24 Ocak 2012 Salı

8:00 - Kitap İnceleme


Her insanın mutlaka bir sırrı vardır. Ama büyük ama küçük… Saklarsınız onu herkeslerden, gizlersiniz meraklı gözlerden, delik kulaklardan. Fakat şunu iyi bilirsiniz ki bir sırrı saklamaktan çok daha zor bir şey vardır şu hayatta: Bir sırrı açıklamak. Hatta bazen ölüm bile bir sırrı itiraf etmekten daha iyidir.

Bu cümle süslüyor on parmağında on bir marifet olan yazarımız Alper Kaya’nın yeni kitabı 8:00’ın gösterişli kapağını. Ve belki de en iyi bu söz tanımlıyor kitabın alengirli konusunu. İstanbul’un izbe bir barında başlıyor ve yine aynı mekânda sona eriyor hikâyemiz. Birbirini hiç tanımayan bir avuç müşteri var içeride. Her biri kendi şahsi meselelerine dalmış, sorunlarını alkolün zihni bulanıklaştıran etkisi yardımıyla unutmaya çalışıyor. Başlangıçta birbirlerine tamamen yabancı olan bu kişiler ufak bir olay sonucu bir anda kendilerini aynı masada oturmuş, dostça muhabbet ederken buluyor.

Kitabın en çarpıcı yeri kesinlikle karakter betimlemeleri… Alper Kaya’nın kaleminden dökülen karakterler öylesine gerçekçi, öylesine derin işlenmiş ki okurken her biri gözlerinizin önünde ete ve kana bürünüyor. Teker teker tanımaya başlıyoruz hepsini. Ya da daha doğrusu tanıdığımızı sanmaya… Çünkü işler çığırından çıkıp kendi aralarında Rus Ruleti oynamaya başladıklarında hep bildiğiniz ama itinayla görmezden geldiğiniz bir gerçeği vuruyor kitap yüzünüze: Aslında hiç kimse anlattığı kişi değildir.

Her karakterin geçmişine ait, açıklamaktansa ölmeyi tercih ettiği bir sırrı olduğunu öğreniyoruz yavaşça. Ve aslında her birinin normal hayata uzak, gazetelerin üçüncü sayfasına yaraşır kişiler olduğunu… Sahibinin “Hatırlatma tabancası” adını verdiği silah, içindeki tek mermiyle elden ele dolaşırken sayfalar da gözlerinizin önünde hızla akıp gidiyor. Ardından Alper Kaya yine yapacağını yapıyor ve okuyucularını bir anda ters köşeye yatırıveriyor. Ne mi yapıyor? Eh, bunu burada anlatıp da okuma zevkinizi baltalayacak değilim ama kesinlikle şaşıracağınızı, kitaba bakış açınızın o anda katmerlenerek artacağını garanti edebilirim. Bir de yazarımızın fantastik kökenine bir selam çaktığı final bölümü var ki sormayın gitsin.

Kısacası 8:00 kısa görünümüne rağmen dolu bir içerik sunmayı, bir ilk roman olmasına rağmen ise akıllara kazınmayı hakkıyla başarıyor.

Nice romanlara sevgili Alper…

20 Ocak 2012 Cuma

Heykel

Rahmetli dedem henüz genç ve yeni evliyken zorlu bir hastalığa yakalanmış. Ne yapmalı ne etmeli diye düşünürken, soluğu o zamanın ünlü doktorlarından birinin yanında almaya karar vermişler. Apar topar gitmişler bu meşhur doktora. “Doktor Bey halim yaman, bana bir çare!”

Doktor, dedemi güzelce muayene etmiş sonra da bir tedavi yöntemi uygulamaya başlamış. Ama iyi olacağına gittikçe daha kötü oluyormuş dedem. Meğerse ‘ünlü’ doktorumuzun uyguladığı tedavi aslında yanlışmış ve az kalsın o gencecik yaşında dedemi hakkın rahmetine kavuşturuyormuş. Neyse ki bizimkiler durumun farkına varmış da dedem zor da olsa kendisini erken ölümün ve hastalığının pençesinden kurtarmış. Ama o günden itibaren de yaptığı hatadan dolayı doktoru hiç affetmemiş. Küfürbaz bir insan olduğu için de sürekli kulaklarını çınlatmış durmuş yıllar boyunca.

Yıllar yıllar sonra, dedemlerin oturduğu apartmanın karşısındaki parka bir heykel dikildi. Bilin bakalım kimin? Evet, doğru tahmin; o meşhur doktorun heykeli… Bu yetmezmiş gibi parkın ismini de değiştirip doktorun adını verdiler bu yeşil alana. İşin en ilginç tarafı da heykelin duruş şekliydi: bir elini yanındaki kızın omzuna koymuş, diğer eliyle tam da dedemlerin evinin balkonunu gösterecek şekilde ileriye uzatıyordu. Sanki ona bir şeyler anlatıyormuş gibi bir hali vardı. Dedem bu işe çok bozulmuştu tabi. Anneannem ise çok gülmüştü. “Sen çok seversin ya, ondan diktiler herhalde.” deyip deyip gülüyordu. 

“Nereyi gösteriyor bu heykel dede?” diye sormuştuk muzip muzip, balkonda durmuş parktaki heykeli seyrederken.

Dedem şöyle bir durdu, düşündü, sonra da aynen şöyle dedi: “Beni gösteriyor tabi. Bir tek şu pez****gi öldüremedim diyor!” 

14 Ocak 2012 Cumartesi

Çok yönlü Blogger ödülü

Sevgili Pabuç ve Hypatia, geçen (öhöm!) ay beni mimlemiş ve blog sayfamı "Çok Yönlü Blogger" ödülüne layık görmüşlerdi sağ olsunlar. Ben de ne yapıp edip mimi cevapsız bırakmayacağıma dair kendilerine söz vermiştim ve şimdi bunu tutmanın tam zamanı (Aksi takdirde bana üç vakte kadar dayak görüyorum).

Her mimde olduğu gibi bunda da bazı kurallar var elbette. Öyle ödülü alıp kaçmak yok anlayacağınız. Bakalım ne eziyetl... öhöm... şartları varmış bu ödülün.

1. Size bu ödülü layık gören kişiye teşekkür etmeli ve ona geri bağlantı vermelisiniz.


Elbette, büyük zevkle...

Neredeyse ilk günlerimden beri beni takip eden, yorumunu, desteğini ve de ene önemlisi arkadaşlığını benden esirgemeyen sevgili Pabuç, yazılarını "Bu da geçer" isimli sayfasında bıkmadan usanmadan yayınlamaya devam etmekte. Arada bir bıktım dese de biz içten içe içindeki yazı canavarının yeniden ortaya çıkacağını biliriz.

Gerek kaliteli yazıları gerekse değerli kişiliğiyle kısa sürede bütün ödül, takdir ve alkışları toplayan sevgili Hypatia ise birbirinden güzel paylaşımlarıyla "Hypatia'nın araştırmacı ruhu" isimli sayfasında arz-ı endam etmekte. Blog dünyasına yeni giriş yapmasına rağmen kırk yıllık blog yazarlarına taş çıkarttıracak kadar da güzel şeyler yazmakta kendisi.

Her ikisine de bu ödül için çok teşekkür ederim. Eksik olmayın arkadaşlar.

2. Kendiniz hakkınızda 7 gerçeği paylaşın.

Hah! Şimdi geldik işin alengirli kısmına. Kendi kendini rezil etmek! İşte bu konuda üstüme yoktur. Üstelik genellikle ekstradan bir çaba sarf etmeme bile gerek kalmıyor. Sokağa çıkmam, ağzımı açmam ya da sadece kendim olmam yetiyor da artıyor bile. Beni uzun zamandır takip edenler şuradaki yazımda kendimle alakalı 7 acayip huyumu anlattığımı hatırlayacaktır. Orada yazdıklarımı tekrar etmemek adına 7 garip huyumu daha ifşa ediyorum efendim, kemerlerinizi bağlayın!

5 Ocak 2012 Perşembe

Yürü(yeme)yen merdiven

Geçen sabah, her zamanki gibi işe gitmek üzere metroya binmiştim. Sardalye konservelerinin rahat ve ferah bir yer gibi görünmesine neden olacak denli sıkışık bir yolculuktan sonra kendimi zor da olsa kapılardan dışarı attım ve istasyona indim. Sabahın henüz erken saatleri olduğundan ben dâhil pek çok kişinin henüz uykusu açılmamıştı. Yavaş adımlarla yürüyen merdivene ilerledim, topluluğa ayak uydurarak.

Başlangıçta her şey gayet normaldi. Yürümek istemeyenler sol tarafta bekliyor, benim gibi boş durmayı sevmeyenler ise sağ taraftaki basamakları tırmanıyordu. Ben de bir yandan merdiveni çıkarken diğer yandan mahmur gözlerle etrafı seyrediyorum. Sonra birdenbire garip bir şey fark ettim. Basamakları tırmanıyordum tırmanmasına ama baktığım manzara hiç değişmiyordu nedense. Şaşkınlıkla gözlerimi üzerinde durduğum yürüyen merdivene çevirdim ve hayretle basamakların geri geri gitmeye başladığını gördüm. Resmen olduğum yerde sayıyordum. Bir anda etrafımdaki kalabalıktan bir şaşkınlık nidası kopuverdi. Ardından yönünü şaşırmış merdivenimiz hızını arttırmaya başladı. Biz durur muyuz? Biz de arttırdık hızımızı merdivene inat. Hep beraber koşar adım merdivenleri tırmanma gayretine giriştik. Ben diyeyim yirmi siz deyin otuz kişi, başladık hızlı hızlı koşmaya… Ama ne hacet? Biz hızlandıkça merdiven de inat edermiş gibi giderek süratleniyordu.

En sonunda hatalı da olsa teknoloji insana üstün geldi ve komedi filmlerini andırır bir şekilde, koşar adım ileri gitmemize rağmen hep beraber gerisin geri indik.

Sonrası gür kahkahalar…

2 Ocak 2012 Pazartesi

Yitik Öyküler Kitabı, Gölge E-Dergi'de...

İnternetin saygın yayınlarından biri olan Gölge E-dergi, bu ayki sayısında Yitik Öyküler Kitabı'nın çıkış hikayesine de yer verdi. Yazıyı aşağıda okuyabileceğiniz gibi derginin tamamına da buradan ulaşabilir ve zengin içeriğinde gönlünüzce kaybolabilirsiniz.

Keyifli okumalar ve teşekkürler Gölge Ekibi...

Yazarının kaleminden Yitik Öyküler Kitabı
Önce Yemin ve Öç, şimdi de Yitik Öyküler Kitabı… Bu kitaplar benim mi, bunları gerçekten de ben mi yazdım? Bu soruları hala soruyorum kendime. Oysa çok değil sadece birkaç yıl öncesine kadar ne hikâye yazmışlığım vardı ne de başka bir şey. Evet, kendi çapımda kısa mizah yazıları yazıyordum, çizdiğim çizgi-romanlar da vardı ama bunlar hep gülüp eğlenmek için yaptığım şeylerdi. Hiçbirini profesyonel anlamda kaleme almamıştım. Kitap çıkarma fikri ise tatlı ve ulaşılamaz bir hayaldi benim için. Peki, ne oldu da bu noktaya gelebildim? Vallahi ben de bilmiyorum.
Her şey oldukça sıradan bir gecede başladı. Zaten hep öyle olmaz mı? Evde oturmuş, günün yorgunluğunu üzerimden atmaya çalışırken bulanık zihnimin derinliklerinde bir öykü fikri canlanıverdi. Öyle aniden ve birdenbire… Konuşan bir kılıç, emekli bir şövalye ve bir cadı hakkında biraz komik biraz fantastik bir maceraydı aklımda şekillenen. İçine serpiştirebileceğim esprileri düşünürken bile keyifle sırıtmaktan kendimi alamıyordum. Hevesle yerimden kalktım, bilgisayarımın başına geçtim ve bugün “Cesur ve Geveze” olarak bilinen hikâyenin ilk satırlarını yazmaya başladım. Garip bir şekilde, kendimi de hayretler içerisinde bırakarak yazdıkça yazıyordum. Hikâyeyi tamamladım, blog sayfamda yayınladım ardından heyecanla yorumları beklemeye başladım. İlk gelen tepkiler oldukça olumluydu ve okuyan herkes daha fazlasını yazmam için beni teşvik ediyordu. Sevmiştim bu işi.