Yorgun Savaşçı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yorgun Savaşçı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Mart 2011 Perşembe

Yorgun Savaşçılık babadan oğula geçen bir zanaattir

12 Eylül ihtilalını ve o günlerde yaşanan olayları bilmeyeniniz yoktur. Şimdi anlatacağım anı o zamanlarla alakalı. Ama hemen burun kıvırmayın, o günlerin acı hikâyelerini dinlemeye niyetiniz olmadığını biliyorum. Benim de anlatmaya yok zaten. Bahsedeceğim hatıra aslında bana değil, babama ait…

O zamanlar asker olan babam vatani görevini Yassıada’da asteğmen olarak yapmaktaymış. Dedemler ise Maltepe’de oturuyormuş. Maltepe ve Yassıada arasındaki mesafenin azlığına dikkatinizi çekerim, Sadece birkaç dakika… Babam askerlik açısından şanslı bir adammış anlayacağınız. Hem asteğmen, hem evine sadece birkaç dakika uzaklıkta, hem de denizciymiş ne de olsa. Daha ne olsun! Ve hayır, torpili falan da yokmuş, tamamen şans eseri.

Her neyse… Dedemler çok yakın olduğu için babam her akşam kışlayı terk edip ufak bir tekne ile evine gidermiş. Yine bir akşam küçük bir balıkçı teknesiyle eve giderken tam denizin ortasında motorları arıza yapmış. Bayağı uğraşmışlar ama bir türlü tekrar çalıştırmayı başaramamışlar. Havada karanlık, sağdan soldan gelen bir gemi olsa görmeyip üzerlerinden geçecek. En sonunda çareyi küreklere asılmakta bulmuşlar. Hep beraber olabildiğince çabuk bir şekilde ilerlemişler gecenin kör karanlığında.

En sonunda zor da olsa karaya ayak basmışlar. Nereye geldikleri hakkında hiçbir fikirleri yokmuş lakin. Çevreye bakmak ve konumlarını anlamak için birkaç adım atmışlar fakat birdenbire gür bir ses karşılamış onları; “Durun! Kıpırdamayın!” Ne oluyor demeye kalmadan kıskıvrak yakalamış bizimkileri birileri kollarından. Meğer karaya çıktıkları yer Fenerbahçe Ordueviymiş ve o gün de tam ihtilalın başladığı günmüş.  Orduevinin komutanı bir suikast ihbarı almış ve tüm askerler alarm durumundaymış. Tabi bizimkiler nereden bilsinler ihtilalın başladığını, suikast haberini falan… Hepsini nezarette ve sorgu sırasında öğrenmişler tabi…  Neyse, sonunda işin aslı ortaya çıkmış da yakayı sıyırmış babam. Ya da Yorgun Süvari mi desem?

***

Bir başka askerlik hatırası da amcamdan… En büyük amcam da askerliğini asteğmen olarak yapmış, o karacıymış orası ayrı. Daha askerliğinin ilk günlerinde nöbetçi subaylık yazmışlar amcama. Yani tüm rütbeliler hafta sonu için eve giderken kışlanın nöbetçi komutanlığı görevi amcama kalmış. Tüm kışlanın tek yetkilisi o ve o ne emrederse o oluyor kısacası. Fakat amcam daha çok acemiymiş o zaman, ilk kez nöbetçi subaylık yapıyormuş. Oradaki erlerden biri de bunu fırsat bilip amcamı kandırmış. Demiş ki;

“Komutanım, buranın en yetkilisi sizsiniz. Emredin hep beraber evimize gidelim, hafta sonunu orada geçirelim.”

Amcam da buna inanmııııış… Tüm askerlere izin vermiş, hepsi de çantalarını toplayıp evlerinin yolunu tutmuşlar. Amcam da dâhil… Ertesi sabah komutan bir gelmiş kışla bomboş! Ortadaki durumun komikliğini ya da komutanın yüzündeki şaşkınlığı hayal edebiliyor musunuz? Ben düşündükçe kahkahalara boğuluyorum.

Komutan hemen sorgulamaya başlamış tabi.
“Nerede bu askerler?”
“Yok.”
“Nereye gittiler?”
“Evlerine…”
“Kim gönderdi?”
“Asteğmen falanca.”
“Tutuklayın hergeleyi!”

İnzibatlar soluğu hemen dedemlerin evde almışlar haliyle. Amcamı da evde bir güzel yatıp keyif çatarken yakalamışlar. Neyse ki oda hapsiyle kurtarmış amcam. Ya da Yorgun Cengâver mi desem?

Ya, işte böyle… Yorgun Savaşçılık atalarımdan miras bana.

25 Temmuz 2010 Pazar

29.99...


Otuz... Bugün yoldan geçen birine bu rakamın kendisi için ne ifade ettiğini sorsanız hepsi farklı cevaplar verir herhalde. Kimi hasret dolu bir bakışla "Memleketimin plaka numarası" der kimi ise hatırlamak dahi istemediği bir sınavın notunu anımsar. Kimi için askerdeki bir yakınını çağrıştırır belki, kimine ise karnındaki bebeğini... Benim için bu sayının anlamı farklı. En azından bugün için...

Bugün tam 30 yaşına giriyorum. 30 koca yıl göz açıp kapayıncaya kadar nasıl geçti, hangi ara geçti inanın ben de bilmiyorum. İnsanın ömrü bir parmağın suya daldırılıp çıkartılmasına eşittir derler ya, işte aynen öyle. Geriye dönüp şöyle bir baktığımda sevinçlerimin hüzünlerime oranla ağır bastığı bir hayat görüyorum. Başta sevgili ailem, dostlarım, üniversite yıllarım, iş arkadaşlarım ve sevgili blog dostlarım derken ne kadar çok kişiyi tanıdığımı görüp seviniyorum. Tanıdığım çoğu kişinin de birbirinden değerli insanlar olduğunu görünce de mutlu oluyorum. Çünkü hayat denilen bu macerada bugüne dek yaşadığım günlerimi mutlulukla, sevinçle anabiliyorsam bunda en büyük pay bu insanların yani sizin...

Kahkalarlar, neşeyle, dostluk ve samimiyetle dolu bu otuz yılı bana doya doya yaşattığınız için teşekkürler. Hep birlikte daha nice sağlık, mutluluk ve huzur dolu yıllara...

11 Eylül 2009 Cuma

80

Yazının başlangıcına bakıp da aldanmayın. 80’leri anlatan ve o dönemin güzelliklerinden dem vuran bir yazı olmayacak bu. Aksine, o dönemi yaşayan, 80’li yıllarda doğanlarla ilgili olacak anlatacaklarım. Tıpkı benim gibi…

Çünkü geçiş dönemi çocuklarıyız biz. Ya çok geç kalmışız bazı şeyler için ya da çok erken gelmişiz dünyaya…

Geç kalmışız güzellikleri yaşamaya… Denizin girilebilir olduğu dönemin sonunu yakalayabilmişiz ancak. Yeşil tepelerin son baharlarında koşturmuşuz tepelerinde, bin bir renkli çiçeklerin arasında. Hormonsuz meyvelerin son mahsulüymüş minik ellerimizde tuttuğumuz elmalar. Küçüktük. Değerlerini bilemedik, anlayamadık.

Erken gelmişiz dünyaya… Eski kaldık günümüz için. En basitinden okuduğumuz okullar bile eski moda kaldı. Diplomalarımızı aldığımızda aslında bir başlangıç değil bir bitiş yaşadığımızın farkında değildik. Bizim devrimizin bitişi… Kıyafetlerimiz zevksiz, saç kesimlerimiz şekilsiz olarak tanımlandı. Dinlediğimiz müzik ise demode…

Sadakatten bahsettik, saçmalık dediler. Dürüstlük dedik, aptallık dediler. Peki ya aşk dedik, peki ya sevgi? Para dediler. Ayak uyduramadık bir türlü yeniliklere. Belki de ayak uydurmak istemedik.

Yine de vazgeçmedik çabalamaktan. Vazgeçmedik hayata sımsıkı sarılmaktan. Hayat doluyuz çünkü. Ve de ümit… Eskilerin dürüstlük, saygı, ahlak dediği, şimdikilerin ise aptallık, saflık, enayilik dediği erdemlere sahip bir kuşağız biz. Ayakta kalmayı becerebildiğimiz sürece de elimizden en iyisini yapmaya ve yaşamaya gayret edeceğiz.

Eski ile yeni arasında sıkışıp kalmış, şanssız bir nesiliz biz. Bir arada durmaya çalışan, ürkek gözlerle etrafa bakan bir avuç genç insan… Çünkü geçiş dönemi çocuklarıyız biz. Ya çok geç kalmışız bazı şeyler için ya da çok erken gelmişiz dünyaya…

Yorgun Savaşçı savaşmaya devam edecek…

8 Haziran 2009 Pazartesi

Sadece basit bir vapur yolculuğu

Konak vapur iskelesine doğru hızlı adımlarla yaklaşıyordum. Telaşla saatime bir göz attım. Hiç utanmadan 18:00’i gösteriyordu. “Harika, yine geç kaldım.” diye mırıldandım kendi kendime.
“Her zamanki gibi evden buluşma saatinde çıktığın için olmasın?” dedi Yorgun Savaşçı’nın sesi kulaklarıma. “Hayır, olamaz” diyerek olduğum yerde kalakaldım ve sesin sahibini görmek için etrafıma bakındım. İşte oradaydı. Sağ taraftaki direklerden birine kayıtsızca yaslanmış, başındaki geniş siperlikli şapkasını düzeltiyordu.
“Gerçek bir şövalye verdiği sözü daima tutar. Buna buluşma saatinde doğru yerde olmak da dâhil” dedi Cesur Şövalye birdenbire solumda belirerek.
“Yine mi siz?” diye inledim onları gördüğümde. “Şimdi sırası değil, yetişmem gereken bir randevum var.” dedim ardından da.
“Şatondan zamanında çıkmış olsaydın şimdi bir küheylan gibi dörtnala koşturmak zorunda kalmazdın, biliyorsun değil mi?” dedi şövalye tangırdayan zırhının içinde.
“Karargâhından demek istiyor. Yani evinden…” diye düzeltti onu Yorgun Savaşçı, anlamadığımı görünce.
“Tamam, tamam. Biliyorum hatalıyım. Bu, vazgeçmek için her seferinde kendinize söz verdiğiniz ama bir türlü bırakamadığınız türden bir alışkanlık işte.” dedim sinirle.
“Elbiselerini çıkarmadan uyuman gibi” dedi Savaşçı.
“Evet, aynen öyle” dedim hevesle. Sonra da “Şey, yani… Hayır!” diye bağırdım telaşla, yaptığım hatanın farkına vararak. Etrafımızdan geçen insanlar bana garip garip bakmaya başlamışlardı. Ne de olsa onların gözüne kendi kendine konuşan bir tip olarak görünüyordum. Utançtan yanaklarımın kıpkırmızı kesildiğini fark ettim. Yorgun Savaşçı’nın pis pis gülüşünü görmezden gelmeye çalışırken uzaktan gelen vapur sesiyle irkildim. Vapur hareket etmek üzereydi ve ben burada durmuş kendi kendimle kavga ediyordum resmen. En kısa zamanda bir psikoloğa görünmem gerektiğini bir kenara not edip koşmaya başladım. İskeleye yaklaştığımda hareket etmeye hazırlanan vapurun İhsan Alyanak olduğunu gördüğümde ise kendi kendime gülmeden edemedim.

Tam iskeleye varmıştım ki ayakkabı boyacısı olan bir çocuk önümü kesti ve “Boyayayım mı abi?” diye sordu şevkle. “Sağol kardeşim, istemiyorum” diyerek yanından seğirtmeye yeltendim. Hızlı bir hamleyle tekrar önümü kesti ve elindeki siyaha bulanmış süngeri gözümün önünde sallayarak “Boyayayım mı abi?” diye sordu tekrardan. “Hayır, istemiyorum dedim ya” diye çıkıştım bu kez sinirle. Boyacı çocuk elindeki süngere sanki sünger beni hipnotize etmeliymiş ama bunu becerememiş gibi hayal kırıklığına uğramış bir şekilde baktı. Sonra boş vermiş bir şekilde omuzlarını silkti ve tekrar süngerini burnumun dibine sokarak “Boyayayım mı abi?” diye sordu. “İstemiyorum yahu! Hem ben spor ayakkabı giyiyorum baksana. Neyini boyayacaksın?” dedim iyice sinirlenmiş bir biçimde. Tam o esnada kağıt mendil satan başka bir çocuk geldi ve o da mendil paketlerini gözümün önünde sallayarak “Alır mısın abi?” diye sordu. Ardından da sakız satan bir diğeri… Vapur ikinci ve son kez düdüğünü çaldı. Hareket etmek üzereydi. “Bakın, biri cüzdanını düşürmüş! Hem de içi para dolu!” diyerek uzakta bir yeri işaret ettim. Paraya odaklı zihinler güruhu olarak hepsi aynı anda o tarafa döndü. Elimdeki fırsatı geri tepmedim ve gişelere doğru son sürat bir koşu koparttım.

Soluk soluğa da olsa vapura binmiştim sonunda. Üstelik o delileri de arkamda bırakmıştım. İçeriye geçtim ve kendime oturacak rahat bir yer aramaya başladım. Cam kenarında bir yer bulup rahatça kuruldum ve arkama yaslandım. Evet biraz geç kalmış olabilirdim ama en nihayetinde yoldaydım. Herhangi bir terslik olmazsa birkaç dakika sonra orada olacaktım. Huzurla iç geçirdim. Ne tür bir terslik olabilirdi ki? Tam o esnada düşen bir tepsi ve kırılan bardakların sesi duyuldu. Ardından da çığlıklar, küfürler ve yumruklaşmalar gelmeye başladı tam arkamdan. Hızla arkama baktığımda biri bayan olan dört yolcunun saç saça baş başa kavga ettiklerini gördüm hayretle. Tam onların yanında ise büyük ihtimalle kavga edenlerin çarpması ile tepsisi düşmüş ve tüm bardakları kırılmış bir gemi garsonu inanamayan bakışlarla bir boş eline bir de yerdeki kırıklara bakıyordu. Birden bire ortalık karışmıştı. Kadınlar ve çocuklar sağa sola kaçışıyor, erkekler kavgayı ayırmak için dörtlünün üstüne koşuyordu. Az sonra kamarotların ve kaptanların da olaya karışmasıyla kavga iyice büyümüştü. Bense koltuğumun arkasına büzüşmüş olanları hayretle izliyordum. “Gene ortalığı karıştırdın değil mi? Ne tür bir terslik olabilir kiymiş” dedi aniden yanımda beliren Yorgun Savaşçı. Onu duymazdan gelmeye çalıştım. “Aslında buna pek şaşırmamak lazım. Söz konusu sen olunca…” diye ekledi konuşmayacağımı anladığında. “Haydi gidip şu kavgayı ayıralım, tıpkı gerçek bir şövalye gibi görünürsün” dedi Cesur Şövalye, büyük bir şevkle. “Bence biz de kavgaya katılıp dövüşün tadını çıkaralım” dedi yumruklarını sıkan Savaşçı. Dövüş fikri onu cezbetmiş gibi görünüyordu. Bize doğru yaklaşan kavgaya doğru baktım ve “Benim daha iyi bir fikrim var.” dedim usulca, “Haydi güverteye çıkalım.” Ve arkama bile bakmadan hızla oradan uzaklaştım.

Kavga sebebiyle vapur planlandığından daha geç kalkmak zorunda kalmıştı elbette. Bu da zaten geç kalmış olan benim daha da geç kalmama neden olmuştu maalesef. En nihayetinde kavga yatıştırıldı, yolcular ve görevliler tekrar yerlerini aldı ve gemi rotasına doğru hareket etmeye başladı. Tekrar içeri girmeye cesaret edemeyen birçok yolcu ile birlikte dışarıda oturmayı seçtim bende. Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi, denizin her zaman sakinleştirici bir etkisi olmuştur bende. Yüzüme çarpan hafif meltemin eşliğinde geçen birkaç huzurlu dakika sonunda iyice rahatlamış ve az önceki istenmeyen olayların gerginliğinden tamamen kurtulmuştum. Denizin o eşsiz kokusunu içime çekmek için gözlerimi kapattım ve ileri doğru eğilerek derin bir nefes aldım. Tam o esnada bir dalga geminin güvertesine çarpmış olacak ki birdenbire üstüm başım sırılsıklam oldu ve gözlerimi kırpmadan ifadesiz bir şekilde kalakaldım. Yanımdaki adamın sessiz kıkırdamalarını duymazdan gelmeye çalışarak bir mendille yüzümü kuruladım ve kaşlarımı çatarak yolculuğun bitmesini bekledim. Deniz manzarası artık umurumda bile değildi.

Az sonra vapur yavaşça iskeleye yanaşmaya başlamıştı. “Nihayet” diyerek yerimden kalktım ve inmek için bekleyen yolcular arasında yerimi aldım. Hava iyice kararmıştı, o yüzden iskeleyi pek net seçemiyordum. Yolcuların hepsinin inmediğini fark ettim, etrafta çok az yolcu vardı çünkü. “Herhalde büyük bir çoğunluğu Bostanlı’ya gidiyor” diyerek bu konu üzerinde fazla düşünmedim. Kısa süre içinde vapur yanaştı ve hep birlikte indik. Eee? Herkes neden sol tarafa gidiyordu ki? Çıkış sağ tarafta değil miydi? “Herhalde ben yanlış hatırlıyorum” diyerek kalabalığı takip ettim. Çıkış gerçekten de hatırladığımın aksine soldandı. İskele de pek hatırladığım gibi değildi sanki. Hem bu sağ tarafta sıralanan tekneler de neyin nesiydi? Daha önce burada böyle bir şey gördüğümü hiç hatırlamıyordum. Sonra birden durdum. “Hayır. Sakın düşündüğüm şey olmuş olmasın” diye inleyerek başımı yavaş yavaş arkaya çevirdim ve iskelenin adının yazılı olduğu tabelaya baktım. Bostanlı İskelesi tabelası arsız bir şekilde sırıtarak bana bakıyordu. Yanlış iskelede inmiştim! Hemen koşarak tekrar girişe yöneldim, kapılar kapanmadan önceki son saniyede kayarak kapıların arasından geçtim ve aynı gün ikinci kez kıpkırmızı bir suratla İhsan Alyanak isimli vapura koşarak bindim.

Yarım saat sonra Karşıyaka’daydım. Vapur bana inat mıdır nedir bilemeyeceğim iskeleye tam 5 denemenin ardından zar zor yanaşabildi. Artık şaşıramayacak veya kızamayacak kadar yorgun ve bıkkın olduğumdan tepkisiz bir şekilde, boynum bükük omuzlarım çökük vapurun yanaşmasını bekledim sessizce güvertede. Nihayet karaya ayak basmıştım. Arkadaşım kızgın bir ses tonuyla “Neredesin oğlum? Kaç saattir seni bekliyorum. Altı üstü bir vapura binip geleceksin. Ne kadar zor olabilir ki?” diye sordu haklı olarak. “Hiç sorma kanka” dedim bezginlikle. “Hiç sorma…”

İhsan Alyanak Vapuru fotoğrafı / Ferry photo by Gokhan Asgül @ WowTürkiye
Konak iskele fotoğrafı / Konak Pier photo by Kardelen
Diğer fotoğraflar / Other photos by M.İhsan Tatari

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Pazarola Hayrola...

Kapı çalmıştı. Nihayet… Elimdeki dergiyi atarak yattığım yerden fırladım. Koridorda kapıyı açmak için hareketlenmiş olan annemi şık bir çalımla geçerek ondan önce antreye vardım. Beklediğim kargo gelmişti, öyle olmalıydı. Heyecanla ve yüzümde geniş bir sırıtışla kapıyı açtım. “Çöp var mıydı?” diyen bir ses bir ses karşıladı beni. Gelen apartman görevlimiz Sami abiydi. Bir elim kapının kulbunda, yüzümde büyük bir sırıtışla kalakaldım. “Bu kadar sevineceğinizi bilseydim servise daha önce çıkar idim” dedi Sami abi pişkince. “Sağol abi, bir ihtiyacımız yok” dedim hafif bozularak ve kapıyı kapattım. Hayal kırıklığına uğramış bir vaziyette kapının önünde bir müddet duraksadım. Tam o sırada kapı zili tekrar çaldı. Hoplayan bir yürekle yine açtım kapıyı. Gene Sami abiydi karşımdaki. “Çöp olmadığına emin misin? Hiç bakmadın da…” dedi kafasını mutfağa doğru uzatarak. “Yok abi, yok eminim” dedim iyiden iyiye sinirlenerek ve kapıyı tekrar kapattım. “Kimmiş oğlum?” diye seslendi annem içeriden. “Sami abi gelmiş anne” dedim üzüntümü gizlemeye çalışan bir sesle. Kapı zili üçüncü kez çaldı. Bu kez sinirle açtım kapıyı ve “Ne var kardeşim, rahatsız etmeye utanmıyor musun bizi!” diyerek bağırdım. “Pardon abi” dedi ürkek bir ses. “Bir paketiniz vardı da, ondan rahatsız ettim. Vallahi bir daha olmaz abi…” Kırmızı kurye giysileri içinde, korkudan büzüşmüş genç bir delikanlıydı bu kez gelen. Kendimden utanarak delikanlıdan özür diledim, “Kusura bakma arkadaşım, seni bir başkası sandım”. Paketimi teslim aldığıma dair belgeleri imzalarken kuryenin giysilerinin mi yoksa benim utançtan kızaran yüzümün mü daha kırmızı olduğunu düşünmemeye çalıştım. Bunu düşünmemek için o kadar konsantre olmuştum ki yüzüm bu kez de kendimi sıkmaktan kızarmıştı. Özürler ve teşekkürler eşliğinde kuryeyi yolcu ettikten sonra çabucak odama yöneldim.

Şimdi odamdaydım. Haftalardır beklediğim paket ise nihayet elimdeydi işte. Paketi yırtarcasına açtım. İçerisinden bir dergi çıktı. Üzerinde büyük sarı harflerle Pazarola yazıyordu. Büyük bir heyecanla sayfaları hızla karıştırdım ve aradığım yazıyı buldum. “Yorgun Savaşçının Günlüğü” yazıyordu sayfanın başında, yani benim yazımdı şu an baktığım. Bir dergide yayınlanan ilk yazım… “Vay be!” dedim kendi kendime mutlulukla. “Dur şuna bir de ben bakayım” diye geldi arkamdan gizemli, kısık bir ses. Yorgun Savaşçıydı bu. Omzumun üzerinden dergiyi incelemeye başladı. “Ben de, ben de…” dedi bariton bir ses. Koltuk altımdan kafasını uzatarak dergiye bakmaya çalışan Şövalyeydi bu da. “Ne oluyoruz yahu?” diyerek bir ona bir de diğerine bakakaldım. “İşte bu…” dedi Savaşçı, sesinde bir memnuniyet tınısıyla. “Hıh!” diye burnundan soludu şövalye “Yorgun Savaşçının Günlüğüymüş. Cesur Şövalye’ye ne oldu peki?” diyerek homurdanmaya başladı. “Budala olma şövalyem” dedi Yorgun Savaşçı, “Cesur olabilirsin ama unutma ki bu gösterinin asıl yıldızı benim” diye ekledi kendini beğenmiş bir ses tonuyla, siyah pelerinini arkaya savurarak. “Hadi oradan, sürekli yorgunluktan yakınan biri nasıl olur da gösterinin yıldızı olabilir ki? Bence soylu ve cesur bir şövalye o role çok daha uygun olurdu.” dedi Şövalye, yumruğunu göğsüne vurup zırhını tangırdatarak. “Belki de haklısın. Ama ben etrafta öyle bir şövalye göremiyorum. En azından cesur ve soylu olanını…” dedi Savaşçı öfkeyle. “Mızmız Savaşçı” dedi Şövalye. “Teneke kutusu” diye karşılık verdi Savaşçı. Biri sağımdan öteki de solumdan itişmeye başladılar, ben ise tam aralarında kalmıştım. “Durun yahu! Kesin şunu!” demeyi akıl edene kadar bayağı bir hırpalanmıştım da. Ama bu ne onları ne de aklımın karanlık köşelerinde çalmaya başlayan (Susam Sokağı izleyenler bilir) “Arada kaldım” şarkısını durdurmaya yetmemişti. “Bir şey mi dedin oğlum?” diye sordu annem içeriden. “Şşşt… Annem duyacak, sizi burada görmemeli” dedim son çare olarak. “İyi de bizi duyamaz ki…” dedi Şövalye solumdan, “Aynı zamanda göremez de, biz senin hayal ürünleriniz sadece” diye ekledi Savaşçı sağımdan. “O zaman bırakın da dergimi okuyayım yahu” diye yalvardım. “Ha, işin içinde Pazarola varsa o başka” dedi Savaşçı. “Bugün ilk defa sana katılıyorum” dedi Şövalye “Bu kadar akıllıca laflar edebileceğini hiç tahmin etmezdim. Hoş, senin konuşman bile bir mucize ya” dedi ardından da. Hışımla birbirlerine dalıp odanın zemininde yuvarlanmaya başladılar. Bense elimde Pazarola, oracıkta kalakaldım. Karışık zihnimin muzip hikayelerine hoş geldiniz…

Not: Benim naçizane yazılarıma değer verip bu sayfalara taşıyan ve desteklerini hiç esirgemeyen dostlarıma bir teşekkürü borç bilir, onları saygı ve sevgi ile selamlarım. Şimdi izninizle, ayırmam gereken iki deli var. Aradaaa kaldıııım…

Not 2: Derginin adı Mayıs'09 sayısından itibaren Pazarolla olarak değişmiştir.

Bu yazı Pazarolla sayı 88'de yayınlanmıştır.

Arada Kaldım / I'm Between video by Sesame Street

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Yalnızlık baki...

İstanbul’da bir gün batımı… Güneş yavaş yavaş Yeditepe’nin üzerinde alçalırken boğazın engin sularını kızıl ışıklarıyla yıkıyor, ortaya nefes kesici bir manzara çıkıyordu. Ama İstanbullular bunun farkında bile değildi. Günlük hayatın koşturmacaları içerisinde, manzaranın farkına bile varmadan hızla geçip gidiyorlardı birinci köprüden. Sıradan bir gün, sıradan bir günbatımıydı bu onlar için. Hâlbuki her şey o kadar da sıradan değildi. Eğer kafalarını kaldırıp yukarı bakma zahmetinde bulunsalardı, köprünün heybetli ayaklarından birinin tepesindeki garip gölgeyi fark ederlerdi. Daha da dikkatli baksalardı bunun bir insana ait olduğunu anlarlardı. Ama hiç kimse bunun farkında değildi. Yani hemen hemen hiç kimse…

Otuzlarına yaklaşmış genç bir adamdı yukarıdaki gölge. Tehlikeli bir biçimde kenarda durmuş, bulunduğu yer ile deniz arasındaki mesafeyi hesaplamaya çalışıyormuşçasına aşağı bakıyordu. Yüzünde derin, çok derin bir hüzün ve acı ifadesi vardı. Atlayacaktı, son verecekti artık bu hayal kırıklıkları ile dolu hayata… Derin bir nefes alıp yaşlı gözlerle gökyüzüne doğru baktı. “Affet beni…” diye fısıldadı ve iyice kenara doğru yaklaştı. Tam o esnada arkasından biri seslendi “Güzel manzara değil mi?” Genç adam şaşkınlıktan hafifçe olduğu yerde sıçrayıverdi, bir anlığına dengesini kaybedip tehlikeli bir biçimde bir ileri bir geri sallandı. Son anda dengesini tutturdu ve kenardan uzaklaşıp hızla arkasına döndü. Geniş siperlikli bir şapkası olan, siyahlar içinde bir adam vardı karşısında. Pelerini, rüzgar eşliğinde hafifçe salınıyordu. Gizemli adam başını hafifçe yana eğerek gülümsedi ve parmağı ile köprünün kenarını işaret ederek “Dikkatli ol, yoksa düşeceksin” dedi genç delikanlıya. Delikanlının kalbi heyecandan hızla çarpıyordu. “Kimsin sen? Buraya kimsenin çıkmıyor olması gerekirdi” diye bağırdı. Gizemli adam, teslim olmuşçasına ellerini omuz hizasında kaldırarak bir adım geri attı ve “Ben de bunun için buradayım zaten. Kimsenin burada olmaması gerekir.” dedi sakince. Delikanlı tek kaşını kaldırıp söyleneni anlamaya çalıştı sonra tekrar “Kimsin sen?” diye bağırdı. Gizemli adam ellerini indirerek gülümsedi ve “Bana Yorgun Savaşçı derler” dedi, şapkasının ucuna dokunarak selam verirken.

Orada bir müddet durup birbirlerini süzdüler. Sonunda Yorgun Savaşçı ağır adımlarla gence doğru yürümeye başladı. Genç adam panikle “Yaklaşma! Yaklaşma yoksa atlarım!” diye bağırdı. Ama Savaşçı oralı bile olmadı ve delikanlının şaşkın bakışları arasında yanından geçerek kenara oturdu. Bacaklarını aşağı sallandırıp manzarayı izlemeye koyuldu. Genç adam ne yapacağını bilemez bir vaziyetteydi. Yorgun Savaşçı, gözlerini boğazın nefes kesen manzarasından ayırmadan “Soruma cevap vermedin?” dedi.
“Soru mu? Hangi soru?” diye kekeledi genç.
“Manzara… Gerçektende etkileyici öyle değil mi?” dedi Savaşçı. Delikanlının gözleri bir müddet köşede oturan ve ayaklarını kayıtsızca sallayan Savaşçı üzerinde oynaştı. Sonra o da manzaraya şöyle bir göz attı ve “Evet, gerçekten de güzel” dedi, yüzünü yine derin bir hüzün ifadesi kaplarken.
“Ne zaman biraz huzur arasam buraya gelirim” dedi Savaşçı “Ama sanırım sen bunun için burada değilsin” diye ekledi ardından. Genç cevap vermedi, ıslak bakışlarla manzarayı izlemeye devam etti sessizce.
“Paylaşmak ister misin?” diye sordu Savaşçı usulca.
Delikanlı bu teklifi öfke ile karşıladı ve “Niye burada olduğumu biliyorsun. Niyetimin ne olduğunu da gayet iyi biliyorsun! Beni durdurmana izin vermeyeceğim!” diye bağırmaya başladı.
“Bağırmana gerek yok, seni gayet iyi duyuyorum” dedi Savaşçı gülerek. “Sadece konuşmak istiyorum. Eğer sohbetimiz bittikten sonra hala atlamak istersen seni durdurmam, söz” diye ekledi yanındaki yere eliyle hafifçe vurarak oturmasını işaret ederken. Bir anlık tereddütten sonra genç adam yavaşça gösterilen yere oturdu ve bu gizemli adama merakla bakmaya başladı. “Kimsin sen?” diye sordu tekrar.
“Ben bu faslı geçtiğimizi sanıyordum” dedi Savaşçı çarpık bir tebessümle. “Kim olduğum gerçekten de bu kadar önemli mi? Bilmek acılarını ve üzüntülerini hafifletecek mi?”
Gözlerine tekrar yoğun bir acı ifadesi çöken genç “Hayır” dedi çatallaşmış bir sesle. Tekrar manzaraya dalıp sessizleşti.
“Anlatmayacak mısın?” diye üsteledi onu Savaşçı.
“Neden sana, hiç tanımadığım bir yabancıya kişisel problemlerimi anlatayım ki?”
“Çünkü çoğu zaman dertlerimizi başka biri ile paylaşmak o acıyı daha katlanılabilir hale getirir. Bazen böyle şeyleri hiç tanımadığımız birine anlatmak ise çok daha kolaydır. Hem madem atlayacaksın o saatten sonra benim bir şey bilip bilmemem pek de umurunda olmaz, değil mi?” dedi gülerek. Delikanlı bunu biraz düşündü. Sonra derin, titrek bir nefes aldı ve kelimeler bir bir ağzından dökülmeye başladı.

“Yalnızım” dedi “Çok yalnız… Bu öyle bir yalnızlık ki, en sevdiğim insanlar etrafımda olsa bile kendimi yalnız hissediyorum. Her anımda, yanımda olması gereken ama hiç olmayan birinin eksikliğini hissediyorum. Özel birinin… Özel şeyleri paylaşabileceğim birinin… Benim mutluğuma önem verecek ve benim de onun mutluluğu için yaşayacağım, hatta gerekirse bu uğurda canımı bile verebileceğim birinin… Hayatım boyunca hep öyle birini aradım durdum. Birkaç kişiyle de şansımı denemedim değil, denedim. Hatta aradığım birçok şeyden feragat bile ettim mutluluğum için ama karşılık alamadım maalesef. Ya çok fazlaydım ya da çok az onlar için. Artık biliyorum ki öyle biri yok ve ben asla mutlu olamayacağım.” Sonra başını öne eğerek sessizleşti.

Yorgun Savaşçı konuşmadan bir müddet ona baktı. İyice süzdü gözleriyle delikanlıyı. Bu sessiz bekleyiş delikanlıyı germiş olacak ki “Bak, beni anlamanı beklemiyorum. Bunları sana niye anlattığımı bile bilmiyorum.” diye çıkıştı sinirle. Tam daha da söylenecekti ki “Seni anlıyorum.” dedi Savaşçı usulca. Şaşkınlıkla duraksadı genç. Sonra da ürkekçe “Anlıyor musun?” diye sordu.
“Evet, anlıyorum. Yalnızlık hiç de yabancısı olduğum bir şey değildir. Ben de çok uzun zamandır yalnızım aslına bakarsan” dedi düşünceli bir tavırla. “Ama bu başa çıkılamayacak bir sorun değil”
“Bir yere kadar evet. Ama ne zaman birlikte dolaşan çiftleri görsem, evlenip mutluluğa eren arkadaşlarımdan haber alsam veya en basitinden hüzünlü bir şarkı dinlesem kalbim adeta paramparça oluyor. Artık bu acıya daha fazla dayanamıyorum. Dayanmak istemiyorum, savaşmak da istemiyorum. Tek istediğim sonsuz huzur…”
“Mutluluğu yanlış yerde arıyorsun. Yalnızlıktan kurtulmaya çalışmak boşuna…” dedi Savaşçı.
“Ne demek istiyorsun?”
“Demek istediğim şu ki, hayatında biri olsa da olmasa da aslında hep yalnız olacaksın. Kulağa saçma mı geliyor? Bir de duruma şöyle bak. Şu anda yan yana otururken bile aslında yalnızız. Ne sen benim içimden geçenleri, aklımda dolananları bilebilirsin ne de ben seninkileri… Yanında en sevdiğin insan olduğunda da durum bundan farklı olmayacak. İnsan hep yalnızdır.”
Genç bu sözlerdeki yadsınamaz doğruluk payı ile afalladı. Delikanlının anladığını gören Savaşçı sözlerine devam etti.
“Mutluluğumuzu başkasının varlığına ya da yokluğuna bağlamak çok anlamsız. Elbette özel birinin varlığı hayatımızı daha katlanılabilir kılar, hatta hayatımıza renk katar. Bunu inkar edemem ama… Ama daha önce de dediğim gibi, aslında her zaman yalnızız. Ve hayatta mutlu olabilmek için farkında olmadığımız o kadar çok sebebimiz var ki… Bu dünya üzerinde her gün yarın yaşayıp yaşamayacağını bilemeyen insanlar var. Üzerindeki iki parça kıyafetten başka giyecek bir şeyi olmayanlar, yiyecek bir lokma ya da içecek bir yudum bulamayan insanlar. Bir çatı altında yaşayamayanlar… Kimsesi olmayanlar… Onları bir düşün, sonra kendinle kıyasla. Sahip olduklarının değerini bir düşün, mutlu olmak için başka birinin hayatına girmesini beklemenin mantıksızlığını düşün. Eğer hala mutsuzum diyorsan o zaman durma, atla. Çünkü söyleyecek başka sözüm kalmadı” dedi ve sessizliğe gömüldü Savaşçı.

Uzun bir müddet konuşmadan orada oturdular. Güneş batmış, kadim köprü ve narin kız kulesi kendilerini rengarenk gece ışıkları ile taçlandırmışlardı. Delikanlı başı öne eğik vaziyette uzun uzun, sessizce düşünmüştü bilgece söylenmiş sözleri. Sonunda kafasını kaldırıp Savaşçıya baktı ve “Yalnızlığı ve beraberinde getirdiği sıkıntıları gerçekten de iyi biliyorsun anlaşılan” dedi. Savaşçı, delikanlıdaki değişimi anında fark etti. Gülümsüyordu konuşurken, gözlerinin içinde ise o acı ifadesinden eser kalmamıştı. Savaşçı da tebessüm ederek “Yalnızlık ve ben eski dostuz diyebilirim” dedi.
“Dediklerinde tamamen haklısın yorgun ama bilge savaşçı. Hem de sonuna kadar… Aptallık ettim, az kalsın elimdeki güzelliklerin farkına bile varmadan harcayacaktım hayatımı. Ama şükür ki sen buradaydın.” dedi ve elini tokalaşmak için Savaşçıya uzattı. Savaşçı gülümseyerek kavradı bu eli ve ikili samimi bir şekilde el sıkıştı. Sonra beraber ayağa kalktılar. “Merak ediyorum da…” dedi delikanlı, “Eğer fikrimi değiştirmeseydim gerçekten de atlamama izin verecek miydin?” Savaşçı tekrar gülümseyerek delikanlıya baktı.

Tam o esnada delikanlının ayağı kaydı ve dengesini kaybederek çığlık çığlığa köprüden aşağı düştü. Hızla aşağı düşerken çığlık atıyor, kendisine doğru yaklaşan zemine korku dolu gözlerle bakıyordu. Elleriyle gözlerini siper etti ve korkunç sonu bekledi.

Sonra birden düşüş sona erdi.

Ürkekçe gözlerini araladı ve gördüklerine inanamadı. Zemine çakılmasına sadece birkaç karış kalmış olduğunu gördü. Ama artık düşmüyordu. Uçuyordu! Havada öylece süzülüyordu işte. Yorgun Savaşçı’nın “İyi misin?” diyen sesi geldi kulaklarına. Başını cesaret edebildiği kadar sesin geldiği yöne doğru çevirdi ve Yorgun Savaşçı’nın da havada süzülerek yanına geldiğini gördü. Bu onun marifeti olmalıydı. “Hey evlat, sen iyi misin?” diye sordu Yorgun Savaşçı tekrardan. “E-Evet, sanırım” dedi delikanlı kekeleyerek. Savaşçının bir el hareketiyle genç olduğu yerde dönerek düz bir konuma geldi ve yavaşça aşağı inmeye başladı. “Kimsin sen!?” diye sordu genç bağırarak, bu akşam üçüncü kez. Savaşçı yavaşça havaya doğru yükselirken gülümsedi ve “Daha önce de dediğim gibi evlat, bana Yorgun Savaşçı derler” dedi giderek uzaklaşan delikanlıya el sallayarak. Delikanlının ayakları zemine değmişti. Başını kaldırıp “Teşekkürler!” diye bağırdı yukarıya. Ama orada kimsecikler yoktu.

Boğaz Köprüsü fotoğrafı / Bosphorus Bridge photo by Tübitak Sanal Sergi
Kız Kulesi fotoğrafı / Maiden's Tower photo by Kızkulesi
Boğaz Köprüsü fotoğrafı / Bosphorus Bridge photo by Galeri İstanbul


31 Mart 2009 Salı

Haykırası Papatyalar

Yorgun Savaşçı yeşil bir tepenin zirvesine doğru hızlı adımlarla yürüyordu. Güneş solundaki dağların ardından hızla batıyor, ertesi şafağa kadar iyi bir uyku çekmeye hazırlanıyordu. Batmakta olan güneşin kızıl ışıkları tüm gökyüzünü koyu bir turuncuya boyamıştı. Savaşçı, soluk soluğa tepenin zirvesine vardı ve önünde göz alabildiğince uzanan, beyaz papatyalarla bezenmiş vadiye baktı. Gözleri hızla vadiyi taradı. Bir şey arıyordu ama ne aradığını bilmiyordu. Şu anda nerede olduğunu da bilmiyordu. Bildiği tek şey bir şey vardı o da aradığı şeyin – o şey her neyse – buralarda bir yerde olduğuydu. Birdenbire bir hareket çarptı gözüne. Önünde, oldukça ileride hoplayıp zıplayan bir karaltı vardı. Halbuki az önce orada hiçbir şey olmadığına yemin edebilirdi. Bir adam için fazla kısaydı karaltı. Belki de sakallı bir cüceydi… Ama daha önce hiç hoplayıp zıplayan bir cüce görmemişti. Cüceler bu kadar neşeli olmazdı hem. Onlar genellikle sürekli somurtup homurdanır ve ayaklarını sürüye sürüye yürürlerdi. Bu ise oyun oynarmışçasına oradan oraya atlayıp zıplayarak ilerliyordu. Tıpkı bir çocuk gibi… Karaltı gittikçe uzaklaşmaya başlamıştı. Onu izlerken içinde ansızın bir aciliyet ve telaş ve hissi uyandı. O anda aradığı şeye bakmakta olduğunu anladı. Tepeden aşağı hızla, koşarcasına indi ve minik gölgeyi takibe başladı.


Ama takip umduğu kadar kolay değildi. Bir kere çok yorgundu, adı üstünde Yorgun Savaşçıydı o. Bacakları onu istediği hızda taşıyamıyordu. Hedefi ise tam aksine oldukça enerjik görünüyordu ve aradaki mesafeyi giderek açıyordu. Adımlarını elinden geldiğince hızlandırdı. Tam bir papatya öbeğinin ortasından geçecekti ki tam ayağının dibinden, pek çok ağızdan çıkarmış gibi gelen tiz bir ses “Basmaaaaa!!!” diye bağırdı. Savaşçı oracıkta, bir ayağı havada kalakaldı. Sesin nereden geldiğini anlamak için sağına soluna baktı. Tam o sırada sesler yine aynı tizlikte, hani kasetçaları hızlı çekime alısınız da sesiniz incecik çıkar ya, işte aynı o tonda konuşmaya başladı. “Sen nereye gittiğini sanıyorsun? Ne yapmaya çalışıyordun? Önüne baksana!” Ses gerçekten de pek çok ağızdan çıkıyordu, çünkü konuşanlar papatyalardı. Savaşçı şaşkın gözlerle papatyalara bakakaldı. Bu sırada 100 kadar papatya hala hep bir ağızdan konuşmaya devam ediyordu. “Bizi ezecekti gördünüz değil mi?” dedi biri. Hemen “Sen bir çiçek olmanın ne kadar zor olduğunun farkında mısın?” diye çıkıştı diğeri. “Hiç sanmıyorum şekerim. Baksana, bu daha çok bir hıyara benziyor” dedi öteki ve hep bir ağızdan gülüştüler. Savaşçı hala bir ayağının havada olduğunu fark ederek hafif utangaçlık hafif kızgınlıkla ayağını yere indirdi ve başını kaldırıp izlediği gölgeyi aradı. Gölge, bir tepenin ardında kaybolmak üzereydi, arayı iyice açmıştı. Papatyaların çığlıklarına kulak asmayarak çevik bir hareketle öbeğin üzerinden atladı ve hızla koşmaya başladı. Arkasından hep bir ağızdan yükselen tiz bir “Hıyaaar!!” bağırtısı duydu. Pelerini arkasında rüzgarla savruluyordu. Papatyalara basmamaya dikkat ederek, yorgunluğunu hiçe sayarak koştu savaşçı. Hedefine ne pahasına olursa olsun ulaşmalıydı.


Az sonra izlediği gölgenin kaybolduğu tepenin üzerindeydi. Artık iyiden iyiye soluk soluğaydı. Bir adım atacak hali dahi kalmamıştı. İşin kötüsü ise görünürlerde takip ettiği kişiden tek bir iz bile yoktu. Sadece alabildiğince uzanan çimenler ve geveze papatyalar… Bitkinlik ve bezginlikle, oturup dinlenebileceği bir yer aramak için arkasına döndü. Ve o anda tam arkasında duran bir çocuk ile burun buruna geldi. Şaşkınlıkla olduğu yerde zıplayıverdi. Bu, ufaklığın çok hoşuna gitmiş olacaktı ki keyifle kıkırdamaya başladı. Savaşçı ilk şaşkınlığı üzerinden attıktan sonra bu çocuğun takip ettiği gölge olduğunu fark etti. Çocuk tarif edilemez derecede tanıdık geliyordu kendisine, bir o kadar da yabancı. Başını hafifçe yana eğerek çocuğu dikkatle incelemeye başladı. Hayretle çocuğunda aynı kendisi gibi, başı hafifçe yana eğik bir şekilde kendisine bakmakta olduğunu gördü. Çocuk önce ona gülümsedi, sonra aklına bir şey gelmişçesine suratını astı ve küskün bir tavır takındı.
“Sorun nedir ufaklık?” diye başladı Savaşçı konuşmaya, birinin başlaması gerekiyordu çünkü…
“Beni unuttun” diye cevapladı minik sesiyle, küskün küskün.
“Seni unutmak mı? Ama… ama ben seni tanımıyorum bile”
“Bak, gördün mü? Unuttun işte…” diye çıkıştı ufaklık daha da küskün bir şekilde.
Savaşçı şaşırmıştı. Çocuk gerçekten de tanıdık geliyordu kendisine. Ama bir türlü nereden olduğunu çıkaramıyordu.
“Beni unutmayacağına söz vermiştin.” dedi ufaklık ve Yorgun Savaşçının bacağına doğru sıkı bir tekme savurdu. “Beni güya hiç unutmayacaktın, ne olursa olsun kaybolmama izin vermeyecektin. Söz vermiştin.”
“Ben kimseye böyle bir söz vermedim” diye çıkıştı Savaşçı, minik ayağın çarptığı yeri ovuşturarak.
“Yalan söylüyor, yalaaaaan!” diye geldi tepedeki papatyaların tiz cevabı. Savaşçı, çiçeklere öfke ile baktı ve o yöne doğru bir alev topu fırlatmamak için kendini zor tuttu.
“Kimseye değil, kendine…” dedi ufaklık ve manalı bir bakış attı. Savaşçı gözlerini kısarak baktı ufaklığa. Sonra anladı. Gözleri fal taşı gibi açıldı bu defa da…
“Sen… ama bu imkansız!” dedi şaşkınlıkla. Çocuk, hatırlanmanın verdiği gurur ve mutlulukla başını dikleştirdi. “Nedenmiş o? Eskiden imkansız diye bir şey olduğuna inanmazdık.” dedi. Biz demişti konuşurken, bu savaşçının tüm şüphelerini ortadan kaldırmıştı. Karşısındaki gerçektende sandığı kişiydi, yani içindeki çocuk…


Sanki şaşkınlık ve yorgunluk güçlerini birleştirip omuzlarına bastırmışlar gibi birdenbire üzerine bir ağırlık çöktü. Bu çok fazlaydı onun için… olduğu yere çöküverdi. Çocuk bir an için yine başını yana eğerek ona baktı, sonra savaşçının çok eskiden bildiği ama artık unuttuğu bir tekerleme söyleyerek hoplaya zıplaya savaşçının etrafında dönmeye başladı. Savaşçı ise oturduğu yerde şaşkınlıkla onu izliyordu. Sonra dönmeyi bıraktı ve yine küskünlük dolu bir ifade takınarak savaşçının yanına oturdu. “Neden?” diye sordu ağlamaklı bakışlarla “Neden beni unuttun?” Ona bakamadı savaşçı, konuşamadı. Zorlukla yutkundu, boğazında bir yumru vardı sanki. İçindeki çocuk ruhu kaybedeli uzun zaman olmuştu. Şimdi bu kadar aradan sonra onu yanı başında görmek onu şaşırtmıştı. Aslında onu –görmek- bile şaşırması için yeterliydi. Yavaşça başını tekrar ona doğru çevirdi ve hala beklenti ile kendisine bakan gözlerle karşılaştı. Sonunda konuşmaya başlaması gerektiğine karar verdi. “Üzgünüm” dedi “Ben artık eski ben değilim, farkındayım bunun. Hayat şartları değiştirdi beni. Hayat koşturmacasına o kadar kaptırmışım ki kendimi, zorluklarla mücadele etmeye o kadar adamışım ki, artık… artık…”
“Artık hayatın eğlenceli yanını görmez oldun” diye tamamladı ufaklık.
“Evet, maalesef öyle. Ama ne yapabilirim ki? Hayat gerçekte de çok zor ve tüm gücümle çabalamama rağmen hiçbir şey istediğim gibi gitmiyor. Rüzgar önünde oradan oraya savrulan bir yaprak gibiyim”
Tam o esnada rüzgarla savrulan bir kuru bir yaprak “Bir de bana sor…” diyerek yanlarından geçip gitti. Bir an için ikisi birden yaprağın ardından baktılar. Sonra çocuk gülmeye başladı. Kahkahası o kadar şen, o kadar bulaşıcıydı ki Yorgun Savaşçı da ister istemez gülmeye başladı. Birbirlerinin omuzlarına yaslanarak dakikalarca güldüler. Uzun zamandır böyle gülmediğini fark etti birden savaşçı… uzun zamandır hayattan zevk alamadığını fark etti. Çocuğa baktı ve “Üzgünüm, gerçekten…” dedi.
Çocuk anladığını belirtmek için hararetle başını salladı ve umut dolu bakışlarla “O halde burada kal, yanımda.” dedi “Birlikte oyunlar oynar, maceralar yaşarız. Tıpkı eski günlerdeki gibi”
İlk başta bu teklif çok cazip geldi Savaşçı’ya. Tüm dertlerinden ve tasalarından kurtulmak ve hiçbir şeyi umursamadan yaşamak. Sonra sorumlulukları geldi aklına, ona ihtiyacı olan insanlar geldi gözünün önüne. Yapamazdı. Başını olumsuz anlamda salladı. Yapılması Çocuk hayal kırıklığıyla baktı kendisine. Sonra hışımla ayağa kalktı ve koşarak oradan uzaklaştı. Savaşçı arkasından gitmeye yeltendi ama ne yapacaktı, ne diyecekti ona? Tutamayacağı sözler vermeyi sevmezdi. Burada kalamayacağını da biliyordu. Uzaklaşan çocukluğunu hüzünle izledi oturduğu yerde…


Üzerinde bir yerlerde bir esneme sesi duydu. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı ve Ay’ın uykusundan gerinerek uyandığını gördü. Kafasındaki ponponlu gece şapkasını çıkardı Ay ve gökyüzüne doğru silkeledi. Şapkanın içinde binlerce küçük yıldız saçılıp gökyüzünü kapladı. Gece çökmüştü. Düşüncelere dalmıştı. Orada ne kadar oturduğunu bilemiyordu. Artık hareket etmeye başlasa iyi olacaktı. Ağır ağır kalktı oturduğu yerden. Ne tarafa gideceğinden emin olamaz bir halde yürümeye başladı. Hala nerede olduğunu bilmiyordu. Bir müddet daha amaçsızca yürümeye devam etti. O yürüdükçe papatyaların boyu daha da uzadı, gövdeleri kalınlaştı. Az sonra bir papatya ormanında yürüyordu. Sapları ağaç gövdeleri gibi kalındı, tepeleri ise görünmeyecek kadar yukarıda. Biraz sonra ise gerçek ağaçların arasında, bir ormanın ortasında yürüyordu. İleride bir ateş görür gibi oldu. Pelerinine sıkıca sarınarak gölgelerin arasına ustalıkla karıştı ve sessizce ateşin yandığı açıklığa doğru yaklaştı. Küçük bir kamp ateşiydi bu. Üzerinde yavaşça pişmekte olan bir tavşan vardı. Ateşin arkasında ise parlak zırhı içinde oturan bir şövalye… İnanamayan gözlerle baktı Savaşçı. Şövalye gerçek olamazdı. O sadece kafasında canlandırdığı bir karakterdi çünkü, bir lakaptı o. Ama işte orada, tam karşısında oturuyordu çelik zırhı içerisinde. Ne yapacağını bilemez vaziyette orada dururken şövalye konuştu. “Orada olduğunu biliyorum” dedi. “Saklanmana gerek yok, seni ısırmam. Hem bu tavşanın senden daha lezzetli olduğuna da eminim” diye ekledi yemeğinden bir lokma alırken. Yorgun Savaşçı ileri doğru bir adım atarak gölgelerin arasından sıyrıldı. Şövalye eliyle karşısındaki kütüğü göstererek oturmasını işaret etti. Gösterilen yere oturdu. Nedense Savaşçı bir asabilik hissediyordu şövalyede. Bir süre konuşmadılar. Şövalye yemeği ile meşguldü. “Neden geldin?” diye sordu sonunda, tavşandan artakalanları bir kenara bırakırken. Bu soru şaşırtmıştı Savaşçıyı. Buraya tesadüfen geldiğini anlatmaya çalıştı, “İsteyerek gelmedim” dedi. Bu söz Şövalyeyi sinirlendirmişti. “Demek isteyerek gelmedin, öyle mi?” dedi sinirle, artık asabiliğini gizlemeye gerek görmüyordu anlaşılan. “Bende akıllandığını, pişman olduğunu sanmıştım. Ne kadar budalayım. Gerçekten de Gurulu Budala ismi iyi yakışmış bana.”
“O ismi sana ben takmadım biliyorsun. Hem ne için pişman olacakmışım?”
“Bir de soruyor musun? Hem utanmadan yanıma gelip huzurumu kaçırıyorsun hem de suçunu bilmezlikten geliyorsun. Savaşçıların yüzkarası seni.”
“Affet beni gururlu Şövalye ama gerçekten de neden bahsettiğini anlayamadım.”
“Anlamamışmış. Sen onu benim çizmelerime anlat. Uğruna savaştığı şeyleri terk eden sen değil misin? Sevgiden ve sevilmekten kaçan?”
Savaşçı bu kez anlamıştı. Ama buna verebileceği bir cevabı yoktu, Şövalye haklıydı çünkü. Bir müddet bakıştılar. “Evet” dedi sonunda Savaşçı “O uğurda savaşmaktan vazgeçtim ben”
“Neden?” diye sordu. Bu, bugün bu soruyu ikinci duyuşuydu Savaşçının.
“Çünkü öyle olması gerekiyordu. Söyle bana şövalyem. Bugüne kadar bu uğurda savaştık da ne oldu? Kıymetimizi bilen mi oldu? Bizim uğrumuza canla başla çabalayan mı?”
“Ama bu ileride olmayacağı anlamına gelmez. Bu soylu uğurda çabalamaktan vazgeçmemizi gerektirmez. Denemeye devam etmeliyiz” diye cevapladı şövalye hararetle.
“Hayır… o defterler benim için artık kapandı. Birkez daha aynı hayal kırıklıklarını yaşayamam. Ben vazgeçmeyi seçtim ve vazgeçiyorum”
“Korkaksın da ondan!” diye bağırdı şövalye sinirle.
“Hayır, sadece o kadar budala değilim” dedi Savaşçı iğneleyici bir tonla.
Şövalye bu hakareti kaçırmadı. Hışımla ayağa kalkarak kılıcını çekti ve Savaşçının üzerine yürüdü. Kılıç hızla indi ve başına bir iki santim kala durdu. Yorgun Savaşçı kıpırdamadı bile. Şövalyenin ona zarar vermeyeceğini biliyordu. Hem istese bile bir kılıçla kendisine zarar veremezdi zaten. Gözlerini kaldırıp Şövalyenin gözlerine dik dik baktı. Şövalyenin titreyen kolu kılıcı yavaşça indirdi. Arkasına döndü, birkaç adım uzaklaştı. Sonra bir savaş çığlığı atarak Savaşçının üzerine atıldı.


Uyandı… Sıçrayarak yattığı yerde doğruldu. Kalbi güm güm atıyordu, kollarını aslında orada olmayan bir saldırıyı savuşturmak için kaldırmıştı. Rüya görüyordu. Tabi ya… Bu bütün o gariplikleri açıklıyordu. İçindeki çocuk, esneyen ay… Derin bir nefes alarak tekrar başını yastığa yasladı ve düşünmeye başladı. Evet, bir rüyaydı gördüğü. Ama bu rüyada göz ardı edemeyeceği bir gerçek payı vardı. İçindeki çocuk gitmişti gerçekten de, içindeki şövalye de öyle… Geriye sadece bir kişi kalmıştı, Yorgun Savaşçı… Ve bunun tek sorumlusu maalesef kendisiydi. Uzaklardan bir yerden bir grup papatyanın kendisine “Hıyaaar!” diye bağırdığını duyar gibi oldu. Sonra yavaşça huzursuz ve mutsuz bir uykuya daldı.

26 Şubat 2009 Perşembe

Şeytan Uykusuz Kalınca...
(İstanbul'da uykusuz bir gece...)



İstanbul'da bir gece vakti. Gecenin ilerleyen saatleri... İstanbul'un meşhur uğultusu kulaklarda. Boğaz Köprüsü ışıl ışıl parıldıyor yine ve uzun ve yorucu bir günün ardından uzaktaki ikizi ile sessiz bir muhabbete dalmış. İkizinin aklı fikri yine savaşlarda, fetihlerde... Kızkulesi yalnızlığının keyfini çıkararak gerinir ve uykuya dalmaya hazırlar kendini. Uzaktan gelen bir vapur sesi duyulur. Birdenbire başka bir ses yükselir gecenin içinde. Bir haykırış, bir kükreme.. Hırıltılı ve yüksek bir ses... Bir insana değil de sanki Orta Dünya'nın unutulmuş zamanlarında yaşamış bir ejderhaya ya da daha kötü bir varlığa ait bir ses. Bir an için bir sessizlik... ve tekrar o bağırış. Ses o kadar kudretli ki yerler sarsılıyor, sokak lambaları bir yanıp bir sönüyor. Ama anlaşılmıyor ne dediği, boğuk ve uzaktan geliyor sanki. Bir binadan geliyor ses, ikinci katta loş bir ışığı olan bir daireden. Komşu ahali uyanmaya başlıyor. Önce uyku sersemi ve mahmur sonra ise ürkek ve telaşlı. Bir bağırış daha ve yine yerler sallanıyor. "Neler oluyor?" diye sormaya başlıyorlar birbirlerine. Bir haykırış daha... çocuklar annelerinin dizlerine sarılıyorlar korkuyla. Herkesi bir telaş alıyor ve hemen polis aranıyor. Beş dakika içinde orada olacağı söylenen ekip arabası bir saat sonra aheste aheste olay yerine varıyor. Polisler önce olayı kavrayamıyorlar, dalga geçiliyor sanıyorlar. O ses tekrar duyuluncaya kadar. Hemen destek kuvvet isteniyor ve beş dakika sonra olay yeri Çelik Kuvvet ve Polis arabalarıyla dolup taşıyor. Binanın etrafı kuşatılıyor ama kimse içeri gidip de ne olduğuna bakmaya cesaret edemiyor. Bu arada meçhul bağırış periyodik olarak devam ediyor. En sonunda aralarında en deneyimsiz ve en yeni olan bir talihsiz seçiliyor doğal olarak. Herkes kendisinin gitmeyeceğini bildiğinden hallerinden memnun ve rahatlamış bir halde cesaret gösterilerinde bulunmaya başlıyor. "Aslında bende giderdim ama gençlerin önünü açmak lazım", "Ben bunun gibi kaç davayı çözdüm, aştım artık böyle şeyleri" Derken yüksek perdeden bir homurtu daha ve tüm -cesur- polisler araçlarının arkasına uçarak siper alır. Bir arabanın arkasında üst üste yatmak en gelişmiş polis savunma taktiklerinden biridir. En sonunda çaylak polis biraz da itelenerek binaya gönderilir.


Çaylak, bir taraftan unuttuğunu sandığı ama şaşırtıcı derecede hatırladığı birçok duayı hızlı hızlı okurken bir taraftanda dua okuma hızına ters orantılı olarak yavaş yavaş merdivenleri tırmanmaya başlar. Binanın içi loş ve karanlık, tek ışık kaynağı sesin geldiği daire kapısının altından süzülen hasta renkli bir ışık. Bir homurtu daha kopar. Binanın içinde daha şiddetli ama şaşırtıcı derecede daha anlaşılır gelir çaylağa... Artık kapıya varmıştır. İçeriden gürültülü bir müzik sesi ve sinirli bir homurtu duyulmaktadır. Tüm cesaretini toplayıp kapıyı çalar ve "Polis! Aç kapıyı!" diye bağırır. Yüksek perdeden bir bağırtı ve "KİMDİR O?" diye soran dünya dışı bir ses, sanki şeytanın kendisi bizzat cevaplar onu. Tüm cesareti az önce merdivenlerden koşarak kendisini terketmiş gibi hisseden çaylak en kibar sesiyle "Şey... eee... polistim de ben! Rica etsem amirim bir fincan kahve rica etti de, eğer varsa..." der. "NE KAHVESİ LANN?! DALGA MI GEÇİYOSUN!?? HARRRR!" diye kükrer şeytan. Bu son kükreme o kadar kuvvetlidir ki çaylağın ayakları yerden kesilir ve gerisingeriye merdivenlerden aşağı yuvarlanır. Gözlerini açtığında amirinin yanında bulur kendini. "Eee? Ne oldu? Ne varmış orada?" diye sorar amiri sabırsızca. "Şeytan!" diye cevaplar çaylak, "İçeride korkunç bir şeytan var. Ne yapacağız amirim?" diye sorar çaylak tirtir titreyerek. Tam amir "Ne şeytanı? İnanmam ben öyle şeylere. Benimle dalga mı geçiyorsun hergele?" diye azarlamaya başlamışken şimdiye kadar duydukları en korkunç kükreme yükselir binadan. Arabaların arkasında üst üste yatma taktiği birkez daha üstün bir başarı ile gerçekleştirilir, polislerin bu konuda eğitimli olduğu bellidir. Şapkasını düzelterek ayağa kalkan amir binaya doğru "Şeyy... birazcık inanırım canım, sizi alındırmak istememiştim" derken bulur kendini.


Artık bir telaştır sarmıştır herkesi, kimse ne yapılacağını bilmezken beş yaşlarında ufak bir kız çocuğu kalabalığın arasından sıyrılır ve "Ben bize yardım edebilecek birini tanıyorum" der miniminnacık sesiyle. Karizmayı tamamen çizdirmiş olan amir bu elindeki tek umuda dört elle sarılır ve "Kimmiş o, söyle bakalım ufaklık?" der. "Buradan az ileride Bahçelisaraylar ormanında bize yardım edebilecek bir peri var" diye cevaplar kız. Amir "Yok daha neler? İstanbul'un ortasında önce şeytanlar şimdi de ormanlar ve periler" diye düşünürken kızın bu önerisini duyan diğer çocuklar sevinçle "Tinuviel! Tinuviel! Evet, o bize yardım eder" diyerek sevinç çığlıkları atmaya başlar. Herkes şaşkınlık içindedir ama çocuklar neden bahsettiklerini bilir gibidir. Polis ve komşuların "Olmaz öyle saçma şey" "Bir deneyelim ne çıkar?" tartışmaları arasında şeytanın kudretli kükremesi tekrar duyulur ve herkes nerede olduklarını hatırlayarak tartışmaktan vazgeçer. "Peki ufaklık, git getir bakalım şu periyi" der amir. "O gelmez, bizim ona gitmemiz gerek" diye gelir cevap koro halinde çocuklardan. "Tamam biz gideriz o zaman" der amir.


Beş dakika sonra çocuklardan oluşan bir grup yanlarında bir polis -tabi ki çaylak- ile ormana doğru yola çıkarlar. Oradan uzaklaştığına memnun ve cesaretini toplamış olan çaylak "Ne yandadır bu orman çocuklar? Bunca yıllık İstanbulluyum, daha hiç ormana rastlamadım buralarda" diye sorar merakla. "Bahçelisaraylardaaaa..." der kız çocuğu "Bahçelievler demek istiyorsun herhalde" der polis klasik, her şeyi bilen ebeveyn pozlarında. "Haaayııır Bahçelisaraylar" diye cevaplar başka bir ufaklık bilmiş bilmiş. "Tabi tabi, eminim öyl...." Sözü yarım kalır çaylağın, çünkü tam o esnada çocuklardan biri önlerinde yükselen bir duvarın içinden geçip gözden kaybolur. Normal bir tuğla duvardı önündeki, üzerinde renkli tebeşirlerle çizilmiş çocukça resimler vardı. Tüm resimlerin ortasında da yine tebeşirle çizilmiş bir orman manzarası. Duvara giden yolda da bir seksek tablosu çiziliydi. Kendi adına bir çöp adam bile çizemeyen çaylağa bir sanat eseri gibi görünüyordu bunlar haliyle... Tam o izlerken başka bir çocuk seksek tablosundan seke seke ilerleyerek duvara sıçradı ve o da duvarın içinden geçerek gözden kayboldu. "Sıra sende" der kız. Çaylak bir kıza birde duvara bakar, sonra tekrar kıza bakar. "İyi de nasıl?" der. "İşte böyleee..." der bir oğlan çocuğu ve o da seksek tablosundan sıçrayarak duvardan geçer. Çaylak şaşkın şaşkın gözlerini kırpıştırır, sonra bir omuz silker ve seksek tablosunun başına geçer. Bir iki sıçrama ile duvara varır, bacaklarının tüm kuvvetiyle duvara doğru atılır ve iç burkan bir çatırtı ile duvara toslar. Ufaklıklardan bir kahkaha kopar, küçük kız çaylağın yanına gelerek ayağa kalkmasına yardımcı olur ve "Yanlış yapıyorsun, hiç seksek oynamadın mı sen?" diye azarlamaya başlar. O kadar komik bir görüntüdür ki bu, beş yaşındaki kız bir eli belinde diğeri ile bir parmağını sallayarak koskoca bir adamı azarlıyor, çaylak bile gülmeye başlar. "Oynamadım" der çaylak mahçup mahçup. Böylece kurallar anlatılır, bir örnek gösterilir ve bir çocuk daha duvarın içinden geçerek kaybolur. Tekrar dener çaylak. Bir, iki... duvara varır, gözlerini sımsıkı yumarak bir kez daha duvara doğru atar kendini. Ve hop! Bu kez çarpmadı, başardı işte! Ama nerdeydi? Hiç bir şey göremiyordu, etraf zifiri karanlıktı. Kör mü olmuştu yoksa? "Tabi ki bir şey göremezsin. Gözlerini açsana ahmak!" der kendi kendine... Ürkek ürkek gözlerini açar ve kendini yemyeşil bir ormanda bulur. Yeşilin her tonu vardır etrafında. Gökkuşakları, kelebekler... gerçek olamayacak kadar güzeldir orman. Görevini ve niye burada olduğunu unutarak hayran hayran etrafını seyretmeye başlar çaylak. Tam vaktinde arkasına dönerek küçük kızın bir şelalenin içinden çıkarak yanına gelmeye başladığını görür. "Duvar burada şelale olarak görünüyor demek ki" diye akıl yürütür kendi kendine. "Haydi" der ufaklık ve polisin elinden çekerek diğer çocuklara yetişmek için hızlı hızlı yürümeye başlarlar.


Bir açıklığın ortasında toplanmış halde bulurlar çocukları. Hepsi şarkı söyleyip oyunlar oynamakla meşgullerdi. Açıklığın ortasında ise devrilmiş bir ağaç kütüğü vardı. Küçük kız da diğer çocuklara katılınca çaylak yavaşça kütüğe doğru yürüdü. Üzerinde -V- şeklinde ucunda lastik gibi bir şey olan garip bir değnek vardı kütüğün. "Hiç böyle sihirli değnek görmemiştim" der çaylak. "Çünkü o sihirli değnek değil, benim koltuk değneğim" der arkasından bir ses. Hemen arkasına döner ve çocukların ortasında oturan, bir bacağı alçı ile sarılı bir bayan görür. "Ah üzgünüm, geçmiş olsun" der utanarak ve meraklı gözlerle kırık bacağa bakarak. "Önemli değil" der kadın "ufak bir iş kazası atlattım sadece". "Tinuviel siz misiniz?" der çaylak ürkekçe... "Tinuviel!" diye bağırır çocukların hepsi bir ağızdan. Kızıl saçlı, mağrur yüzlü bir bayandı Tinuviel. Hafifçe başını eğerek "Evet benim" der. "Buraya neden geldiniz? Sizin burada olmamanız gerekirdi, bu yasaktır." Küçük kız hemen araya girerek hem çaylağı getirdiği için özür dileyerek hem de geliş sebeplerini anlatarak durumu çabuk çabuk özetler. Aralarda hem çaylak hem de diğer çocuklar onay mırıltıları ve gerekli gördükleri yerlerde düzeltmeler yaparak kızın öyküsünü onaylarlar. Durumun ciddiyetini kavrayan Tinuviel'in yüzü sertleşir. Bir an için düşüncelere dalar ve yavaşça başını kaldırıp
"Üzgünüm, size yardım edemem" der. Bir anda hepsi ümitsizliğe kapılır. "Üzgünüm" der tekrar "ama bacağımın durumunu görüyorsunuz, bu halde size yardım edemem. Sözünü ettiğiniz şeytanı biliyorum elbette. Bunca zamandır onu kontrolümün altında tutan bendim zaten. Ama bu son birkaç haftadır bacağım yüzünden bunu aksatmak zorunda kaldım. Böyle bir şeyin olacağını tahmin etmeliydim" der düşünceli düşünceli başını sallayarak. "İyi ama kimdir o? Ya da nedir?" diye atılır merakına yenik düşen ve umutsuzluğun pençesinde olan çaylak. Düşüncelerinden sıyrılan Tinuviel çaylağa tartan bir gözle bakar sonra, "DeMoN derler ona" der "eskilerin ona taktığı isim buydu. Ama gelin ümitsizliğe kapılmayın. Size ben yardımcı olamam dedim. Hiç kimse olamaz demedim." Bu sözleri ile yüreklerine su serpilir etrafındakilerin. "Buralardan çok uzaklarda, uzak diyarlarda bir savaşçı tanıyorum. Kadim krallıktaki Üç prensten biri olarak bilinir. Bazıları şövalye derler ona, bazıları ise kahraman. O ise Yorgun Savaşçı demeyi tercih eder kendine... o size yardımcı olabilir. Çünkü o ve ben aynı yıldızların etkisinde gelmişiz bu dünyaya. O benden daha kadimdir hatta" der ve çaylağa bu savaşçıyı nerede bulacağını, ona neler anlatması gerektiğini iyice anlatır. Gerçi DeMoN ismini duyduğunda pek de tereddüt edeceğini sanmıyordur Savaşçı'nın ama yine de işini şansa bırakmamaya kararlıdır.


Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra Tinuviel değneğini kaldırarak (koltuk değneğini değil, sihirli olanı) ışıltılı bir kapı açar açıklığın ortasında. Ve çaylağa dönerek "Bundan sonrası sana kalmış, benim yapabileceğim tüm yardım bu." der. Çaylağın çocuklara baktığını görerek "Onları merak etme, en kısa zamanda evlerine geri döndüreceğim. Ama bundan sonrasına yalnız devam etmelisin. Bu yol çocuklar için fazla yorucu olur" diyerek merakını giderir. Çaylak teşekkürlerini sunarak ışıltılı kapıya doğru ilerler, nefesini tutar ve eşikten geçer. Yine zifiri karanlık karşılar onu. Üstelik bu kez gözleri de açıktır. "Bu sefer kesin kör oldum galiba" der yüksek sesle kendi kendine. "Kapa çeneni ve uyumaya devam et" diye bir ses
cevaplar onu. Şaşkın şaşkın "Uyumak mı? Evet iyi olurdu ama ya DeMoN ne olacak? Hem Tinuviel'e de söz verdim, Bezgin Savaşçı'yı bulmam lazım" diye yanıtlar sesi. "Bezgin değil yorgun... Yorgun Savaşçı" diye yanıtlar aynı ses onu ve birden ışıklar yanar. İçerisinde iki yatak bulunan ufak bir odada bulur çaylak kendini. Yataklardan birinde yorgun, bezgin ve bıkkın gibi ne kadar benzer kelime varsa hepsini hakedecek bir bakışla kendine bakmakta olan genç bir adam yatıyordu. "Bende seni kardeşim sandım, hala gelmemiş oysa. Bir polisin bu saatte odamda işi ne?" diye sorarak yataktan kalkar ve çaylağın karşısına dikilerek "Hem az önce DeMoN mu dedin sen yoksa bana mı öyle geldi?" diye devam eder. "Bu mu bize yardım edecek savaşçı? Pek de kısaymış" diye düşünür polis içinden. "Sen kendi işine bak, önce sorularıma cevap ver hem" der. Çaylak şaşkınlık ve korku içinde "Düşüncelerimi mi okuyorsun sen?" diyerek geri geri birkaç adım atar. "Okuyorsam ne olmuş? Sen sorularıma cevap verecek misin vermeyecek misin?" der esneyerek. Çaylağın kekelediğini görünce "Konuşamayacak kadar şaşkınsan düşünsen de olur" diye ekler kıskıs gülerek.


İlk şaşkınlığını atlattıktan sonra çaylak hızlı hızlı başından geçen olayları ve Tinuviel'in kendisine öğütlediği
bazı sözleri savaşçıya aktarmaya başladı. Bu arada savaşçı, adına yakışır bir biçimde oldukça yorgun ve bıkkın bir halde oturarak ve arada bir başını sallayarak onu dinliyordu. DeMoN'un adı her geçişinde yüzünde garip bir gülümseme ve gözlerinde bir ışıltı yakalıyormuş gibi geliyordu çaylağa. Sonunda hikaye bitti ve çaylak da soluksuz bir şekilde genç adamın yanına oturdu. "Eee? Ne yapıyoruz? Bize yardım edecek misin?" Savaşçı ona bakarak "Yardım mı? Sizin yardıma ihtiyacınız yok ki... ama evet yardım edeceğim, merak etme" der çaylağın yüzüne düşen endişe çizgilerini görünce ve zihninden geçen -kahverengi bir şeyleri yemekle- ilgili düşünceleri sezince. Yavaşça kalkar, siyah deri kaplı bir çantayı durduğu tozlu raftan alır ve gitmeye hazır olduğunu belirtircesine kafasını sallar. Elinin bir hareketiyle kıyafetleri değişir, siyah bir pelerin ve geniş siperlikli siyah bir şapka vardır şimdi üzerinde. Bir iki anlaşılmaz söz ile odanın duvarlarından birinde bir kapı açar ve birlikte kapıdan geçerler. Çaylak merakla "O çanta nedir? Şeytanlara karşı gizli bir silah falan mı var içerisinde?" diye sorar. Yorgun Savaşçı sakince cevaplar "Hayır, CD çantam..."


Polis ve komşular şaşkınlık içerisindeydi. Önce ışıltılı yeşil bir kapı caddenin ortasında açılmış ve çocuklar geri gelmişti. Ardından da siyah, koyu bir boyut kapısı sokağın üst taraflarında açılmış ve Çaylak ile yanında siyahlara bürünmüş genç biri kapıda çıkarak yanlarına doğru yürümeye başlamıştı. Amir gözlerini kırpıştırarak yanındaki polise "Hiç bu kadar çirkin bir peri görmemiştim" dedi. "Yardım edebileceğimiz bir şey var mı?" diye sordu çaylak biraz isteksiz bir şekilde. Çünkü o binaya tekrar girmek gibi bir niyeti kesinlikle yoktu. "Evet var" dedi savaşçı "Cips ile cola getirin bana. Çok olsun" Az sonra kafalarda soru işaretleri ile istenilenler getirildi ve savaşçı dönerek kalabalıkla konuşmaya başladı. Ama sesi az önceki ses ile aynı değildi, derinden ve yankılı, hem rica eden hemde hükmeden bir sesti bu. "Burada işiniz bitti, şimdi gidin ve uyuyun. Uyandığınızda da bu olanların hiçbirini hatırlamayın." Kalabalığın üzerine birden bir uyku ve boşvermişlik hali çöktü. Yavaşça evlerine dönmeye başladılar, polislerde arabalarına binip uzaklaştı. Yorgun Savaşçı uzaklaşan çaylağa bakarak "Üzgünüm ama bu gerekli" dedi ve sessizce ona teşekkürlerini sundu. Sabah kalktıklarında hiçbiri olanları hatırlamadı. Yorgun Savaşçı hala homurtuların yükseldiği binaya döndü yüzünü ve ağır ağır merdivenleri tırmandı. Kapıyı çaldı. DeMoN'un kükreyen sesi yanıtladı kendisini. "Benim, ben. Aç kapıyı, bak ne getirdim" dedi savaşçı. Kapı aralandı, DeMoN'un kan çanağı gözleri savaşçının gözleri ile buluştu. Sonra DeMoN karşısındakini tanıyınca birden gözleri ve sesi normale döndü, evin içindeki ışıltı söndü ve "Aaa.. kanka naber yaw?" diyerek eski dostunu kucakladı. "İyiyim iyi, koca bebek seni. İki dakika yalnız bırakmaya gelmiyorsun, hemen ortalığı ayağa kaldırmışsın yine. İlle birinin seni oyalaması gerek di mi? Tinuviel gönderdi beni, selamı var sana. Bak sana cips getirdim, film de var. Hatta istersen oyun da oynarız ama önce uyuyalım çok yorgunum" diyerek içeri girdi ve kapı ardından kapandı.

İstanbul fotoğrafı / Istanbul Photo by Sinan Doğan

Yalnızlık, yeniden....

Yorgun savaşçı, yüksek bir tepenin üzerindeydi. Durdu ve arkasındaki şehre baktı. İçinde ansızın kızgınlıkla üzüntü arasında bir duygu patlaması oluştu. Kendine hakim olmak için yavaşça gözlerini kapadı. Birkaç derin nefes alıp sakinleşti ve tekrar gözlerini açtı. Güneş aşağıdaki şehrin üzerine yavaşça doğmaktaydı. Şehir buradan ne kadar da güzel görünüyordu. Ve ne kadar masum... ama savaşçı öyle olmadığını biliyordu. Bunu defalarca ve her seferinde acı veren deneyimlerle öğrenmişti çünkü...

Şehri bozan şey içindeki insanlardı, insanların kokuşmuşluğuydu. “Kendi yapay ve küçük dünyalarında yaşayan aptallar” diye düşündü. Çünkü seksti onlar için önemli olan, paraydı, karizmatik görünmekti, içkiydi. Dostluk, vefa, namus gibi şeyleri bilmezlerdi. Bilseler de önemsemezler, sadece çıkar elde edebilecekleri yerlerde hatırlarlardı bu erdemleri.

Bu yüzden nefret ediyordu şehirden ve içindekilerden. Bu yüzden nefret ediyordu hayattan ve bu dünyadan. Çünkü kendisi öyle değildi, olmamak için çaba gösteriyordu en azından. “Galiba rahatça yaşayabilmek için bizim de onlara ayak uydurmamız lazım” demişti bir zamanlar bir arkadaşı. O ise sakince “Onlara ayak uyduracağıma tek başıma kalmayı tercih ederim” diyerek yanıtlamıştı. İşte bu yüzden burada, bu tepenin üzerindeydi bu sabah. İşte bu yüzden terk ediyordu bu şehri ve içindeki herşeyi. Teslim olmak değildi bu, sadece savaşını sürdürmeye devam ediyordu.

Derin bir nefes daha alıp iç geçirdi. Ağzından bir buhar dumanı yükseldi aydınlanmaya başayan gökyüzüne doğru. Yavaşça arkasına döndü ve o zaman farketti orada kendisini beklemekte olanı. Eski dostu yalnızlık her zamanki kasvetli ve siyah giysisi ile orada duruyordu işte. Yüzünde “geri geleceğini biliyordum” dermişçesine bir bakış vardı. Hafifçe gülümsedi yalnızlık ve kolunu uzattı savaşçıya. Savaşçı bir an tereddüt etti. Arkasında bıraktıklarına omzunun üzerinden şöyle bir baktı. Öfke ve hüzün anılarından fırlayıp yeniden canlandı kalbinin derinliklerinde. Omuzlarını silkti, şehre sırtını döndü ve yavaşça ilerleyerek eski dostunun koluna girdi. Ağır adımlarla karanlığa doğru uzaklaştılar kol kola....

02.04.2008

Photo by DanielN (http://www.flickr.com/photos/86474756@N00/)

3'lük Şizofreni...

Sovalye kurak bir bolgede tek basina agir adimlarla yuruyordu. Nereye gittiginden pek emin degildi, umurunda da degildi zaten. Artik hic birsey umurunda degildi. Uzgundu, nasil uzgun olmasindi ki? Ulkesinden surgun edilmisti, sevdigi insanlardan uzaklastirilmisti. Hemde tum o yaptiklarina ragmen. Prensesin cam ayakkabisini bulmustu, mutluluk iksirini bulmak icin nice diyarlar dolasmisti, kralligina sonuna kadar bagli kalmis gerektiginde savasmiti. Ama iste bitmisti. Bir hata yapmisti cunku, yapmamasi gereken bir hata. Gecmisinden ders cikarip tekrarlamamasi gereken ve affedilmeyen bir hata. “Boyle birseyin cezasi bu kadar agir olmamali diye dusuneceksin ama bunu bir ceza olarak gormemelisin, bu sadece olmasi gereken” demislerdi ona ayrilirken. Sovalye bundan agir bir ceza dusunemiyordu oysa, olum bile bundan iyiydi onun icin. “Keske bunlari yasayacagima olseydim” diye gecirdi icinden. Artik sovalye olmak istemiyordu. Yavas yavas zirhinin parcalarini cikarmaya ve bir bir yere birakmaya basladi yurumeye devam ederken. “Umudunu asla yitirme” demisti aylar once tanistigi bilge kisi ona, ama onun umudu kalmamisti artik. Umut edecek birseyi yoktu cunku. Umut etmeye cesareti de... “Bunu haketmedim” dedi kendi kendine, bilinmeyen bir istikamete dogru yurumeye devam etti.


*********************************************



Yorgun savasci okudugu kitabi kapatti. Konak’a dogru giden bir vapurdaydi. Kitabin kapagindaki “Sovalyenin Yolculugu” ismine bakti dalgin dalgin. “Sovalyeligin budalaliktan baska birsey olmadigini biliyordum zaten” dedi kendi kendine. Sovalyeyi kendine yakin bulmustu yine de. Biraz kendine benzetmisti onu, sovalye icin uzulmustu hatta. Yasadiklari olaylar birbirine benziyordu ne de olsa. Vapur iskeleye yanasir yanasmaz indi, pasaport tarafina dogru yurumeye basladi yavas yavas. Bos bir bank takildi gozune. Gormezden geldi, bakmamaya calisti. Banklara oturmak icini rahatlatmiyordu bu aralar. O da kayiplar vermisti bu aralar. Yalnizligini paylasabilen birkac kisiden birini kaybetmisti. Bir dostunun kalbini kirmis, guvenini sarsmisti. Hemde aptalca bir hayal ugruna... Gercekler gozunun onundeydi ama o kendini hayaline oylesine kaptirmisti ki goremedi onlari. Hic birsey eskisi gibi olmayacakti, bunu biliyordu. Ve iste yine tek basinaydi. Adini “yorgun savasci” yerine “yalniz kurt” olarak degistirme fikriyle biraz eglendi. Bos bir bank daha cikti onune, adimlarini hizlandirip bu banki da gecti. “Bunu hakettim” dedi kendi kendine, bilinen bir istikamete dogru yurumeye devam etti.

*********************************************


Ihsan okudugu kitabi kapatti. Her zamanki gibi havalimanindaydi. Kitabin kapagindaki “Yorgun Savascinin Guncesi” ismine bakti dalgin dalgin. Savasciyi kendine yakin bulmustu, ne de olsa o da kayiplar vermisti bu aralar... Ne hakettim dedi ne de etmedim. Bunlari dusunmeyecegine soz vermisti, sozunu tutacakti. Bilinmeyen bir istikamete dogru dalgin dalgin bakmaya devam etti.

İzmir Saat Kulesi / Izmir Clock Tower photo by MaxiTurkey

7 Ocak 2007

Yorgun Savaşçı'nın Güncesi

Savaşçı durdu, yorulmuştu. Saatine baktı, gece yarısıydı. İzmir’in ara sokaklarından birindeydi. Soğuk nedeniyle asfalttan insanın boğazını yakan bir sis yükseliyordu. “Biraz dinlenmeliyim” diye mırıldandı kendi kendine. Konak tarafına doğru yürümeye başladı. İzmir geceleri daha da bir güzel görünüyordu. Meşhur saat kulesine bir selam verdi ve sahile doğru yürümeye devam etti. Denize bakan boş bir bank ilişti gözüne. Oturdu. İşte körfez karşısındaydı, bir vapur ağır ağır Karşıyaka'ya doğru seyrediyordu. Bir anlığına Karşıyaka'da oturan arkadaşları geldi gözünün önüne. Ne yapıyorlardı acaba? Muhtemelen uyuyorlardı bu saatte. Biri ise büyük ihtimalle hala ayaktaydı. Hafifçe gülümsedi onu düşünürken. Bankları da sevmezdi o. "Arkadaşlarım..." dedi kendi kendine, onlar olmasa ne yapardı acaba? Eğer bugün hala ayakları üzerinde durabiliyorsa bunu onlara borçluydu. Zor zamanlarında ona en çok dayanma gücü veren onların varlığıydı çünkü. Ne kadar olmuştu dğer iki savaşçı ve prensesten ayrılalı? Beş yıl? Altı? Emin değildi. Ama emin olduğu birşey varsa o zamandan bu zamana çok şey değişmişti. En çok da kendisi değişmişti. İçindeki çocuğun gülümsemesini duyamıyordu artık. Ama orada bir yerdeydi, ortaya çıkmak için kronik pengueni, DeMoN'ı veya Cihdom'u bekliyordu.

Millenium'da herşey değişecek demişlerdi. O zaman kulak asmamışı o sözlere. Kendileri bile ne kadar haklı olduklarını bilmiyordu büyük ihtimalle. Hakikaten de herşey değişmişti. Arka arkaya ölümler, düşman olan dostlar, kaybedilen ev, bitmek bilmeyen bir yolculuk..Yorgunluk birkez daha omuzlarına çöktü. Ne çok dolaşmıştı... İstanbul, İzmir, tekrar İstanbul, Fas, Konya ve gene İzmir... İzmir'de kalmak onun seçimiydi, her ne kadar İstanbul onu çağırıyor olsa da burada kalmak için direniyordu. Artık bitsin istiyordu. Artık bir düzeni olsun istiyordu, yorulmuştu çünkü. "Acaba kalmamalımıydım?" diye düşündü ne ilk kez ne de son kez... sonra gözü yine Karşıyaka vapuruna takıldı. "Ama o zaman bu insanları tanıyamayacaktım" diye hatırlatı kendine, her zamanki gibi. Zaten bu hep böyle oluyordu. Ne zaman "keşke başka bir bölüm okusaydım" dese kulağına gitar sesleri eşliğinde şen kahkahalar ve "ben demiştim" nidaları geliyordu. Ne zaman "başka bir işe girmeliydim, izmirde kalmamalıydım" dese o neşeli ortamı, o güzel insanları hatılıyor ve içini bir sıcaklık kaplıyordu. Askerde de ona dayanma gücü veren ordaki arkadaşlarının varlığı değil miydi? Aklı İzmir'den Denizli'ye oradan da İstanbul'a gitti. Çorlu tarafında biraz oyalanıp İzmir'e geri geldi. Tekrar gülümsedi, uzun zamandır yapmıyordu bunu. "Pişman olmayı bile beceremiyorum" diye homurdandı ayağa kalkarken.

Pasaport tarafına doğru yürümeye başladı, belki bir çay içerdi. Çay... Az mı detleşmişti o iskelede oturup arkadaşlarıyla? İyi bir arkadaş kadar iyi bir dinleyici de olduğunu söylerlerdi. Hiç sıkılmadan anlatırlardı tüm dertlerini. Dinlerdi o da, tüm kalbiyle hem de. Ortak olurdu dertlerine, çözüm ararlardı beraber. Gerçi hepsine yardımcı olamamıştı ama... "Herkese yardımcı olmak... işte benim sorunum bu. Herkese yardım etmeye çalışıyorum ama hepsine yetişemiyorum ki" dedi yavaşça geceye doğru. "Şövalye ruhlusun sen" demişti bir zamanlar ona bir arkadaşı. "Kendini feda edercesine her ihtiyacı olanın yanına koşuyorsun. Özellikle sevdiklerinin..." o zaman kızmıştı biraz, benzetmelerden hoşlanmazdı. Ama şimdi düşününce, haklıydı belki de... Başka bir arkadaşı is şövalyeleri "gururlu budalalar" olarak tanımlamıştı. Nedense bu ikinci tanımı kendisine daha yakın hissediyordu.
"Gururlu budala" dedi yüksek sesle.
"Efendim abi?" dedi bir ses. Çaycıydı. Gülümsedi.
"Bana bir çay getirir misin?" diye rica etti. Çaycı hemen fırladı.
"Göker olsa kızardı şimdi, geçen sefer bana bir çay içirinceye kadar dört takla atmıştı çocuk" diye geçirdi içinden. Ne demişti Göker ona? "Ya sen ne kadar sağlam bir adamsın böyle, ben seni anlamıyorum, hayatımda gördüğüm yegane güçlü insanlardansın" Evet çok şey geçmişti başından ve daha kim bilir daha neler gelecekti başlarına. Ama yılmayacaktı. Sevdikleri için yılmayacaktı. Dostlarının yanında olacaktı, hatta gerekirse önlerinde siper... Halil'in bir zamanlar ona dediği gibi "evet, zor yalnız başına bir şehri gece dolaşmak ve tüm sarhoşlara yollarını göstermek. Oysa sen bir savaşçısın ne olursa olsun yenilmeyecek" Gururlu bir budala olsa bile...

Şövalye... heh... kulağa o kadar da kötü gelmiyordu... Saatine baktı, gece yarısıydı. İzmir’in bilinen sokaklarından birindeydi. Soğuk nedeniyle denizden insanın gözlerini yakan bir sis yükseliyordu.

14.11.2006