28 Haziran 2011 Salı

Kitap kurtları için eşsiz bir mekan

Geçtiğimiz gün Kayıp Rıhtım ailesi olarak Vikitap adında yeni bir site keşfettik. Keşfediş o keşfediş, henüz içinden çıkabilmiş değiliz. Resmen kitapların arasında kaybolmuş vaziyetteyiz ve deli gibi de eğleniyoruz.

Peki, nedir Vikitap? Aslında çok basit... Kendi sanal kütüphanenizi oluşturabileceğiniz, kitapseverler için hazırlanmış ücretsiz bir sosyal paylaşım platformu burası. Okuduğunuz tüm kitaplara yorum yapabilir, onlara puan verebilir ve kitabı okuyan başka insanlarla tanışabilirsiniz Vikitap'ta. Bitmedi, aynı zamanda okumadığınız kitaplar hakkındaki yorum ve görüşleri inceleyebilir, okumak istediğiniz kitaplar listenize de ekleyebilirsiniz. Üstelik üyelik ücretsiz ve sadece bir dakikanızı alıyor.

Biz Kayıp Rıhtım ailesi olarak birbirimizi heyecanla takip etmekteyiz. Siz kitap kurtlarını da aramızda görmekten mutluluk duyarız.

Şimdiden iyi eğlenceler...

25 Haziran 2011 Cumartesi

Kehanet ( Bölüm 4)

Stonehenge çemberi M.Ö. 3000 yılında inşa edilmeye başlanmış gizemli bir yapıydı. Nasıl ve kimler tarafından inşa edildiği bugün bile bilinmeyen bir sırdı. Her biri ortalama dört buçuk metre olan ve çember şeklinde dizilmiş bu devasa taşların hangi amaca hizmet ettiğine dair çeşitli söylentiler vardı. Kimileri Druidler ile alakalı olduğunu söylüyor kimileri ise burasının bir şifa merkezi olduğunu iddia ediyordu. Bazı bilim adamlarına göreyse burası çok eskiden beri kullanılan bir mezarlıktı. Hatta bu mucizenin büyücü Merlin’in işi olduğunu söyleyenler bile vardı. Gerçek ne olursa olsun şurası kesindi; burası bir turist cennetiydi.

İki otostop ve birkaç kilometrelik yürüyüşün ardından hedefine varan Kenn şimdi de bu fotoğraf makineli kalabalıkla uğraşmak zorundaydı. “Turistler! Yağmur yağıyor farkında mısınız?” diye homurdandı meydandaki kalabalığı ilk gördüğünde.

Pardösüsüne iyice sarınmıştı, uzun ve ıslak saçlarından şakır şakır su damlıyordu. İstemeye istemeye de olsa kalabalığın arasına karıştı ve güvenlik görevlilerinin dikkatini çekmemeye çalışarak devasa taşların arasında dolaşmaya başladı. Mühürlere dair bir iz, ne yapacağına dair bir işaret arıyordu fakat bir saate yakın bir araştırmanın sonunda ümitlerini yitirdi. Yorulmuştu, ıslaktı ve tek bir şey bile bulamamıştı. En azından artık yağmur yağmıyordu. Etraftaki satıcılardan yiyecek bir şeyler alıp uzaktaki ağaçlardan birinin dibine çöktü. Havanın kararmasını beklemekten başka çaresi yoktu.

Birkaç saat sonra hava iyice karardığında ve turistler ayakaltından çekildiğinde Wulf harekete geçti. Önce güvenlik görevlilerinden birini sonra ötekini sessizce saf dışı bıraktı. Ardından taş sütunların arasına dalıp yeniden etrafı araştırmaya başladı. Bu kez mühürler de ellerindeydi. Aniden kuvvetli bir hapşırık atıverdi. “Büyük kahraman grip mikrobuna yenik düştü. Aman ne güzel!” diye söylendi, burnunu çekerken. “İki mührü bulacak, çemberi tamamlayacak.” diye mırıldandı kendi kendine. “İyi de hangi çember? Burada çemberden bol ne var! Hapşuuu!”

22 Haziran 2011 Çarşamba

Neredeyse adaş


Fatih, üniversitede edindiğim en iyi dostlarımdan biridir kuşkusuz. Hoş, o sıralarda tanıştığım hemen hemen herkes benim şimdiye kadar tanıdığım en iyi insanlardı ve aradan 12 yıl geçmiş olmasına rağmen çoğuyla hâlâ görüşüyorum. Fakat bir noktada Fatih'in yeri ayrıdır bende. Çünkü neredeyse adaşımdır o benim. Neredeyse adaş ne mi demek? Anlatayım efendim.

Bir akşam, okul çıkışı eve gidiyorduk. Fatih'le aynı otobüse binerdik genellikle. Şart değildi ama beraber binmek için de çabalardık hani. Maksat yol arkadaşlığı olsun. Yol boyunca da sürekli sohbet ederdik. Fatih yapısı itibari ile konuşmayı seven bir insandır. Hatta bazen çenesinin düştüğü, etrafındaki insanları kaçırdığı zamanlar da olurdu o zamanlarda. Her neyse, bu sohbetlerimizden birinde konu döndü dolaştı isimlerimize geldi.

"Biliyor musun?" dedim, "Benim ismim az kalsın Fatih olacakmış. Annem adımı Mehmet Fatih koymak istemiş fakat sonradan vazgeçmiş."
"Ya?" dedi Fatih. "Benim adım da Hakan olacakmış ama olmamış."
"Haydi canım? Annem de Fatih'ten vazgeçince Hakan koymaya karar vermiş benim adımı!"
"Yok artık! Desene neredeyse adaş olacakmışız."

Yaa... Böyle işte. Fatih'le çok farklı kişiliklere sahibizdir. Mesela o yüksek sesle konuşmayı sever, ben sessiz ve derinden. O muhabbet etmekten, uzun cümleler kurmaktan hoşlanır, ben az ama öz konuşmaktan. Staj zamanımızda bir ablamız karşımıza geçip uzun uzun bizi seyretmiş, sonra da "Siz nasıl anlaşıyorsunuz, anlamıyorum ya!" demişti hayretle. Halbuki bilmiyorlar ki bu farklılıklar sadece buz dağının görünen kısmı... İkimiz de yazmayı, fotoğraf çekmeyi, fantastik şeyleri seviyoruz mesela. Ve de Örümcek Adam'ı... : )

Bugün neredeyse adaşım Fatih'in doğum günü. Nice mutlu, huzurlu, sağlıklı ve birlikte senelere neredeyse adaşım olan ama aynı zamanda olmayan değerli dostum.

16 Haziran 2011 Perşembe

Radyoda Epik Müzikler ve BKF Sohbetleri

Konuk Yazar : Fırtınakıran


Bahsettiğim şey tam olarak başlıkta ifade ettiğimdir. Ama size daha fazla detay vermek de bana düşüyor elbette :).

KayıpRıhtım sitesi ile olan bağlantılarımı biliyorsunuz ve bizler site olarak yaklaşık 6 ay önce bir radyo kurduk. Bu radyoda, üyelerimizin çeşitli konularda, çeşitli programları var. Ama benim size anlatacağım hem Kayıp Rıhtım'ın hem de blogumun temasını oluşturan iki adet programdır: Kahramanın Yol Türküsü ve Son Gulyabani'nin Yeri.

İlk önce kendi programımdan başlayayım:

Kahramanın Yol Türküsü- Her Cumartesi, Saat: 21.00

Çalınan müzikler tamamıyla fantastik ya da bilimkurgu eserlerine ithaf edilmiş ya da tematik olarak içinde bu türe ait şeyler taşıyan şarkılardan oluşuyor. Power metal'in pek çok melodik ve epik şarkısı ile zaman zaman BKF filmlerinin soundtrackleri bu programda can buluyor.

Bu kadar mı? Elbetteki hayır :)!

Ayrıca, her hafta bir konu üzerine tartışma dönüyor bu programda. Zamana zaman bilgilendirici anlatımlar, zaman zaman ise bilinen bir konuda sıkı tartışmalar...

İsterseniz bugüne kadar bu programda neler konuşmuşuz birazcık başlıklara değineyim:

Distopyalar
Fantazyada Kadın
Eski ve Yeni Kahramanlar
Kötü Adam Kavramı ve Geçirdiği Değişimler
Ejderhalar
Neden Fantazya? Fantastik, Bilim-kurgu ve Türevlerinden Ne Anlıyoruz?

...

Bunların dışında, (program kapsamında) Özel Yayın adı altında, bir de hikaye seslendirmesi yapıldı.Liste böyle uzayıp gidiyor. Ayrıca, ses kayıtlarımız da bulunmakta :D! Yakın zamanda geri kalan ses kayıtları da yüklenecektir.

Programın sayfasına ve bugüne kadar hangi konularda konuştuğuma ulaşmak için buradan buyrun.

Şimdi gelelim benzer konularda ama içinde her yerde bulamayacağınız bir başka yayına!

Son Gulyabani'nin Yeri - Her Cuma, Saat: 23.00

Mehmet Berk Yaltırık, Tarih bölümünde okumuş ve aynı alanda yüksek lisans yapan bir arkadaşımız. Hal böyle olunca, onun anlattıkları tarihten fırlayan efsaneler gibi :). Onun pek çok kaynağa dayanan, gözkamaştıran ve çok farklı konularda aktardığı bilgiler eşliğinde Türk efsanelerinden, tekinsiz yerlere, perili ev inancının temellerinden, batı şövalyelerine kadar sayısız şeyin içinde sürükleniyoruz.

Kendisi bu günlerde konuşacağı ve bilgiendireceği konuların bir kısmı ise aşağıda. Ama şunu da belirteyim, bu yayının da ses kayıtları bulunmaktadır!

Büyü İnancı
Tolkien’in Tarihsel Kaynakları
Batı’nın Şövalye Efsaneleri
Perili Ev İnançları
Popüler Halk İnançları
Osmanlı Kaynaklarında Metafizik ve Korku
Şamanizm Üzerine

...

Daha fazlası için programın kendi sayfasına buyrun.


Her şeyi anlattık ama radyoya nasıl gireceğinizi merak mı ediyorsunuz? O zaman buyrun Kayıp Rıhtım Radyo'ya!


Not: Radyodaki diğer programlar için Kayıp Rıhtım Forum'a bakabilirsiniz.



Orjinal metine ve yazarın diğer güzel yazılarına Aykırı Çağrışım sitesinden ulaşabilirsiniz.

14 Haziran 2011 Salı

Kehanet ( Bölüm 3)

Reinfred hızla kapının önündeki boncukları söküp attı ve etraftaki eşyalardan derme çatma bir barikat kurmaya başladı. Madam mühürleri çantanın içine tıkıştırarak birkaç adım geri çekildi ve odanın gölgelerine gizlendi. Kenn ise tabancalarını çekip onları başının hizasına kaldırdı ve büyülü kelimeleri fısıldadı;

“Nosferatu…”

Silahların üzerindeki ejder işlemeleri canlı bir kırmızılıkla parıldadı ve ahşap uçlu mermiler namluya sürüldü. Kenn, damarlarına yayılan adrenalinin de etkisiyle yüzüne yayılan sırıtışa engel olamadı. Derken ilk saldırganlar, biri erkek diğeri dişi iki vampir solgun yüzleri ve sivri dişleriyle kapının ardında belirdi.

Reinfred hiç beklemeden barikatın üzerinden pompalı tüfeğini ateşledi. Göğsünden vurulan erkek vampir darbenin etkisiyle geriye uçup yere yığıldı fakat tekrar ayaklanmakta hiç gecikmedi. Kenn ise tabancalarını dişi vampire doğrulttu ve tam kalbine iki el ateş etti. Ahşap uçlu mermileri yiyen vampir acı dolu bir çığlık attı ve kalbine bir kazık çakılmış misali önce hızla yaşlandı, ardından toza dönüşerek yitip gitti. Kenn tam silahlarını diğer vampire çevirmişti ki Reinfred tüfeğini bir kez daha, bu kez yaratığın başına hedef alarak ateşledi. Kafatası patlayan vampir dizlerinin üstüne yığılarak sonsuz hayatına veda etti.

Aynı anda odanın pencereleri büyük bir şangırtı eşliğinde kırıldı ve içeriye üç büyük yarasa giriverdi. Yarasalar çabucak önce sis sonra da vampir suretine büründüler ve avlarının üzerine atıldılar. Ateş edecek kadar bile zamanları yoktu. Reinfred üzerine gelen dişi vampire tüfeğinin kabzası ile okkalı bir yumruk attı. Ardından Madam’ın üzerine koşan diğer vampire ateş etti. Vurulan vampir uçarak odanın duvarlarından birine sertçe tosladı.

11 Haziran 2011 Cumartesi

Yemin ve Öç Oyungezer'de!



Söze nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Yıllardan beri yakından takip ettiğim, 10 yılı aşkın bir zamandır hiçbir sayısını kaçırmadığım canım dergim Oyungezer'de benim için çok özel bir tanıtım var bu ay. Oyungezer ailesinin en önde gelen isimlerinden olan ve bunca yıldır yazılarını beğeniyle takip ettiğim sevgili Sinan Akkol nam-ı diğer Blaxis derginin bu sayısında Yemin ve Öç'ten bahsetmiş övgüyle. Yazıyı burada sizlerle paylaşıyorum.

Bazı "mit"ler bizden çıkar
Yemin ve Öç yaklaşık 2 aydır masamın bir köşesinde, çeşitli kağıtların arasında duruyordu. Bir Türk fantastik roman yazarından geldiğini biliyordum, ama bir türlü zaman bulup okuyamamıştım. Bir hafta önce, yattığım yerden elime alıp da yazan kişinin ismini gördüğümde hoş bir sürprizle karşılaştım: M. İhsan Tatari, neredeyse 10 yıldır iletişimde olduğum bir okurumdu. Yıllardır "yahu, şöyle bir kitap mı yazsam, böyle bir kitap mı yazsam" diye diye daha tek satır yazamamışken, bir okurumun beni aşıp ortaya fiziksel bir sonuç çıkartması çok hoşuma gitti.
Kitaba gelecek olursak: Unutulmuş Diyarlar'da (Forgotten Realms) geçen 3 adet hikayeden oluşuyor Yemin ve Öç. İlk iki hikaye www.kayiprihtim.org sitesinde yayınlanmış barbar Brann ve cüce Korgan'ın ( doğrusu Korban olacak. Sevgili Sinan burada Baldur's Gate 2'ye kadar gidip gelmiş :) - mit ) hikayeleriyken, üçüncü ve tam bir macera uzunluğunda olan hikaye bu ikisini bağlamış. Ne yalan söyleyeyim, çok yüksek bir beklenti ile okumaya başlamamıştım kitabı. Ama okudukça inanılmaz bir şekilde sardı. Yalın ama etkileyici anlatımıyla, fantastik bir film seyrediyormuşçasına gözümde sahneleri canlandırmayı başarıyordu kitap. Unutulmuş Diyarlar'da sırıtmayacak şekilde araya serpiştirilmiş Türkvari esprilerin hepsine gülümsediğimi fark ettim. 200 küsur sayfayı bir solukta bitirdim, hem de büyük bir keyifle. Ve izninizle yazara buradan seslenmek istiyorum: İhsan, eğer Korban ve Brann'ın hikayelerine devam etmezsen , ben de sana oyun incelemesi yazmam bundan sonra :)
- Sinan

İşte böyle... Yıllardır yazılarını büyük bir beğeni ile takip ettiğim sevgili Sinan Akkol'un benim yazmış olduğum bir eser hakkında böylesine güzel bir yorum yazması inanın benim için çok anlamlı. İzninizle kendisine buradan bir kez daha teşekkür ediyorum. Sevgili Sinan, Brann ve Korban'ın yeni maceraları olmasa da farklı mekanlarda geçen başka kitaplar yazacağım senin için, söz. Yeter ki sen yazmayı bırakma :) Kucak dolusu sevgiler...


8 Haziran 2011 Çarşamba

Kehanet ( Bölüm 2)

Kenn bir taraftan şehrin dar ve karanlık ara sokaklarında hızla ilerlerken bir taraftan da az önce dövüştüğü canavarın söylediği cümleleri aklında tartıyordu. Kurt adam bir konuda kesinlikle haklıydı, sonsuza kadar saklanamazdı. Ama zaten artık öyle bir niyeti de yoktu, o kararını çoktan vermişti. Adımlarını yıllardır gitmediği bir sokağa yönlendirdi.

Bir müddet sonra şehrin karanlık ve izbe bölgelerinden birindeydi. Sokaklarında uyuşturucu satıcılarının ve hayat kadınlarının, karanlık köşelerinde ise adı ağza anılmayacak canavarların ve yaratıkların kol gezdiği bu bölgeye aklı başında hiç kimse kolay kolay adımını atmazdı. Aklı başında olan hiç kimse…

Sokak satıcılarından biri Kenn’e ihtiyatla yaklaştı ve “Hey adamım, ihtiyacın olan bir şey var mı?” diye sordu pardösüsünün bir bölümünü hafifçe aralayarak. Sahte saatler, kopya elmas kolyeler ve bunun gibi birkaç işe yaramaz şey çarptı Kenn’in gözüne.

“Hayır teşekkürler.”

“Belki bunlar daha çok ilgini çeker?” diye sordu satıcı, pardösüsünün diğer yanını aralayarak. Poşetlenmiş kan, uyuşturucu maddeler ve ölü bir fare çıktı bu kez ortaya.

Kenn adama kabaca bir omuz atıp caddenin uzak köşesindeki mekâna doğru ilerlemeye devam etti. Arkasından pek de kibar olmayan bazı sözcükler sarf eden satıcıya yine pek de kibar olmayan bir el hareketi çekmekten de geri kalmadı.

Kristal Küre adındaki mekân dışarıdan bakıldığında çift kanatlı eski kapıları, yer yer kalaslarla örtülmüş pencereleri ve eski püskü tabelasıyla terk edilmiş bir yer gibi görünüyordu. Tabelanın ışıkları muhtemel bir elektrik arızası nedeniyle ritimsiz bir şekilde yanıp sönüyor, garip cızırtılar çıkarıyordu. Tam kapının önünde ise mor renkli kıvırcık saçları olan, uzun boylu ve iri yapılı bir zenci duruyordu. Üzerinde kaliteli siyah deriden kıyafetler, gözlerinde ise güneş gözlükleri vardı. Sırtında oldukça havalı ve muhtemelen bir o kadar da ölümcül bir pompalı tüfek asılıydı. Tüfeğin sırtına çeşitli rünler işlenmişti. Adamın yüzünde ise beyaz renkli, garip bir dövme vardı.

“Ne istiyorsun Dışlanmış?” diye sordu zenci, kendisine yaklaşan Kenn’i gördüğünde.

“Sana da selamlar Gece Gözcülerinden Reinfred. Eski dostlarını hep böyle mi karşılarsın?”

“Dışlanmışlarla irtibat kurmamız yasaktır. Şimdi eğer burada işin yoksa…” diyerek elinin tersiyle uzaklaşmasını işaret etti kabaca.

“İşim olmasaydı şehrin bu güzide köşesine kadar gelme zahmetine katlanır mıydım sence?”

“O halde isteğin ya da aradığın nedir Dışlanmış?”

“Senin gül yüzünü görmeye gelmediğim kesin.” dedi Kenn, kıs kıs gülerek. “Madam burada mı?”

“Bu seni hiç ilgilendirmez.”

“Aslına bakarsan ilgilendirir. Onunla acil olarak görüşmem gerek.”

“Dışlanmışların içeri girmesi kesinlikle yasakt…”

Derken ikisi de kendilerine seslenen bir kadın sesi ile susuverdiler. Ses ne içeriden ne de dışarıdan geliyordu, sanki zihinlerinin içerisindeymiş gibiydi.

“Bırak gelsin.” dedi zihinlerinde yankılanan kadın sesi.

“Siz nasıl isterseniz Madam.” dedi Reinfred ve yana çekilerek kapının önünü açtı. Kenn yüzünde arsız bir sırıtışla Reinfred’e baktı ve “Müsaadenizle Sayın Gözcü.” diyerek kapıdan geçti. Arkasından gelen memnuniyetsiz homurtular ise sadece gülümsemesinin daha da genişlemesine neden oldu.

5 Haziran 2011 Pazar

Hizaya geeeel!


Kitap satan bir mağazada çalışmak kesinlikle keyifli bir iştir. Hele ki kitap okumayı seviyorsanız. Yeni çıkanlar daha ilk günden elinizin altındadır, yeni yazarlarla tanışma fırsatınız vardır, şüphe duyduğunuz bir kitabı satın almadan okuyabilirsiniz vs. Fakat bunların dışında bir alışkanlık daha kazandırır kitap dükkânlarında çalışmak; aşırı ötesi düzenlilik.

Aşırı ötesi derken abartmıyorum, inanın bana. Ben normalde de düzenli biriyimdir zaten ama kitapçılıkta bu düzen olayı cidden abartılmış durumda. Bir kere tüm kitapların türlerine göre ayrılması gerektiği ortada. Bunun yanı sıra alt türlerine göre de ayırmalı, yazar soyadlarına göre de sıraya sokmanız gerekir. Yoksa onca kitabın arasında aradığınızı bulmanız imkânsız. Buraya kadar anlattıklarımın yorucu olmak dışında bir kusurları yok. Asıl mesele çalışmaya başlamanızın üzerinden birkaç ay geçince başlıyor. Eliniz sürekli raflarda, masalarda, vitrinlerde… Devamlı olarak istemsiz bir biçimde kitapları alfabetik sıraya sokmaya, üst üste istiflenmiş olanları düz bir hizada duracak şekilde düzeltmeye başlıyorsunuz. 

Bir keresinde Aziz’le birlikte kitap fuarına gitmiştik. Daha önceki yazılarımdan hatırlarsınız belki, Aziz de benimle birlikte kitapçıda çalışan arkadaşlardan biri. Hatta bize çok gülmüşlerdi, “Olm zaten bütün gün kitapların içindesiniz. Ne işiniz var kitap fuarında?” diye… Biz yine de gitmiştik tabi. Fuarda gezerken bayağı dağınık bir standa denk gelmiştik ve kendimize hâkim olamayarak kitapları düzeltmeye başlamıştık.

“İhsan, ne yapıyorsun?” diye sormuştu Aziz bana, kitapları sıraya sokarken.
“Kitapları düzeltiyorum.” demiştim ben de, önümdeki yığını düzenlerken.
“Görüyorum da neden düzeltiyorsun?”
“Bilmem, sen niye düzeltiyorsun?”
“Ben de bilmiyorum.” demişti Aziz. Sonra halimize kahkahalarla gülerek oradan uzaklaşmıştık.

Bir seferinde de kardeşlerimle birlikte Konak Pier’deki kitapevine girmiştik. Yanlış hatırlamıyorsam kitap işinden ayrılmamın üzerinden yaklaşık iki yıl kadar bir süre geçmişti. Acaba ne alsak, yeni neler var diye dolanırken gözüm birden raflardaki kitaplara takıldı. Harf sıraları karışmıştı. L dizisinde K ile başlayan bir kitap vardı. Önlenemez bir şekilde kitabı aldım ve olması gereken yere yerleştirdim. Sonra bir tane daha çarptı gözüme, onu da yerleştirdim. Derken bir de baktım ki bütün rafı düzeltiyorum. Hem de raf görevlisinin şaşkın bakışları arasında. Kardeşlerim ise “Ne yapıyorsun ya?” diyerek kaçıştılar etrafımdan, utanmışlardı anlaşılan. Ama durduramıyordum işte kendimi.

Şimdi bunları neden mi yazdım? Çünkü kitapçıdan ayrılalı neredeyse dört yıl geçti ama ben geçen kitap fuarında yine tezgâh düzelttim de ondan…

2 Haziran 2011 Perşembe

Kehanet ( Bölüm 1)

Gözlerini aniden açtı ve yatağında hızlıca doğrulup etrafına bakındı. Karanlık otel odası yatmadan önce nasıl bıraktıysa aynen öyleydi. Yani gayet sıradan ve küçük… Pencereden sızan dolunayın solgun ışığı odayı bir parça da olsa aydınlatıyor, içerideki eski mobilyaları yarım yamalak ortaya çıkarıyordu. Etraf oldukça sessizdi fakat adam az önce bir tıkırtı duyduğuna yemin edebilirdi. Eli gayri ihtiyari olarak boynunda asılı olan madalyona gitti. Zinciri çekip atletinin altında gizli olan madalyonu ortaya çıkardığında şüphelerinde haklı olduğunu gördü. Madalyonun yuvarlak kenarlarını süsleyen rünler soğuk ve mavi bir parıltı ile ışıldıyordu. Normalde boş ve pürüzsüz olan orta kısmında ise şimdi uluyan bir kurt başı görünüyordu.

Tam o esnada meşhum tıkırtıları bir kez daha duydu ve pencerenin önünden iri bir karartı geçiverdi. Adam hışımla yatağından fırlayıp yatmadan önce yastığının altına gizlediği tabancalarını eline aldı. Tabancalar gümüş renkli, Colt marka birer 45’likti. İkisinin de namlusuna dönerek ilerleyen birer ejder motifi işlenmişti ve ağızları namlunun ağzına denk gelecek şekilde açık duruyorlardı. Bu da sanki mermiler ejderlerin ağzından çıkıyormuş gibi bir izlenim veriyordu. Adam silahları başının hizasına kaldırdı ve “Lykánthroph…” diye fısıldadı. Ejder işlemeleri anında kızıl bir pırıltı ile parıldamaya başladı ve namluya sürülen mermi sesleri duyuldu. Bu, mermileri gümüş kurşunlara çevirmek için söylenen büyülü kelimeydi. Adam artık dövüşe hazırdı.

Aniden odanın camı patlarcasına kırıldı ve bir sürü küçük cam kırığı eşliğinde içeriye devasa bir kurt adam giriverdi. Boyu iki metreden fazlaydı ve iki adam genişliğindeydi. Vücudu kül rengi tüylerle kaplıydı, gözleri ise adeta birer kan çanağıydı. Kurt adam avına büyük bir iştahla baktı ve başını geriye atıp vahşice uludu. Adamın buna cevabı silahlarını kaldırıp hızla ateş etmek oldu. Fakat kurt adam çok hızlıydı, çabucak kenara sıçrayıp dört pençesiyle birlikte duvara tutundu. Adam silahlarını süratle o tarafa çevirip birkaç el daha ateş etti ama canavar bir kez daha sıçradı. Bu kez tavandaydı. Kurt adam vahşi bir hırıltı koyuverip hızla avına doğru dalışa geçti. Adamın bu kez ateş edecek kadar zamanı yoktu. Son anda kendini yere atıp ileriye doğru yuvarlandı. Kurt adamın duvara toslamasıyla çıkan tok sesi duyduğunda ise keyifle sırıtmadan edemedi. Olduğu yerde çabucak döndü ve ayağına batan cam kırıklarına aldırmadan doğrularak silahlarını bir kez daha ateşledi. Kurt adam yine yana doğru sıçramaya çalıştı fakat bu kez yeteri kadar hızlı değildi. Gümüş kurşunlardan biri bacağına, bir diğeri ise omzuna saplandı. Dengesini kaybeden koca canavar bir köpek yavrusu gibi inleyerek yatağın üzerine devrildi. Eski mobilya, üzerindeki sıra dışı ağırlığa itiraz ederek gıcırdadı ve kırılarak parçalarına ayrıldı.