Pazarolla etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Pazarolla etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ağustos 2009 Perşembe

Mahkeme

Oldukça güzel bir İzmir sabahıydı. Özellikle o gün yapacağım işin çok iç karartıcı olduğu düşünüldüğünde haddinden de güzel bir sabahtı. Aksi aksi baktım tepemde neşeyle parlayan güneşe. Mahkemeye çıkacaktım çünkü o gün. Sanık olarak değil ama… Yakın bir arkadaşımın iş mahkemesinde şahitlik yapacaktım. Eğer içinizde daha önce mahkemeye çıkan varsa bilir, böyle bir ortamda bulunmak bile oldukça stresli bir durumdur. İstemeden de olsa gerim gerim gerilir, ne yapacağınızı şaşırmış halde sinirli bir şekilde sağa sola bakınır durursunuz. İşte bu ruh hali içinde çıkmıştım evden. Tepemde, hâlet-i ruhiyemin aksine pırıl pırıl parlayan güneşe aksi bir suratla bakma sebebim de buydu. Tabii güneşe bu şekilde bakmam pırıltısını kesmeye yetmemiş, tam aksine gözlerimin kamaşmasına neden olarak aynı anda hem aksi hem de sulu gözlü görünmeme sebep olmuştu. Herhalde o sırada oradan geçen bir çocuk falan olsa beni gördüğünde arkasına bakmadan ağlayarak kaçardı. Gülmekten yerlere yatmazsa tabii...

Yarı kör yarı nemrut bir halde otobüse binip Bayraklı Adliyesi’nin yolunu tuttum. Çabuk olmam gerekiyordu, mahkeme saatine fazla kalmamıştı. Mahkeme duvarına benzer bir suratla mahkemenin olduğu binaya giriş yaptım. Kapıdaki polisler tarafından “arama” olarak adlandırılan hafif çaplı bir tartaklamadan sonra içerdeydim. Üstümü başımı, dağılmış saçlarımı ve çarpılmış gözlüğümü düzeltirken hızla sağıma soluma bakındım. Çok kalabalıktı. Benimle birlikte şahitlik yapacak olan bir arkadaşla ve davayı açan arkadaşımla buluşmam gerekiyordu. Fakat görünürlerde bizimkilerden eser yoktu. Saatim fazla vaktimin kalmadığını gösteriyordu. Can havliyle cep telefonuma sarılıp bizimkileri aradım. Telefonu açar açmaz sadece “İkinci kata çık.” dedi arkadaşım, polisiye filmlerde kuryeyi telefondan yöneten şahsiyet edasıyla. “Tamam” deyip telefonu kapattım ve döne döne ikinci kata çıkan basamakları hızla tırmanmaya başladım.

İkinci kat birincisine nazaran daha tenhaydı. Orada burada görünen bir iki avukat ve koşturan birkaç tip dışında fazla kimse yoktu. Oldukça uzun, geniş ve boş bir koridor uzanıyordu önümde. Adliye binasının ilginç bir özelliği, sizden başka herkese potansiyel suçlu gözüyle bakmanızdır. Bu yüzden karşıdan gelen her şahsiyete yan gözlerle bakarsınız. Karşıdan gelenlerin size de yan yan bakması aynı durumun sizin için de geçerli olduğunun kanıtıdır aynı zamanda. Her neyse… İkinci katı şöyle bir dolanmamla birlikte bizimkileri hâlâ bulamamıştım. Telaşla tekrar arkadaşıma telefon ettim. “Nerdesiniz yahu? Bütün katı dolaştım.” dedim hafif kızgın bir sesle.
“İkinci kattayız dedim ya…” dedi arkadaşım, o da hafiften kızarak.
“Eee… Ben de ikinci kattayım” dedim.
“Bak koridorun ortasına yürüyorum şimdi. Hatta şu anda koridorun tam ortasındayım.”
“Dur geliyorum.” dedim ve hızla koridorun ortasına doğru ilerledim. Kısa bir süre içinde oradaydım ama ufak bir sorun vardı. Yapayalnızdım! “Oğlum dalga mı geçiyorsun benimle? Koridorun ortasındayım bende ama kimse yok ki burada?!” dedim artık iyice sinirlenmiş bir sesle. “Nasıl yani ya…” dedi arkadaşım şaşkınlıkla. “Kanka sen nerdesin?” diye sordu ardından da.
“Adliyedeyim!” dedim.
“Eee ben de adliyedeyim.” dedi o da. “Sen en iyisi yine aşağı in, kapının önünde buluşalım.” dedi ve kapattı. Tekrar koridoru başına koşturup döne döne inen merdivenlerden zemin kata indim. Bu sırada beynimde yankılanan “Dağdan bir kız geliyor döne döneee…” şarkısını kafamdan atmaya çalışıyordum. Az sonra giriş katındaydım ama ortalıkta yine bizimkilerden eser yoktu. Biraz bekledikten sonra dayanamayıp tekrar telefon ettim. “Girişteyim, nerdesiniz?” dedim sinirle.
“Girişteyim, sen nerdesin?” dedi aynı sinir kat sayısına denk bir sesle arkadaşım. “Polislerin oraya gel.” diye ekledi ardından.
“Zaten polislerin ordayım. Önümde poğaçacı var hatta.”
“Eee… Ben de ordayım. Poğaçacı da karşımda!” Öfleyip püflemelerle ve sağa sola bakınmalarla geçen kısa bir sürenin sonunda arkadaşım “Bir saniye kanka, avukat diğer hattan arıyor. Ben seni yine ararım.” diyerek kapattı. Ben de yeniden tartaklanma tehlikesine karşı polislerden biraz uzağa çekilip bir köşeye yaslandım. Gözlerim ise hâlâ bizimkileri arıyordu. Bir iki dakika sonra telefonum çaldı ve arkadaşım telaşlı ve soluk soluğa bir sesle “Kanka sen hangi adliyedesin?” diye sordu.
“Bayraklıda…” dedim hafif tereddüt eden bir sesle. İzmir de başka adliye mi vardı yoksa? (Sonradan İzmirli olunca…) Yoksa gene mi bir hata yapmıştım? Ben bu soruları düşünerek soğuk terler dökerken arkadaşım “İyi, çünkü biz yanlış adliyedeyiz! Sen hemen yukarı çık, avukat seni bekliyor. Biz de yoldayız.” dedi ve kapattı. Sevinsem mi üzülsem mi bilemeden tekrar merdivenleri tırmandım (Dağdan bir kız geliyor döne döneee…) İlk defa bir şeyi eksik ya da yanlış bilmem işe yaramıştı ne de olsa…

Mahkemenin sonucu ne mi oldu? Üzerinden bir sene geçti ama hâlâ devam ediyor.

Güneşli gün fotoğrafı / Sunny day photo by rlbaselball

Pazarolla Sayı 91 için yazılmıştır.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Pazarolla yansımaları

Bu aralar en çok karşılaştığım soru şu:

"Pazarolla'da yazdığın yazılar için herhangi bir mail ya da olumlu bir tepki aldın mı?"

Bu soruyu bugüne kadar hep "Hayır" diye yanıtladım. Gıcıklık olsun diye değil gerçekten herhangi bir yorum almadığım için bu. Ama insanlar nedense bunun tam tersini duymak istiyorlar ve olumsuz cevap alınca da sanki onlara ters bir şey söylemişim gibi bakıyorlar yüzüme. Bu bakışlarla yüzleşmemek için "Evet, aldım ha-ha-ha!" diyerek aristokrat bir kahkaha atsam daha mı iyi acaba diye düşünmedim değil hani.

Neyse ki bu hafta içerisinde 2, evet yanlış okumadınız 2 yorum aldım dergide yayınlanan yazılarım hakkında. İki yorum da Ketçap & Mayonez yazımla ilgiliydi hem de...

Birincisi eskilerden, eski bir aile dostumuzdan geldi. Kendisini uzun bir zamandır görmüyoruz ne yazık ki... Geçtiğimiz hafta sonu kız kardeşimle Msn üzerinden yazışırlarken "Pazarolla diye bir dergi var biliyor musun? Orada soyadı sizinki ile aynı olan biri var. O kim?" diye sormuş. Kız kardeşim de "Abim... Unuttun mu onu?" diye cevaplamış. Unutmuş... Ama dergide çıkan yazılarımı her ay beğenerek takip ediyormuş. Bir de sormuş; "Hala ketçaptan nefret ediyor mu?" Yanıt; evet... Buradan selam olsun kendilerine...

İkincisi ise bu sabah aldığım bir e-mail. Okuduğumda gülsem mi ağlasam mı bilemedim açıkçası. İlk mailin daha farklı bir şey olmasını bekliyor insan haliyle... Bir kısmını aşağıda yayınlıyorum.

Merhaba İhsan Bey,

Ketçapla savaşı kazanmak isterseniz mağazamıza bekleriz! Pantolonlarımız, trikolarımız ve gömleklerimizin yaka ve manşetleri su, yağ, kir tutmuyor. Ketçap lekesini bile!

Bilginize.



Şimdi siz olsanız nasıl bir tepki ya da yanıt verirdiniz? Yüzümün bir yarısı sırıtmaya çalışırken diğer yarısı da somurtmaya çalışıyordu büyük ihtimalle... Benim yanıtım aynen şöyle oldu.

Teşekkür ederim. Ben de o lekelere karşı savaşabilmek için çelik zırhımla oturuyordum yemeğe. Meğer daha kolay yolları varmış desenize. İlginize teşekkürler...

Bilmiyorum okuduğu zaman ne yapmıştır. Kulaklarımdaki çınlama ondan sebep olabilir mi, ne dersiniz?


Pazarolla kapak fotoğrafı : Yeşim Turbil

24 Temmuz 2009 Cuma

Ketçap & Mayonez A.Ş.

Ketçaptan nefret ediyorum!

Bu sözü ilk defa üniversite yıllarımda, kampüs alanındaki kafeteryalardan birinde arkadaşlarla yemek yerken söylemiştim. Daha doğrusu yemeğimi yemek için cebelleşirken… Çünkü karışık sandviçimin içindeki hain ketçap, kadim müttefiki mayonez ile bir olup elime yüzüme hatta ve hatta burnuma bile bulaşıp beni rezil etmişti. Sizinde bildiğinizi tahmin ettiğim gibi dış görünümüne önem vermek, ya da şöyle diyelim, karizma yapmak o yaşlardaki bir genç için en önemli konudur. Hatta derslerden ve okuldan bile önemlidir bu konu. Hele ki öyle bir ortamda… Ama bırakın o anda karizmatik görünmeyi büyük olasılıkla kafeterya içerisindeki en beceriksiz şahsiyet pozisyonundaydım. Zaten ne zaman böyle konularda dikkatli olmaya çalışsam her şeyi yüzüme gözüme bulaştırır, durumu daha da çok batırırım. Küçükken de ne zaman içinde sos bulunan bir sandviç veya türevini tüketmeye çalışsam bu çabalarım hep hüsran ve batık bir üst baş ile sonlanmıştı.

O gün yanımda bulunan kadim dostlarım Kronik Penguen, Siper, Göbekus ve Halileo çok gülmüşlerdi bu halime. Nasıl gülmesinlerdi ki? Özellikle de etrafımızda bir sürü güzel ve genç kızın bulunduğunu ama her yanımın o pembe karışımla kaplandığını hesaba katarsak… O anda kızlardan çok, aç bir insan için çekici görünüyor olmalıydım. Sanırım hemen dibimdeki Göbekus’un gözleri de bana bu yüzden sevgi ve iştahla bakıyordu. İşte o gün ketçaptan ve türevlerinden şiddetle uzak durmaya karar vermiştim. Ve “Ketçaptan nefret ediyorum!” diyerek bu kararımın altını sessizce imzalamıştım, bileklerimden aşağı hunharca kayan ketçapları engellemeye çalışarak.

Çok iyi hatırlıyorum, bu konu üniversitedeki arkadaşlar arasında bir şaka konusuna dönmüş, hemen hemen her muhabbette bir kez anlatılır olmuştu. Hatta bir keresinde Kronik Penguen’in kendileriyle çok az konuştuğum ve dertlerimi onlarla hiç paylaşmadığım yönündeki şikayetlerini bana iletmesi üzerine ona uzun bir mail yazmıştım. Mailimde çok büyük bir sıkıntısı olan biri pozuna girmiş, derdini açmaya sıkılan biriymiş gibi konuyu uzattıkça uzatmış, bunu kimseye anlatmaması konusunda söz vermesini istemiş ve en sonunda da “Şey… Ben... Ben… Ketçaptan nefret ediyorum!” diye mailimi tamamlayarak onun bilgisayar dersinin ortasında bir kahkaha krizine girmesine neden olmuştum.

Sonraki yıllarda çay içmeme konusunda gösterdiğim ben diyeyim titizliği siz diyin inadı mendebur ketçap ve hain yardakçısı mayonez konusunda da gösterdim. Ama bunda ne kadar başarılı olduğum tartışılır. Çünkü bu inat ne zaman bir büfeden karışık sandviç veya ekmek arası köfte almaya kalksam başıma dert açtı. “Ketçap mayonez ister misiniz?” sorusuna “Hayır, teşekkürler” diye cevap verdiğimde sanki çok garip bir şey söylemişim gibi afallayıp şaşıranlar, gözleri faltaşı gibi açılmış bir vaziyette yüzüme bakakalanlar, kulaklarına inanamayarak “Nasıl yani? Sade mi yiyeceksiniz?” diyenler… Hatta “Ketçapsız olur mu ya? Dur bak bir dene, hoşuna gidecek inan” diyerek azim ve hırsla bol ketçap ve mayonezi katan ve böylece yemeğimi, dolayısı ile üstümü başımı rezil eden büfecilerle bile karşılaştım.

Şimdi nereden çıktı bu muhabbet dediğinizi duyar gibi oluyorum. Nerden çıktığını açıklayayım. Bu anlattığım olayı üzerinden yaklaşık 10 sene geçti. 10 sene sonunda insan bir gelişme gösterir değil mi? Normal bir insan evet. Ama ben? Hayır… Şu anda, öğle yemeğim için sipariş ettiğim karışık sandviçimde “Ketçap mayonez olmasın lütfen” dememe gafletinde bulunduğum için kafeteryada anlattığıma benzer bir pozisyonda ofisteki masamda oturmaktayım da ondan. Önümde normal bir insanoğlunun bir haftada tüketeceği miktarda peçete ufak bir dağ oluşturmuş, o meşhum pembe renge bulanmış vaziyette bana bakıyor. 10 sene geçmesine rağmen bu konudaki üstün kabiliyetsizliğimi başarı ile sürdürmeye devam ediyorum. Ve ben içimden sessizce fısıldıyorum; “Ketçaptan nefret ediyorum!”

Pazarolla Sayı 90 için yazılmıştır.

25 Haziran 2009 Perşembe

Çayla Meydan Muharebesi

Çay ile aramda yıllardır süren gizli bir husumet vardır. Eskiden, bendeniz daha gençken, Bendeniz’in ise yeni meşhur olduğu yıllarda çay içmeden duramazdım. Her sabah mutlaka iyi demlenmiş bir fincan çay girmeliydi bu bünyeye. İçmezsem başıma korkunç ağrılar girer, gün boyu da ağrılarım dinmek bilmezdi. Ailemin geri kalan fertleri gibi ben de o genç yaşımda çaykolik olmuştum anlayacağınız. Sonunda bir gün buna fena halde tepem attı. Bağımsızlığına son derece düşkün olan ben, çaya bağımlı yaşayacaktım ha? “Yok öyle yağma” diyerek buna bir dur demeye karar verdim ve çaya karşı savaş açtım. Okul kantinlerinden tutun da misafirliklere kadar pek çok cephede birden savaştık çayla. Ama asıl meydan muharebesi kahvaltı masası olmuştu her zaman. Sabahları çaydanlığın fokurdayan çağrılarına kulak tıkar, masamdaki kahvaltılıkların “Ah şimdi yanımızda bir de çay olsa ne de güzel giderdik” demelerini duymazdan gelmeye çalışır, karşımda çaylarını höpürdeterek içen aile fertlerini görmemek için çabalayıp dururdum. Neyse ki bu çabalarım sonuçsuz kalmadı ve baş ağrıları eşliğinde verilen kararlı bir mücadele sonunda çayla aramdaki bağımlılık zincirlerini koparmayı başardım. Ama çay savaşmayı asla bırakmadı. O gün bugündür olup olmadık her yerde karışma çıkarak mücadelesini azimle ve koyu bir demle sürdürdü. Bu mücadelelerin en büyüğünü ise geçtiğimiz hafta yaşadım.

Her sabah olduğu gibi fırından sıcak poğaçalarımı almış ve işyerimdeki masama kurulmuş kahvaltı ediyordum. Çaysız… Ofise ilk gelen Ceycey oldu. “Günaydın birader, hayırlı sabahlar” diyerek masasına kuruldu ve kahvaltılıklarını iştahla çıkarmaya başladı. Laf aramızda kendisi tam bir çaykoliktir. Her sabah üç-dört bardak çay içmeden duramaz. (Buraya yazınca laf -aramızda- olmaktan çıktı sanki ama neyse…) Hevesle bir bardak kapıp kendine çay doldurmaya başladı. Sonra bir an benim masama bakarak “Sen çay almadın mı? Dur sana da doldurayım” diyerek masamdaki su bardağımı çevik bir hareketle kapıverdi. “Dur abi, ben istemiyorum” dedim telaşla. “Niye istemiyorsun birader, yapayım işte” diye itiraz etti.” İçmem, içersin derken ya üstün ikna kabiliyetimden ya da elindeki dumanı tüten çayın davetkar çağrısına daha fazla karşı koyamamasından dolayı Ceycey’i zor da olsa vazgeçirdim. Küskün bir tavırla masasına dönüp çayını höpürdetmeye başladı. Tam “Oh be, ucuz atlattım” derken Gülsüm girdi içeriye. Aramızda kalsın o da tam bir temizlik hastasıdır. (Yine mi aramızda olmadı?) “Günaydın” dedi bizlere ama her zamanki gibi yüzümüze değil yerlerin temiz olup olmadığına bakıyordu. Yeterince temiz olduğuna kanaat getirmiş olacak ki o da kendisine bir çay yapmaya yöneldi. Benim çay almadığı görünce bana da çay doldurmayı teklif etti ve az önceki sahnenin ikinci tekrarı gibi bir şey yaşandı aramızda. Size ikram edilen çayı geri çevirmenin en kötü tarafı da ne kadar kibar reddederseniz edin karşınızdaki insanın sanki ona hakaret etmişsiniz gibi bakmasıdır yüzünüze. İşte o bakışlardan biri vardı şimdi arkadaşlarımın yüzünde. İkisi de nispet yaparcasına çaylarını höpürdeterek karşımda içerlerken kafamı laptopumun arkasına saklayarak kahvaltımı olaysız ve çaysız bir şekilde bitirdim. Bunun sadece başlangıç olduğunu nereden bilebilirdim?

Kahvaltı faslından sonra o günkü işlerimi halletmek için hazırlandım ve dışarıya çıktım. İlk durağım kırtasiyemizdi. Samimi olduğum Birol ve Ali adında iki abim işletiyordu burayı. Oraya vardığımda sadece Birol abi vardı içeride. Kısa bir selamlaşma faslından sonra fotokopi çektirmek istediğim evrakları kendisine uzattım. Kağıtları makineye yerleştirirken, kaşlarımın yukarı kalkmasına neden olarak “Gel bir çay içelim” dedi sakince. Bu da nerden çıkmıştı şimdi? Samimiyiz dediysek bu kadar da değildi. “Yok abi sağol, acelem var” diyerek kibarca reddettim onu da. “İç ya, ne olacak” diye ısrar etti. Size çay ikram eden biri, kendisini reddettiğinizde mutlaka ardından ısrar eder. Bu yazılmamış evrensel ya da nikotinsel bir kuraldır. Tekrar reddettim. Yüzünde iki numaralı ikramı geri çevrilen alıngan insan bakışıyla “Sen bilirsin” diyerek fotokopilerimi çekti. Tam kapıdan çıkacakken “Ooo hoş geldin” nidalarıyla Ali abi girdi içeri. Kısa bir selamlaşmanın ardından o malum soruyu sordu. “Bir şey içer misin? Gel çay ikram edeyim.” Onu da yüzünde 42 numaralı alıngan insan bakışıyla arkamda bırakarak hızla oradan ayrıldım.

Az sonra postanedeydim. Sıra numarası alıp bir köşede sessizce beklemeye başladım. Bir taraftan da gözümün önünde uçuşan ince belli çay bardaklarını uzaklaştırmaya çalışıyordum. Neyse ki postane her zamankine nazaran oldukça boştu da fazla beklemem gerekmemişti. Sıram gelir gelmez bankoya yanaştım. Beni gören her zamanki görevli “Ooo cigerim. Hoş geldin sefa getirdin” dedi. Hoş bulduk demeye kalmadan “Bugün fazla iş yok, gel bir çay ısmarlayayım sana “ diye ekledi. “Ne bu ya? Bunlar aralarında gizlice sözleşmişler midir nedir?” diye düşünerek onu da dişlerim sıkılıyken ne kadar kibar olabiliyorsam o kadar kibarca reddettim. Yeterince kibar olamamış olmalıyım ki adamın yüzü bir karış asıldı ve 1 numaralı alıngan bakışlarla işlemimi gerçekleştirip beni pek de kibarca olamayan bir şekilde sepetledi. Bense içimden “En güzel çay, bilmem ne çay” melodisini mırıldanarak bankaya yöneldim. Oradaki ziyaretim ise güvenlik görevlisinin bana çay ikram etmesi üzerine oradan koşarak ayrılmamla sona erdi. Öğle yemeğinin ardından garsonun tüm sevimliliği ile bana çay ikram etmesinden, teklifini geri çevirdikten sonra ısrarla çayın ücrete dahil olmadığını belirtmesinden artık sıradanlaştığı için bahsetmiyorum bile…

Akşam yorgun argın ama zaferle döndüm evime. Bitkin bir şekilde ayakkabılarımın bağını çözerken farkında olmadan hafifçe inlemişim. Annem hemen yanımda bitiverdi ve “Ne oldu oğlum, neyin var?” diye sordu merakla. “Çok yorgunum anne, hafif başım ağrıyor bir de” dedim bende. Ne dese beğenirsiniz? “Dur sana demli bir çay yapayım hemen, iyi gelir…”

Pazarolla Sayı 89 için yazılmıştır.

11 Haziran 2009 Perşembe

Bir şirket semineri

Dün akşam firma olarak sektörün önde gelen kuruluşlarının bir arada olacağı bir seminere davetliydik. Bu son derece önemsiz göreve gidecek kişi olarak da oy birliği ile ben seçilmiştim maalesef. Başka türlü olsa şaşardım zaten. Ama işin asıl acı tarafı benimle gidecek kişinin çok sevgili huysuz iş arkadaşımın seçilmesiydi sanırım. Bu haberle birlikte aldı beni bir düşünce... Ben bu adamla işe gidiş-gelişlerdeki o yarım saatçik araba yolculuğuna zor dayanıyordum, 2 saatlik seminere nasıl dayanacaktım?

Her gün dört gözle beklediğim hatta iple çektiğim ama bir türlü gelmeyen paydos saati o gün gelmesini hiç istemediğim halde bir çırpıda geliverdi. Ben duvar saatine sövmekle meşgulken ofisteki diğer arkadaşlar, gideceğim arkadaşla hiç muhabbetimiz olmadığını çok iyi bildiklerinden kıs kıs gülerek “İyi eğlenceler” dediler ve mutlu mesut evlerinin yolunu tuttular. Kaderde varsa üzülmek, neye yarar düşünmek diyerekten bir iç geçirdim ve aşağı inerek bu akşamki kader ortağıma katıldım. “Hadi bakalım” diyerek saat 19:00’u gösterdiği halde güneş gözlüklerini taktı ve bizim külüstüre doğru yöneldi. Bende idam sehpasına giden bir mahkûm gibi onu takip ettim mecburen. Yolda yine bildiğim tüm duaları okumama sebep olan olağanüstü rezalet bir araç sürüş performansı sergilerken geniş küfür repertuarından seçmeler sergilemeyi de ihmal etmedi arkadaşım. Bir taraftan da sağdan soldan geçen arabalardaki bayanları süzerek kel kafasındaki olmayan saçlarını düzeltmekle meşguldü.

Seminer, İzmir’in seçkin konaklama yerlerinden biri olan Princess Otel’deydi. Külüstür arabamızla 5 yıldızlı otel kapısından giriş yaparken güvenlik görevlisinin yüzündeki hayret ifadesi görülmeye değerdi doğrusu. Otopark görevlisinin, biz arabamızı park alanındaki birbirinden pahalı arabaların arasına park ederken ki yüz ifadesi ise takdire şayandı. Bir insanın aynı anda hem şaşkınlık hem de tiksinme ifadesini yüzünde sergileyebildiğine hiç tanık olmamıştım çünkü… Külüstür Uno’muzu siyah bir Mercedes ile markasını tam olarak çıkartamadığım ama her haliyle “Ben pahalıyımmm!” diye bağıran kırmızı bir spor arabanın arasına park ettik ve otele doğru ilerlemeye başladık. Yürürken 17-18 yaşlarında bir grup genç takıldı gözüme. “Allah Allah… ne işi var bunların burada acaba?” diye sordum merakla. “Bırak şimdi onları, nerede şu seminer?” dedi asabiliğinden asla ödün vermeyen pek muhterem çalışma arkadaşım ve adımlarını hızlandırdı. Biraz daha ileride yine aynı yaşlarda, oldukça şık giyimli bir grup genç kızla karşılaştık bu sefer. “Bu işte bir yanlışlık var galiba. Bu bir şirket yemeğinden çok mezuniyet gecesine benziyor, baksana.” dedim iş arkadaşıma. Sen ne anlarsın dercesine tepeden bir bakış attı bana ve hızla yürümeye devam etti. Az ileride bir bayan karşıladı bizi. İkimizle de el sıkıştıktan sonra “Siz hangi öğrencinin velisiydiniz acaba?” diye sordu merakla. İşte o an kendimi tutamayıp kahkahayı patlattığım andı. İş arkadaşımın yüzündeki bozguna uğramış ifade, otoparktaki görevlinin yüzünde gördüğüm ifadeden çok daha keyif vermişti doğrusu.

Hızla oradan ayrıldık. Ben hala kahkaha krizleriyle sarsılırken iş arkadaşım sinirle telefonunu karıştırmaktaydı. “Gülme, çok sinirliyim” falan diyordu bir tarafta da bana ama elimde değildi. Birkaç kısa telefon görüşmesinin ardından seminerin Termal Otel’de olduğunu öğrendik. Yani bulunduğumuz yerin bir yan tarafındaydı. Aceleyle arabaya bindik ve otelden ayrıldık. Termal Park levhasını gördüğümüz yerden içeri saptık. Orada bizimle aynı sektörde çalıştığı üzerindeki ilandan belli olan bir araç ile karşılaştık. “Bu kez kesinlikle doğru yerdeyiz” diyerek araçtan indi bizimkisi. Benim gözlerim ise etraftaki mayolulara takılmıştı bu kez. “Yine yanlış yerdeyiz galiba ama hadi hayırlısı” dedim içimden. Bizimkisi hızla resepsiyona yönelip toplantının yerini sordu. Görevlinin boş bakışlar eşliğinde verdiği “Ne toplantısı?” cevabıyla birlikte beni yine bir gülme tuttu. Neyse ki bu kez kendimi tutmayı becermiştim. İyice sinirlenen çok sevgili çalışma arkadaşım “Şirketler arası bir seminer düzenlenecekti. Burada olduğunu söylediler bana.” diye sertçe çıkıştı. Resepsiyondaki görevli gayet sakin bir tavırla “Beyefendi, burası havuz. Burada ne tür bir toplantı düzenlenebilir ki?” diyerek cevapladı. Ardından da “Siz muhtemelen Termal Otel’e gidecektiniz” diye ekledi ve bize otelin yerini tarif etti. Bir kere daha hızla ortamı terk ettik ve otelin yolunu tuttuk.

Otele vardığımızda “Bu kez doğru yerdeyiz.” dedi zafer kazanmış birinin edasıyla. Bunu söylemesine gerek yoktu, etraftaki onlarca armalı şirket aracından bu zaten hemen anlaşılıyordu. Çok geç kalmış olmadığımızı umarak hızlı adımlarla Seminer Odası yazan tabelayı takip ettik. Hatırı sayılır sayıda basamağı soluk soluğa tırmandıktan sonra toplantı odasına doğru yürümeye başladık. Tam kapıdan geçecektik ki şık giyimli bir bey kapıdan dışarı çıktı ve ellerini omuz hizasına kaldırarak “Geç kaldınız. Seminer az önce bitti arkadaşlar, girmenize gerek yok.” diyerek bizi geri çevirdi.

Yavaşça geldiğimiz yerden geri döndük. Güneş üzerimizde alçalıyordu. Tam karşımızda durgun bir deniz manzarası görünüyordu. Ağır adımlarla merdivenlerden inerken manzaraya şöyle bir baktım ve dedim ki: “Vay be! Bu hayatımda katıldığım en bilgilendirici seminerdi…”

İzmir'de Günbatımı / Sunset in Izmir photo by e-mithril

Pazarolla Sayı 92'de yayınlanmıştır.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Kitlendim

Bir dergiye yazmanın en zor yanı belirli sınırlara uyma zorunluluğudur derdim hep. Ama şimdi çok iyi biliyorum ki asıl zorluk bir yazıya başlamakmış. Kendiniz için bir şeyler karaladığınızda ya da kişisel blog sayfanız için klavyenizle bir iki kelime tıkladığınızda bu o kadar da büyük bir sorun olmuyor. Çünkü eş dosttan fazlası görmez o harflerin oluşturduğu bütünü. Ama söz konusu yazınızın bir dergide yayınlanacağı bildiğinizde durum tamamen değişiyor. Bir taraftan yazınızı belki de yüzlerce kişinin göreceği düşüncesi diğer taraftan teslim tarihi stresi beyninizin kıvrımlarında karşılaşıp hararetli bir şekilde güreş tutmaya başlayınca adeta kilitlenip kalıyor insan. Aynen şu anda bana olduğu gibi… Stop.

Not: Dergide yayınlanan yazılarımı okumak isterseniz Pazarola Hayrola isimli yazıma bir göz atabilirsiniz.

Photo by NeloAngelo

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Pazarola Hayrola...

Kapı çalmıştı. Nihayet… Elimdeki dergiyi atarak yattığım yerden fırladım. Koridorda kapıyı açmak için hareketlenmiş olan annemi şık bir çalımla geçerek ondan önce antreye vardım. Beklediğim kargo gelmişti, öyle olmalıydı. Heyecanla ve yüzümde geniş bir sırıtışla kapıyı açtım. “Çöp var mıydı?” diyen bir ses bir ses karşıladı beni. Gelen apartman görevlimiz Sami abiydi. Bir elim kapının kulbunda, yüzümde büyük bir sırıtışla kalakaldım. “Bu kadar sevineceğinizi bilseydim servise daha önce çıkar idim” dedi Sami abi pişkince. “Sağol abi, bir ihtiyacımız yok” dedim hafif bozularak ve kapıyı kapattım. Hayal kırıklığına uğramış bir vaziyette kapının önünde bir müddet duraksadım. Tam o sırada kapı zili tekrar çaldı. Hoplayan bir yürekle yine açtım kapıyı. Gene Sami abiydi karşımdaki. “Çöp olmadığına emin misin? Hiç bakmadın da…” dedi kafasını mutfağa doğru uzatarak. “Yok abi, yok eminim” dedim iyiden iyiye sinirlenerek ve kapıyı tekrar kapattım. “Kimmiş oğlum?” diye seslendi annem içeriden. “Sami abi gelmiş anne” dedim üzüntümü gizlemeye çalışan bir sesle. Kapı zili üçüncü kez çaldı. Bu kez sinirle açtım kapıyı ve “Ne var kardeşim, rahatsız etmeye utanmıyor musun bizi!” diyerek bağırdım. “Pardon abi” dedi ürkek bir ses. “Bir paketiniz vardı da, ondan rahatsız ettim. Vallahi bir daha olmaz abi…” Kırmızı kurye giysileri içinde, korkudan büzüşmüş genç bir delikanlıydı bu kez gelen. Kendimden utanarak delikanlıdan özür diledim, “Kusura bakma arkadaşım, seni bir başkası sandım”. Paketimi teslim aldığıma dair belgeleri imzalarken kuryenin giysilerinin mi yoksa benim utançtan kızaran yüzümün mü daha kırmızı olduğunu düşünmemeye çalıştım. Bunu düşünmemek için o kadar konsantre olmuştum ki yüzüm bu kez de kendimi sıkmaktan kızarmıştı. Özürler ve teşekkürler eşliğinde kuryeyi yolcu ettikten sonra çabucak odama yöneldim.

Şimdi odamdaydım. Haftalardır beklediğim paket ise nihayet elimdeydi işte. Paketi yırtarcasına açtım. İçerisinden bir dergi çıktı. Üzerinde büyük sarı harflerle Pazarola yazıyordu. Büyük bir heyecanla sayfaları hızla karıştırdım ve aradığım yazıyı buldum. “Yorgun Savaşçının Günlüğü” yazıyordu sayfanın başında, yani benim yazımdı şu an baktığım. Bir dergide yayınlanan ilk yazım… “Vay be!” dedim kendi kendime mutlulukla. “Dur şuna bir de ben bakayım” diye geldi arkamdan gizemli, kısık bir ses. Yorgun Savaşçıydı bu. Omzumun üzerinden dergiyi incelemeye başladı. “Ben de, ben de…” dedi bariton bir ses. Koltuk altımdan kafasını uzatarak dergiye bakmaya çalışan Şövalyeydi bu da. “Ne oluyoruz yahu?” diyerek bir ona bir de diğerine bakakaldım. “İşte bu…” dedi Savaşçı, sesinde bir memnuniyet tınısıyla. “Hıh!” diye burnundan soludu şövalye “Yorgun Savaşçının Günlüğüymüş. Cesur Şövalye’ye ne oldu peki?” diyerek homurdanmaya başladı. “Budala olma şövalyem” dedi Yorgun Savaşçı, “Cesur olabilirsin ama unutma ki bu gösterinin asıl yıldızı benim” diye ekledi kendini beğenmiş bir ses tonuyla, siyah pelerinini arkaya savurarak. “Hadi oradan, sürekli yorgunluktan yakınan biri nasıl olur da gösterinin yıldızı olabilir ki? Bence soylu ve cesur bir şövalye o role çok daha uygun olurdu.” dedi Şövalye, yumruğunu göğsüne vurup zırhını tangırdatarak. “Belki de haklısın. Ama ben etrafta öyle bir şövalye göremiyorum. En azından cesur ve soylu olanını…” dedi Savaşçı öfkeyle. “Mızmız Savaşçı” dedi Şövalye. “Teneke kutusu” diye karşılık verdi Savaşçı. Biri sağımdan öteki de solumdan itişmeye başladılar, ben ise tam aralarında kalmıştım. “Durun yahu! Kesin şunu!” demeyi akıl edene kadar bayağı bir hırpalanmıştım da. Ama bu ne onları ne de aklımın karanlık köşelerinde çalmaya başlayan (Susam Sokağı izleyenler bilir) “Arada kaldım” şarkısını durdurmaya yetmemişti. “Bir şey mi dedin oğlum?” diye sordu annem içeriden. “Şşşt… Annem duyacak, sizi burada görmemeli” dedim son çare olarak. “İyi de bizi duyamaz ki…” dedi Şövalye solumdan, “Aynı zamanda göremez de, biz senin hayal ürünleriniz sadece” diye ekledi Savaşçı sağımdan. “O zaman bırakın da dergimi okuyayım yahu” diye yalvardım. “Ha, işin içinde Pazarola varsa o başka” dedi Savaşçı. “Bugün ilk defa sana katılıyorum” dedi Şövalye “Bu kadar akıllıca laflar edebileceğini hiç tahmin etmezdim. Hoş, senin konuşman bile bir mucize ya” dedi ardından da. Hışımla birbirlerine dalıp odanın zemininde yuvarlanmaya başladılar. Bense elimde Pazarola, oracıkta kalakaldım. Karışık zihnimin muzip hikayelerine hoş geldiniz…

Not: Benim naçizane yazılarıma değer verip bu sayfalara taşıyan ve desteklerini hiç esirgemeyen dostlarıma bir teşekkürü borç bilir, onları saygı ve sevgi ile selamlarım. Şimdi izninizle, ayırmam gereken iki deli var. Aradaaa kaldıııım…

Not 2: Derginin adı Mayıs'09 sayısından itibaren Pazarolla olarak değişmiştir.

Bu yazı Pazarolla sayı 88'de yayınlanmıştır.

Arada Kaldım / I'm Between video by Sesame Street

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Tören Yürüyüşü

Her şey sağını solunu bilmeyen bir arkadaşla başladı. Vatani görevimizi yapmak için bir araya toplanmış bir avuç askerdik. Toplandığımız avuç biraz geniş bir avuç olsa gerek, 300 kişi kadardık. Sabah içtimasında, Grup Komutanının karşısında esas duruşta bekliyorduk. Grup Komutanıydı bu, adı üzerinde… Her şey kusursuz olmalıydı. Ama olmadı, olamadı. Zaten olsaydı bu yazı da olmazdı. Günlük rutin sabah konuşmasından sonra komutan, o gür sesiyle önce “Tüfekkk… Omza!” komutunu, ardından da “Sağa… Dönnn!” emrini verdi. Ben de içimden “Çakı gibiyim maşallah” diyerek tüm ciddiyetimle nizama uygun bir biçimde sağıma döndüm. İşte ne olduysa o anda oldu. Birde baktım ki tam karşımda şaşkın şaşkın bana bakıp gözlerini kırpıştıran, faltaşı gibi açılmış gözlerime bakan diğer bir askerle karşı karşıyayım. Tüfeklerimiz de omuzlarımızda olduğundan karşımdaki askerin tüfeği onun arkasındakine çarparak keskin bir çınlama ile tüm alanı inletmişti. Bir anlık sessizliğin ardından komutanın karşıki dağları sarsan öfkeli kükremesi duyuldu ve o anda hepimiz çokomele benzeyen ama çokomelle alakası olmayan kahverengi bir şeyleri yemek üzere olduğumuzun farkına vardık. Az sonra hepimiz şınav, mekik ve türevlerini pek de çakı gibi olmayan bir şekilde gerçekleştirmeye başlamıştık bile… Tabi bu arada hepimiz yanlış yöne dönen arkadaşımıza derin saygılarımızı iletmekten de geri kalmıyorduk. Ne yazık ki şınav ve mekiklerde gösterdiğimiz olağanüstü rezalet performans komutanın kaçınılmaz bir biçimde daha da öfkelenmesine neden olmuş ve öfkesini bölük komutanlarına yönelterek hepimizi uygun adım yürüyüş eğitimine göndermişti. Bölük komutanları öfkelerini teğmenlerden, teğmenler de asteğmenlerden çıkartarak istim atmışlardı. Asteğmenler de bizden tabii… Askeriyede işler böyle yürüyordu çünkü. Ne olursa olsun sonuç hep askere patlar.

Kısa bir süre ardından ayaklarımızı Rap! Rap! Rap! vurarak uygun adım yürüyüşe geçmiştik bile. Bir taraftan “Vatan sana canım feda!” diye bir yerlerimizi yırtarken diğer taraftan da yanlış yöne dönen arkadaşımızın aile fertlerine de saygılarımızı sunmaya başlamıştık. Birkaç saatlik aralıksız yürüyüş taliminin ardından ise muhtemelen gelmiş geçmiş tüm akrabalarının kulakları çınlar olmuştu. Sonra birden cızırtılı bir telsiz sesi duyuldu. Konuşan Grup Komutanıydı. Hepimiz ümitle talimin bittiğini haber veren emri duymak için kulak kabarttık o sese. Ama komutanın siniri hala geçmemiş olacaktı ki beklediğimizin tam tersine bir emir verdi tüm bölüklere. “Alın bu hergeleleri, hepsine tören yürüyüşünü iyice öğretin. Bundan sonra her sabah önümden tören yürüyüşü ile geçeceksiniz.” Bu emirle birlikte başımızdaki komutanlar da başlarına açtığımız bu fevkalade gereksiz iş için bize pek de sevgi dolu olmayan methiyeler düzmeye başlamıştı. Biz ise, şafağa odaklı zihinler güruhu olarak kalan gün sayımızla yürüyüş mesafesini çaparak çekeceğimiz eziyet katsayısını hesaplamaya başlamıştık bile… Askerlikte şafak sayısı için yapılan hesaplamalar ve kombinasyonlar gerçek hayatta bir şirket için yapılsa o şirket hayatta bir mali problem çekmezdi sanırım. Hâlbuki tören adımının ne menem bir şey olduğunu bilseydik şafak falan hesaplamaya kalkmaz direkt askerden erken terhis veya kaçış yollarını araştırmaya başlardık.

Öyle garip bir yürüyüştür ki bu… Nasıl anlatsam bilemiyorum. Uzun boylular en önde, kısalar ise en arkada olacak şekilde sıraya geçilir. Ben arka sıralardaydım haliyle… Sırtınızı yatırabildiğiniz kadar geriye yatırır, bacaklarınızı ise dizlerinizi bükmeden kaldırabildiğiniz kadar kaldırırsınız yürürken. Bir taraftan sağ elinizle omzunuza dayadığınız tüfeği dik bir vaziyette tutmaya çalışırken diğer taraftan da sol kolunuzu yine hiç bükmeden, dik bir açı ile sallamanız gerekir. Üstelik bu hareketleri ritmi hiç bozmadan, bütün bölük aynı anda yapmak zorundadır. Kısacası çok zor…

Emir komutayı teğmen aldı. Bir arkadaşın eline bir trampet tutuşturdu, hepimize hücum yeleği dağıttı ve çalışmalara başladık. Bütün bir hafta boyunca hiç durmadan çalıştık. Üstelik yaz ortasıydı ve resmen pestilimiz çıkmıştı. Ama odunluğun bile bir sınırı vardır ve bir hafta sonunda hepimiz az çok yürür hale gelmiştik. En sonunda tören günü geldi çattı. Albay sabah içtimasını aldıktan sonra teğmene doğru eğilerek “Eğitim tamam mı?” diye sordu. Teğmen ise şişinerek “Tamam komutanım. Hepsini bizzat kendim eğittim” dedi gururla. Bunun üzerine komutan karargâhın önündeki yerini aldı ve geçişimizi beklemeye başladı. Bölük komutanı ve eğitimi veren teğmen de onun hemen yanında duruyordu. Trampet çalmaya başladı ve hepimiz geçiş töreni için yolun başında sıraya geçtik. Uygun adım yürür vaziyette karargaha yaklaştık. Kırmızı bayrak tören geçişinin başladığını işaret ediyordu. Hepimiz tören adımına geçtik. İlk başta oldukça iyiydik. Çakı gibiydik maşallah… Ama birden her şey ters gitmeye başladı. Öndekiler Grup Komutanını görünce çok heyecanlanmışlardı. Birdenbire trampet sesleri giderek hızlanmaya ve ön sıradaki uzun bacaklılar gereğinden fazla hızlı yürümeye başladılar. 

Trampetin sesi uygun adım temposundan çıkıp tamtam seslerine dönüşürken, arka sırada olan bizler ise bırakın tören adımında yürümeyi öndekilere yetişmek için resmen koşuyorduk. O anda kendimi tören geçişi yapan bir askerden çok sirkte gösteri yapan bir palyaço gibi hissetmiştim. Zaten bizi gören grup komutanının elini alnına koyup gözlerine inanamayan bakışlarla başını olumsuz anlamda sallaması, bölük komutanının faltaşı gibi açılmış gözleri ve bize eğitim veren teğmenin yavaşça geri geri kaçması sunduğumuz görüntü hakkında hayli bir fikir edinmemi sağlamıştı. Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Keşke gülseymişim. Çünkü bu olay tezkeremi alıncaya kadar tören geçişi eğitimi almama neden oldu maalesef. Ama uzun zamandır o gün güldüğüm kadar da gülmemiştim.

Pazarolla Sayı 92'de yayınlanmıştır.


ArmyMen Photo by Wikipedia
Karikatür by Serkan Altuniğne @ Penguen