30 Kasım 2010 Salı

Dilden dile şiir

Değerli yazarımız Orhan Veli'nin "Sizin için" isimli şiirini bilir misiniz? "Sizin için, insan kardeşlerim,
Herşey sizin için..." dizeleri ile başlar bu şiir ve tüm insanlığa seslenir usta yazarımızın kaleminden... Güzel olduğu kadar eski bir şiirdir de... "İyi hoş güzel de, nereden çıktı şimdi bu şiir?" dediğinizi duyar gibi oluyorum (Ah, pardon. o kapının ziliymiş). Şarküteri isimli blog sayfasının değerli yazarı YEC, bu şiirle ilgili çok güzel bir projeye imza atmış da ondan... Nasıl bir proje mi? Şöyle efendim. 

Sevgili YEC bir gün "Karşılaştığım insanlardan birer kelime toplayıp bunları uhuyla bir film şeridine yapıştırsam nasıl olur acaba?" diye düşünmüş kendi kendine. "Hatta bu kelimeler birleşip bir şiir yapsa, bu şiir de tüm insanlığa seslenip evrensel değerlere atıfta bulunsa ne güzel olur." diye devam etmiş ardından. Bu fikri o kadar çok hoşuna gitmiş ki sadece bir düşünce ile kalmasına gönlü razı olmamış ve almış eline kamerasını, başlamış diyar diyar dolaşmaya. Diyar diyar dediğimde abarttığımı sanıyorsanız çok fena yanılıyorsunuz sevgili okur. Çünkü bu proje esnasında yapılan çekimler Miami plajlarında başlıyor, New York'un meşhur Times meydanı ve Central Park'ında devam ediyor. Ardından JFK Hava alanına, oradan da bir uçağın içine uzanıyor. Çanakkale'de şöyle bir tur attıktan sonra ise soluğu çok kıymetli, 86 yaşında bir teyzenin dibinde alıyor. Şiiri tam 20 farklı ülkeden 31 kişi farklı farklı zamanlarda seslendirmiş ve bu kelimeler daha sonra YEC tarafından birleştirilmiş. Ortaya da oldukça güzel ve bir o kadar da anlamlı olan bu video çıkmış. Ayrıca videonun nasıl ortaya çıktığı, çekim sırasında neler yaşandığı oldukça güzel, keyifli ve eğlenceli bir dilde anlatılmış. Merak ederseniz kamera arkası hikayesini buradan okuyabilirsiniz ( -ki bence kesinlikle okumalısınız, çok keyifli). Yazının uzunluğu gözünüzü korkutmasın, okumaya başladığınız anda kendinizi öyle bir kaptırıyorsunuz ki sormayın gitsin. Bir de bakmışsınız ki bitivermiş.

Neyse; lafı fazla uzatmadan sizi o video ile baş başa bırakayım. Karşınızda "Sizin için", iyi seyirler...




27 Kasım 2010 Cumartesi

Parlak Taşlar ( Bölüm 1 )

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

Xak Tsaroth derin bir gümbürtüyle sarsıldı. Etraf çatırtılar, yıkılma sesleri ve koca taşların düşüp parçalanarak çıkarttıkları seslerle yankılanıyordu. Az ileride, yol arkadaşlarının içinde bulunduğu kazandan bozma asansör ağır ağır yukarı çıkmaktaydı. Derken aniden bir sarsıntı oldu ve kazan yirmi beş – otuz santim kadar düştü. Ardından sarsılarak durdu ve yavaş yavaş yeniden yükselmeye başladı.

“Mekanizma…” dedi Sturm.
“Ya bozuldu ya da Ejderanlar bizi fark ettiler ve bozmaya çalışıyorlar.” dedi Tanis.
Tam o esnada “Ejderanlar!” diye bağırdı Tas tiz bir sesle, yukarıyı işaret ederek. Ejderanlardan oluşan ufak bir grup, asansörün çıkış noktasında kılıçlarını çekmiş bir vaziyette kendilerini bekliyorlardı.
“Yapabileceğimiz hiçbir şey yok.” dedi Sturm sıkıntıyla.
“Geri çekilin.” dedi Raistlin sallana sallana ayağa kalkarak.
“Raist yapma! Çok zayıfsın.” dedi kardeşini kolundan yakalayan Caramon.
“Tek bir büyü yapacak kadar gücüm var.” diye öfkeyle fısıldadı büyücü.
“Caramon’un kalkanın arkasına saklan.” dedi Tanis aceleyle. Koca adam hiç beklemeden bedenini ve kalkanını kardeşinin önüne siper etti.
Raistlin konuştu. Caramon kalkanını hareket ettirdi; büyücü ince parmaklarını açtı. Elinden ak bir top fırladı ve ejderanlardan birini tam göğsünden vurdu. Diğer ejderanlar arkadaşlarının başına geleni görünce ve aşağıdan yaklaşmakta olanlardan birinin büyü kullanıcısı olduğunu anlayınca öfkeyle tısladılar. Bir anlık tereddütten sonra hızla dönüp kaçmaya başladılar. Bu sırada da kazan yukarıya yaptığı yolculuğu tamamlamış, yol arkadaşları Xak Tsaroth’dan kaçmayı başarmışlardı.

Bir müddet sonra çatırtılar ve sallantılar azalmaya başladı. Ardından da yavaş yavaş kesildi. Kadim şehir sallantılara dayanmış ve her şeye rağmen yine de ayakta kalmayı başarmıştı. Ne de olsa burası Afet’e bile dayanmıştı. Yani hemen hemen… Ortalık iyice sakinleştiğinde lağım cüceleri ya da kendi dillerinde Agharlar saklandıkları yerlerden birer birer çıkmaya başladılar. İlk başta ufak bir şaşkınlık vardı üzerlerinde. Hoş, lağım cücelerinin üzerinde hep bir şaşkınlık vardır zaten. Xak Tsaroth’un tozlu meydanında toplanıp, gözlerini kırpıştırarak etraflarına bakındılar. Etrafta hiç ejderan ya da kendi dillerinde “patron” görünmüyordu. Hava-şaklatan’ın (kamçıya verdikleri isim de buydu) sesi de duyulmuyordu ayrıca.
“Hiç patron yok?” diye sordu lağım cücelerinden biri.
“Patron yok…” diye fısıldadı bir diğeri, kirli eliyle çenesini sıvazlayarak.
Bir an için sessizleşip birbirlerine boş bakışlarla baktılar. Sonra bariz gerçek, yavaşça ağır işleyen akıllarında belirmeye başladı.
“Biz özgür…” dedi içlerinden biri. “Patron yok, biz özgür!” diye bağırdı ardından neşeyle.
“Biz özgür!” diye haykırdı bir diğeri, daha da büyük bir coşkuyla. Ardından tüm cüceler büyük bir coşkuyla bağırıp, sevinç çığlıkları atmaya, oldukları yerde atlayıp zıplamaya başladılar. Bu arada kazara birbirlerinin ayaklarına basanlar oldu ve sevinç gösterileri kısa süre içinde itişip kakışmalara ve ısırmalara dönüştü. Hatta bazıları kavganın neden başladığını bilmese de dişlerini büyük bir zevkle diğerlerine geçirmekten geri kalmadı.

Lağım cüceleri Krynn halkları arasında en düşük seviyeli olanlardan biridir. Normal cücelere göre daha kısa ve oldukça pasaklı olan bu ırk, daha çok terkedilmiş şehirlerde, lağımlarda ve şehirlerin kirli bölgelerinde yaşarlar. Zekâ yönünden pek de parlak oldukları söylenemez. Öyle ki ortalama bir lağım cücesi en fazla ikiye kadar sayabilir. Yine de içlerinden yeterince zeki olanların üçe kadar sayabildikleri de görülmüştür. Ne yazık ki Xak Tsaroth’daki hiçbir cüce henüz o zekâ seviyesine erişememişti.

En sonunda içlerinden biri aklını başına toplayıp şöyle dedi; “Biz git. Yücebulp’a haber ver.”
Kimileri bu fikri onayladı, kimileri ise karşı çıktı.
“Yücebulp’a habere gerek yok. O her şeyi zaten bil.” dedi karşı çıkanlardan biri.
“Hayır. O bilmez her şeyi. Daha çorapları nerede onu bile bilmiyor.” dedi bir diğeri.
“Bal gibi de biliyor.” dedi öteki.
“Hayır bilmiyor! Çünkü çorapları bende.” dedi karşı çıkan, cebinden çıkardığı bir çift kirli çorabı zaferle sallayarak.
“Hırsız! Glup enciği!”
“Sen hırsız! Bulp pisliği!”
Bunun üzerine yumruklar ve ısırıklar bir kez daha havada uçuştu. Sonunda yorulan, sıkılan ve ne yapacaklarını bilemeyen lağım cüceleri Yücebulp’un her şey bilip bilmediğine bakmak için saraya gitmeye karar verdiler. Ayrıca bu kadar ısırık atmak karınlarını da acıktırmıştı ve bir an önce bu sorunu halledip yemeğe gitmek istiyorlardı.

Yücebulp tıpkı diğerleri gibi sıradan lağım cücesiydi. Tek farkı ve şansı Bulp soyundan gelmesi ve bu sayede şimdi ki lider olmasıydı. Uzun bir süre önce Bulp klanından bir lağım cücesi Xak Tsaroth harabelerini kazayla keşfetmiş ve buranın kendi klanına ait olduğunu ilan edilmişti. Bulp klanı ile birlikte Slud ve Glup klanları da buraya yerleşmiş ve Bulpların önderliği altında, dış dünyadan uzak bir şekilde yaşamlarını sürdürmüşlerdi.

Lağım cüceleri kısa sürede Yücebulp’un yaşadığı kenar mahallelerden birine vardılar. Buradaki yapılar iyice çökmüştü ve sokaktan oldukça kötü bir koku yayılıyordu. Fakat lağım cücelerinin hiç birinin bu kokudan ve pislikten şikâyeti yoktu. Ne de olsa burası tam da onların zevkine uygun bir yerdi. Cüceler pek de kibar olmayan bir biçimde Yücebulp’un binasına apar topar giriş yaptılar ve gizli kapıların ardına kadar açık olduğunu gördüler. Görünürlerde herhangi bir nöbetçi de yoktu üstelik. Açık kapıların görüntüsü karşısında bir anlığına duraksadılar ve birbirlerine baktılar.
Lağım Cüceleri
“Kimin nöbet?” dedi içlerinden biri.
“Bofo’nun nöbet!” dedi bir diğeri, bir parmağıyla yanındaki lağım cücesini işaret ederek.
“Hayır, Dindo’nun nöbet!” dedi Bofo, kendisini işaret eden lağım cücesini göstererek.
“Senin nöbet!”
“Senin nöbet!”
İki lağım cücesi itişip kakışmaya başladı ve kısa süre içerisinde yeniden yumruklar havada uçuştu. Kavgalardan yeteri kadar sıkılmış olan grup, birbirleri üzerinde yuvarlanarak dövüşen iki cüceyi arkalarında bırakıp içeri girdiler. Yücebulp’a iyi haberi verecek olmanın heyecanı ile hızlı bir şekilde taht odasına girdiler. Fakat Yücebulp görünürlerde yoktu. Ne yapacaklarını bilemez bir vaziyette birbirlerine baktılar.
“Belki Yücebulp uyu?” dedi bir lağım cücesi. Bunun üzerine hep birlikte arka taraftaki yatak odasına yöneldiler ve kapıları büyük bir gürültüyle açtılar. Savrulan kapıların gürültüsüyle birlikte yatak odasından korku dolu bir ciyaklama duyuldu. Yücebulp’un sesiydi bu. Ama görünürlerde kendisinden eser yoktu. Lağım cüceleri merakla yatak odasının dört bir yanına dağılıp Yücebulp’u aramaya başladılar. Halıların altına, dolapların içine, çekmecelere hatta birbirlerinin kulaklarının arkasına bile baktılar. En sonunda lağım cücelerinden biri “Ben bul!” diye bağırdı. Hep birlikte konuşan cüceye doğru döndüler. Lağım cücesi tüm bakışların kendi üzerinde olduğundan emin olduktan sonra son derece kendinden memnun bir ifade ile yatağın çarşafını havaya kaldırdı ve yatağın altına saklanmış bir lağım cücesini ortaya çıkardı. Saklanan lağım cücesinin arkası dönük olduğu için buradan bakıldığında sadece kirli ayakları ile elbisesinin altında korkudan tir tir titreyen poposu görünüyordu.
“Sen nereden biliyor bu Yücebulp?” dedi bir tanesi, minik ellerini beline koyarak.
“Biz şimdi anlar.” dedi diğeri ve uzanıp yatağın altındaki cücenin poposuna sıkı bir çimdik attı. Acı dolu bir ciyaklama ile Yücebulp I. Phudge yatağın altından fırlayıverdi.
Liderlerini yeniden gören lağım cücelerinin yüzü aydınlandı.
“Siz ne yaptığını sanıyor?!” diye kükredi Yücebulp. Bir taraftan da poposunu ovuşturmakla meşguldü. Bir taraftan da endişe ile kapıların olduğu tarafa bakıyor, gidip gelen kimse var mı diye görmeye çalışıyordu.
“Siz beni koru! Patronlar kızdı, buraya gelebilir.” dedi Yücebulp telaşla.
Lağım cüceleri hevesle, hep bir ağızdan konuşmaya başladılar.
“Yücebulp korkma, patronlar git.”
“İyi kalpli adam ve arkadaşları onları korkut.”
“Patron yok.”
“Ejderha yok.”
Yücebulp karşısındakilere inanmayan bakışlarla baktı. Bir taraftan da kapıyı kollamaya devam ediyordu.
“Patronlar git? Ejderha yok? Siz emin?” diye sordu sonunda.
Lağım cücelerinin hepsi, kirli yüzlerinde geniş bir sırıtışla, kulaklarının lap-lap etmesine neden olacak kadar hızlı bir şekilde olumlu anlamda kafa salladılar.
“Sen artık korkma. Patronlar git.” dedi lağım cücelerinden biri, ağzındaki eksik dişleri görünmesine neden olan aptal bir sırıtışla.
Yücebulp ikna olmuştu. “Ben korkmadı! Yücebulp korkmaz! Ben sadece kendimi güvenceye aldı. Halkım için… Ben olmadan siz ne yapar?” dedi hiç de inandırıcı olmayan bir tonla. Ama bu kötü oyunculuk bile lağım cücelerini kandırmaya yetmişti.
Lağım cüceleri hayranlık dolu mırıltılarla liderlerine baktılar. “Çok yaşa Yücebulp!” dediler sonra da hep bir ağızdan.
“Hayır, hayır. Yücebulp yok. Şey diyeceksiniz… şey…” Ne demişti yarımelf ona? “Hah, ben buldu. Majesteleri…” dedi bir elini zarafetle göğsüne koyup kabararak. Ardından kaşlarını çatıp önündeki gruba baktı ve “Anlaşıldı?” diye sordu sert bir biçimde.
“Biz anladı Yücebulp.”
“Majesteleri!” diye düzeltti Yücebulp.
“Biz anladı… ıııı… majesteleri.” dedi lağım cücelerinden biri.
“Sen geliyor? Biz seni bekle. Konuşma yap?” dedi bir diğeri hevesle.
“Hayır.” dedi Yücebulp. Parlak kumaşlardan sonra en sevdiği şey konuşma yapmaktı ama şu anda kendisini hiç de havasında hissetmiyordu. Hem ejderha ve patronlar gittiğine göre artık ilgilenmesi gereken çok daha önemli bir işi vardı. Saraydaki altınlar ve mücevherler…

Koca ejderha Xak Tsaroth’da hüküm sürdüğü süre boyunca boş durmamış ve harabelerde ne kadar altın, mücevher ve değerli taş varsa hepsini sarayda toplamıştı. Bunlarla görkemli bir yatak yapmıştı kendine. Ejderha olmadığına göre hazine artık başıboştu. Yücebulp dışında da bu hazinenin varlığından haberdar olan kimse yoktu. Artık hepsi onundu.

“Siz git. Ben meşgul.” dedi bir elini rahatsız edici bir şeyi savuştururmuş gibi sallayarak. Ardından cücelere sırtını dönüp açgözlülükle ellerini ovuşturmaya başladı. Lağım cüceleri liderlerinin nasıl bir işle meşgul olduğunu görebilmek için hevesle etraflarına bakındılar. İlginç bir şey göremeyince de hayal kırıklığı ile iç çektiler ve çıkışa doğru ilerlemeye başladılar. Tam kapıya varmışlardı ki içlerinden biri “Madem ejderha yok saray boş. Ben hep merak ediyor sarayda ne var.”
“Ben de ediyor.” dedi içlerinden biri.
Geri kalanları da “Ben de.” “Ben de.” diye konuşmaya katıldılar, lağım cücelerinde bolca görünen sürü psikolojisi ile.
O anda ellerini ovuşturmakta olan Yücebulp olduğu yerde endişe ve korku ile donakaldı ve arkasındaki gruba şöyle dönüp bir baktı. Ardından hızla çıkışlara doğru koşmaya başladı. Bir taraftan da “Siz beni izle! Ben konuşma yapacağım. Halkım için!” diye bağırıyordu. Arkasından bakakalan lağım cüceleri liderlerindeki bu değişime bir anlam veremediler. Birbirlerine bakıp omuz silktiler ve koşarak Yücebulp’u takip etmeye başladılar. Bu arada hâlâ kapı önünde dövüşüp yerlerde yuvarlanmakta olan nöbetçi adaylarının üzerine basmayı da ihmal etmediler.
“Senin nöbet!”
“Senin nöbet!”

(Devam edecek...) 

Bu hikaye Ejderha Mızrağı / Dragonlance serisinden esinlenerek yazılmıştır. Mekan ve karakter isimleri WotC firmasının tescilli markalarıdır.

22 Kasım 2010 Pazartesi

Güneş gözlüğü

Güneş gözlüğü takanlara sinir oluyorum! Yok, bu cümle tam doğru olmadı. Doğrusu şöyle olacak; olur olmadık yerlerde ve zamanlar güneş gözlüğü takanlara acayip gıcık oluyorum! Kimlere mi? Kış ortasında havada bir gram güneş yokken takanlara mesela… Ya da akşam vakti, güneş çoktan ufkun arkasında kaybolmuş olmasına rağmen takanlara… Bir de durakta otobüs beklerler bunlar. Durakta bir sağa bir sola ufak adımlarla yürür, parmak uçlarına yükselerek otobüs numaralarını görmeye çalışır, göremeyince de belediyeye suç bulurlar neden otobüs numaraları bu kadar silik diye. Hâlbuki numaralar silik falan değil. Gözlüğü çıkarsa görecek ama nerede onlarda o zekâ kapasitesi?

Bunların duruşları da hep aynıdır. Kollar önde kavuşturulmuş, baş hafif yukarı bakar vaziyette dururlar. Merdiven inip çıkarken de çıkmaz o gözlük. Ondan sonra da basamaklarda bin bir cambazlık yaparlar düşmemek için. Hep de benim önüme düşer böyleleri. Ben de yanlarından geçebilmek için ikinci bir cambazlık gösterisine başlarım ve ortaya palyaçoları bile ağlatacak bir dans gösterisi çıkar genellikle. Bir de metroda takanlar var, onlar apayrı bir yazı konusu oluşturabilirler. Ben önümü zor görüyorum, sen nasıl görüyorsun o gözlüklerle be adam? Görmüyorsun. Geçen gün yanlışlıkla işaret parmağını gözüme sokuşundan anladım. Allahtan gözlük kullanıyorum da ucuz atlattım.

Yanlış anlaşılmasın, güneş gözlüğü kullananlarla bir alıp veremediğim yok. Güneşli havalarda ben de kullanırım elbette. Ama benim alıp veremediğim az önce yukarıda saydığım kişiler ve bezerleri… Bu huyum çok eskilerden gelir benim. Hatırlıyorum da askerdeyken yeni bir komutan atanmıştı bölüğe. Bina içinde ve bina dışında, yaz-kış, gece gündüz sürekli güneş gözlüğü takıyordu. Ben dâhil olmak üzere bütün bölük buna bir anlam verememiş, “Ne kendini beğenmiş bir adam bu ya!” deyip kızıyorduk kendisine. Sonra günlerden bir gün bu komutan beni yanına çağırdı. Gözlükleri yine gözündeydi elbette… Bilgisayarında bir arıza vardı ve hatayı bulup düzeltmemi rica ediyordu. Bunu emir verir gibi değil de rica edermiş gibi söylemesi beni şaşırtmıştı açıkçası. “Emredersiniz komutanım.” dedim botumun topuklarını birbirine çarparak ve başladım çalışmaya. Siz deyin 1 ben diyeyim 2 saat kadar uğraştım bilgisayarla. Ben orada kazma-kürek… değil tabii… tornavida ile cebelleşirken içeri sivil memurlardan biri girdi ve komutanla muhabbet etmeye başladılar. Derken konu komutanın gözlüklerine geldi. “Neden sürekli takıyorsunuz bunları komutanım?” diye sordu sivil memur.
“Küçüklüğümden beri böyleyim ben, gözlerim rahatsız. Işığa aşırı hassaslar ve gözlüksüz dolaşamıyorum. Güneş gözlüklerine mahkûmum anlayacağın…” diye cevapladı komutan. İşte o an içim cız etmişti. Bunca zamandır biz neler neler düşünmüş, neler neler konuşmuştuk adamın hakkında. Kendimden çok utanmıştım. Oradaki işim bitince ilk yaptığım şey arkadaşlarımı bu konu hakkında uyarmak olmuştu. Aynı zamanda bana da bir ders olmuştu bu. Sebebini bilmeden kimseyi haksız yere yargılamamayı, hiç kimse hakkında peşin hüküm vermemeyi örendim o gün. Sadece güneş gözlüğü taktığı için birine sinir olmamak, bilip bilmeden konuşmamak gerekiyormuş meğer.

...
......
.........

Yine de olup olmadık yerlerde güneş gözlüğü takanlara sinir oluyorum.



11 Kasım 2010 Perşembe

Ormanın sonundaki ev ( Bölüm 3 ) -Son-

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

Az sonra ikili evin içerisindeydi. Derin oldukça gergin ve tetikte bir biçimde, yavaş adımlarla tuvaletin olduğu yere doğru ilerliyordu. Keskinolta ise hemen onun ardından, oldukça rahat tavırlarla gelmekteydi.
“30 yıl önce, tıpkı bunun gibi bir gecede Çingeneler gerçeği öğrendiler.” diye söze başladı Keskinolta. "Dilber Çingene’nin ölümünden sorumlu olan kişi Efe Karabaht’tı.”
“Dedikodular doğru diyorsun yani?” diye sordu Derin, titrek bir sesle.
“Hemen hemen doğru… Hatalı oldukları şey Çingenelerin olaya direkt karıştıkları ve yangının sorumlusunun onlar olduğunun düşünülmesi.”
“Değiller miydi?”
“Hayır, Çingeneler asla direkt müdahalede bulunmazlar. Büyü bu işi onlar için halleder.”
“Şu büyü saçmalığına gerekten inanıyor musun?” diye sordu Derin, tuvaletin kapısını yavaşça açarak. İçeride kimsecikler yoktu.
“Şu anda saçmalık dediğin şeyin tam ortasındasın evlat.” diye yanıtladı Keskinolta. “Şimdi… Az önce yaptığın şeyi tekrarlamanı istiyorum. Yani kadını görmeden önce yaptığın şeyi…”
“Mecbur muyum?”
“Evet.”
“Pekâlâ…” dedi Derin, derin bir nefes alarak. Sonra da musluğu çevirip soğuk suyun şırıltı ile akmasını sağladı. Bir anlık tereddütten sonra yavaşça eğildi ve titreyen ellerle yüzüne biraz su çarptı. Daha da fazla titreyerek yavaşça doğruldu ve aynaya baktı. Kanlı ceset hemen arkasındaydı. Dehşet dolu bir çığlık attı fakat arkasına dönemeden Keskinolta onu omuzlarından kavradı ve aynaya bakmaya devam etmesi için zorladı.
“Bırak beni seni ihtiyar bunak!” diye bağırdı Derin korkuyla. Fakat adam onu bırakmadı. O esnada kanlar içerisindeki kadının cesedi beklenmedik bir şey yaptı ve fısıldayarak konuştu.
“Oğlumu kurtar…” dedi kadın, bir elini havaya kaldırıp elinde tuttuğu küçük bir anahtarı göstererek. Sonra kadın aniden kaybolup yitti. Tuvalette duyulan tek ses yerdeki fayansların üzerinde tangırdayan metalik bir şeyin çıkardığı sesti. Derin ve Keskinolta aynı anda dönüp baktığında bunun ölü kadının elinde tuttuğu anahtar olduğunu gördüler hayretle. Derin tereddütle eğilip anahtarı yerden aldı. Oldukça eski ve paslı bir şeydi. “Tavan arasının anahtarı olmalı…” dedi kendi kendine.
“Öyle.” dedi Keskinolta, gayet kendinden emin bir şekilde. “Sorunumuzun çözümü orada bekliyor.”
“B-Bu anahtarların 30 yıldır kayıp olduğunu sanıyordum.”
“Artık değiller.”

Hızlı adımlarla üst kata çıkan merdivenleri tırmandılar ve tavan arasına açılan kapının önünde durdular. Derin hızla nefes alıp veriyor ve zangır zangır titriyordu.
“Hazır mısın?” diye sordu Keskinolta.
“Sanırım.” dedi Derin, “Peki ya sen?”
“Ben uzun zamandır hazırım.” diye yanıtladı balıkçı. Ardından anahtarı kilide soktular ve kapıyı açıp içeri girdiler.

İçerisinin tanıdık görüntüsü Derin’e bir tokat gibi çarptı. Burayı çok iyi biliyordu. Karanlıktı, zifiri karanlık. Hızla arkasına dönüp baktı ve kapının ardındaki tırnak izlerini gördü. Sanki birisi kapıyı tırnaklarıyla parçalamaya çalışmış gibi… Derken kapı bir gürültüyle kapandı. Panikleyen Derin hızla kapıya atıldı fakat kilitliydi.
“Yardım et!” diye bağırdı yanı başında duran Keskinolta’ya. Ama balıkçı kılını bile kıpırdatmadı. O esnada beş yaşlarında bir çocuk, daha doğrusu bir çocuğun hayaleti koşarak kapıya yöneldi ve kapının koluna asıldı. Açamayınca da korku ve panikle kapıyı tırmalamaya başladı. Derin o uğursuz sesi o anda duydu; “Condamnat… Eternitate…”
Yavaşça ama korkuyla arkasına döndüğünde karanlık ve iri bir suretin ağır adımlarla onlardan tarafa gelmekte olduğunu gördü. Karanlık suret uzanıp çocuğun saçlarını kavradı. O anda Keskinolta odaya girdiklerinden beri ilk defa hareket etti.
“Bu kez değil.” dedi yaşlı adam. Ardından şu sözleri fısıldadı; “Lumina…”
Kelimeler yaşlı balıkçının ağzından dökülür dökülmez tüm tavan arası kaynağı belli olmayan bir ışıkla aydınlanıverdi ve Derin karşısındaki manzara karşısında donakaldı. Yerler, duvarlar ve tavan kanla çizilmiş garip sembollerle doluydu; pagan yıldızları, Çingene sembolleri ve bir takım garip işaretler. Her yerde kimisi büyük kimisi küçük olmak üzere şu kelimeler yazılıydı; Trădător, Violator, Condamnat Eternitate. Ve adam… Bay Karabaht… Yaşayan bir ölüydü o. Etleri yer yer dökülmüş, gözleri görmeyen ama hâlâ canlı, hâlâ yaşayan biriydi. Sonsuza kadar aynı şeyi yapmak için lanetlenmiş bir ceset… Bir elinde büyük bir yangın baltası taşıyordu, kemerinde ise tavan arasına ait bir anahtarın kopyası tembelce sallamaktaydı.

Küçük çocuğun hayaleti Derin ile göz göze gelerek “Yardım et!” diye seslendi, yankılı bir sesle. Derin gayri ihtiyari olarak ileri atıldı ama Bay Karabaht’ın cesedinden yediği okkalı bir yumrukla geriye savruldu. “Yardım et!” dedi çocuk yeniden, çaresizce. Bu kez Keskinolta ileri atıldı. “Bu kez değil lanetli! Bu kez onu kurtarmama engel olamayacaksın çünkü bu kez kapın açık!” Ardından balıkçı ile zombi kıran kırana bir dövüşe girdiler. “Kaç! Çocuğu kurtar!” diye bağırdı Keskinolta.
Derin bir rüyadan uyanırmış gibi kendine geldi ve koşarak kapıya yöneldi. Cebine koyduğu anahtarı çıkarıp kilide yerleştiriyordu ki Keskinolta’nın “Dikkat et!” diyen uyarı çığlığını duydu. Derin son anda kendini yere atarak zombinin fırlattığı baltanın yolundan çekildi, balta ise büyük bir çatırtı ile kapıya saplandı.
“Yardım et, lütfen.” dedi yanı başında dikilen çocuğun hayaleti.
“Tamam, tamam!” dedi Derin asabi bir biçimde. Çabucak ayağa kalktı ve kapıyı açtı. Aniden elinde hissettiği buz gibi bir soğuklukla ürperdi ve dönüp baktığında çocuğun elini tutmakta olduğunu gördü.
“Gidin! Çabuk olun!” diye bağırdı Keskinolta o sırada. Derin arkasına dönüp baktığında zombi ile Keskinolta’nın bilek bileğe geldiği gördü. Keskinolta rakibinin bileklerini var gücü ile sıkarak bağırdı; “Incendiu! Flacără!” O anda duvarlardaki tüm semboller alev aldı ve tüm tavan arası cayır cayır yanmaya başladı.
“Keskinolta!” diye bağırdı Derin.
“Gidin!” dedi balıkçı ve tavan arasının kapısı kendiliğinden büyük bir gürültü ile kapandı. Aynı anda evin diğer duvarları da alev almaya başladı. Yangın, ahşap evde büyük bir hızla yayılıyordu.
“Gidelim!” dedi Derin ve küçük çocuğun hayaleti ile birlikte evin dış kapısına doğru koşmaya başladı.

Kapıdan çıktıklarında alevler neredeyse evin tamamını sarmıştı. Derin geri dönüp eve korku ve şaşkınlık karışımı bir duyguyla baktı. O esnada çocuğu sesini işitti kulaklarında; “Teşekkürler…” Dönüp baktığında çocuğun gülümseyen yüzünü gördü, sonra da solarak yitip gitmesini…

***

Kibrit çöpü gibi yanan ahşap evin alevleri tüm gökyüzünü kızıla boyamıştı. Bu kez evin sadece bir kısmı değil tavan arasını taşıyan bölümü de yanıyordu. Bir saat kadar sonra itfaiye ekipleri ile birlikte emlakçı Sırıtkan Sıtkı da olay yerinde soluğu aldı. Sıtkı’nın tek derdi kira parasıydı elbette. “Lanet olsun!” dedi Sıtkı, evin dışında bekleyen Derin ile karşılaşınca. “İyi misiniz? Bir an için para… Ah, yani şey… Sizi kaybettiğimizi sandım.”
“Evet… Sanırım iyiyim.” dedi Derin, boş gözlerle emlakçıya bakarak.
“İyi ama nasıl? Nasıl oldu bu? Nasıl kurtuldunuz?”
“Anlatsam da inanmazsın. Keskinolta olmasaydı çoktan ölmüştüm, o kurtulamadı ne yazık ki.”
“Bir dakika, kim dediniz?”
“Keskinolta, şu ihtiyar balıkçı.”
“Keskinolta mı? Şaka ediyor olmalısınız Bay Kaygılı. Fırat Keskinolta öldü, 30 yıl önceki yangından beri kayıp!”

- Son -

Ghost in Forest art by aaronsimscompany 
The Attic photo by VagueNormality

7 Kasım 2010 Pazar

Ormanın sonundaki ev ( Bölüm 2 )

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

1 saat kadar sonra kasabadaydı. Dingin Göl Kasabası oldukça küçük ve sakin bir yerdi. Etrafı dağlarla ve yüksek çam ağaçlarıyla çevrili kasabanın başlıca gelir kaynağı balıkçılık ve ormancılıktı. Kasaba, genellikle meraklı gözlerden uzak kalmak isteyenler için bir liman görevi gördüğünden halkın çoğu dışarılıklıydı. Kimse kimsenin geçmişini sorgulamaz, kimse kimsenin işine burnunu sokmazdı. Derin Kaygılı’nın saklanmak için burayı seçmesinin nedenlerinden biri de buydu zaten.

Kasabadaki tek alış-veriş merkezine girip yiyecek bir şeyler aldı. Bugünkü gazetelere şöyle bir göz gezdirip kendisi ile ilgili bir haber olup olmadığını kontrol etti. Olmadığını görünce keyifle sırıttı, bu her şey yolunda demekti. Emlakçının ofisini ziyaret etti ve tavan arasının anahtarını istedi. “Üzgünüm.” dedi Sırıtkan Sıtkı, “O anahtar 30 yıl önceki yangından beri kayıp.” Dışından teşekkür, içinden ise okkalı bir küfür edip oradan ayrıldı. “Demek yangın? Derin oğlum, bu konuyu biraz kurcalamanın vakti geldi de geçiyor.” diye mırıldandı kendi kendine ve yerel gazete binasının yolunu tuttu.

Dingin Göl Postası kasabanın kuruluşundan beri yani neredeyse 400 yıldır basılan bir gazeteydi ve kasaba halkı bununla gurur duyuyordu. Civarda çok fazla olay yaşanmadığından en küçük şeyi bile haber yapardı gazete. Bu sayede bölgenin detaylı tarihini kapsayan oldukça geniş bir arşive sahip olmuşlardı. Derin, gazeteye vardığında kendisini bir üniversite öğrencisi olarak tanıttı ve sınıf bitirme tezi için araştırma yaptığı yalanını uydurarak arşive girmek için izin istedi. Aslında kimsenin bu yalana inanacağını pek ummuyordu ama korkuları yersiz çıktı ve arşive bakan yaşlı kadın kendisini büyük bir memnuniyetle karşıladı. Hatta Dingin Göl Kasabasının tarihi hakkında yakın zamanın en popüler dedikodularını da kapsayan uzun bir nutuk vermeye başladı.

Sıkıcı bir yarım saatin sonunda yaşlı kadını kibarca başından defetmeyi başardı ve kendini arşiv odasına atarak 30 yıl öncesinin kayıtlarını incelemeye başladı. Gazete sayfalarından oluşan devasa kalınlıktaki kitabı karıştırırken aradığını bulması pek de zor olmadı, haber uzun süre manşetlerde kalmıştı anlaşılan. Gazetelerden birinde büyük puntolarla şu kelimeler yazıyordu;

“Karabaht ailesinin feci sonu…
Çıkan yangında kurtulan olmadı.”

Manşetin altında ise Derin’in oturduğu evin eski bir fotoğrafı vardı. Şaşırtıcı bir şekilde ev hemen hemen şimdiki haliyle aynı görünüyordu. Sayfaları birkaç gün ileriye çevirdi ve evin yanmış halinin fotoğraflarını buldu. Büyük bir kısmı yanmıştı fakat ikinci katın bir bölümü tuhaf bir şekilde hâlâ sapasağlam ayakta duruyordu, yani tavan arasının olduğu kısım… Habere göre kalıntılar arasında bir kadın bir de erkek cesedi bulunmuş fakat çocuğun izine rastlanmamıştı. “Çocuk mu?” diye sordu kendi kendine ve hızla sayfalarda geriye doğru gitmeye başladı.

Yarım saatlik detaylı bir aramanın ardından aradığı şeyi buldu, Karabaht ailesinin bir fotoğrafı… Siyah takım elbise giymiş, pos bıyıklı, iri yapılı Bay Karabaht çatık kaşlarla objektife bakıyordu. Hemen yanında altın sarısı saçları ve ince yapısıyla Bayan Karabaht duruyordu. Kocasının aksine oldukça güler yüzlü, sarışın ve ince yapılı biriydi. İkilinin hemen önünde ise yine babası gibi siyah bir takım elbise giymiş, beş yaşlarında kumral bir erkek çocuğu vardı. Çocuğu görür görmez Derin’in gözleri fal taşı gibi açıldı. Çünkü kâbuslarında gördüğü çocuğun tıpatıp aynısıydı bu! O esnada fotoğraftaki çocuk hareket etti ve şöyle dedi; “Bana yardım et.”

Derin korku dolu bir çığlık atarak sandalyesinden fırladı ve hızla birkaç adım geri gitti. Aynı anda omzunda bir el hissetti ve “Yardım edeyim mi?” diye sordu birisi. Derin bir kez daha korku ile yerinde sıçrayarak arkasına döndü. Sonra karşısındakinin kim olduğunu görüp rahatladı, arşivlere bakan yaşlı kadındı bu.
“İyi misin oğlum? Çığlık attığını duydum.” dedi kadın endişe ile.
“E-Evet iyiyim.” dedi Derin nefes nefese. Bir eliyle yerinden fırlayacakmış gibi atan kalbini tutuyor, yan gözlerle de kitapta gördüğü fotoğrafa bakıyordu. Hiç hareket yoktu.
“Emin misin?” diye sordu yaşlı kadın tereddütle.
“Evet, eminim. Bir... Eee… Bir kâbus gördüm, uyuyakalmış olmalıyım. Sizi korkuttuysam özür dilerim.”
“Ah, önemli değil. Benim başıma hep gelir, ne zaman arşivde bir şey araştırmaya kalksam uyuyakalırım.” diye kıkırdadı yaşlı kadın. Derin bu yoruma zoraki bir gülümseme karşılık verdi, aklı az önce yaşadığı olay yüzünden karmakarışıktı.
“Neyi araştırıyorsun bakayım?” diyerek bir iki adım ileri çıktı yaşlı kadın. “Ah, tabi ya… Karabaht ailesi, tahmin etmeliydim. Buraların en popüler hikâyelerinden biridir. İstersen bu konuda sana gazete sayfalarından daha fazla yardım edebilirim.”
“Nasıl?”
“Gazeteler her şeyi her zaman tüm ayrıntıları ile aktaramazlar oğlum.” dedi kadın gülümseyerek. “Gel şu tozlu arşivden çıkalım ve sohbetimize birer fincan sıcak çay eşliğinde devam edelim.” Derin bu odada bir dakika daha kalmak istemediğinden teklifi hemen kabul etti.

***

Az sonra gazete binasının önündeki eski bankta yan yana oturuyor ve çaylarını yudumluyorlardı.
“Ah, demleme çay gibisi yoktur. Hele ki yanında iyi bir muhabbet ve azıcık kurabiye varsa…” dedi yaşlı kadın keyifle çayını höpürdeterek.
“Öhöm… Kabalık etmek istemem ama bana ev ile ilgili anlatacak şeyleriniz olduğundan bahsetmiştiniz.”
“Elbette… Her zaman işine odaklanıyorsun değil mi? Senden iyi bir arşivci olabilir oğlum.” dedi kadın kıkırdayarak. “Her neyse… Karabaht ailesi buranın en saygın ve en sevilen ailelerinden biriydi. Özellikle Bayan Karabaht herkesin sevgilisi konumundaydı. Çok da dürüst bir insandı. Ama aynı şeyi kocası için söyleyemeyeceğim.
“Neden? Az önce ailenin herkes tarafından sevildiğini söylediğinizi sanıyorum.”
“Öyleydi çünkü Bay Efe Karabaht’ın gerçek yüzünü pek az kimse bilirdi. Buraya o yangından birkaç yıl önce taşınmıştı. O evi de o inşa ettirmişti zaten. Çok zengindi, aşırı zengin ve bir o kadar da zampara. Bu servete nereden konduğunu hiç birimiz sormadık. Kimseye sormayız, hepimizin sırları var ne de olsa… Hatta bazılarımız üniversite için tez hazırlayan biri olduğunu bile söyler arada.” dedi Derin’e göz kırparak.
Derin birden irkiliverdi, kadın yalan söylediğini biliyordu. Ya onu ele vermişse? Ya…
“Endişe etme oğlum, sırrın bu kasabada güvende. Ben de hep bir gazeteci değildim ne de olsa…” diye devam etti kıkırdayan kadın. “Nerede kalmıştım? Ah, evet… Efe Karabaht zamparanın tekiydi. Her gece başka bir kadınla görüldüğü olurdu. Sonra bir gün genç ve güzel Narin İnce ile yani geleceğin Bayan Karabaht’ı ile tanıştı ve duruldu. Ya da biz öyle sanıyorduk.”
“Neden? Ne oldu?”
“Söylentilere göre Efe Karabaht evlenmelerinden birkaç ay önce civardaki Çingene kızlardan birine kafayı takmış. Kız o kadar güzelmiş ki Karabaht eşine duyduğu sevgiyi bir kenara itip son bir kaçamak daha yapmaya karar vermiş. Fakat Çingene kız beklediğinden de çetin ceviz çıkmış ve adam her yolu denemesine rağmen onu sürekli reddetmiş. Daha önce hiçbir kadın tarafından reddedilmeyen Karabaht bunu kaldıramamış ve kıza zorla sahip olmuş.”
“Aşağılık herif…”
“Lafı ağzımdan aldın oğlum.” diyerek gülümsedi kadın. “Gururlu Çingene kızı bu utançla yaşayamamış ve kendini göl sularına bırakarak intihar etmiş. Bunun üzerine deliye dönen diğer Çingeneler intikam yemini etmişler ve bu işin sorumlusunu aramaya başlamışlar.”
Kadın hülyalı gözlerle gökyüzünü seyretmeye başladı ve “O zamanları dün gibi hatırlıyorum. Her köşe başında bir Çingene görür olmuştuk. Sürekli bir şeyler arıyor, birbirleri ile fısıldaşıp duruyorlardı.” dedi sıkıntı ile iç geçirerek.
“O zamanlar bir şey anlamadık tabi… Bu olaylardan bir süre sonra Efe Karabaht, Narin İnce ile evlendi ve birlikte orman evinde yaşamaya başladılar. Bir-iki yıl içerisinde de Orçun adını verdikleri bir erkek çocukları oldu. Her şey genç çift için çok güzel görünüyordu. Sonra bir gün o meşhum yangın çıktı ve hepsi öldü.”
“Ne yani, hepsi bu mu?” dedi Derin, sesindeki hayal kırıklığını gizlemeye gerek görmeden.
“Evet, ama burada önemli iki nokta var. Birincisi evde sadece bir erkek ve bir kadının yanmış kalıntıları bulunurken çocuğa dair tek bir iz bile yoktu. İkincisi ise yangının gerçekleştiği günden itibaren civarda tek bir Çingene bile görülmedi.”
“Aradıkları şeyi bulamadıkları için vazgeçmiş olabilirler.”
“Ya da aileyi katledip çocuğu kaçırmış da olabilirler.” dedi yaşlı kadın. “Kadının cesedi üzerinde bulunan yara izleri de bu savı destekler nitelikte.”
“Hangi yara izleri?”
“Vücudunda keskin bir aletle açılmış pek çok yara izi bulundu. Sanki bıçaklanmış gibi… Ama bunların hepsi dedikodu tabii ki, anlattıklarım resmi makamlar tarafından asla kabul görmedi. Dingin Kasaba’nın resmi makamlarına ne kadar güvenilir orası ayrı…” Ardından çayını yudumlamaya devam etti ve bir daha da konuşmadı. Derin bir müddet daha kadının yanında oturup öğrendiklerini kafasında tarttı. Sonra da çay için teşekkür ederek kadına veda etti ve evinin yolunu tuttu.

***

Hava erken kararmaya başlamıştı, anlaşılan yine yağmur geliyordu. Derin, ellerinde alış-veriş poşetleri olduğu halde, derin düşünceler eşliğinde evine giden yolda ilerlemekteydi. Öğrendiği şeyler sorularına cevap vermekten çok, kafasının daha da karışmasına yol açmıştı. Çingeneler gerçekten de işin içine karışmış mıydı? Ya çocuk? O nereye kaybolmuştu? Ortada birbirine uymayan pek çok nokta vardı ve mantığı bunları birbirine bağlamakta güçlük çekiyordu. Tabiri caizse bir ipin ucundan tutmuşken diğerini elinden kaçırıyormuş gibi hissediyordu kendisini.

Tam evin çatısı görünmeye başlamıştı ki “Selamlar!” diye seslendi biri yolun yukarısından. Keskinolta isimli balıkçıydı bu.
“Yine mi sen? Burada ne arıyorsun?” diye tersledi onu Derin, adamın yanından geçip giderek.
“Buralarda yarım kalmış bir işim vardı da…” dedi Keskinolta, yanı başında yürümeye başlayarak.
“Ne istiyorsun ihtiyar? Şimdi seninle uğraşamayacak kadar meşgulüm.”
“Sadece yardım etmek… Tek isteğim bu.”
“O halde beni yalnız bırak.” dedi Derin, aksi bir şekilde ve adımlarını hızlandırıp verandaya çıkan merdivenleri hızla tırmandı. Eve girdikten sonra kapıyı ardından gürültülü bir şekilde çarpmayı da ihmal etmedi. Öğle yemeği niyetine yenen geç kalmış sıkı bir kahvaltı sonrasında ise kendisini en yakın divana attı. Aklı karmakarışıktı. O Karabaht denen herif karısını gerçekten de aldatmış mıydı acaba? Babası gibi? Düşünceleri ister istemez yine o meşhum güne kaydı.

“Ödeşme vakti ihtiyar.” dedi Derin, silahın horozunu çekerek.
“Saçmalama evlat, kaldır şu silahı! Ben senin babanım!” dedi önünde tir tir titreyen şişman adam.
“Benim babam artık yok!” diye bağırdı ve tetiği çekti. Mermi adamın bacağına saplandı ve koca adamın yere yuvarlanıp yağmur suları içerisinde sırılsıklam olmasına neden oldu.
“Ne yapıyorsun seni lanet piç!” diye bağırdı yerde acı ile kıvranan adam.
“Ne mi yapıyorum? Ne mi yapıyorum! Asıl sen ne yapıyorsun? Annemi aldattın! O hayat dolu kadın senin yüzünden bunalıma girdi ve intihar etti! Bunun bedelini ödeyeceksin!”
“Bak, evlat… Oğlum… Hayat bu. Ben bir erkeğim, bazı ihtiyaçlarım var. Tıpkı senin gibi…”
“Ben senin gibi değilim!” Silah bir kez daha patladı, mermi ise bu kez sadece adamın omzunu sıyırarak geçti. “Ben bir erkeğim, sen ise bir domuzsun! Ve bir domuz gibi gebereceksin!” diye bağırdı Derin. Sonra da tüm şarjörü büyük bir kin ve nefretle adamın göğsüne boşalttı. Kurşunlar bittiğinde o hâlâ tetiği çekmeye devam ediyordu. Devam ediyor ve sessiz gözyaşları eşliğinde ağlıyordu.

Orada öylece ne kadar durduğunu bilmiyordu. Kulakları basıncın etkisiyle uğuldarken uzaktan gelen bazı çığlıklar duyduğunu hayal meyal hatırlıyordu. Çığlıkların arasından yükselen siren seslerini duyduğunda zor da olsa kendini toplamayı başardı. O anda boş silahı hâlâ ölü adamın bedenine doğrulttuğunu fark etti. Ürpererek silahı cebine attı ve koşarak hızla oradan uzaklaşmaya başladı. Ondan sonra ne olduğunu ya da ne yaptığını tam olarak anımsayamıyordu. Karanlık sokaklarda koşturduğunu hatırlıyordu sadece…

Karanlıktı.

Çok karanlık.

Elleri duvardaki elektrik ışığını aradı ve buldu. Işığı yakmasıyla birlikte kendini küçük bir tuvalette buldu. Tam karşısındaki aynada kendi yansımasını görüyordu. Güler yüzlü, sarışın ve ince yapılı bir kadındı gördüğü. Ama kendisiydi o işte, bunu biliyordu. Hemen lavabonun yanındaki saç fırçalarından birini alıp saçlarını taramaya ve bir taraftan da tatlı tatlı mırıldanmaya başladı. O esnada tuvaletin yarı açık kapısında bir gölge görür gibi oldu.
“Hayatım? Sen misin?” diye seslendi, saçlarını taramaya devam ederken. Ama hiç cevap yoktu. “Hayatım?”
Derken sırtında daha önce benzerini hiç yaşamadığı bir acı hissetti. Keskin ve yakıcı bir acıydı bu ve sırtından geçip vücudunun ön tarafına doğru ilerliyordu. Sonra aynaya sıçrayan birkaç kan damlası eşliğinde iki göğsünün arasından keskin bir bıçağın ucu göründü. Kadın bağırmak istedi ama boğazından sadece bir hırıltı çıktı. Bu esnada bıçak geri çekildi ve farklı bir noktadan fakat daha hızlı bir şekilde tekrardan saplandı. Sonra bir daha ve bir daha… Sonra her yer karardı.

Karanlıktı, zifiri karanlık… Deliler gibi korkuyordu. Kilitli kapıyı et ve tırnakları ile açmaya çalıştı ama nafileydi. Birdenbire güçlü bir el saçlarından kavrayarak başını geriye çekti ve onu yerde sürüyerek kapıdan uzaklaştırmaya başladı. Kendisini sürükleyen adamın fısıltılarını duydu; “Condamnat… Eternitate…” Bir an sonra bir masanın üzerine yatırılıyordu. Adamın elindeki baltanın parıltısını görünce ürperdi. Adam baltayı iki eliyle kavrayıp başının üzerine kaldırdı; “Moarte…” Ve balta hızla aşağı indi.

***

Derin korku dolu bir çığlık eşliğinde uyandı. Yine soluk soluğaydı ve yine boynunda korkunç bir acı vardı. Üstelik bu kez göğsünde de berbat bir ağrı vardı. Yerinden zorla kalkıp tuvalete koşturdu ve aynada kendine baktı. Görünürde yine hiçbir şey yoktu. “Kahretsin! Neler oluyor bana böyle?” diye sordu aynadaki görüntüsüne bakarak. Rüyasında gördüğü kadın Bayan Karabaht’tı, buna emindi. Ve çocuk, Orçun… “Öldürülmüşler” diye fısıldadı kendi kendine. İki elini lavabonun kenarlarına dayayarak bir süre orada bekledi ve sakinleşmeye çalıştı. “Haydi, toparla kendini. Alt tarafı bir rüya! Bugün öğrendiklerinin etkisinde kaldın, hepsi bu.” dedi aynadaki görüntüsünün gözlerine bakarak. Sonra biraz daha rahatlamak amacı ile eğilip yüzünü yıkadı. Bakışlarını tekrar aynaya diktiğinde ise tam arkasında kanlı bir ceset duruyordu.

Korku dolu bir çığlık daha atarak hızla arkasına döndü fakat ortada kimsecikler yoktu. Koşarak tuvaleti terk etti ve kendisini evden dışarı attı. Yağmur tüm şiddeti ile yağıyordu. “Lanet olsun! Lanet!” diye bağırdı, evin önünde deli gibi bir sağa bir sola koştururken.
“İyi misin?” diyen bir ses geldi biraz arkasından. Genç adam o gün beşinci kez korku dolu bir çığlık attı ve çabucak sesin geldiği yöne döndü. Keskinolta’ydı bu…
“Lanet olsun ihtiyar, ödümü patlattın!” diye bağırdı Derin.
“Bence zaten patlamış.” diyerek sırıttı ihtiyar balıkçı.
“Çok komik…”
“Onları görüyorsun, değil mi? Yardım istiyorlar.”
“Neden bahsediyorsun sen?”
“Kadın ve çocuktan… Yardımıma… Yardımımıza ihtiyaçları var.”
“Onlar sadece birer kâbus!”
“Onlar gerçek. Çingene büyüsünün laneti ile bu dünyaya bağlı kalmış zavallı ruhlar. Kısır bir döngü içerisinde hapsolmuşlar ve kurtarılmayı bekliyorlar.”
“Çingene büyüsü mü? Hadi canım!” dedi Derin, asabi bir şekilde gülerek.
“İnanıp inanmamak sana kalmış. Daha öncekiler de inanmamışlardı ve bazıları delirdi, bazıları kaçıp gitti, çoğu da intihar etti.”
“Daha öncekiler mi? Önceki kiracılardan mı bahsediyorsun? Bu yüzden mi bu ev yıllardan beri kimse tarafından kiralanmıyor?”
“Bana yardım edecek misin?”
Bir anlık sessizliğin ardından Derin durup karşısındaki adamın gözlerine baktı ama orada hiçbir şey göremedi. “Ne istiyorsun ihtiyar? Amacın ne?” diye sordu ardından, şüpheyle.
“Sadece yardım etmek…”



( Devam edecek... )

2 Kasım 2010 Salı

Ormanın sonundaki ev ( Bölüm 1)

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

Küçük araba toprak yolda sallana sallana, çukurlara gire çıka ilerliyordu. Arabanın ön koltuğunda iki adam oturuyor ve sessiz bir biçimde yolculuk ediyorlardı. Arabayı süren adam bir emlakçıydı. Kıvırcık siyah saçları ve kalın çerçeveli bir gözlüğü vardı. Yeşil renkli ekose bir ceket, beyaz bir gömlek ve siyah bir kumaş pantolon giymişti. Sürekli laf yapmaya elverişli ağzı geniş bir sırıtış ile kaplıydı. O her zaman sırıtırdı, lakabının “Sırıtkan Sıtkı” olmasının sebebi de tam olarak buydu. Güçlü bir gülüşün karşınızdakinin kalbini kazanmanın yarısı olduğunu savunurdu ve eğer işiniz satışsa bu başarmanın yarısı demek oluyordu.

“Az sonra orada olacağız. Emin olun evi çok seveceksiniz.” dedi Sırıtkan Sıtkı, yüzündeki geniş sırıtışı hiç bozmadan. Bu can sıkıcı sessizliği bozmaya çalışıyordu. Sessizliği sevmezdi, onun işi konuşmaktı. Yanındaki adam ise sadece kafa sallamakla yetindi, sessizliği bozmaya hiç niyeti yoktu. Orta boylu, en fazla 20 - 25 yaşlarında genç bir adamdı. Siyah renkli uzun saçlarını ensesini örtecek şekilde açık bırakmıştı. Üzerinde eski bir kot, beyaz bir tişört ve pantolonuyla aynı renkte bir kot ceket vardı. Adı Derin Kaygılı’ydı ve konuşmaktan hiç hoşlanmazdı. Emlakçı müşterisinin konuşmaya hiç niyeti olmadığını anlayınca sıkıntı ile iç geçirdi. Fakat sonra önündeki işi düşünüp tekrar keyiflendi ve sırıtışı daha da genişledi.

Çok geçmeden eski bir evin önünde durdular. “İşte geldik!” dedi neşeyle Sırıtkan Sıtkı, arabasının kapısını gürültülü bir şekilde çarparak. “Gelin size içeriyi göstereyim.” diyerek hızlı adımlarla verandaya yürümeye başladı. Derin ise arka koltuktan küçük el valizini alarak daha yavaş adımlarla onu izlemeye koyuldu. Başını kaldırıp eve şöyle bir baktı ve memnuniyetsiz bir homurtu koyuverdi. İki katlı, ahşap bir evdi karşısındaki. Oldukça eskiydi ve kasvetli bir havaya sahipti. Yılların etkisi ile iyiden iyiye kararmış ahşap duvarları, bakımsız bahçesi ve bahçenin dış duvarlarını saran dikenli sarmaşıkları bu havayı iyice güçlendiriyordu. Etrafı yüksek çam ağaçları ile çevriliydi ve biraz önünde Dingin Göl’ün eşsiz ve sakin manzarası uzanmaktaydı. Etrafta başka hiçbir ev ya da benzeri yapı görünmüyordu. Aklı başında birinin kesinlikle yanına yaklaşmak istemeyeceği türden bir yerdi ama işte adam buradaydı.

Genç adam “Evim güzel evim…” diyerek bir iç çekti ve verandada durmuş ceketinin cebini karıştırarak anahtarlarını arayan emlakçının yanına ilerledi. O yürürken verandanın tahtaları üzerlerindeki bu yeni misafire itiraz edercesine gıcırdıyordu. “Elimde tam istediğiniz gibi bir yer var dediğinizde böyle bir yerle karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim doğrusu.” dedi Derin, emlakçının yanına vardığında.
“Vay vay… Demek istediğiniz zaman konuşabiliyormuşsunuz.”
Derin sadece kaşlarını hafifçe kaldırıp manalı manalı bakmakla yetindi.
“Tamam, tamam pes ettim.” dedi Sırıtkan, iki elini havaya kaldırarak. “Kimsenin sizi rahatsız edemeyeceği bir yer istediğinizi sanıyordum.”
“Bu doğru.”
“O zaman sorun yok demektir.” dedi Sırıtkan, cebinden çıkardığı anahtarlardan birini kapının üzerinde denerken. “Çünkü kasabanın bu köşesine kimseler gelmez. Tamamen yalnız olacağınızı garanti edebilirim. Sırıtkan Emlak her zaman müşterilerinin isteklerine önem verir.” diye devam etti daha da fazla sırıtarak. Derken anahtarlardan biri kilidin içerisinde ufak bir klik sesi çıkararak döndü ve emlakçı eski kapıyı ağır bir gıcırtı eşliğinde ardına kadar açtı. “İşte burası…” dedi gayet kendinden hoşnut bir sesle. “Nasıl? Harika değil mi?”

Derin, eve alıcı gözü ile bakarken aklından pek çok tanım geçiyordu fakat bunlardan hiçbiri harika sözcüğünün yanına bile yaklaşamıyordu. Virane kelimesi çok daha uygun görünüyordu gözüne. Havada ağır bir rutubet kokusu vardı ve her yanı kalın bir toz tabakası kaplamıştı. İçerideki mobilyaların üzerleri kirlenmemeleri için beyaz çarşaflarla örtülmüştü fakat kirden iyice kararmış bu örtülere hâlâ beyaz diyebilmek için renk körü olmak gerekiyordu. “En azından bir konuda yalan söylememiş, ev gerçekten de dayalı döşeli…” diye düşündü kendi kendine.

“Eee? Nasıl buldunuz?” diye sordu Sırıtkan Sıtkı, beklenti dolu bakışlarla müşterisine dönerek. Derin, tekrardan etrafına alıcı gözüyle şöyle bir baktı, ardından umursamaz bir tavırla omuzlarını silkerek “Tamam, tutuyorum.” diye yanıtladı.
“Harika!” dedi Sırıtkan, ellerini heyecanla çırparak. “Kesinlikle pişman olmayacaksınız.” diye ekledi ardından, ceketinin iç cebinden kira sözleşmesini çıkararak. Sözleşmeyi tozlu masalardan birine serdi ve gerekli yerlere karşılıklı birer imza attılar.

“Neden bu kadar tozlu?” diye sordu Derin, kalemi emlakçıya geri uzatırken.
“Efendim?” diye sordu Sırıtkan şaşırarak.
“Ev diyorum, neden bu kadar tozlu? Fiyatı bu kadar uygun olan bir evin pek çok kiracısı olmalı, yanılıyor muyum?”
“Aslına bakarsan yanılıyorsunuz. Bu ev çok uzun zamandır boştu, hatta son kiracısını ben bile tanımıyorum. Benim dönemimden önceymiş. Halk arasında pek popüler bir yer değildir, anlıyorsunuz ya...”
“Neden? Oldukça sessiz ve huzurlu bir yere benziyor.”
“Öyledir. Fakat kasabalılar evin lanetli olduğu gibi saçma bir inanca sahipler. Hatta bu evi birilerine kiralamama şiddetle karşı çıktılar. Hah, lanetmiş! Buna inanabiliyor musunuz? Hem de yirminci yüzyılda?” dedi Sırıtkan, fazla abartılı bir kahkaha eşliğinde.
“Lanet mi? Ne laneti?”
“Aman canım, boş verin. Basit insanların basit inançları, bilirsiniz işte…” diyerek geçiştirdi emlakçı bu soruyu. Ardından süratli adımlarla kapıya yöneldi, bir taraftan da hızlı hızlı konuşuyordu; “Size iyi günler dilerim. Paramı her ay sonunda peşin isterim, faturanızı adresinize postalarım. Hoşça kalın!” Ardından kapıyı gürültülü bir şekilde kapatarak çıkıp gitti. Genç adam peşinden koştursa da ona yetişemedi, adam çoktan arabasına atlamış ve uzaklaşmaya başlamıştı bile. Emlakçının gözlerinde yakaladığı ifade de neydi öyle? Korku mu? Yoksa telaş mı? Derin emin olamadı.

***

Karanlıktı, zifiri karanlık… Ve korkuyordu, hem de çok! Çünkü O, onun için geliyordu. Arkasında bir yerlerdeydi, onu hissedebiliyordu. Buradan hemen kaçmalıydı. Önündeki kapıyı açmaya çalıştı fakat kilitliydi. Kapı tokmağına hızlı hızlı birkaç kez asıldı, çekti, itti ama kapı bana mısın demedi. Kalbi korkudan güm güm atıyor, nefes alış verişleri düzensiz bir biçimde hızlanıyordu. Arkasından yaklaşan ayak seslerini duyduğunda korkusu iyice arttı ve kapıya tırnakları ile saldırmaya başladı. Sonra saçında ani bir acı hissetti ve başı bir el tarafından sertçe geriye çekildi. O gelmişti! Saçından sürüklenerek kapıdan uzaklaştırılmaya başlandı. Bir taraftan kurtulmak için yerde çaresizce debeleniyor bir taraftan da çığlık atıyordu; “Hayır, ölmek istemiyorum! Hayır!”

“Hayır!” diye bağırarak uyandı Derin. Soluk soluğa kalmıştı ve iliklerine kadar terlemişti. Hemen yattığı yerde doğrulup korkulu gözlerle etrafına bakınmaya başladı. İlk başta çevresindeki mobilyaları çıkaramadı, sonra yavaş yavaş hafızası yerine gelmeye başladı ve nerede olduğunu hatırladı. Kiraladığı orman evindeydi, emlakçı ayrılalı birkaç saat olmuş olmalıydı. Odaları gezerken oldukça davetkâr bir yatağa denk gelmiş ve biraz gözlerini dinlendirmenin bir zararı olmayacağına karar vermişti. Anlaşılan kâbus görmüştü. Fakat korkunç derecede gerçekçi bir kâbustu bu. Saçı çekilirken duyduğu acıyı, kapıyı tırmalarken tırnaklarında oluşan o yanma hissini sonuna kadar hissetmişti.

Yüzünü ellerine gömüp bir müddet daha orada oturmaya devam etti. Sonunda daha fazla uyuyamayacağına karar verip yataktan kalktı. İstemediğinden değil ama cesaret edemiyordu. Bunu kendisine itiraf etmeye hiç niyeti yoktu elbette. “Bir daha asla kıyafetlerimle uyumayacağım.” dedi kendi kendine, muhtemelen bu gece de aynı şeyi yapacağını bile bile. Kafasını dağıtmak için kendini yerleşme işine vermeye karar verdi. Çantasını açıp içindekileri dolaplardan birine yerleştirdi. Ardından mutfağa geçip ıslak bir bez, süpürge ve bir kova su ayarladı kendine. Süpürge oldukça eskiydi, bez de bir paçavradan ibaretti gerçi ama şimdilik işini görürdü. Eğer önümüzdeki birkaç ay boyunca burada saklanacaksa burayı yaşanılır hale getirmeliydi.

Mutfak alt kattaydı ve Amerikan tarzıydı. Alt katın neredeyse tamamını oluşturan geniş salonla bitişikti. Salon ve mutfağın dışındaki odalar ufak bir kiler, küçük bir tuvalet ve tek kişilik bir yatak odasıydı. Az önce uyuduğu oda… Üst katta ise yine salonla aynı genişlikte bir oturma odası vardı. Odanın bir ucunda göle bakan, muhteşem manzaralı, geniş bir balkon bulunuyordu. Televizyon yoktu, bilgisayar da öyle… Dış dünyaya tamamen kapalı bir ortamdı, tam da adamın istediği gibi. İki yatak odası ve küçük bir banyo yine bu katta bulunan diğer odalardı. Bir de tam koridorun ortasında tavan arasına çıkan dar bir merdiven ve merdivenin sonunda küçük, ahşap bir kapı vardı.

Derin bu odaların hepsini tek tek gezdi ve gerekli gördüğü yerleri elinden geldiğince temizlemeye çalıştı. Odaların bazıları kilitliydi fakat emlakçının kendisine verdiği anahtarlar sayesinde hepsini kolaylıkla açmıştı. Biri hariç; tavan arasına açılan kapı… Üstelik anahtarlardan hiç biri kilide uymamıştı. Kapının üstündeki kilit diğerlerine nazaran oldukça eski ve paslı bir şeydi. Sanki yıllardır kullanılmamış gibi bir havası vardı. Bunu o sırıtkan herife iletmek için aklında bir yere not etti ve kendini oturma odasındaki koltuklardan birine atıverdi. Çok yorulmuştu ama buna değmişti doğrusu. En azından aklını biraz boşaltmış, bir müddet başka şeylere odaklanmıştı.

Aklını boşaltmak… Bu cümle ile sürekli düşünmekten kaçındığı bazı anılar hızla beynine hücum etti ve ister istemez yine o günü düşünmeye başladı. “Aşağılık herif…” diye mırıldandı sıkılı dişlerinin arasından.

***
1 hafta önce… Gece yarısı

“Aşağılık herif!” diye bağırdı Derin. Şehrin arka sokaklarından birindeydi ve üzerine bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaktaydı. Silahını doğrulttu ve “Bana bak!” diye bağırdı karşısındaki adama. Sırtı ona dönük olan adam olduğu yerde yavaşça döndü ve kendisine doğrultulan silahı gördüğünde olduğu yerde donakaldı.
“Bu-bu da ne demek oluyor? N-Ne yaptığını sanıyorsun?” dedi adam korkuyla. Kırklı yaşlarında, göbekli bir adamdı. Saçları iyice seyrelmiş, tepesi iyiden iyiye kelleşmişti.
“Kapa çeneni!” diye bağırdı Derin, “Ellerini kaldır.”
“Tamam, tamam!” dedi şişman adam korkuyla ellerini kaldırarak.
“Ödeşme vakti ihtiyar.” dedi Derin, silahın horozunu çekerek.
“Saçmalama evlat, kaldır şu silahı! Ben senin babanım!”
“Benim babam artık yok!” diye bağırdı ve gök gürültüsü eşliğinde tetiği çekti.

***

Uzaktan gelen bir gök gürültüsü sesi eşliğinde olduğu yerde zıplayıverdi. Düşüncelerine biraz fazla dalmıştı anlaşılan. O günden beri sürekli o anı yaşıyordu zaten, yani babasını öldürdüğü geceyi… Gök gürlemeleri yeniden duyulduğunda kalkıp balkona çıktı ve ufukta toplanan kara bulutlara şöyle bir baktı. “Harika. Ruh halime daha uygun bir hava düşünemiyorum zaten.” diye mırıldandı kendi kendine. “En azından bu havada hiç kimse dışarı çıkmaz, polisler bile…” Derken göl kenarında bir hareket takıldı gözüne. Gözlerini iyice kısıp dikkatle baktığında bunun balıkçı mantosu giymiş, uzun boylu, yaşlı bir adam olduğunu gördü. “Bir bu eksikti, bir de buralara kimsenin gelmediğini söylemişti. Adi herif…” diye söylendi öfkeyle. Fakat tekrar baktığında adam orada değildi. Bir müddet daha adamı tekrar görebilmek için balkonda eğrilip doğrulduktan sonra bu uğraştan vazgeçti ve içeri girip kapıyı sıkıca kapattı. Evin tüm kapılarını güzelce kilitledikten sonra da istemeye istemeye de olsa yatağına doğru yöneldi. Kıyafetlerini çıkaracağı konusunda verdiği sözü elinin tersiyle iterek kendini yüzüstü yatağa bıraktı. Yine kâbus görecek hali yoktu ya?

***

Karanlıktı, zifiri karanlık… Deliler gibi korkuyordu. Kilitli kapıyı et ve tırnakları ile açmak için son bir umutsuz girişimde bulundu fakat başaramadı. Ellerinin ne kadar küçük göründüğünü fark etti o anda. Vücudu da küçücüktü. Aniden güçlü bir el saçlarından kavrayarak başını geriye çekti ve onu yerde sürüyerek kapıdan uzaklaştırmaya başladı. “Hayır!” diye bağırdı incecik sesiyle “Bırak beni, hayır!” Suratına yediği okkalı bir tokatla sarsıldı. Yerden hızla kaldırılıp sertçe bir masanın üzerine yatırıldığını hissetti. Karşı koymaya çalıştığında yüzüne bir darbe daha aldı. Bu seferki çok daha sertti, bilincini yarı yarıya kaybetmesine neden olmuştu. Göz ucuyla bir parıltı görür gibi oldu ama hareket edemiyordu. Keskin bir şeyin havayı yararken çıkarttığı o meşhum ses duyuldu. Görüntü bir anlığına dağılır gibi oldu ve küçük bir çocuk gördü bu kez önünde. Çocuk sürekli yer değiştiriyor, bir an için tam önündeyken bir an sonra ise 10 adım ileride duruyordu, sonra yine önünde… “Bana yardım et.” diye fısıldadı çocuk. Sonrasıysa boynunda duyduğu büyük bir acı ve daha koyu bir karanlık…
***

Bir çığlık atarak yerinden sıçradı. Eliyle boğazını tutuyor ve soluk soluğa nefes alıp veriyordu. Boynunda korkunç bir acı vardı. Hızla yataktan kalkıp tuvalete koştu ve aynada boyun bölgesini incelemeye başladı. Görünürde hiçbir darbe izi ya da kızarıklık yoktu fakat saç diplerindeki acı ve tırnaklarındaki yanma yine hissediliyordu. “Lanet olası kâbuslar…” diye homurdandı kendi kendine. Tuvaletten çıktığında dışarıda parlayan güneşi görüp şaşırdı. Sabah olmuştu bile… Bir şeyler atıştırabilmek umuduyla mutfağa doğru yöneldi ama tam tahmin ettiği gibi dolaplar tam takırdı. Anlaşılan her şeye rağmen kasabaya inmek zorunda kacaktı. Üzerini değiştirip saçlarını sıkıca topladı. Kafasına bir şapka geçirip bir de güneş gözlüğü taktı. Bu haliyle kimsenin kendisini tanımayacağını umuyordu.

Tam evin kapısından çıkmış kasabaya doğru ilerliyordu ki karşıdan gelen biriyle karşılaştı. Dün akşam gölün kenarında gördüğü balıkçıydı bu.
“Günaydın!” diye seslendi balıkçı.
“Hay aksi…” diye homurdandı Derin.
“Güzel bir sabah öyle değil mi?” diye sordu balıkçı. Uzun boylu, ihtiyar bir adamdı. Beyaz sakalları, kanca bir burnu ve açık mavi gözleri vardı. Sarı renkli uzun bir palto ve ağır plastik çizmeler giymişti. Başına da asker yeşili bir balıkçı beresi takmıştı. “Adım Keskinolta, Fırat Keskinolta. Buralı bir balıkçıyım. Gölün aşağısından geliyorum, buralarda yarım kalmış bir işim vardı da… Bağırdığınızı duydum ve bir bakmaya geldim. Her şey yolunda mı?”
“Ben… Ben bir kâbus gördüm.” dedi en sonunda Derin, bir şeyler demesi gerektiğini fark ederek.
“Hmmm… Oldukça korkunç bir tane sanırım.”
“Şey… Evet.” dedi genç adam, elini istemsiz bir şekilde boğazına götürerek.
“Sadece bir kâbus ise oldukça şanslısınız. O evde oturup da daha kötü şeylerle karşılaşanları da gördüm.”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Bak evlat… Sen diye hitap edebilirim değil mi? Çok uzun zamandır bu civarda yaşıyorum ve inan bana o ev hakkında bildiklerimin yarısını bile bilsen bir daha oraya adımını atmazdın.”
“Ah, evet… Şu lanet saçmalığından bahsedeceksin değil mi? Boş versene ihtiyar, benim karnım çocuk masallarına tok.”
“Çocuğu mu gördün yoksa kadını mı?” diye sordu ihtiyar, büyük bir ciddiyetle.
“Ne?”
“Çocuk mu, kadın mı?”
“Neden söz ettiğini bilmiyorum, beni yalnız bırak.” diye bağırdı öfkeyle ve hızlı adımlarla kasabaya giden yolda yürümeye başladı.
“Kâbuslar sadece başlangıç, daha kötüsü de gelecek. Sana yardım edebilirim!” diye seslendi arkasından Keskinolta. Ama Derin’in onu dinlemeye hiç niyeti yoktu.

( Devam edecek...)

Göl fotoğrafı / Lake photo by Zane Hrynewich