28 Kasım 2015 Cumartesi

Özüne Sadık Bir Film: Küçük Prens

Yüreğiyle bakmayan kişi gerçeği göremez…


Küçük Prens deyince aklınıza ilk olarak ne geliyor? Büyüklerin inatla şapka olarak gördüğü fil yutmuş yılan resmidir belki de zihninizde ilk canlanan. Ya da gün batımını günde kırk üç kez seyredebileceğiniz kadar küçük gezegenini hatırlıyorsunuzdur kahramanımızın. Veya o nazlı mı nazlı, güzel mi güzel güldür aklınıza düşen, tıpkı Prens gibi…

Cevabınız ne olursa olsun hepimizin fikir birliğine varacağı tek bir nokta var; o da Antoine de Saint-Exupéry’nin 1943 yılında kaleme aldığı Küçük Prens’in sadece sıradan bir çocuk masalı değil, aynı zamanda yetişkinlere yönelik eşsiz bir mesaj olduğu. Kaç yaşında olursak olalım her okuyuşumuzda farklı bir anlam çıkarırız o bir avuç sayfasında anlatılanlardan. Küçük bir çocukken nasıl bir yetişkin olmak istemediğimizi, koca bir yetişkinken de içimizdeki çocuğu kaybetmemek için ne yapmamız gerektiğini öğreniriz âdeta. Ne kadar tuhaf, değil mi? Ve ne kadar büyüleyici… İşte bu yüzde “7’den 70’e” tanımının en çok yakıştığı eserlerden biridir Küçük Prens. Bir bireyin büyürken kaybettiklerini, hayat denen bu çetin mücadelede “yetişkin olmak” adına neleri feda ettiğini ve aslında ne kadar da boş şeylerle uğraştığımızı anlatmak için masum bir çocuğun bakış açısından daha uygun ne olabilir ki?

Peki ruhumuzda böylesine derin izler bırakan bir eseri animasyon filmine dönüştürmek akıllıca bir seçim mi? Sinema hem ses hem de görme duyularımıza hitap ettiğinden duyguları yansıtmanın daha üstün bir aracıdır elbette, ancak bugüne dek ne gönül yarılarının beyazperdede hezimete uğradığını gördük de kitaplarımıza sarılıp “o şeyi” hiç izlememiş gibi yapmayı tercih ettik sayısını unuttuğumuz kerelerce. Ama korkmayın, çünkü ne mutlu ki söz konusu Küçük Prens’in son filmi olunca bunun tam tersi bir durum geçerli. Zira yönetmen Mark Osborne ve ekibi sadece kitabın özüne sonuna dek sadık kalmakla yetinmiyor, onu bir adım öteye, günümüze taşıyarak çok daha ilginç bir hâle getiriyor. Aynı masala bir başka küçük çocuğun gözünden bakmamızı sağlayarak…

23 Kasım 2015 Pazartesi

34. İstanbul Kitap Fuarı’nın Ardından


Bu yılki İstanbul Kitap Fuarı’na gitmek aklımın en karışık ve de çılgın köşelerinin ucundan bile geçmiyordu aslında. Kim gidecekti o kadar yolu? Hayır, İzmir’den İstanbul’a gitmeyi kastetmiyorum. O işin kolay kısmı! Bir uçağa atlayıp tüm yolculara iyi yolculuklar diliyor, sizinle aynı araca bindikleri için şimdiden şehadet getirmelerini çünkü daha sonra buna vakit bulamayabileceklerini tembihliyor, sonra da yüzlerindeki dehşet dolu ifadeye aldırmaksızın koltuğunuza oturup yolculuk sona erdiğinde bir türlü çözemeyeceğiniz kemerinizi bağlıyorsunuz. Ve hoooop! 45 dakika içinde İstanbul’dasınız. Asıl çile ondan sonra başlıyor! Çünkü havaalanından fuara gitmek, uçakla şehir değiştirmekten çok daha uzun ve de zorlu.

İşte bu yüzden yeni kitap kokusunun tüm cazibesine rağmen fuara gitmek gibi bir niyetim hiç ama hiç yoktu. Her şey bir Çinli, bir editör, bir ödül ve birkaç kuduz köpekle başladı… Cidden! Şöyle ki, bu yılki Hugo Ödülleri Rabid Puppies adlı grup yüzünden bir hayli karıştı bildiğiniz gibi. Ama en sonunda tüm o kaosu aşıp birinciliği kucaklayan kişi Üç Cisim Problemi adlı romanıyla Çinli yazar Cixin Liu oldu. İthaki Yayınları da bir kaplan edasıyla atılıp kitabın telif haklarını almaktan, üstüne çevirmekten, üstüne yayınlamaktan, onun da üstüne yazarını hem imza günü hem de bir panel için fuara getirtmekten geri kalmadı. Derken editörüm Alican Saygı Ortanca bana bir e-mail atıp Kayıp Rıhtım olarak Cixin Liu ile bir röportaj yapmak isteyip istemeyeceğimizi sordu. Biz de tüm soğukkanlılığımızla zil takıp oynadık tabii… Hugo Ödüllü bir yazarla röportaj… Bu fırsat kaçar mı? Kaçmaz! Az kalsın uçak kaçıyordu ama o başka mesele…

20 Kasım 2015 Cuma

Adalet - Kitap İnceleme


İmparatorluğa adalet gelecek… Basit bir slogan gibi görünen bu cümlenin arkasında yatan derin anlamı fark ettiğinizde Adalet’in son sayfalarını çeviriyor olacaksınız. Ve kitap bittiği için üzülürken bulacaksınız kendinizi…

Ann Leckie’nin bu ilk kitabının adını son yıllarda pek çok kez duymuştum ben de. Bir o ödülü kazanıyordu, bir bu ödülü. John Scalzi ve Patrick Rothfuss onu öve öve bitiremiyordu. Merakım had safhadaydı, ama endişelerim de öyle. Çünkü geçtiğimiz şu son 3-4 yıl içerisinde hangi ödüllü kitaba hevesle elimi atsam, onu bırakışım da o kadar hayal kırıklığıyla dolu oluyordu. Neyse ki Adalet onlardan biri değil…