8 Ekim 2010 Cuma

Yazarının kaleminden Yemin ve Öç

Gölge E-Dergi'nin 37. sayısında yayınlanmıştır.
Çok değil sadece birkaç ay önce görücüye çıkmış bir roman Yemin ve Öç. İlk olarak Kayıp Rıhtım adlı internet sitesinin fantastik edebiyatseverlere sunduğu bir e-kitap projesi olarak çıktı karşımıza. Sonra o küçük proje kabına sığmaz oldu, büyüdü, gelişti ve kapağıyla, sayfalarıyla, çizimleriyle gerçek bir kitap haline gelmeyi başardı. Peki, nasıl oldu da o küçük proje bunca yolu aşıp kocaman bir kitap haline geldi? İşte bu yazı bu sürecin öyküsünü anlatıyor. Hem de kendi yazarının elinden…

Yemin ve Öç’ü kaleme almaya ilk başladığımda, Kayıp Rıhtım’ın her ay düzenli olarak yayınladığı “Aylık Öykü Seçkisi” için yazılmış kısa bir maceradan ibaretti aslında. Yanlış hatırlamıyorsam o ay ki seçkinin teması “Köle” idi. Bir akşam evimde oturmuş, “Bu tema için nasıl bir hikâye yazabilirim acaba?” diye kara kara düşünürken beynimin bir köşesinde esir düşmüş bir barbarın öfkeli portresi canlanıverdi. Eğer fantastik edebiyata şöyle kıyısından köşesinden biraz bulaşmışsanız barbarların özgürlüklerine ne kadar düşkün olduğunu ve bunu kaybetmemek adına ellerinden gelen her şeyi yapmaya hazır olduğunu biliyorsunuzdur. Bu fikir o kadar hoşuma gitti ki hemen kalemime sarıldım ve sonunun nerelere varacağını bilmeden o ilk satırları yazdım;

“Sıçrayan Geyik Kabilesi oldukça zor günler geçiriyordu çünkü kış bu yıl çok erken ve çok şiddetli bastırmıştı. Buzyeli Vadisi’nin kışları her zaman sert olurdu ama bu kez her zamankinden de zorlu geçeceğe benziyordu.”

Buzyeli Vadisi… Bu isim kendiliğinden, birdenbire dökülüvermişti kâğıda.  Unutulmuş Diyarlar kitaplarından oldukça aşina olduğumuz isme şöyle bir baktım, “Neden olmasın?” dedim ve memnuniyetle gülümseyerek hikâyenin geri kalanını yazmaya devam ettim. Sonrasında ise içinde korsanların, öfkeli bir cücenin ve edilen iki intikam yeminin geçtiği oldukça sürükleyici bir macera ortaya çıkmış oldu.

Aldığım ilk tepkiler oldukça olumluydu. Hatta itiraf etmek gerekirse beklediğimden de iyiydi. Hemen hemen okuyan herkes hikâyemi çok beğendiğini söylüyor, devamını yazmam konusunda beni yüreklendiriyordu.  Eğer yazmazsam +3 kızılcık sopaları ile beni kovalayacakları şeklinde tehditler savurmayı da ihmal etmiyorlardı elbette…

Buna pek gönlüm olmamasına rağmen bir-iki ay sonra yine bir başka seçki için, bu kez “Kül” teması için kaleme aldım hikâyenin devamını. Geri dönüşler yine çok olumuydu. Hatta yorumculardan biri, kendisi Gölge yazarlarından Onur Selamet oluyor bu arada, bu hikâyenin bununla sınırlı kalmamasını, daha da büyütülerek bir e-kitap haline getirilmesi fikrini öne sürmüştü. Kim? Ben? Bir e-kitap yazacağım ha? Yok daha neler… Bu fikrin diğer üyeler tarafından çok tutulacağını nereden bilebilirdim ki?

En nihayetinde Rıhtım’ın kapalı kapıları ardında yapılan uzun toplantılar sonucunda bu projenin hayata geçirilmesine oy birliği ile karar verildi. Bu oy birliğinin sağlanmasında Hurin’in üzerimize savurduğu ışın kılıcının (evet, ne var?) ve Fırtınakıran’ın yılanbaşlı kamçısının nazik darbelerinin yarattığı etki de büyüktü elbette. Bunun akabinde beni kollarımdan sürükleyerek, içerisinde tavana kadar yükselen kâğıt yığınlarının, bir daktilonun ve bir parça kuru ekmek ile suyun bulunduğu bir odaya tıktılar. Ardından ağır kapıları üzerime sürgüleyip hep birlikte bu haberi kutlamaya gittiler.

Üç ay boyunca gerek evde gerekse iş yerinde bulduğum boş zamanlarda macera üzerinde çalışmaya devam ettim. Yazdıkça hikâye daha da genişledi, içine kimi Harkle Harpell gibi daha önceden tanıdığımız, kimi ise benim hayal gücümün oluşturduğu yeni karakterler eklendi. Hatta işin içerisine benim gibi birer Baldur’s Gate hayranı olan kişileri gülümsetecek bir şeyler bile ekledim. Bu esnada TSR’ın çıkardığı yardımcı kitaplardan ve haritalardan bol bol yardım aldım, araştırmalar yaptım ve elimden geldiğince Unutulmuş Diyarlar konseptine uygun kalmaya çalıştım. Öyle ki kitapta adı geçen hiçbir şehir, hiçbir dağ, hiçbir han uydurma değil. Aksine hepsi gerçek birer UD öğesi…

Üç ayın sonunda yazılı metin tamamlandı ve işi ustalarına devretme zamanı geldi. Kayıp Rıhtım’dan hatırlayacağınız Hakan “Magicalbronze” Tunç ve Onur “DarLy OpuS” Selamet düzelti ve sayfa düzeni ile ilgilenirken yine Gölge’den tanıdığınız çizer arkadaşlarımız A.Gökhan Gültekin ve Celalettin Ceylan’da güçlü çizgileri ile kapak resmini ve iç çizimleri hazırladılar. (İzninizle burada çizer arkadaşlarla iletişime geçme konusundaki yardımlarından dolayı sevgili Ahmet Yüksel ağabeyime de teşekkür etmek istiyorum). E-kitabımız nihayet görücüye çıkmaya hazırdı.

Hiçbir kar amacı gütmeden, fantastik eser okumayı seven kitleye bir armağan misali ücretsiz olarak yayınladık e-kitabımızı. Aralarında Sadık Yemni ve Aşkın Güngör gibi çok değerli insanların bulunduğu birbirinden güzel yorumlar ve tebrikler aldık bu projemiz için. Ne de olsa Kayıp Rıhtım’ın ilk e-kitabıydı karşımızdaki. Artık arkama yaslanıp bu zevki yaşama ve biraz da dinlenme zamanıydı benim için… Ya da en azından ben öyle sanıyordum. Maceramın orada bitmeyeceğini nereden bilebilirdim ki?

Önce şöyle bir yorum peydahlandı; “Mit (bu ben oluyorum, internet âlemindeki ismim), kusura bakmayın. Anlamadım. Kitap çıkardınız. Bu şahane bir haber! İyi de niye indirip okuyayım ki? Ben bu kitabı elime alıp okumak istiyorum. Hem de kabına, içindekilere indirip bakmadan elime almak istiyorum. Söyler misiniz ben bu kitabı nereden satın alabilirim?”

Ardından şöyle bir yorum geldi; “Üzgünüm Mit. Ben eski biriyim, e-kitap falan bilmem. Bizde kitap ele alınır, koklanır öyle okunur. Diyeceksiniz ki maliyeti var. Kim basacak? Kaça basacak? Benim bloğumun adı biliyorsunuz ki Hayal Kahvem! Genelde hayal kurarım. Bir bakmışım ki hayalim gerçek olmuş. Şimdi ben Hayal Kahvem'de bir hayal kurmalıyım. Demeliyim ki Mit'in kitabı basılsın, hatta Mit tarafından imzalansın bana gelsin! Dur bakalım Mit... Hayaller gerçek olur bazen. Tabii çok istersen... Hayat ne oyunlar oynar insana bir bilsen…”

Bu yorumların sahibi “Hayal Kahvem” isimli güzide blog sayfasının yazarı Vildan Ceyhan’dan başkası değildi. Hayalleri gerçeğe dönüştürmek konusunda üstüne olmayan bu değerli insan bir anda yelkenlerin iplerini eline aldı ve proje bambaşka sulara doğru sürüklenmeye başladı. Ben “Durun yahu, ne oluyoruz.” demeye kalmadan Vildan Ceyhan, Hakan Ceyhan, Hakan Tunç ve pek tabii ki değerli yazar, kıymetli şahsiyet Aşkın Güngör’den oluşan bir ekip, bir kitap kardeşliği kuruldu. Neyse ki yazılı materyal hali hazırda elimizde bulunuyordu da yeniden bir odaya kapatılmak zorunda kalmamıştım. Ben şaşkın bakışlarla birbirinden harika insanlardan oluşan bu ekibi izlerken kitap hazırlanmış, düzenlenmiş ve baskıya hazır hale getirilmişti bile (Kocaman bir teşekkür de buradan bu güzel insanlara).

İşte o noktada bir başka sorun ile karşılaştık, telif hakları… Yemin ve Öç ilk başta bir e-kitap, ücretsiz bir hizmet olarak tasarlandığı için böyle bir sorunumuz yoktu. Fakat ne zaman ki iş basılı kitap haline getirmeye geldi işte o anda Unutulmuş Diyarlar’ın bir Wizard of the Coast markası olduğu kafamıza dank ediverdi. Maalesef bunu fark edebilmek için kitabın basılmış olmasını beklememiz gerekiyordu. Eğer bastırmadan önce fark etseydik büyük bir ihtimalle kitap çok farklı bir diyarda, muhtemelen tarafımızdan oluşturulmuş orijinal bir evrende (tercihim her zaman budur) geçecek şekilde yeniden tasarlanacaktı. Ama o zaman da Diyarlar hakkında yaptığım onca araştırma, Harkle Harpell ve benzeri kişiler ve yerler, onca güzelim espri de boşa gidecekti. Sonunda her işte bir hayır vardır diyerek kitabı bu şekilde okurların beğenisine sunmaya karar verdik. Sonrasını biliyorsunuz zaten; Kayıp Rıhtım’ın ilk e-kitabından sonra ilk basılı kitabı da bizlerle…

İşte böyle sevgili okur… Yemin ve Öç isimli kitabımızın basılı hali şu anda Kayıp Rıhtım sitesi üzerinden satışta. Kitabı almak isterseniz kayiprihtim@gmail.com adresine bir mail göndermeniz ve size gelecek cevap mailinde bulunan hesap numaralarına 10 TL. gibi cüzi bir miktar yatırmanız yeterli. Bu rakam basım masraflarını karşılamak adına alınıyor, kitabı bastırabilmek için hatırı sayılır bir ücret ödemek zorunda kaldık çünkü.

Şunu belirtmekte özellikle fayda görüyorum. Bu kitabı kesinlikle maddi bir çıkar güderek hazırlamadık. Tek amacımız bizim gibi fantastik edebiyata gönül vermiş Türk okuyuculara bir çeşit hediye, bir armağan sunmaktı. Gönülden gelen, el emeği göz nuru harcanmış gerçek bir eser… Şükür ki bunu başardık. En azından ben başardığımıza inanıyorum. Eğer okuma fırsatı bulursanız sizin de bana hak vereceğinizi umuyorum.

Hepinize şimdiden keyifli okumalar…

Not: Bu tanıtım yazısını hazırlamam konusunda beni cesaretlendirdiği, yazıyı Gölge E-Dergi'de yayınladığı ve bizim gibi genç yazarlara olan desteği hiç bitmediği için buradan sevgili Ahmet Yüksel'e sevgi ve saygılarımı göndermeyi kendime bir borç bilirim. 

Yemin ve Öç görselleri: A.Gökhan Gültekin, Celalettin Ceylan
Gölge e-dergi kapağı: Gökberk Kaya

2 Ekim 2010 Cumartesi

Etkisiz eleman

Şimdi size uzun bir hatıramı anlatacağım. Unutmak isteyip de unutamayacağım anılarımdan biridir bu. Aynı zamanda komedi filmlerine konu olabilecek bir hikâyedir de… Eğer sabredip sonuna kadar okuyabilirseniz neden unutmak istediğimi çok iyi anlayacaksınız.


Bundan 3-4 sene evvel, yine hava limanında çalıştığım sıralar… O zamanlar çok güzel bir ekibimiz ve çok iyi bir arkadaş grubumuz vardı. Çalıştığım arkadaşlar sadece insani vasıfları açısından değil çalışma disiplini yönünden de dört dörtlük kimselerdi. Fakat her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi o grup da gün geldi, dağıldı gitti. O dağılma anlarından biri de Göker adındaki dostumuzun askere gittiği gündü.

Biri büyük diğeri küçük olmak üzere iki farklı mağazamız vardı. Göker küçük mağazada, ben büyük olanda görevliydim. Göker, askerlik vazifesini yerine getirebilmek için işten ayrıldıktan bir hafta kadar sonra yerine yeni bir eleman alındı. Bu eleman çok iyi İngilizce bildiğini, Kipa’da reyon sorumluluğu ve kasiyerlik yaptığını söylemiş ve kasada hayli deneyimli olduğunu ileri sürerek işe girmişti. Bu iyi bir şeydi tabi, sonuçta Göker’in bizdeki uzmanlık alanı da kasaydı. Yeni eleman tam 3 gün boyunca hem müdür yardımcısından hem müdürden hem de bizlerden tam teşekküllü bir eğitim aldı. Ona bildiğimiz ne varsa A’dan Z’ye kadar bir güzel gösterdik, elimizden geldiğince yardımcı olduk, gerginliğini atması için samimi davrandık, hata yaptığında “Olur böyle şeyler, biz de zamanında çok yaptık” diyerek avuttuk. Kısacası yeni gelmesine rağmen sanki uzun zamandır bizden biriymiş gibi davranarak rahat etmesine gayret ettik.

Günler çabucak geçti ve elemanın eğitim süresi doldu. Artık tek başına çalışma zamanı gelmişti. Çok iyi hatırlıyorum, ilk gece vardiyasında zorluk çekmemesi için kendi işlerimi bitirip onun çalıştığı mağazaya yardıma gitmiştim. Hava limanında kitap, dergi vb. gibi ürünler bizim mağazalarımızda satıldığından gazete satışları da bize kalıyordu. Elemanın yanına vardığımda günlük gazetelerin iadelerini hazırlıyordu. Daha doğrusu hazırlamaya çalışıyordu. Hem kendi başına yapmaya alışsın hem de gururu incinmesin diyerek belli bir mesafeden onu izlemeye başladım. Hata yaptığında ise “Bak, şu anda bir şeyi yanlış yapıyorsun. Dikkat et.” diyerek kendisini uyardım. Fakat neyin yanlış olduğunu hemen söylemedim, kendi hatasını kendisi bulsun, “Ben başardım.” hissiyatını yaşamasını istedim. Bulamadı, o ayrı mesele…

Gazeteleri yayın evlerine göre ayırma işi bitince eleman iade irsaliyelerini kesmeye başladı.
“Bugün Pazar, hafta sonu barkotlarından çıkış yapmayı unutma sakın.” dedim kendisine. O da tamam dedi. Ne de olsa daha önce defalarca gösterdiğimiz şeylerdi. Tam o sırada bir müşteri girdi içeriye, ben de elemanı gazetelerin başında bırakıp onunla ilgilendim. Müşteri gidince arkamı döndüm ve irsaliyelerin kesilmiş olduğunu gördüm.
“Aferin!” dedim sevinçle “Hafta sonu barkotlarından çıktın değil mi?”
Şöyle bir durdu, yavaşça kafasını kaldırıp gözlerini kırpıştırdı ve “Hayır, öyle mi yapacaktık?” diye sordu.
“Yahu ben sana demin ne dedim?” diye çıkıştım hafiften.
O ise “Ne bileyim, dalgınlığıma geldi.” diyerek geçiştirdi.
“Neyse” dedim “Çocuk yeni, olur böyle şeyler.” Sonra da geçtim bilgisayarın başına. Önce eski irsaliyeleri iptal ettim, ardından yeniden çıkış işlemlerini yaptım. Sonra da yeni irsaliyeleri kestim. Hesapta ben hiç karışmayacağım ya…

“Al bakalım, düzelttim. Yerleştir irsaliyeleri.” dedim evrakları ona uzatarak. O da aldı ve benim şaşkın bakışlarım arasında Yay-sat Dağıtım’ın irsaliyesini Merkez Dağıtıma, Merkez'in irsaliyesini de Yay-Sat'ın gazetelerine yerleştirdi.

“Bak gene bir hata yapıyorsun.” dedim sinirlerime hâkim olmaya çalışarak. Boş boş bakmaya başladı yüzüme.
“Bu gazeteler hangi dağıtım şirketinin?” dedim yerdeki gazete yığınlarından birini göstererek. Boş boş bakmaya devam etti.
“Merkez mi Yay-Sat mı?” diye sordum, hâlâ yardımcı olmaya çalışarak.
Gazetelere şöyle biraz bakındıktan sonra “Bu Merkez, bu da Yay-Sat.” demeyi başardı. İçimden “Hele şükür.” diyerek “Elindeki o irsaliye kime kesilmiş peki?” diye sordum.
Bu sefer de irsaliyelere boş boş bakınmaya başladı. Sonra onları da ayırdı çok şükür.
“Olacak bu iş, olacak. Biraz sabır…” diye kendimi avuttum ve “Yerleştir o zaman irsaliyeleri.” dedim.

Gene ters yerleştirdi…

İşte o an sabrımın tükendiği an oldu. İrsaliyeleri elinden kaptığım gibi “Yay-Sat'ı Yay-Sat’a, Merkez’i Merkez’e koyacaksın yahu!” diyerek ayırdım belgeleri. Bu da sinirlenip ters ters “Sen karıştırdın gazeteleri, ondan şaşırdım ben!” demez mi? İmdat! Gazeteleri bağlayıp oradan kaçtım hemen…

Ertesi gün eleman gitmiş bizi müdür yardımcısına şikâyet etmiş. “Beni dışlıyorlar, bana kötü davranıyorlar.” falan demiş. Müdür yardımcısı da geldi bunları bana anlattı. Ağzım bir karış açık kaldı haliyle. Meğer bunlar dertlerimizin sadece başlangıcıymış, ta o zamandan anlamam lazımdı. O günden sonra yaptıkları yüzünden ağzım çooook açık kaldı çünkü.

Ertesi gece sadece bir ürüne tam 7 kez üst üste fiş kesmiş eleman. Fişi kesiyormuş, makineden fiş çıktığını görüp bir daha kesiyormuş. Aradan bunca zaman geçmesine rağmen niye öyle bir şey yaptığını hâlâ anlayamadım. O da anlayamamıştı zaten… Hatta merkezden telefon bile gelmişti, “Falanca üründen elinizde bir tane görünüyor ama 7 kez satış yapmışsınız. Bu nasıl oldu?” diye. O gün 6 tane fiş iptali yapmak zorunda kaldık. Aynı gece yeni günün gazetelerini açmış, bir güzel raflara yerleştirmiş. Biz geldiğimizde de şişinerek “Hürriyet 42 tane fazla geldi.” dedi.
“Nasıl yahu? O kadar fazla gelmez.” falan derken işin aslını çözdük. Sivri zekâlı arkadaşımız iki mağazanın gazetelerini birden açmış meğerse… Hava alanının ortasında bütün gazeteleri yere yayıp hepsini tek tek ayıklamak zorunda kaldık. O sırada da bir müşteri gelip şöyle dedi; “Şey, pardon. Kusura bakmayın ama ben az önce Posta gazetesi aldım ama içinden Sabah gazetesinin ilaveleri çıktı.” Evet, doğru anladınız. Bütün ilaveleri de yanlış yerleştirmiş.

Bir sonraki gün ikimiz de aynı vardiyadaydık ve ben “Bir sorun olursa beni ara, gelip yardım ederim.” deme gafletinde bulunmuştum. Bir saat içinde ilk telefon geldi; “Hemen gel!” Bizim mağaza da kalabalık ve müdür beyle ben varım sadece. Neyse, koştura koştura diğer mağazaya gittim. Bir de baktım 3-4 kişi kasanın önünde bekliyor, bizim eleman da orada kasayla cebelleşiyor. Hemen kasanın başına geçtim ve müşterileri tek tek kasadan geçirdim. Bir kişi kaldı sadece, o da sorunun kaynağı olan müşteri... Hava alanı personelinden biriydi. “Ne oldu?” diye sordum bizim elemana.
“Falan gazetesinin barkodu okumuyor, fiş kesemedim.” diye yanıt verdi. Bunun üzerine fişleri kontrol ettim ve gazetenin fişinin çıktığını gördüm.
“E çıkmış ya işte!” dedim.
“Aaa… Çıkmış. Ben görmemiştim” dedi. Sonra da “Ama bu beyefendi kredi kartıyla alışveriş yapacaktı, ben nakit geçtim.” demez mi? İyi halt yedin demek isterdim o an ama demedim tabi, içimde kaldı. Neyse, adama dedim ki “Siz alın bunları, parasını sonra getirirsiniz.” Yapacak başka bir şey yok çünkü… İki saat iade kesmek, rapor tutmak vs. lazım. Zaten dün 6 tane iade kesilmiş. Her neyse, anlaştık adamla, ben de tekrar kendi mağazama geçtim.

Biraz sonra bir telefon daha geldi; “Kasa kilitlendi, yetiş.”
Ben gene paldır kuldur öbür tarafa koştum, kasayı düzelttim ve müşterileri kasadan geçirdim. Tekrar kendi mağazama dönmüştüm ki gene telefon...

“Abi...”
“Efendim?”
“Bir müşteri geldi.”
“Eeeee?”
“Dolar verdi.”
“Eee?”
“Ben bunu nasıl gireceğim?”
“Yahu biz bunları sana 3-4 kez anlatmadık mı?”
“Anlattın da…”
“Eee?”
“Yetiş!”

Ben gene öbür tarafa koştum tabii... Tam mağazaya girmiştim ki bizim eleman bana bakıp böbürlenerek “Hallettim, gerek kalmadı.” dedi.

“Hadi ya… İyi, iyi. Dur bakayım şu fişe nasıl yaptın.”
Bir de baktım ki müşteriden 3 dolar almış fakat kasaya 4 dolar girmiş. Kasada 1 dolar eksik görünüyor.
“Aferin. 1 dolar borcun var kasaya.” dedim bende buna. Bu panik oldu tabi… Ama düzeltmedim bu kez hatasını. Hem uğraşmak istemedim hem de biraz gözü korksun dedim. Böylece bir daha hata yapmaz belki diye düşündüm. Nerdeeee... Kendi mağazama dönmemle telefonun çalması bir oldu. Bu sefer müdür yardımcısı arıyordu.
“Bizim eleman bir hata yapmış da, gidip düzeltsene şunu sana zahmet.” diyordu müdür yardımcısı. Eleman beni aramamış, onu aramış bu kez de. Yine gittim mecburen tabi, bu sefer de bir ürünü 3 kez kasadan geçmiş sağ olsun. İptal ettik fişi... Ama o gün ben de iptal oldum.

Ertesi sabah izinliydi ve onun yerine müdür yardımcısı çalışıyordu. Yanına gittiğimde hayatı kararmış gibi bir hali vardı (neden acaba?).  Oturdum yanına, dün olanların hepsini tek tek anlattım. Bunun üzerine iyice çöktü adamcağız. O da başladı anlatmaya... Eğitim sırasında elemana etiketsiz bir ürünün fiyatına kasadan nasıl bakılacağını göstermiş.
“Bak bunu sakın unutma, bu çok önemli.” demiş bir de üstüne. Sonra da bir şeyler içebilmek için karşıdaki kafeye geçmiş.  Bir de bakmış bizim eleman karşıdan el kol hareketleri yapıp kendisini yardıma çağırıyor. Hemen yanına gitmiş ve içeride bir müşteri olduğunu görmüş. “Ne oldu?” diye sormuş müdür yardımcısı.
Eleman da “Bu müşteri şu ürünün fiyatını soruyor ama üstünde fiyat yok. Nasıl bakacağız?” diye sormasın mı? Müdür yardımcısı iptal olmuş tabi o anda.
“Yahu 1 dakika önce göstermiştim ya!” diye diye bir hal oldu adam.

Sonra bir başka müşteri Cezmi Ersöz'ün bir kitabını sormuş.
“Cezmi Ersöz mü? O da kim?” diye sormuş eleman.
Müdür yardımcısı yine iptal olmuş haliyle, “Oğlum sen kitapçısın. Böyle soru sorulur mu? Hiç mi duymadın Cezmi Ersoz'ü?” deyince ne cevap almış dersiniz?
“Ben hiç kitap okumam.”
Başka bir müşteriyle de şiir hakkında konuşurlarken bizim eleman bir güzel yumurtlamış yine; “Şiirden nefret ederim!”

Durun, daha bitmedi. O gün müdür yardımcımız polis tarafından gözaltına alındı! Çünkü kasadan tam 6 tane sahte 50 TL çıktı. Müdür yardımcısı hâsılatı yatırmak için bankaya gidince polisler hemen tutmuşlar kolundan ve ifadesini almaya götürmüşler. Bilin bakalım o sahte paraları kim almıştı? Zaten o gün onun biletinin kesildiği gün oldu. Şimdi nerede olduğunu merak ediyorsanız söyleyeyim, bir bankada müşteri temsilcisi. Kredi falan almak isterseniz hangi bankada olduğunu söyleyebilirim. Muhtemelen risk sınırında olsanız bile gözü kapalı krediyi verecektir. Hatta yanlışlıkla 2-3 kez de verebilir, bilemiyorum.