabii ki… Geçtiğimiz gün Ters Ninja’da Al Pacino’nun bir röportajına rastladım ve o da tam olarak aynı şeyden bahsetmiş. Hem de benim bu yazıyı yazdığım tarihten bir gün sonra. Ne tesadüf değil mi? Bakalım ne demiş sevgili Al;
“Bir de, şu van tipi taşıt araçlarınızı kullanan şoförleri çok merak ediyorum (minibüs demek istiyor). Devamlı korna çalmaları bana çok tuhaf gelmişti. Bunun nedenini sorduğumda yolcuların harekete geçmesini sağlamak istediklerini söylediler. Zaten belli bir yere ulaşmak isteyen yolcuların korna sesi duymadan araca binmek istememeleri gerçekten ilginç. Hatta bu taşıtlar ünlü caddelerinizden birine adını vermiş öğrendiğim kadarıyla (Minibüs caddesini kastediyor).”
Demek ki neymiş? Benden de büyük bir film artisti olurmuş =)

22 Haziran 2010 Salı

Nice senelere Aylık Öykü Seçkisi


Uzun bir süredir öykülerimle katıldığım, sürekli destek verdiğim ve diğer arkadaşların yazdıkları hikayeleri okurken büyük keyif aldığım Aylık Öykü Seçkisi artık bir yaşında...

Böylesine özel bir güne yine oldukça özel bir seçki yakışır diye düşünüyor insan, değil mi? Kayıp Rıhtım ekibi de aynı şeyi düşünmüş ve bizim için oldukça güzel bir sürpriz hazırlamışlar. Bu ay seçkiye katılan öykülerin hepsi birbirinden değerli insanlara ait. Kimler yok ki? Sadık Yemni, Aşkın Güngör, Niran Elçi, Ümit Kireççi, Ali Aksöz, Göktuğ Canbaba, Erbuğ Kaya ve daha niceleri...

Keyifli bir öykü maratonu olacak gibi. Kaçırmayın derim.

21 Haziran 2010 Pazartesi

Trendy Blog Ödülü

Blog sayfamın sıkı takipçilerinden ve değerli yorumcularından olan Aynur Hanım (nam-ı diğer Küçük Hala) bir ödül vermiş bana sağ olsun.

Gerçi uzun zamandır sayfamla ilgilenemediğim için ödülü değil de iyi bir köteği hakkediyorum ama neyse...

Kendisine buradan çok teşekkür ediyor, Yiğit Kartal'a kucak dolusu sevgi ve öpücükler gönderiyor, bu ödülü de tüm blog dostlarıma armağan ediyorum.

Her şey için teşekkürler...

19 Haziran 2010 Cumartesi

Küçük Flamingo (Bölüm 2)

Ertesi sabah, baba flamingo kendisine ve eşine müjdeli haberi verdikten sonra küçük flamingo büyük bir sevinç çığlığı atıp ortalıkta hoplayıp zıplamaya, sağa sola uçmaya başladı. Rol yapmasına gerek yoktu çünkü hâlâ çok heyecanlıydı. Ama annesi o kadar da mutlu görünmüyordu.

“Onun bu uçuşu kaldırabileceğinden emin misin?” diye sordu endişeyle kocasına.

“Eminim hayatım, merak etme,” dedi bir kanadını eşinin omzuna atan baba flamingo. “Artık o koca bir delikanlı oldu.”

“Biliyorum ama o benim gözümde hâlâ küçük bir çocuk. Ah, öyle hızlı büyüyorlar ki…” dedi anne flamingo, oğlunun sevinçle oradan oraya uçuşunu izlerken. Küçük flamingo gölün üzerinde pike yapıp ailesinin yanına kondu ve “Ne zaman yola çıkıyoruz?” diye sordu heyecanla.

“Ağır ol bakalım ufaklık,” diye güldü babası. “Aceleci olma. Biz flamingolar geceleri uçarız, biliyorsun.”

“Yırtıcı kuşlara yem olmamak için…” diye hatırlattı annesi.

“Yani bu gece mi?” diye sordu küçük flamingo.

“Evet oğlum, bu gece!” dedi babası mutlulukla.

“Peki ya Ak Pelikan? O nerede?”

“Buralarda bir yerde. Sanırım yaşlı flamingoyla birlikte.” dedi kıkırdayarak. “O da bizimle gelecek. Yolu göstermek için…”

“Yaşasın!” dedi küçük flamingo sevinçle. Bugün aldığı en güzel ikinci haberdi bu.

***

O gece flamingolar gölün ortasında toplanmış, heyecanlı bir şekilde fısıldaşıyorlardı. En önde Ak Pelikan ile yaşlı flamingo durmuş, onlara son talimatları veriyorlardı. Yolculuk vakti artık çok yakındı. Grubun en arkalarında ise küçük flamingo ile ailesi bulunuyordu.

“Hazır mısın oğlum?” dedi baba flamingo.

“Hazırım,” diyerek sırıttı ufaklık. Heyecandan tir tir titriyordu.

“Nasıl uçtuğumuzu unutma. Önce koşuyoruz ve iyice hızlandıktan sonra…” dedi annesi hafif telaşlı bir sesle.

“Biliyorum anne, merak etme. İyice hızlandıktan sonra boynumuzu ileri, ayaklarımızı da geri uzatıp havalanıyoruz.” diyerek onun sözünü kesti küçük flamingo. 

Annesi ona şefkatle baktı ve anlayışla başını salladı. “Dikkatli ol.” dedi neredeyse fısıldayacak kadar alçak bir sesle ve eğilip oğluna küçük bir öpücük kondurdu.

“Endişelenme hayatım, her şey yolunda gidecek göreceksin,” dedi baba flamingo.

“Umarım öyle olur,” dedi anne. “Sahi neredeymiş bu Kuş Cenneti?” diye sordu ardından da.

“Ak Pelikan’ın anlattıklarına bakılırsa insanların İzmir diye adlandırdıkları şehirde. Fıçı ile Mavinehir arasında bir yerlerde…” diye yanıtladı baba flamingo.

“Foça ile Mavişehir olmasın baba?” diye güldü küçük flamingo.

“Her neyse işte!” dedi baba flamingo da gülerek. Sonra durdu ve kaşlarını kaldırarak oğluna baktı; “Sen nereden biliyorsun?”

“Ben, şey…” diye kekeledi küçük flamingo ne diyeceğini bilemeyerek. Toplantıyı gizlice dinlediği açığa çıkacaktı galiba.

Tam o esnada sıranın başındaki Ak Pelikan’ın gür sesi duyuldu. “Gitme vakti!”

“Gidiyoruz, hazırlanın!” dedi babası heyecanla ve önüne dönerek konuşmayı yarıda kesti. Küçük flamingo küçük bir ıslık çalarak alnında biriken terleri sildi. Ucuz atlatmıştı doğrusu.

Bütün flamingolar aynı anda koşmaya başladılar. Gittikçe hızlanarak koşmaya devam ettiler ve yeterince hızlandıklarına karar verdiklerinde sırayla kanat açarak havalanmaya başladılar. S biçimli boyunlarını öne, ayaklarını ise olabildiğince arkaya uzatmışlardı. Sanki pembe bir ok bulutu gibiydiler. Gölün üzerinde bir daire çizerek evlerine veda ettiler.

“Hoşça kal güzel göl!”

“Hoşça kal! Seniz özleyeceğiz!”

Ardından da Ak Pelikan’ın önderliğinde İzmir denilen o güzel şehre doğru uçmaya başladılar. Küçük flamingo oldukça heyecanlı olsa da bu sakin gölü arkada bıraktığı için ister istemez hüzünlendiğini fark etti. “Hoşça kal…” diye mırıldandı kendi kendine ve uçmaya odaklanmaya çalıştı.

***

Uçuş ilk başlarda flamingolar için oldukça keyifli geçiyordu. Hafif bir rüzgâr arkalarından esiyor, dolunay yollarını aydınlatarak yönlerini bulmalarını kolaylaştırıyordu. Küçük flamingo ise kendisini harika hissediyor ve ilk uzun soluklu uçuşunun tadını doyasıya çıkarıyordu. 

Fakat ilerleyen saatlerde işler yavaş yavaş tersine dönmeye başladı. Önce büyük, kapkara bulut kümeleri toplandı gökyüzünde. Ardından dolunay bulutların arkasına çekilerek görüş mesafesinin azalmasına neden oldu. Rüzgâr ise yön değiştirdi ve tam karşılarından oldukça sert bir biçimde esmeye başladı.

“Fırtına geliyor!” diye bağırdı Ak Pelikan, sesini rüzgârın uğultusunun üzerinden duyurmaya çalışarak. 

“Bulutların üzerine çıkmalıyız!” dedi yaşlı flamingo. Fakat rüzgâr çok kuvvetli esiyordu ve bulutlar düşündüklerinden de kalındı. Ne kadar uğraşsalar da bulutları delip açık gökyüzüne çıkamadılar. Ardından korkulan oldu ve bir şimşek mavi kıvılcımlar saçarak çaktı.

“Baba!” dedi küçük flamingo korkuyla. Daha önce fırtınada hiç uçmamıştı ne de olsa.

“Sıkı tutun evlat!” diye seslendi babası. “Ve yanımızdan ayrılma!”

“Söylemesi kolay.” diye homurdandı çünkü fırtına giderek şiddetleniyordu ve uçmak gittikçe daha zor bir hâle geliyordu.

Birdenbire zalim bir kahkaha işittiler gökyüzünde. Tüm göğü kaplayan, derin ve yankılı bir sesti bu. Aynı anda hem yıldırımlar kadar gürültülü, hem de rüzgâr kadar sakindi. “Bakın hele, burada kimler varmış? Pembe kuşlar ve bizim ihtiyar pelikan.” dedi ses. 

Fırtınaydı bu konuşan… “Yılın bu vaktinde ne arıyorsunuz siz burada, hı?” diye sordu. Sesinin tonuna bakılırsa bayağı bir eğleniyordu.

“Git başımızdan! Göç etmeye çalışıyoruz, neye benziyor?” diye çıkıştı Ak Pelikan.

“Göç mü? Bu mevsimde mi?” dedi fırtına, yankılı sesiyle. “Korkarım bunun için biraz geç kalmışsınız. Yılın bu zamanı havalar… Nasıl desem? Biraz yıpratıcıdır!” diye ekledi zalim kahkahalar eşliğinde.

“Sen gelinceye kadar her şey iyiydi!” diye çıkıştı Ak Pelikan.

“Çok bilmek istiyorsan kuruyan gölümüzden ayrılmak zorunda kaldık. O yüzden bu zamansız yolculuğumuz.” dedi yaşlı flamingo.

“Ya, öyle mi? Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak diye buna derim ben. Hayır, doluya değil… Fırtınaya!” dedi fırtına, bir kahkaha daha atarak. Ardından da kuvvetli bir üfleme sesi duyuldu ve rüzgâr bir anda daha da şiddetlendi. Şimşekler çaktı, yağmur başladı ve flamingolar çığlıklar atarak dört bir yana savruldu.

“Bir arada kalın!” diye bağırdı Ak Pelikan. “Dağılmayın!”

Fırtınanın zalim kahkahaları bir kez daha duyuldu ve şiddetli rüzgâr bir kez daha flamingoları dağıtıverdi. Küçük flamingo bir anda kendisini tepe taklak buluverdi ve ne yana uçması gerektiğini şaşırdı. Kendini toparladığında ise sürüden oldukça uzaklaşmış olduğunu fark etti korkuyla.

“Anne! Baba! Beni bekleyin!” diye bağırdı ve tüm gücüyle kanatlarını çırpmaya başladı. O anda fırtınanın bir kez daha var gücü ile üflediği duyuldu. Küçük flamingo bu kez rüzgârın şiddetine dayanamadı ve kontrolünü kaybedip düşmeye başladı. Son hatırladığı şey hızla yaklaşan yeryüzü ve fırtınanın zalim kahkahalarıydı. 

Sonra karanlık…

16 Haziran 2010 Çarşamba

Maç izlemeyi de hiiiiç sevmem zaten canııım...

Hazır Dünya Kupası heyecanı başlamışken ve yer gök futbol muhabbeti ile dolmuşken ben de geçen Avrupa Şampiyonası ile ilgili ilginç bir anımı anlatayım istedim. O şampiyonayı hatırlarsınız. Hani Türkiye Milli Takımı’nın da yer aldığı ve hep son saniye golleri ile galip gelip yüreğimizi ağzımıza getirdiği, aynı zamanda da göğsümüzü kabarttığı o turnuva. Çek Cumhuriyeti maçını hatırlıyor musunuz peki? 2-0 yenilirken Hamit Altıntop ve Nihat Kahveci’nin muhteşem oyunu sayesinde 3-2 kazanmıştık o maçı. Hah, işte o maç.

O zamanlar İzmir Havalimanında, Dış Hatlar Terminalinde çalışıyordum ve akşam vardiyasındaydım. Yanımda da aziz dostum Aziz vardı. Biz müşterilerle ilgilenirken maç başlamış ve hemen yanımızdaki mini-restorandan tezahürat sesleri yükselmeye başlamıştı bile. Bir ara Aziz “Ben bir koşu gidip bakayım.” dedi ve mağazadan çıktı. Ama daha 5 dakika geçmeden geri döndü ve asık bir suratla “1-0 yeniliyoruz.” dedi. Sonra ikinci gol haberi geldi ve moralimiz iyice bozuldu.

“Aman be kanka, boş ver. Biz işimize bakalım.” dedim Aziz’e.

“Aynen kanka. Maçı izlemeyi de hiç istemiyordum zaten.” dedi Aziz.

“Al benden de o kadar. Zaten izleyesim yoktu, şimdi hiç kalmadı.” dedim bende. Ve çalışmaya devam ettik.

Aradan 10 dakika falan anca geçmişti ki Aziz “Ya ben şu maça bir daha bakayım.” diyerek ortadan kayboldu. Zaten birkaç dakika sonra da bizim golümüz geldi. Çok iyi hatırlıyorum tüm hava limanı “Goool!” diye inlemişti, ben de soluğu hemen restoranda almıştım.

“Ne oldu, ne oldu?” diye sordum heyecanla.

“Attık oğlum attık!” dedi Aziz sevinçle.

Biraz orada durup golün tekrarını izlediğimi sonra da koşarak mağazaya döndüğümüzü hatırlıyorum. Ama bizi iyice heyecan basmıştı artık, maç izlemek istemiyoruz ya… 5 dakika aralarla bir o gidiyor ekranın başına bir ben. O sırada Nihat’ın golü geldi ve tüm alan tekrar inledi. 2 dakika sonra da Nihat üçüncü golümüzü attı ve bu kez her yer resmen bir bayram yerine döndü. Yolcu, personel, Türk, Alman demeden herkes birbirine sarılıyor, sevgi gösterilerinde bulunuyorlar ve bu müthiş zaferi kutluyorlardı. Gerçekten görülmeye değer bir andı. Ben de sevinçle Aziz’in boynuna atlamıştım ve ikimiz birden zafer çığlıkları atıyorduk. Kısa bir süre sırıtarak birbirimize baktık. Sonra Aziz “Eee… Sen buradaysan mağazada kim var?” diye sordu yavaşça solan bir sırıtışla.
“Ben de sen varsın sanıyordum.” dedim aynı şekilde solan bir sırıtışla.
“Eee, ben de sen varsın sanıyordum.” dedi Aziz hafif panikleyerek. Son hatırladığım ikimizin de Şener Şen misali ayaklarımız mıçımıza çarpa çarpa koşarak mağazaya döndüğümüzdü.



11 Haziran 2010 Cuma

Küçük Flamingo (Bölüm 1)

Teyzem için... Onun isteği üzerine yazmıştım bu hikayeyi. Hiç okumaya fırsatı olmasa da...
Bir varmış bir yokmuş. Pireler berber, develer tellal iken uzak mı uzak diyarların birinde,
oldukça geniş bir gölde bir Flamingo sürüsü yaşarmış. Göl, masmavi gökyüzünün altında alabildiğince uzanıyormuş. Eski günlerde flamingolar burada bütün gün uçar, yemek yer ve eğlenirlermiş. Fakat bu uzun zaman önceymiş çünkü flamingolar artık mutlu değillermiş. Yaşadıkları göl giderek kurumaya ve bir bataklığa dönüşmeye başlamış. Bu yüzden yiyecek bulmakta oldukça zorlanıyorlarmış. Daha önceleri binler basamağını bulan sayıları gün geçtikçe azalmış ve yüzler basamağına düşüvermiş. Bu da yetmiyormuş gibi can düşmanları olan Balıkçı Kartallar ile Marabut Leylekleri de kendilerine hiç ama hiç rahat vermiyormuş.

İşte böyle bir ortamda ergenliğe erişmişti küçük flamingo. Sürünün en genç üyesi oydu ve şimdilik görünürde ondan başka çocuk da yoktu. Fakat o etrafında olan bitenlerden pek de haberdar değildi. Çünkü birkaç gün önce pembeleşen tüylerini hayran hayran seyretmekle ve uçmayı öğrenmekle meşguldü bu aralar. Başarılı bir uçuş denemesinden sonra gölün üzerinde genişçe bir daire çizip yavaşça inişe geçti ve heyecanla ailesini yanına koştu.

“Baba, gördün mü? Başardım, yükseklere kadar uçtum!” dedi küçük flamingo heyecanla.

“Aferin sana oğlum.” dedi baba flamingo gururla. “Yakında annenden bile daha iyi uçacağına eminim,” diye kıkırdadı ardından.

“Onu şımartma hayatım!” dedi annesi onaylamaz bir sesle. “Ayrıca herkes biliyor ki aramızda kötü uçan biri varsa o da sensin,” diye ekledi gülerek. Hep beraber neşeyle güldüler. Sonra baba flamingonun gülümsemesi soldu ve ciddileşerek oğluna döndü. “Söyle bakalım ufaklık, kendini uzun mesafelere uçacak kadar güçlü hissediyor musun?”

“Hayatım, bence daha hazır değil!” diye itiraz etti karısı.

“Olmak zorunda, vakit yaklaşıyor,” dedi baba flamingo.

“Ne vakti baba?” diye sordu küçük flamingo merakla.

“Bu bir sürpriz… Şimdi, söyle bana… Kendini nasıl hissediyorsun?” dedi baba.

“Bütün gün uçabilecek gibi!” dedi küçük flamingo kanatlarını açıp olduğu yerde hafifçe yükselerek.

“Aferin benim oğluma!” dedi baba, gururla. Sonra da kararlı bakışlarla eşine dönerek, “Toplantı talep edeceğim,” dedi. Karısı endişeli bakışlarla kendisine baktı sonra da derin bir iç çekerek tamam anlamında başını salladı.

“Ne toplantısı? Ben de katılabilir miyim?” dedi küçük flamingo.

Baba flamingo ufak bir kahkaha attı, sonra da “Korkarım hayır evlat. Sen bu tür konular için henüz çok küçüksün,” dedi.

“Ama neden? Ben de katılmak istiyorum!” diye mızmızlandı.

“Annenin yanında kalıyorsun ufaklık ve bu konu burada kapanmıştır. Şimdi gitmem gerek,” dedi babası ve yanlarından ayrıldı.

***

Baba flamingonun toplantı talebi diğerleri tarafından pek de heyecanla karşılanmasa da kabul edildi. O akşam, gün batımından hemen önce gölün ortasında toplandılar. Güneşin kızıl ışıkları göle yansıyor ve ortaya nefes kesici bir manzara çıkıyordu. Toplantıya sadece yetişkin flamingolar katılmıştı. Hatta aralarındaki en ihtiyar ve bilge olan yaşlı flamingo bile oradaydı. Onsuz bir toplantı düşünülemezdi zaten. Ufak bir çember oluşturmuşlardı ve hepsi de kendilerine en rahat gelen pozisyonda, yani tek ayak üzerinde duruyorlardı. Ördeklerinki gibi geniş ve perdeli olan ayakları sayesinde dengeleri hiç bozulmadan saatlerce bu şekilde durup dinlenebilirlerdi.

Babası farkında olmasa da küçük flamingo da hemen arkalarındaki sazlıkların içine gizlenmiş, toplantının başlamasını sabırsızlıkla bekliyordu. “Ne konuşacaklar acaba?” diye kendi kendine düşünürken en yaşlı flamingonun söze girmesiyle birlikte toplantı başladı.

“Nedir bizi böyle alelacele toplaman?” diye sordu ihtiyar kuş. Pembe tüyleri yavaş yavaş beyaza dönmeye başlamış, kambur bir flamingoydu bu. Yine de gözlerinde bir bilgelik ışığı vardı. Küçük flamingo onun konuştuğunu ilk kez duyuyordu. Sesi pek bir çatlak gelmişti kendisine.

“Bildiğiniz gibi göl kuruyor ve yiyeceğimiz çok azaldı,” diye söze başladı baba flamingo. “Yakında sular iyice çekilecek ve burası bizim için yaşanmaz bir yer haline gelecek.”

“Bunu biliyoruz,” dedi yaşlı flamingo hüzünle.

“Ama ne yapabiliriz ki?” diye sordu bir diğeri. “Yıllardır her kış hep buraya göç ederiz biz.” 

“Ama ille de buraya gelmek zorunda değiliz ki!” diye itiraz etti baba flamingo.

“Evet, ama senin de çok iyi bildiğin gibi burayı seviyoruz. Burası bizim evimiz,” dedi başka biri.

“Ben de burayı seviyorum ama canımdan ya da ailemin hayatından fazla değil,” dedi baba flamingo. Küçük flamingo duydukları karşısında hayrete düşmüştü. Demek son zamanlarda eskisi kadar yemek yiyememesinin sebebi buydu. Göl kuruyordu… “Ben de aptal gibi diğerlerinin tüm yiyeceği bitirdiğini düşünüyordum,” diye mırıldandı kendi kendine.

“Peki, ne yapmamızı öneriyorsun?” diye sordu yaşlı flamingo.

“Başka yerler de var. Daha güzel yerler… Oralara gitmemiz gerek,” dedi baba flamingo. 

“Varsa bile biz bilmiyoruz ve oraları ararken bir kartala yem olmak da istemem doğrusu,” dedi yaşlı flamingo aksice. Diğerlerinden bir onay mırıltısı yükseldi. Ama baba flamingonun bu kadar kolay pes etmeye niyeti yoktu.

“Ben bir tane biliyorum,” diye atıldı. “Üstelik harika bir yer ve duyduğuma göre orada bizim gibi başkaları da var. Ve başka kuşlar da… Binlercesi! İnsanlar oraya ne diyorlarmış biliyor musunuz? Kuş Cenneti!”

Bu sözle birlikte diğerleri arasında heyecanlı fısıldaşmalar ve mırıltılar başladı.

“Bir cennet?”

“Hem de kuş cenneti?”

“Neredeymiş peki burası?” diye sordu sonunda içlerinden biri.

“Ege kıyılarında bir yerde…” dedi baba flamingo.

“Peki, sen burayı gördün mü? Oraya hiç gittin mi?” diye sordu yaşlı flamingo kuşkuyla. Bunun üzerine bir sessizlik oldu ve tüm bakışlar baba flamingoya döndü.

“Ben… Hayır,” diye cevapladı baba flamingo. Diğerlerinden büyük bir hayal kırıklığı nidası yükseldi. Yaşlı flamingo hariç… O çatık kaşlı bir ifadeyle baba flamingoyu süzmekteydi. “Demek hiç gitmedin. Bizi bir hayalin peşinden bilinmeyen yerlere mi sürükleyecektin?”

“Ama bu bir hayal değil, gerçek! Ak Pelikan oraya gitmiş!” diye itiraz etti baba flamingo.

“Ak Pelikan mı? Ona mı inanacağız yani? Ak Pelikan bunağın tekidir!” diye çıkıştı yaşlı flamingo. Baba flamingo haricindeki tüm kuşlar bu söze kahkahalarla güldü. Küçük flamingo ise öfkeyle homurdandı. Babasına gülmelerinden hiç hoşlanmamıştı. Ayrıca Ak Pelikan’ı da pek severdi. Ona böyle hitap etmeleri hiç hoş değildi.

“Sen kendine bak ihtiyar tüy yumağı!” diyen, kahkahaları bastıran bir ses duyuldu ansızın. Tüm flamingolar dönüp sesin geldiği yöne baktılar ve Ak Pelikan’ın uçarak kendilerine yaklaşmakta olduğunu gördüler. Neredeyse yaşlı flamingo kadar, hatta belki de daha ihtiyar bir kuştu. Ak Pelikan süzülerek yakınlarda bir yere indi ve badi badi yürüyerek onların oluşturduğu çembere yaklaştı. Tam baba flamingonun yanına gelip durdu ve bir omuz atarak ona selam verdi.

“Ne haber evlat?” diye sordu dostça.

“Hoş geldin eski dost,” dedi baba flamingo gülümseyerek.

“Hoş bulduk. Şimdi, az önce ne diyordunuz bana bakayım?” diyerek diğer kuşlara döndü yüzünü. Flamingolar sus pus oldular ve bir şey diyemediler. Yaşlı flamingo hariç elbette…

“Bunak dedim, ne var?” dedi aksice.

“Eski dostlarını hep böyle mi karşılarsın?” diye kıkırdadı pelikan. Yaşlı flamingo ise başını başka bir tarafa çevirip burnundan solumakla yetindi. 

“Bakıyorum ki hâlâ o eski bahis yüzünden bana kızgınsın.” dedi Ak Pelikan.

“Hile yaptın da ondan!” diye çıkıştı yaşlı flamingo.

“Bence bir pelikanın seni bir uçuş yarışında geçmesine katlanamıyorsun, hepsi bu!” diye kıkırdadı Ak Pelikan.

“Yaşlı flamingoyu mu geçtin?” diye sordu flamingolardan biri hayretle.

“Evet, hem de iki kere!” diye şişindi Ak Pelikan. Kalabalıktan bir hayranlık nidası yükseldi.

“Hah! Daha genç olduğum zamanlarda yarışmış olsaydık…” diye homurdandı yaşlı flamingo.

“Haydi oradan, ikimizde hemen hemen aynı yaştaydık.” diye güldü Ak Pelikan. Ardından da yaşlı flamingonun sırtına dostça bir şaplak indirdi. Yaşlı flamingo aldırmıyormuş gibi görünse de bıyık altından gülümsediği dikkatli gözlerden kaçmamıştı.

Tam o esnada Ak Pelikan sazlıkların arasında saklanmakta olan küçük flamingoyu görerek şaşkınlıkla duraksadı. Küçük flamingo çabucak bir sus işareti yaparak onu uyardı. Ak Pelikan kısa bir an daha ufaklığa baktı, ardından da çaktırmadan göz kırpıp bakışlarını başka tarafa çevirdi.

“Duyduklarımız doğru mu? Gerçekten de Kuş Cenneti diye bir yer var mı?” diye sordu flamingolardan biri.

“Elbette var. Üstelik bir tane de değil, birkaç tane. Ama içlerinde en güzeli Ege kıyılarındaki kuşkusuz,” diye yanıtladı pelikan.

“Peki nerede bu cennet?”

“İnsanların İzmir diye adlandırdıkları şehirde… Ve size şu kadarını söyleyeyim cennet kelimesi orayı tanımlamak için yetersiz kalıyor. Hava mükemmel, yiyecek bol ve bir sürü de dişi pelikan… Ay, şey… Öhöm… Bir sürü de kuş var.” 

Ve böylece Ak Pelikan onlara Kuş Cenneti’ni ve oranın sayısız güzelliklerini anlatmaya başladı. Orayı nasıl keşfettiğini, her yıl oraya nasıl gittiğini, orada edindiği yeni arkadaşları ve doğal çevrenin harikalarını uzun uzadıya anlattı. O anlatırken flamingolar da hayran hayran onu dinliyorlardı. Pelikanın anlatacakları bittiğinde uzun bir sessizlik oldu. Flamingolar hayallere dalmış bir şekilde uzaklara bakıyorlardı. Sonunda içlerinden biri yerinde rahatsızca kıpırdanıp “Şey… Bence şu cennet denilen yere bir şans vermeliyiz,” dedi usulca.

“Bence de. Bir denemekten ne çıkar?” dedi bir başkası.

“Beğenmezsek geri geliriz, göl kaçmıyor ya?” dedi bir diğeri. Bir anda tüm flamingolardan benzer cümleler ve “Bence de” nidaları yükselmeye başladı. Sonra hepsi dönüp hâlâ sessizliğini bozmamış olan yaşlı flamingoya baktılar. 

Yaşlı flamingo her birini memnuniyetsiz bir ifadeyle süzmekteydi. Bir süre daha yüzünü asıp onlara baktı ve Ak Pelikan’ın kendisini izlediğini fark etti. Pelikan ona dostça gülümseyip kafasını, “Haydi ama!” dermiş gibi salladı. 

Bunun üzerine yaşlı flamingo derin bir çekip “Pekâlâ, pekâlâ… Bir denemenin zararı çıkmaz sanırım,” dedi. Bütün flamingolar aynı anda bir sevinç çığlığı attı. Küçük flamingo da öyle… 

Ardından da ne yaptığını fark ederek telaşla kanatlarıyla gagasını kapattı. Neyse ki bu gürültüde kimse onun sesini duymamıştı. Yeterince dinlediğine karar veren küçük flamingo sessizce sazlıklardan geriye doğru ilerledi ve toplantı alanını terk etti. Kalbi heyecandan güm güm atıyordu. 

Cennete gidiyorlardı!

5 Haziran 2010 Cumartesi

Teyzem...

Dünyalar tatlısı, hayatımızın neşesi, günümüzün güneşi, neşe kaynağımız teyzemi kaybettik.

Senelerdir mücadele ettiği kansere yenik düştü, bizi bir başımıza bırakıp gitti teyzoşum.

Seni çok ama çok seviyorum teyzem.

Mekanın cennet olsun.

Allah'a emanet ol..

1 Haziran 2010 Salı

Bir zamanlar Fas'ta


Bir ara Fas’ta yaşadığımdan daha önce bahsetmiş miydim sizlere? Evet, doğru okudunuz. Ömrümün tam üç yılını Kuzey Afrika’da, bizim dilimizde Fas oranın diliyle ise Magreb adı ile anılan bu ülkede geçirdim. Haritadan bakmak isterseniz İspanya’nın hemen altında, Tunus’un yanı başındaki küçük bir yerdir Fas. İş için gitmiştik oraya… Gitmiştik diyorum çünkü ailecek oraya taşınmıştık o zamanlar. Ah ne eziyetli bir iştir taşınmak! Dolaplar, masalar, yataklar kısacası sökülebilir tüm mobilyalar sökülür. Vitrinler boşaltılır, bütün cam eşyalar, bardaklar ve tabaklar dikkatlice gazetelere sarılır. Halılar katlanır, kıyafetler bavullara tıkılır. Götüremeyeceğiniz eşyalara istemsizce veda edersiniz. “Küsme ama seni götüremeyeceğim.” dersiniz o eşyanın başını şefkatle okşayarak. Sonra da “Bakma bana öyle! Ağırlık haddi var, ben ne yapayım?” diye kavga edersiniz onunla. Genellikle de kitaplar olur geride kalanlar. En fazla ağırlık yapanlar onlar olur çünkü. Ömrünüzde bir kere bile olsa kitap yüklü bir koli taşıdıysanız ne demek istediğimi çok iyi anlamışsınızdır. Neler neler bırakmak zorunda kalmıştım o zaman. İtina ile biriktirdiğim Teks, Zagor, Örümcek-Adam ve Martin Mystere ciltleri… İçlerinde Jules Verne’in başyapıtlarının da olduğu sayısız roman ve hikâye kitabı… Sadece çok ama çok sevdiğim maceralarını yanıma almıştım çizgiden arkadaşlarımın. Kitaplardan ise Yüzüklerin Efendisi ile Ejderhamızrağı Destanı olmuştu bu yolculukta bana eşli eden.

Yurtdışına temelli gitmek hiç de öyle kolay bir iş değil. Vizesini, pasaportunu, biletini geçtim, taşınması bile başlı başına bir macera… Dediğim gibi götürebileceğiniz eşyalar sınırlı, belirli bir ağırlığın üstünü de götüremiyorsunuz zaten. Hele bir de bizim gibi denizaşırı bir ülkeye gidiyorsanız yandınız. Konteynır bul, nakliye firması ayarla, çıkarken gümrükle uğraş, bir sürü iş. Konteynıra sığdıramadığımız ufak tefek eşyalarımızı küçük el çantalarına tıkıştırmak zorunda kalmıştık. Herkese de ikişer çanta düşüyordu. En ağırı da benim kitaplarımın olduğu çantaydı. Kitapları gemiye yükletmemiştim çünkü gittiğimiz yerde okuyacak tek bir satır bile bulamayacağımı biliyordum. Ama başıma bu kadar iş getireceğini bilsem onları yanıma almazdım herhalde. İçinde sadece 6 kitap olmasına rağmen çanta çok ağırdı ve kimse taşımak istemiyordu. Hatta erkek kardeşimin “Senin kitapların, sen taşı!” dediğini çok iyi hatırlıyorum. Aldığım her kitabı benden önce okuyup her seferinde en heyecanlı yerini ben daha okumadan bana anlatan kardeşim… Havalimanında bir yürüyüşümüz vardı ki sormayın gitsin. Hepimizin elinde iki küçük çanta, yüzlerde yükümüz hiç de ağır değilmiş gibi bakmaya çalışan bir ifade, çantaların ağırlığı altında parantezleşen bacaklar… Yengeç gibi yalpalaya yalpalaya gidişimizi, karşılaştığımız görevlilere kıpkırmızı olmuş suratlarla “Hiç ağır değil. Hnng!” diye inleyerek sırıtışımızı hiç unutamıyorum.

Gittiğiniz memlekette aylarca geminin limana yanaşmasını beklemek de üstün bir sabır gerektirir. Emanet koltuklarda oturup emanet yataklarda uyurken resmen kendi eşyalarınız burnunuzda tüter. Gemi yanaştığında sevinçle gidersiniz limana ama unuttuğunuz bir şey vardır. Tekrar gümrükle uğraşmanız gerektiği… Üstelik burada yabancısınızdır. Dillerini bilmez, âdetlerini anlamazsınız. Karşı tarafın size olan bakış açısı da “yolunacak kaz” şeklinde olunca işler hiç de beklediğiniz gibi gitmez. Sevinçle gittiğiniz limandan hüzünle dönerken bulursunuz kendinizi. Arkanıza bakıp sıra sıra konteynırların arasında olduğunu bildiğiniz eşyalara seslenirsiniz; “Merak etmeyin, geri geleceğim!”

Orada geçirdiğim 3 yıl boyunca hem dillerini öğrendim hem de yemeklerini yememem gerektiğini… Mesela adı Pastila olan ve üzerine pudra şekeri dökülen kıymalı börek. “Böyle yemek mi olur Allah aşkına?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Olur, orada var… Neyse ki orada yaşayan yakın akrabalarımız vardı da çoğu konuda sıkıntı çekmedik. Sağ olsunlar hiç çekinmeden bize evlerini açtılar, yemeklerde masalarında bize de yer ayırdılar. Onlar olmasaydı çok zorlanırdık çok. Buradan kendilerine selam olsun.

Nereden çıktı şimdi Fas? Cevap basit; Facebook’tan… Orada tanıdığım ve yıllardır görüşmediğim bir arkadaşım beni listesine eklemiş. İki-üç gündür onunla muhabbet edip eski günleri yâd ediyoruz. Onunla konuşurken aklıma bunlar geldi, yazayım dedim. Şimdi bunları yazınca da aklıma orada yaşadığım bir sürü hatıra geldi. Onları da başka bir yazıda anlatırım belki. Belki…