31 Temmuz 2011 Pazar

Gösteri sanatının sınırlarında...


İzmir’in kurtuluşu tüm şehirde coşkuyla kutlanıyordu. Âdet olduğu üzere uzun bir fener alayı trampet ve borazanlar eşliğinde Kordon’u turlayıp milletin kulaklarına pas tıkarken, meşhur şarkıcılardan biriyse Gündoğdu Meydanı’nda konser vererek bu pası dökmeye çabalıyordu. Bense tüm bu hengâmeden uzakta, üniversiteden dostlarım olan Fatih ve Boran’la birlikte Üsküdar Çaycısı (sormayın) isimli mekânda oturmuş, neskafemi yudumluyordum. Boran’ı uzun zamandır görmediğimizden muhabbet muhabbeti açıyor, eski çapkınl… öhhö! hatıralarımızdan bahsediyor ve hasret gideriyorduk. 

Derken uzakta, Bayraklı tarafında havai fişekler atılmaya başlandı. Bir müddet konuşmayı kesip gösterinin tadını çıkarmaya başladık. Çeşitli renklerde ve şekillerdeki fişekler karanlık gökyüzüne yükseliyor ve ortalığı tam bir şenlik alanına çeviriyordu. Sonra tepenin üzerinde farklı ışıklar görülmeye başladı. Önce sağda, sonra solda derken geniş bir daire şeklini aldı ışıklar. 

“Vay…” dedi Fatih. “Adamlar ateş gösterisi bile hazırlamışlar.”

Gerçekten de ateşti bu… Yuvarlak bir şekil çizen alevler uyumlu bir şekilde dans ederek tepenin etrafını sarmış ve yine aynı ahenkle yukarı doğru yükselmeye başlamıştı.

“Prodüksiyon ekipleri artık işini biliyor hocam.” dedi Boran. “Baksanıza şu alevlerin uyumuna…” Etraftaki masalardan bir memnuniyet ve onay mırıltısı yükseldi.

Biz dâhil olmak üzere tüm masalar durmuş, hayran hayran ateş gösterisini izliyorduk. Sonra kırmızı mavi ışıklar görülmeye başladı tepenin dibinde. Ardından bir helikopter geçti tepemizden. İtfaiye helikopteriydi ve hızla tepeye doğru ilerliyordu.

“Eee, şey…” dedim, yerimde rahatsızca kıpırdanarak. “Bunun bir gösteri olduğundan emin miyiz?”

Değildi. Havai fişeklerin alevleri tepedeki otları tutuşturmuştu. Az önce gösteri sanatının ne kadar ilerlediğini hep birlikte överken şimdi şaşkınlıkla açılmış gözlerle tepeye bakakalmıştık. Sonra tüm müşterilerle birlikte önümüze döndük, içeceklerimizi bitirdik ve hızla ortamı terk ettik. O zamandan beri de oraya uğramıyor, gökyüzünde bir havai fişek patladığında utançla kızararak boynumu yere eğiyoruz.

28 Temmuz 2011 Perşembe

Çocuklar ölmesin

Doğu Afrika’yı etkisi altına alan kuraklık Kenya, Somali, Etiyopya, Cibuti ve Uganda’da hayatı olumsuz etkilemeye devam ediyor. Özellikle Somali’de durum içler acısı. Ülkenin güney bölgelerinde yaşayan halk, buraya yardım ulaşmadığı için ölümle burun buruna yaşıyor.

100 ailenin yaşadığı bir kampta birkaç saat içinde 8 çocuk hayatını kaybetti. Ülkede otorite olmadığı için hiçbir şeyin resmi rakamı yok. Kamplarda kaç kişi yaşıyor, kaç kişi hayatını kaybetti tam bilinmiyor.

SOMALI yazıp 3072'ye göndererek 5 TL bağışta bulunabilirsiniz.

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Dresden Dosyaları - Kitap inceleme


Benim adım Harry Blackstone Copperfield Dresden. Bu adı kullanarak beni çağırırsanız risk size aittir. Ben bir büyücüyüm. Chicago’nun merkezindeki bir büroda çalışıyorum. Bildiğim kadarıyla ülkede çalışan tek profesyonel büyücüyüm. Beni sarı sayfalarda ‘Büyücüler’ başlığı altında bulabilirsiniz. İster inanın ister inanmayın, orada bir tek ben varım. İlanım şöyledir:

HARRY DRESDEN – BÜYÜCÜ
Kayıp eşyalar bulunur. Paranormal soruşturmalar.
Danışma. Tavsiye. Makul fiyatlar.
Aşk iksirleri, bitmek bilmez servetler ve çılgın partiler
iş kapsamı dışındadır.

Kaç kişinin sadece ciddi olup olmadığımı bilmek için beni aradığını bilseniz şaşardınız. Ama öte yandan eğer gördüğüm şeyleri görmüş olsanız, bildiklerimin yarısını bilseniz herhangi birinin nasıl ciddi olmadığımı düşünebildiğini merak ederdiniz.

İşler tuhaflaştığında, geceleri size çarpan bir şey ışıkları yaktığında, başka hiç kimse size yardım edemediğinde beni arayın.

Numaram rehberde var.
Harry Dresden ile tanışın
Dresden Dosyaları, Amerikalı Jim Butcher’ın ilk romanı. Kendisi Codex Alera isimli bir başka serinin de yazarı ve bu iki eser kendisini birden fazla kez New York Times Bestsellers listesine taşımış. Dresden Dosyaları, diğer seriye göre daha fazla tanınıyor ve 2000 yılından beri maceraları yayınlanmakta. Hatta (kitapla pek alakası olmasa bile) dizi filme bile dönüştürülmüş bir eser. Ülkemize gelişiyse 2010 yılında, İthaki Yayıncılık tarafından gerçekleştirildi.

Kitabımızın kahramanı Harry Dresden, günümüz Chicago’sunda yaşayan gerçek bir büyücü. Annesi doğum esnasında hayata gözlerini yummuş. Onu tek başına büyüten ve bir sahne sihirbazı olan babası, adını üç büyük ustaya ithafen koymuş; Harry Houdini, David Copperfield ve meşhur illüzyonist Blackstone… Siyah uzun pardösüsü, mavi kot pantolonu ve kovboy çizmeleriyle western filmlerinden fırlamış gibi bir hali var. Hazırcevap kişiliğe ve iyi espri kabiliyetine sahip biri.

Harry, iksirler hazırlıyor, rüzgâra hükmediyor, etrafı ateşe verebiliyor ve ellerinden şimşekler fırlatabiliyor. Kısacası bir büyücüden bekleyebileceğiniz her türlü yetenek kendisinde fazlasıyla mevcut. Yine de tüm bu becerilerine rağmen insanların alay konusu olmaktan ve hor görülmekten kurtulamıyor. Tanıştığı herkes ona şarlatan gözüyle bakıyor ve bu fikirlerini yüzüne söylemekten de kaçınmıyorlar. Hem de alaycı kahkahalar eşliğinde… Bu Harry için hiç de iyi değil elbette. Aynı zamanda işi için de…

Harry tabiri caizse günlerini sinek avlamakla geçiriyor. Kiralarını ödemek için paraya ihtiyacı var, cebinde ise metelik yok. Neyse ki hâlâ onun yeteneklerine ihtiyaç duyan insanlar var. Özel Soruşturmalar müdürü Karrin Murphy gibi… Polis ne zaman sıra dışı bir olayla karşılaşsa ve durum içinden çıkılmaz bir hal almaya başlasa çareyi büyücümüzü aramakta buluyor. Genelde son çare olarak elbette… Hayır diyecek durumda olmayan Harry ise kendi ayağıyla belaların ortasına atılmak zorunda kalıyor.

Sizin de anlayacağınız gibi Harry tam bir yorgun savaşçı. Başı beladan kurtulmayan, hiçbir işi doğru gitmeyen, tüm iyi niyetine ve doğru olanı yapma çabalarına rağmen yanlış anlaşılmaktan kurtulamayan biri. Sevdiklerini ve kendini korumak adına büyü ilminin sırlarını açıklaması kesinlikle yasak. Fakat başta Murphy olmak üzere herkes bilgisini paylaşması yönünde üzerinde baskı kurmakta. Sessiz kaldığı zamanlarda da ya sahtekâr ya da hain damgası yemekten kurtulamıyor. Ama tüm bunlar onu işini yapmaktan alıkoymuyor. Büyük güç, büyük sorumluluk getirir felsefesini taşıyanlardan o da. Bu özelliğiyse onu daha fazla belaya bulaştırmaktan başka bir işe yaramıyor maalesef (bizim açımızdan bakarsak ne mutlu!). Eğer işler bundan daha kötü olamazdı diyorsanız bir daha düşünün çünkü işin içinde Dresden varsa her şey her an daha da berbatlaşabilir.

26 Temmuz 2011 Salı

Kusursuz Plan

Sıcak bir yaz gecesiydi. Genç kız böylesine güzel bir havada evinde oturmaktan sıkılmış, arkadaşında ders çalışma bahanesiyle ailesinden izin alıp dışarı çıkmıştı. Apartmandan çıkmadan önce merdiven boşluğunda kısa bir mola verip eteğini bel hizasından katlamayı ve bluzunun üst düğmelerinden birini açmayı da ihmal etmemişti tabi. Evde takındığı cici kız rolünü daha fazla sürdürmesine gerek yoktu ne de olsa.

Sokağa çıkıp havalı olduğunu düşündüğü bir tarzla ana caddeye doğru yürümeye başladı. Kendisini ilgiyle süzen mahalle erkeklerine küçümser bir bakış atıp, yanlarından geçti. Delikanlılardan biri ayağa kalkıp "Hey bebek! Bu gece benimle takılmaya ne dersin?" diye laf attı arkasından. "Ne kadar da banal." diye düşündü içinden. "Seninle takılacağımı düşünüyorsan tam bir salaksın yanee..." dedi kelimeleri yuvarlayarak, omzunun üzerinden geriye bakarken. Basit erkeklerle işi yoktu onun, özel olanı bekliyordu. Mükemmel olanı... Daha aşağısını kabul etmesine imkân yoktu. 

"Gerçek aşkı ne zaman bulacağım ben? Kusursuz sevgilimi?" diye mırıldandı kendi kendine. Sonra elini çantasına atıp en sevdiği kitabı çıkarttı. Kitabın kapağında kırmızı bir elma tutan bir çift el vardı ve büyük harflerle "Twilight" yazıyordu üzerinde. "Benim bir vampire ihtiyacım var. Neredesin mükemmel sevgilim?" diye hayıflandı kız, iç çekerek.

Adımları onu şehrin en gözde mekânlarından birine götürdü. Hiç düşünmeden içeri daldı ve ahşap barın önündeki yüksek taburelerden birine oturdu. Barmeni küçümseyici bakışlarla süzerek kendine içecek bir şeyler söyledi. Ardından kitabını açıp en sevdiği bölümlerden birini okumaya başladı. 
"Ah, en sevdiğim kitap." dedi sağ yanından bir erkek sesi.

Genç kız irkilerek yerinde hafifçe sıçradı. Sesin geldiği yöne döndüğünde hemen yanındaki taburede genç bir adamın oturmakta olduğunu gördü hayretle. Oysa bir saniye önce o taburenin boş olduğuna yemin edebilirdi. 
"Nasıl yani? Twilight sever misiniz?" diye sordu kız, kuşkuyla.
"Evet, bayılırım." dedi adam, dramatik bir tonda. Hareketlerinde garip bir abartı, değişik bir aşırılık vardı. Kız, böyle bir terimin farkında olsa bu tavırlarını teatral olarak adlandırabilirdi belki. Ama değildi... 
"Ne yazık ki gerçeğinin yanına bile yaklaşamıyor." diye devam etti adam, başını mutsuz bir biçimde iki yana sallayarak.
Bu laf üzerine kızın kaşları çatıldı. "Eğer gerçek vampir şöyle olmalı falan diyecekseniz hiç başlamayın yane. Ay, nedir bu Krokula takıntısı anlayamıyorum hiç!"
"Drakula..." diye düzeltti adam.
"Her neyse haltsa işte..." dedi kız, her zamanki gibi kelimeleri uzatarak ve yuvarlayarak.
"Ayrıca ben öyle bir şey demeyecektim. Kitap, vampirleri tam da olması gerektiği gibi yansıtıyor bence." dedi adam, kızın gözlerinin içine bakarak. "Zeki, etkileyici ve yakışıklı... Kusursuz âşık." 

24 Temmuz 2011 Pazar

Bir Akbil macerası

Bundan yaklaşık dört-beş sene evvel, nadiren yakaladığım yıllık izinlerimden birinde (az çıktığımı söylemiştim!) İstanbul'a gitmiştim. Giderken de babamın emektar akbilini yattığı tozlu çekmecelerden çıkarıp yanıma almayı ihmal etmedim. Tatilimin ilk gününü amcamların evinde ense yaparak... Aman, şey... amcamlarla geçirerek saadet dolu akrabalık geçmişimizi neşeyle yad ederek geçirdim. İkinci gün ise "Bu kadar aile saadeti yeter." diyerek Avrupa Yakası’na geçmeye ve birkaç arkadaşı ziyaret etmeye karar verdim. Hem de deniz otobüsüyle! Uzun zamandır binmemiştim ve çok özlemiştim doğrusu. Gerçi Kadıköy – Eminönü vapurlarının yerini tutmaz ama neyse… 

Hevesle evden çıktım ve soluğu Bostancı İskelesi’nde aldım. Fakat buraya gelmek akbilimdeki son kuruşların da bana elveda demesine ve kullanılmış biletler cennetine gitmelerine neden olmuştu. Yeniden dolum yapmam gerekiyordu. Etrafıma dikkatle bakındım ama bir tane bile gişe göremedim. Onun yerine, iskelenin bir köşesine şu otomatik dolum cihazlarından koymuşlardı birkaç tane. Makinelere şüpheyle yaklaştım. Daha önce hiç kullanmamıştım çünkü. Üzerindeki talimatlara şöyle bir göz attım ve her şeyi iyice okudum. 


“Nasıl bir terslik olabilir ki?” dedim, kendi kendime. Sonuçta bir sürü insan kullanabiliyordu bunu, benim ne eksiğim vardı? Sonra parayı yerleştirdim, akbili yerine koydum ve… 

Bzzzt! 

Makine hata verdi ve paramı yuttu! 

“Harika…” dedim bezgin bir sesle. "Nasıl başka türlü olabilir ki?" Ardından hemen yetkili birini aramaya başladım. 

İçeride bir güvenlik görevlisi vardı. Ona durumu anlatmaya çalıştım ama pek oralı olmadı. 
“Form doldurmanız gerek.” dedi. “Arkadaşlar makinedeki parayı saydıktan sonra fazla çıktığına kanaat getirirlerse yarın gelip paranızı alabilirsiniz.” 
Yarın mı? “İyi de ben yarın burada değilim ki! Bu gece İzmir’e uçacağım.” dedim ben de. Adam yine oralı olmadı. Yavaş yavaş sinirlenmeye başlıyordum, görevliyse ukalaca gülmekle meşguldü. 

O esnada ellili yaşlarında bir kadın yanaştı yanımıza ve “Makine paramı yuttu!” diye beyan etti. Adamın yüzündeki alaycı gülümsemenin yavaşça solması bana garip bir keyif verdi doğrusu. Görevli hafifçe boğazını temizledi ve “Form doldurmanız lazım. Arkadaşlar makinedeki parayı…” 

Ama sözünü bitirmeye fırsat bulamadı. 

“Ben form falan dolduramam! Yalan mı söyleyeceğim kardeşim? Paramı isterim!” dedi kadın, cazgır bir şekilde. 
“Benim de paramı almam lazım, yarın şehir dışında olacağım.” dedim ben de, fırsattan istifade ederek adamın üstünde baskı kurmaya çalışıyordum kendimce. Ayrıca söylediğim de yalan değildi, hakikaten de yarın İzmir’e uçuyordum ne de olsa. 

Görevli bir bana bir de kadına baktı sonra da “Beni takip edin.” dedi biraz da mecbur kalarak. Bizi arka tarafta bir odaya götürdü. Burada bir başka görevliyle bir süre tartıştıktan sonra tekrar yanımıza geldi. 

“Tamam, paranızı iade edeceğiz. Kaç para kaptırdınız?” diye sordu. 
“On.” dedim. 
“Yirmi.” diye yanıtladı kadın. 

Adam tekrar içeri girdi ve iki form çıkarıp doldurmamızı rica etti. Ardından da paramızı iade etti. Teşekkür edip oradan ayrıldık. Tam kapıdan çıkarken teşekkür etmek amacıyla yanımdaki teyzeye döndüm. O esnada kadın çılgınca bir kahkahayla bana dönüp şöyle dedi; 

“Keşke elli lira kaptırdım deseydim! Hehehehe!”

22 Temmuz 2011 Cuma

Seçkide İkinci Yıl !


Bundan iki yıl kadar önce birkaç arkadaş, bir yolculuğa çıkmaya karar verdik. Aylık olarak yazacağımız öyküleri, bir şekilde bu türü seven okurlarla buluşturmak niyetiyle çıktığımız bu yolculuk; zamanla okurlarının da sadık katılımıyla büyüdü. Gelişti. Çığ gibi büyüyen bu oluşumun adına da “Aylık Öykü Seçkisi” dedik. 2009′un Haziran ayında ise “Göl” temalı ilk öykümüz yayınlandı ve maceranın fitili ateşlenmiş oldu.

İşte iki yıl önce başladığımız bu serüven, hız kaybetmeden siz değerli okuyucularımız eşliğinde yayın hayatına devam ediyor. Bu ay da, tıpkı ilk yılımızda olduğu gibi yine sizler için özel bir seçki hazırladık. Kayıp Rıhtım sitesinin en aktif yazarlarının, seçkimiz için yazmış oldukları “Kayıp Rıhtım” temalı öyküler sizleri bir maceradan diğerine sürükleyecek. Her bir yazarın Kayıp Rıhtım’ı ana tema olarak kullandığı bu hikayeleri okurken bizler envai çeşit duyguya gark olduk: Korku, hüzün, sevinç, heyecan, umut… Ama en çok da umut! Bir avuç gencin başlattığı bu yangın, şimdi yüzlerce öyküyle hayallerimizi aydınlatmak niyetinde. Eminiz ki sizler de bu düş sağanağından bizim kadar keyif alacaksınız.

Peki bu öykü seçkisinde kimler mi var? Dilerseniz gelin şimdi hangi yazarımız hangi öyküsüyle teşrif etmiş, hep beraber göz atalım.
- Maket adlı öyküsü ile Alper Kaya
- Limbo adlı öyküsü ile Beyza Taşdelen
- Kayıp Rıhtım’ın Çağrısı adlı öyküsü ile Buğra Şenyüz
- Kaptanın Sandığı adlı öyküsü ile Burcu Durukan
- Kaybolan adlı öyküsü ile Can İnal
- İsyan adlı öyküsü ile Hazal Çamur
- Papyonlar Havalıdır! adlı öyküsü ile Kürşat Toker
- Kayıp Rıhtım’da Bir Yabancı adlı öyküsü ile M. İhsan Tatari
- Fedâiyan-ı Gaib Rıhtım adlı öyküsü ile Mehmet Berk Yaltırık
- Rıhtım’da Bir Deli adlı öyküsü ile Özgürcan Uzunyaşa
- Kötü Kokular Mutfağı adlı öyküsü ile Onur Selamet
- Altın Çağ adlı öyküsü ile Tarık Kaplan
İşte bu öykülerle ikinci yılımızı kutladık. Belki havai fişekler patlamadı yahut sizlere bir karnaval eğlencesi sunamadık. Ama inanıyoruz ki yukarıdaki kalemlerden dökülenlerin gücü, bütün karnavallardan daha renkli hayallere mürekkep olabilecek çizgide. Edgar Allan Poe’nun da dediği gibi: “Bu seçkiyi, düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara adıyoruz.”

Gelelim gelecek ayın seçkisine. Ağustos ayı için öykülerinizi yazmaya şimdiden başlayabilirsiniz! Gelecek ay kalemlerinize çarpacak temamızsa "İntihar" oldu! Her zamanki gibi öykülerinizi kayiprihtim@gmail.com mail adresine gönderebilirsiniz.

Herkese, bizi bugüne kadar yalnız bırakmadığı için bir kez daha sonsuz teşekkürler, iyi okumalar.

Sevgiler,

Hakan “magicalbronze” Tunç & Onur “DarLy OpuS” Selamet

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Aradığınız kişi şu anda güneşleniyor

Üzerinize afiyet, geçtiğimiz hafta yıllık izine çıktım. Üç yıldır bir gün dahi izin kullanamadığımdan bu benim için çok hoş bir değişiklik oldu doğrusu. Hazır bizim kabile anneannemlerin yazlığındayken bu fırsatı kaçırmayayım dedim ve soluğu orada aldım. 

İzmir'in Balıklıova adında ufak bir sahil kasabasında yazlık evimiz. O kadar sulamamıza rağmen her daim sarı kalan çimlerimiz, komando eğitimi almış sivrisineklerimiz, gürültücülükte sınır tanımayan komşularımız (her gece havai fişek patlatıyor adamlar, daha ne olsun?) her yaz olduğu gibi yine oradaydı. Pazar günleri yerden mantar gibi bitiveren, eniştemin  Kum Komandoları olarak adlandırdığı günübirlik tatilcileri de unutmamak gerek elbette. Tatil yapmak herkesin hakkı tabi ki ama bize de bir karışlık kum bıraksaydınız çok makbule geçecekti. Haydi kumu geçtim, ayağımızı sokacak boşluğa bile razıydık. Her neyse...

"Eee, tatile gittin. Yok mu bir yaz aşkı?" diyenlere cevabım ise şu: Biriyle çok yakınlaştım ama çok acı bıraktı bende. Hain çıktı! Pis deniz kestanesi...

Sonuç olarak aile erbabı ve susturucu takmış sivrisineklerle dolu güzel bir dört gün geçirdim. Kafamdaki bütün problemleri ise kızgın kumlardan serin sulara atlarken, mayom ile havlum arasında bir yerlerde kaybettim. Bu arada ben tatildeyken yaptığınız yorumları, gönderdiğiniz mailleri vb. göremedim haliyle. Ama bu konuda beni hoş göreceğinizi tahmin ediyorum. Görürsünüz, değil mi? Görürsünüz, görürsünüz...

Sağlıcakla kalın...

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Koşu bandı

Kız kardeşimin eşi ( VI. Ali Paşa ) çok eskiden bir koşu bandı almıştı kendine. Şişman falan olduğundan değil efendim, tamamen spora olan müthiş saygı ve sevgisinden dolayı. Kendisine şişman diyenlerin üzerine oturup onları ortadan kaldırdığı sadece bir mübalağa  olup midesinin etrafındaki şişkinliğin de sadece çok gelişmiş bir kas yığını olduğu kafasına balyozla vurulan bir hekim tarafından onaylanmıştır.

Her neyse, geçtiğimiz günlerde artık koşu bandına ihtiyacı kalmayan Ali, meşhur alım-satım sitelerinden birine girmiş ve aleti şatışa koymuş. O akşam da yemeğe bize davetlilerdi. Hep beraber oturduk, bir güzel yemeğimizi yedik. Yemeğin ardından da sofra başı muhabbetlerimiz başladı. Biz konuşurken haberleri kaçırmak istemeyen babam ise oturma odasına geçmişti. Sohbet sohbeti açarken laf döndü dolaştı koşu bandına geldi.

"Ben onu satıyorum ya." dedi Ali.
"Ya? Gerçekten mi?" diye sordu annem.
"Evet, bugün internette satışa koydum. Hatta talibi bile var." dedi Ali. "Fotoğrafını göstereyim isterseniz." diye ekledi ardından.

Olur dedik, kalktık hep beraber oturma odasına geçtik. Ali bilgisayarın başına oturdu, ben, kız kardeşim ve annem ise hemen onun arkasındaydık. Bizi böyle gören babam meraklandı tabi. Nasıl meraklanmasın ki? Dört kişi birden heyecanlı adımlarla odaya girmiş, hevesli bir şekilde sırıtarak bilgisayara bakıyorduk.

"Ne oldu?" diye sordu babam. "Bir şey mi oldu yoksa?"
"Hayır, yok bir şey." dedi bakışları ekrana sabitlenmiş olan annem.
"Neye bakıyorsunuz peki?" diye sordu babam.
"Koşu bandının resimlerine bakıyoruz." diye yanıtladı annem, dalgın bir sesle.

Babamın verdiği cevap hepimizi gülmekten yerlere yatırmaya yetti de arttı bile...

"Ne? Kuşum Aydın'ın resimlerine mi bakıyorsunuz?"

12 Temmuz 2011 Salı

Zaman tozutan sokaklar

Bu makale ilk olarak Kayp Rıhtım'da yayınlanmıştır.

Üstat Sadık Yemni’yi duymuşsunuzdur. Efendim? Duymadınız mı? Eh, çok şey kaybetmişsiniz o zaman. Hem de tahmin edemeyeceğiniz kadar fazla… Ama zararın neresinden dönerseniz kardır derler. O yüzden Sadık Yemni’nin bir kitabını okumak için henüz çok geç değil. Peki, hangisinden mi başlayacaksınız? Eh, buyurun size son çıkan kitaplarından ikisinin tanıtımı…
Kimdir Sadık Yemni?

Sevgili üstat, son zamanlarda içimizden çıkan en büyük ve en yetenekli fantastik yazarlardan birisidir. Gerçi onu sadece fantastik edebiyat yazarı olarak tanımlamak haksızlık olur çünkü başta polisiye olmak üzere pek çok alanda gayet başarılı eserlere sahip. Zaten kendisi de hikâyelerini belli bir kalıba koymak yerine onları bir potada eritip hepsini “Tuhaf ötesi öyküler” olarak tanımlamakta… Tuhaf ötesi, yazarın hikayeleri için güzel bir tanım çünkü gerçekten de öyleler. Paralel evrenler, doğaüstü olaylar, açıklaması güç gerçekler… Bu saydıklarımızın hepsi onun öykülerinin temel noktasını oluşturuyor. Öykülerinin bir başka ortak noktasıysa hemen hemen hepsinin içinde yer alan kahramanların tıpkı yazarın kendisi gibi içimizden birileri olması ve maceraların bizim topraklarımızda geçmesi.
Zaman tozutmaya başlayalım
Tanıtacağımız ilk kitap olan “Zaman Tozları”, Metin Civerek isimli bir gencin başından geçen esrarengiz olayları konu alıyor. Bir lise öğrencisi olan Metin, yağmurlu bir günde arkadaşlarıyla birlikte gezerken korkunç bir kaza geçirir. Arkadaşları hayata gözlerini yumar fakat Metin dört gün komada yatmasına rağmen mucizevî bir şekilde hayatta kalmayı başarır. Olayın şaşkınlığını henüz tam olarak üzerinden atamamışken bir de kafasının içinde gizemli bir ses duymaya başlar üstelik. Çok geçmeden ses, onu bir internet kafeye yönlendirir ve burada hayli sıra dışı bir biçimde Metin’e küçük bir armağan sunar; zamanı durdurabilen minik bir topçuk…

10 Temmuz 2011 Pazar

Biz bunu istiyoruz: The Kingkiller Chronicle



Kayıp Rıhtım ailesiyle büyük bir projeye giriştik bugünlerde; Biz Bunu İstiyoruz... Uzun zamandır dilimize çevrilmeyen eserlerin çokluğundan yakınıp duruyorduk. Mesela Ursula Le Guin'in pek çok ödül almış kitabı "Rüyanın Öte Yakası" bize ancak kırk yıl sonra ulaşabilmiş. İnanabiliyor musunuz, 40 yıl!

Haydi, o gene bir şekilde ulaşmış. Şu sıralar dünyayı kasıp kavuran Taht Oyunları serisine ne demeli? Dünya çapında beşinci romanına ulaşan serinin ülkemizde sadece ilk kitabı basılmış. Basılmayan daha neler neler var, bir bilseniz. İşte böyle doğdu "Biz Bunu İstiyoruz" projesi. Aylar boyunca ekip olarak çalıştık, didindik ve onlarca sayfa tutan çeviriler yaptık. Ben de bu güzel ekibin bir parçası olma mutluluğunu yaşadım üstelik.

Lafı fazla uzatmadan sizleri sitede yayınlanan tanıtım yazısı ve önokumasıyla, röportajları ve yorumlarıyla projemizle başbaşa bırakıyorum.

Keyifli okumalar...

Fantazyanın büyülü dalgalarında sürüklenen bizler, asla elimizdekiyle yetinmedik. Hayır, hayal gücünün sınırlandırılmasına katlanamadık ve her zaman daha fazlasını istedik. Ve bir gün, nisan ayının başında, tüm bunların sonucu olarak “Biz Bunu İstiyoruz!” doğdu.
Biz Bunu İstiyoruz, hep uzaktan baktığımız ve dilimize çevrilse bile o vakte kadar yılların geçtiği kitapları okumanın bizim de hakkımız olduğunu haykıran, baş kaldıran ve sizlerin, herkesin, isteğini özgürce dile getiren bir projedir. Ama tek başına bir duruş olmaktan öte, bizlerin sizlere sunacağı çeşitli bilgilendirmeler, arka kapak yazıları, yabancı okurların incelemeleri, yorumları ve en önemlisi kitapların ön okumaları ile bütünleşen bir çalışmadır bu.
Bundan sonra, sizler ve bizler, okumak istediklerimizi bu proje altında duyuracak, o kitaplardan haberdar olmayanları bilgilendirecek ve her daim tek bir bütün olarak fantastik ile bilimkurgunun, ebedi diyarlarında sessimizi duyuracağız.
Çünkü: “Biz Bunu İstiyoruz!

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Dünya küçük mü demiştim?

Hava limanında çalışırken birbirinden ilginç insanlarla tanışma şansınız oluyor. Ben de pek çok değişik kişiyle tanışma ve muhabbet etme imkanı bulmuştum. Mesela tatili esnasında duyduğu bir şarkıyı söylemeye çalışan ama beceremeyen Fransızlar... Siz hiç "Uzun ince bir yoldayım" türkümüzü Fransızca dinlediniz mi? Dinlemeyin zaten, hiç tavsiye etmiyorum! Sağır olma riskiniz var bir kere.

Uçağı rötar yapınca canı sıkılan Alman kadın vardır bir de... Bize zorla Tarkan'ın "Ölürüm Sana" albümünü açtırmış, üstüne bir de dans etmemizi istemişti. "Dans ederseniz albümü satın alacağım." demişti bir de. Etmedim tabi ama müdürüm etti. Vallahi! Çok enteresan bir görüntüydü doğrusu. Kadın mı? CD'yi almadan gitti...

Fakat bunlardan hiçbiri şimdi size anlatacağım İngiliz kadar enteresan değildi. Uzun, çok uzun boylu, sarışın bir adamdı hatırladığım kadarıyla. Elinde Osmanlı İmparatorluğunu anlatan Türkçe bir kitap vardı ve soran gözlerle etrafına bakınmaktaydı. Kibarca yanına yaklaşıp, "Yardımcı olabilir miyim?" diye sordum. Yüzüne bakabilmek için başımı iyice geriye yaslamam gerekiyordu.
"Evet, lütfen." dedi. "Osmanlılara hayranım ve onlarla ilgili bir şeyler satın almak istiyorum. Fakat İngilizce olarak yazılmış iyi bir kitap bulamıyorum."
"Sanırım aradığınız şey bizde var." diyerek onu İngilizce bölümüne yönelttim. Kitapları görünce sevinçten gözleri parlamıştı. Hemen birkaç tanesini eline alıp hevesle incelemeye başladı.

Açıkçası yabancı uyruklu birinin tarihimize böylesine bir ilgi duyduğunu görmek beni hem gururlandırmış hem de meraklandırmıştı. O da yüzümdeki merak çizgilerini (ya da bir karış açık ağzımı) görmüş olacak ki gülümsedi ve "Ben aslında Müslümanım." dedi. "Göbek adım Mehmet."
"Öyle mi? Benim göbek adım da Mehmet, ne tesadüf." dedim. El sıkışıp güldük.
"Tarihimizi öğrenmeye çalışıyorum. Türkiye'ye ilk kez geliyorum. Fas'ta büyüdüğüm için Türkçe bilmiyorum." diye devam etti sonra da.
"Fas mı?" dedim şaşkınlığım bir kat daha artarak. "Ben de 3 sene orada yaşadım."
Şaşırma sırası şimdi adamdaydı. "Öyle mi? Hangi şehir?" diye sordu.
"Tanca." 
"Ya? Ben de Tanca'da büyüdüm zaten!" dedi adam.
Gözlerimizi kırpıştırarak birbirimize bakakaldık.
"Dünya gerçekten de küçük." dedi sonunda adam gülerek. Sonra omzunun üzerinden geriye baktı. "Karım bu tarz kitapları almamdan hoşlanmıyor. Satın aldığımı görmemeli, bana yardımcı olabilir misiniz?" diye ekledi.
"Merak etmeyin, hallederiz." dedim ben de. Gizlice kitapları çantasına yerleştirdik, parasını ödedi ve vedalaştık.

Arkasından bakarken bir tuhaf oldum. Biri gelip de "Gün gelecek aynı şehirde yaşadığın, göbek adı Mehmet olan bir İngilizle tanışacaksın." dese ona bir yerleri... öhöm!... ona kahkahalarla gülerdim herhalde.

Hayat gerçekten de sürprizlerle dolu.

Little world art by khoraxis

5 Temmuz 2011 Salı

Bol Bel geliyor!



Sevgili Aşkın GÜNGÖR yeni bir kitap çıkaracağı haberi ile kapımı çaldı bugün. Üstelik oldukça özgün bir fikir ve enteresan bir karakter barındıracak bir kitap bu. Şahsen okuduklarım oldukça ilgimi çekti, ben de sizlerle paylaşayım dedim. Neyse, sözü fazla uzatmadan Aşkın ağabey'in yazısına buyur edeyim sizleri.


Her gönülde bir aslan yatar” derler ya, işte o hesap, çooook uzun zamandır aklımda olan, yazmayı istediğim bir seri vardı. Bir dedektiflik serisi.
Adı olan bir seri değildi bu. Aklımda birikeduran fantastik, gizemli olayları “adı olmayan” bu serinin “adı olmayan” dedektifine mal ediyor, onun çözeceği bilmeceler haline getiriyor, bunu da arsızca bir keyifle yapıyordum.
Gün oldu, devran döndü. Hayalimdeki adsız kahraman beynimin kıvrımları arasında da olsa ete kemiğe bürünmeye başladı. Önce sıfatı, sonra yaşadığı dünya, sonra lakabı… ve gelişimin doğal sonucu olarak serinin genel adı oluştu: Gizemli Şeyler Dedektifi Bol Bel’in İnanılmaz Serüvenleri.
Ve ilk macerası yazıldı tabii:Sözcük Korsanı.
Dedektif Bol Bel, ergenlik sonrasında Bırak Artık Çocukluğu Yetişkin Ol Fakültesi’nde (BAÇYOF) okumak zorunda kalan, ancak bundan hiç de hoşnut olmayan biridir. Çünkü orada ‘Çocukları Görmeme Teknikleri’, ‘Dayağa Giriş’, ‘Üç Aşamalı Azarlama’, ‘Çizgiromanları Yakma’, ‘Fantastik ve Bilimkurguyu Kötüleme’ gibi derslere girmek zorundadır. Öyle uyumsuz davranır ki, sonunda ÖBÇOK cezası alarak okuldan BAÇYOF’tan atılır. ÖBÇOK, Ömür Boyu Çocuk Olarak Kalmak demektir ve Bol Bel bu cezayı severek kabullenir. Ama böyle olunca yetişkinlerin çalıştığı hiçbir işte çalışamaz. Bir müddet Tilki Tilki Saatin Kaççılık, El Yakmacılık, Kaydırakçılık, Yakan Topçuluk gibi işlerle iştigal etse de sonunda dedektiflik mesleğini icra etmeye karar verir. Doğrusu iyi de olur.
Yazının devamına buradan ulaşabilirsiniz. Sevgili Aşkın Güngör'e şimdiden başarılar diliyorum. Dilerim bu güzel fikrin okuru da bol olur. 

Beklemedeyiz efendim.

3 Temmuz 2011 Pazar

Kehanet ( Bölüm 5 ) -Son-

Kenn çaresiz bir biçimde uzanmış, ölümün soğuk kollarının kendisini kucaklamasını beklerken derin ve güçlü bir ses çalındı kulaklarına; “Ayağa kalk cesur savaşçı.”

“N-Ne?”

“Ayağa kalk ve bana katıl.”

“Sen de kimsin?” dedi Kenn, başını yattığı yerden hafifçe kaldırarak. Görüşü tekrar düzelirken beyaz sakallı, mavi cüppeli bir adamın kendisine baktığını gördü hayretle.

“Ben büyücü Merlin, Avalon’un hükümdarı.” dedi yaşlı kişi gururla. “Krallığıma hoş geldin Kenn Wulf.”

“Adımı nereden biliyorsun?” diye sordu yavaşça ayağa kalkarken. Mızrağın saplandığı yere baktığında tişörtünün hâlâ delik olduğunu gördü. Göğsündeki ölümcül yara ise kaybolmuştu.

“Çünkü sen kaderini önceden görmüş olduğum ve kehanette adını zikrettiğim o savaşçısın Kenn. Tam 1500 yıldır seni bekliyorum.”

“Şey… Beklettiğim için üzgünüm.” diye mırıldandı Kenn şaşkınlıkla. “Yani o kehaneti yazan sen miydin? Madalyonları yapan?”

“Onu ve daha pek çok şeyi…”

“O halde doğru… Madam haklıydı.”

“Elbette… O çok güçlü bir Görücü Wulf, kadını hafife almamalısın. Kendini de öyle… Omuzlarında çok büyük bir yük var savaşçı, insanlığın kaderi senin başarıp başaramamana bağlı çünkü.

“Tipik bir seçilmiş kişi senaryosu yani…” dedi Kenn, sıkıntı ile oflayarak. “Neden hep kirli işlerinizi bize yaptırırsınız ki?”

“Kurallar böyle Wulf, karışmamız yasak. Sadece yol göstermeye iznimiz var.”

“Siz de kimsiniz? Ve bu kuralları da kim koyuyor böyle.”