22 Ocak 2014 Çarşamba

John Scalzi Öyküsü Türkçede!

Yaşlı Adamın Savaşı serisiyle tanıdığımız yazar John Scalzi’nin ilk kez 2007 yılının şubat ayında Subterranean Magazine Online’da yayınlanan ve En İyi Alternatif Tarih hikâyesi dalında Sidewise Ödülleri’ne aday gösterilenMuhtemel Geleceklerden Mektuplar #1: Alternatif Tarih Araştırmaları Sonuçları öyküsü Türkçe olarak Kayıp Rıhtım’da!

Hatırlayacağınız üzere geçen yıl Scalzi ile yine yaş kutlaması sebebiyle bir röportaj gerçekleştirmiştik. Bu yıl da kendisiyle ilgili bir şeyler yapmak istedik ve bir öyküsünü çevirmeye karar verdik, kendisine ulaştık. Sizler için ilk kez 2007 yılının şubat ayında Subterranean Magazine Online’da yayınlanan ve En İyi Alternatif Tarih hikâyesi dalında Sidewise Ödülleri’ne aday gösterilen Muhtemel Geleceklerden Mektuplar #1: Alternatif Tarih Araştırmaları Sonuçları öyküsünde karar kıldık!

Umuyoruz bu güzide öyküyü sizler de seversiniz. Scalzi’ye yardımı ve izni için bir kez daha teşekkür edelim. Dilerseniz sözü daha fazla uzatmayalım ve öyküyü okumanız için sizleri BURAYA alalım!

İyi okumalar.

13 Ocak 2014 Pazartesi

Yazar Adaylarına Ustalardan Tavsiyeler


Yazar olmak zor, bu dalda ustalaşmak ise çok daha zor. Yine de hemen hemen her kitap kurdunun kalbinde kendi kaleminden dökülen satırları günün birinde basılı olarak görmek yatar. Küçük bir çoğunluk öyle veya böyle bunu başarır, geri kalanlarıysa o kadar şanslı değildir. Bunun pek çok sebebi olabilir: imkânsızlıklar, tembellik, korku… Ama en büyük nedenlerinden biri yol gösteren kimsenin olmamasıdır kuşkusuz. Çünkü, her ne kadar bazı kesimler aksini iddia etse de, bu iş mektepte ya da eğitici bir kitap okuyarak öğrenilmez.

Peki nedir bu işin sırrı? Mavi yerine kırmızı hapı yutmak mı? Havlunuzu yanınızdan ayırmamak mı? Yoksa saatte 88 mile çıkan DeLorean’ınızla geleceğe gidip ünlü yazarların bizim zamanımızda henüz basılmamış kitaplarını alıp onlardan önce basmak mı? (Hmm, bu fikir fena değilmiş) Tabii ki hayır. Ama kalkıp da burada sizlere ahkâm kesecek değiliz. Her işte de olması gerektiği gibi bu konuyu da ustalarına soralım dedik ve sizler için bu makaleyi derledik.

Kayıp Rıhtım 6. Yıl Projeleri kapsamında gerçekleştirdiğimiz bu dosyamızda, bakın yazarlar ne tavsiye etmişler. Özellikle bizleri kırmayıp görüşlerini sunan yerli yazarlarımıza sonsuz teşekkürler! Projemize ulaşmak için BURAYA tıklayabilirsiniz.

İyi okumalar!

8 Ocak 2014 Çarşamba

Kömür ateşi

İnsan ne dilediğine çok dikkat etmeli; özellikle de dilediği şeyin nerede ve nasıl gerçekleşebileceğini bilmiyorsa...

Ayıptır söylemesi, geçen cuma annem bize köfte pişirdi. Hani şu marketlerde satılan hazır köftelerden. Lakin bu etine solgun arkadaş her ne kadar kendisinin İnegöl köftesi olduğunu iddia etse damağımız bunun aksini gösteren sağlam delillere sahipti. Kısacası pek de memnun kalmadık. Bunun üzerine annem, “Hiçbir şey mangalda pişen etin yerini tutmuyor. Şöyle kömür ateşinde pişecek...” minvalinde bir şeyler söyledi, hepimiz de onunla hemfikir olduk.

Ertesi gün, yani cumartesi akşamı ise yemekte kereviz vardı. Erkek kardeşim Metin’le beraber sıkı bir Zeki Alasya & Metin Akpınar hayranı olduğumuz için “Erkek adam kereviz yemez!” repliğine de sonuna kadar bağlıyızdır. Başka repliklerini bilmiyoruz zaten, o derece... Velhasılıkelam yemek sofrasında soğuk savaş rüzgarları esiyordu o akşam. Bunun üzerine babam, “Çocuklara pizza söyleyelim bari,” dedi, biz de hevesle kabul ettik tabii. Ardından şöyle bol malzemelisinden bir tane sipariş verdik. Yarım saat sonra pizzalar kapımızdaydı. Hemen içeri aldık, masaya yerleştik, kapağı açtık ve... o da ne? Pizzanın altı ve kenarları kömür gibi olmuştu! Somurttuk, ettik, arada küfür dağarcığımızı geliştirdik ama aç olduğumuzdan ve beklemek istemediğimizden yedik onu yanık haliyle. Annemle babam da yedi bu arada, sanmayın ki bize özel...

Bir sonraki akşam yemeğimizin kağıt kebabı olması gerekiyordu (annem arada böyle deneysel şeyler yapmayı çok sever, çok hamarattır maşallah), fakat fırınımız çok ateşli bir delikanlı olduğundan tabaklarımızda duran şey daha çok kömür kebabıydı... “Vallahi tarifinde en az 1 saat pişirin yazıyordu!” deyip duruyordu annem, 30 dakikada kül olan yemeğe şaşkın şaşkın bakarak. Bir gün önceki tartışmadan dolayı, “Doğrudur, hiç önemli değil, canın sağ olsun,” benzeri cevaplar veriyorduk haliyle biz de. Boynumuz bükük, ağzımız buruk bir şekilde yangından kurtarabildiğimiz kadarını yedik yine...

Amaaa... Pazartesi günü pırasalar da modaya uyup yanınca, pilav da ona eşlik edip dibini tutturunca, üstüne bir de elektrik kesilince bizim makaralar da salınıverdi.

İhsan: (Tabağındakilerle oynarken) “Ne yediğimi bile göremiyorum.”
Metin: “Hepsi kapkara da ondan... karanlıkta gözükmüyorlar.”
Annem: “Hep Metin’in yüzünden! Pırasayı görünce somurttu.”
Metin: “Bak ya! Suç yine bana kaldı!”
Babam: (Hınzırca gülerek) “İtiraf et, gelip fırının altını sonuna kadar açtın, di mi?”
Annem: “Gitti güzelim pırasa!”
İhsan: “Valla ya... Güzel de kokuyordu halbuki, kokusunu almıştım.”
Annem: “Niye gelip bakmadın o zaman? Hep senin yüzünden!”
İhsan: “Haydaaa! Şimdi de suç benim mi oldu?”
Metin: (Parmağıyla beni göstererek) “Hahahahaaa!”
Babam: “Olsun, alıştık artık.”
Annem: “Ne demek şimdi bu?”
Babam: “Eh, üç gündür yanık yemek yiyoruz nasıl olsa “
Annem: “Hain adam! Yapmıyorum işte size bundan sonra yemek!” Kısa bir sessizlik... “Hep babanızın yüzünden!” Ardından ailecek atılan kahkahalar…


2 Ocak 2014 Perşembe

Çevirmenin Çemberi: Ötekiler Arasında


Jo Walton'un bol ödüllü kitabı (Hugo, Nebula ve BFS ödüllerini toparladı kendisi) Ötekiler Arasında, arkasında birbirinden değişik bir sürü hatıra bırakan bir çalışma oldu benim için. Kitabın kendisini herhangi bir kategoriye tam manasıyla oturtamadığımız için bu durum o kadar da şaşılacak bir şey değil elbette; çünkü bu roman, sayfaları arasında hem bir peri masalı, hem bir aşk hikâyesi, hem yazarının hayatından kesitler, hem fantastik öğeler hem de bilimkurgu romanlarına bir tür saygı duruşu içeriyor. (Bir de siz bilmeseniz de bir çevirmenin dramı yatıyor arkasında...)

Kitabımızın kahramanı Morwenna Phelps (kısaca Mori), perilerle konuşabilen ve hayattaki tek dostu kitaplar olan, on beş yaşındaki genç bir kız. Aynı zamanda da tıpkı annesi gibi Mori de bir büyücü; ama ellerinden şimşekler atan ya da asasıyla kıvılcımlar saçan büyücüler gelmesin hemen aklınıza. Çünkü kitabın içinde alıştığımızdan oldukça farklı bir büyü sistemi var. Yazarın kendi kurduğu cümlelerle açıklamak gerekirse:
"Hemen hemen her zaman büyünün varlığını inkâr edebilecek bir tesadüfler zinciri bulabilirsiziniz. Çünkü kitaplardaki gibi gerçekleşmez. Tesadüfler zincirini oluşturan şey büyünün ta kendisidir. Doğası böyledir. Parmaklarınızı şaklatarak bir gül yaratabilirsiniz ama bunun asıl nedeni uçakla geçen birinin tam o esnada düşürdüğü gülün elinize konmasıdır. Gerçek bir kişi, gerçek bir uçak ve gerçek bir gül vardır, ama elinizde bir gül tutuyor olmanızın sebebi büyü yapmamış olduğunuz anlamına gelmez."
Mori, yarı deli annesiyle girdiği büyülü bir savaş sonucunda topal kalmış ve ikiz kız kardeşini kaybetmiş biri olarak çıkıyor karşımıza. Evden kaçan Mori, onlar henüz yeni doğmuş bir bebekken kendilerini terk eden, fotoğraflar haricinde hiç görmediği babasının yanına sığınır. Fakat babasıyla aynı evde yaşayan üç tane de halası var ve kardeşlerinin evliliğini hiçbir zaman tasvip etmemiş olan halalar Mori'yi apar topar bir yatılı okula göndermekte gecikmez. Böylelikle küçük kitap kurdumuz kendisini büyüden ve perilerden tamamen soyutlanmış, kendisiyle hiçbir ortak yanı bulunmayan kızlarla dolu, hapishane benzeri bir okulda bulur. Ve olaylar gelişir, diyerek bundan sonrasını kitaba bırakıyorum ki hem sizi daha fazla sıkmayayım hem de okumak isteyenler beni sopalarla kovalamasın.


Ötekiler Arasında baştan aşağı fanastik ve bilimkurgu romanlarıyla dolu bir eser; çünkü Mori hiç durmadan kitap okuyan biri ve bitirdiği her kitabın beğendiği ya da beğenmediği yerlerini günlüğüne mutlaka not ediyor (Bu arada belirtmeyi unuttum, roman bir günlük şeklinde yazılmış). Aslında bunda şaşılacak bir şey yok, çünkü yazar Jo Walton'ın asıl mesleği zaten kitap eleştirmenliği ve zekice bir biçimde en iyi olduğu şeyi romanına yedirmeyi başarmış. Hâl böyle olunca da kitabın neredeyse son sayfasına kadar adeta bir yazarlar geçidiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Kimler yok ki? Tolkien, Le Guin, Asimov, Zelazny, Silverberg, Heinlein, Delany ve daha onlarcası... Şahsen sevdiğim yazarların adını ve eserlerini görmek, "Acaba sonraki sayfada hangi yazardan/kitaptan bahsedecek?" diye merak etmek ve o romanlardan alıntılarla karşılaşmak benim için gayet eğlenceliydi.

Bunun dışında adını hiç duymadığım birkaç yazar ve çokça kitapla da karşılaştım çeviri boyunca. Ayrıca okumaya henüz fırsat bulamadığım birkaç eser hakkında da bilgi birikimim oldu. Jo Walton bunlardan bazılarını o kadar ballandıra ballandıra anlatıyor ki bir yerden sonra hepsini not alıp okunacaklar listenizi kabartırken buluyorsunuz kendinizi. Eğer siz de benim gibi bir kitap kurduysanız sırf bunun bile ne kadar zevkli bir şey olduğunu çok iyi tahmin edebilirsiniz zaten... 


İronik bir biçimde çeviriyi en çok zorlaştıran şey az önce keyifle bahsettiğim kitapların ta kendileri. Neden mi? Çünkü Ötekiler Arasında'da tamı tamına 154 tane farklı kitaptan bahsediliyor! Kimi adıyla, kimi yazarıyla, kimi bir alıntıyla, kimiyse bir göndermeyle anılan 154 kitap... Üstelik bunların sadece yarısı dilimize çevrilmiş durumda. Bunun yol açtığı iki zorluk vardı.

Birincisi, çevrilmiş kitaplar ve onlardan yapılan alıntılar. Ötekiler Arasında'nın asıl numarası önceden okuduğunuz kitaplara göndermeler yaparak hatıralarınızı kıpraştrımakta yattığı için bunları ülkemizdeki çevirilerine sadık biçimde yazmanız gerekiyor. Hatta mümkünse birebir aynı cümleyi almalısınız ki okuyan kişi o satırı daha önce de gördüğünü anında hatırlayabilsin ve kitap doğru etkiyi bırakabilsin.

Örneğin bir yerde granfalloon ve karass terimlerinden herkesin bildiği bir şeymiş gibi bahsediliyor; fakat bunların ne anlama geldiğini yalnızca Kurt Vonnegut'ın Kedi Beşiği adlı romanını okuyan biri anlar ve kitapta da ilk okuduğu çeviriye sadık olarak (granfalun ve karass imiş, bulana kadar ter aktı) görmek ister. Ya da ne bileyim, Gandalf'ın ettiği bir lafı Yüzüklerin Efendisi'ndeki hâliyle görmek ister. Veya Le Guin'in Mülksüzler romanı okumuş olan biri, Ansible adlı hayali cihazı bizdeki baskılardaki adıyla, yani Yanıtlayıcı olarak görmek ister. Aksi takdirde yazarın o noktada neden bahsettiğini, neye gönderme yapıldığını da anlayamaz zaten.

İşte bu yüzden çeviri boyunca sık sık (hemen hemen her sayfada) durup masamdan kalkmak, eski kitaplarımı karıştırıp birebir çevirileri bulmak, arada dalıp elimdeki kitabı okumaya devam ederek bol bol vakit kaybettikten sonra kendime söverek yeniden çeviriye dönmek, bir sayfa sonra ise aynı işlemi başka bir kitapla gerçekleştirmek rutin hâlini aldı bir yerden sonra. Tabii 154 kitabın hepsine de sahip değilim maalesef, o nedenle bol bol Kayıp Rıhtım'dan Hazal'ın, Yosun'un, Hakan'ın ve Tarık'ın da başının etini yem... öhöm... yardımını almak zorunda kaldım. Kendilerine buradan bir kez daha teşekkürler.

Allah'tan sadece isim olarak geçenlerde çok fazla sıkıntı yaşamadım, çünkü internet sağ olsun artık elimizin altından onlarca kitap sitesi var ve yazarların dilimize çevrilen eserlerine birkaç saniyede şıp diye ulaşabiliyorsunuz. Böyle bir imkân olmasaydı ne yapardım, düşünemiyorum bile. Herhâlde elimde bir listeyle kapı kapı, kütüphane kütüphane, sahaf sahaf dolanır dururdum. Siz de kitabı 2020 civarında falan okurdunuz muhtemelen...

İkinci zorluksa çevrilmeyen kitaplardaki üstü kapalı göndermeleri çözme kısmıydı. Mesela kitabın hemen başlarında Mori babasını Lazarus Long'a benzetiyor. İyi ama neden? Lazarus Long da kim, babasıyla ne alakası var? Uçurmuş herkes, o da kim oluyor, sen kimsin, kim bunlar? Çeviri yine orada bırakılır, internet alemine dalınır, sayfa sayfa araştırma yazısı okunur, arada eliniz çağımızın hastalığı Facebook'a kayar ve vakit kaybedersiniz. Sonra... "Heinlein'in ünlü karakteri Lazarus Long, Laz ve Long adında iki ikiz kız kardeşin babasıdır," cümlesini okumanızla beyninizde bir ampul yanar. Sevinçle çeviriye döner, bir güzel dipnot hazırlar ve kendinizden memnun bir şekilde işinize devam edersiniz. Ta ki bir sonraki sayfada benzer bir göndermeyle (Örn. "Robert Silverberg utancından yerin dibine geçmiş olmalı!") karşılaşıp "İyi de neden? Nedeeen?" nidaları eşliğinde başınızı masanıza tekraaaar tekrar vurmaya başlayıncaya kadar...


Ötekiler Arasında'nın bünyesinde çok sayıda kitap olunca dipnotlar da aldı başlarını gitti. Öyle ki bazı sayfaların yarısını dipnotlar kaplar hâle geldi. Baktım bu iş böyle olmayacak, durum dipnot arası kitap okumaya doğru gidiyor, tüm kitap isimlerini ayrı bir listede toplamaya karar verdim. Böylece kitabın sonundaki 154 maddelik listeyi hazırlamış oldum. "Hadi elim değmişken hangi yayınevlerinden çıktığını da yazayım bari," diyerekten işi bir adım ileriye taşıdım. Son olarak çevrilmemiş kitapların orijinal adlarını da ekleyip işin meraklılarına bir selam çaktım. Efendim? Kitapta hâlâ çok dipnot mu var? İşte bu iyileştirilmiş hâli, gerisini siz düşünün artık...

Jo Walton'ın dili oldukça sade olduğundan bu kitapta çok fazla kelime oyunuyla karşılaşmadım. İçlerinden en çok aklımda kalanı, "A nice niece from Nice ate a nice Nice biscuit and an iced bun..." tekerlemesi oldu. "Nice" kelimesinin çokluğuna dikkat edin efenim. Burada asıl amaç "Nice Niece" (Sevimli/Hoş/Tatlı/Şirin Yeğenim) tamlamasındaki ses uyumunu kullanarak ufak bir kelime oyun yapmak. Ama bunu Türkçeye çevirince ne ses uyumu ne de bir şey kalıyor tabii: "Nice'ten gelen tatlı yeğenim, tatlı bir Nice bisküvisi ve buzlu bir çörek yedi..." Oldu mu? Yooo... Picasso tablolarından farkı kalmıyor işte, yalan mı? Hadi çıkın bakalım işin içinden çıkabiliyorsanız... Bir de öyle bir şey bulmalısınız ki kitap boyunca sürekli kullanılan Nice Niece'in yerini de tutabilsin.

"Yarma Yeğenim... Yok, bu pek olmadı galiba. Zaten bisküviyle de uyumlu olması lazım. Hmmm... Ballı Yeğenim? Aybalam! Nice... Nays... Hays! Niye kafanı duvarlara vuruyorsun İhsan?" şeklinde ikinci benliğimle uzun uzun sohbetlerde bulundum aşağı yukarı 1 gün boyunca. Şizofrene bağladım, evet. Çaktırmayın, duymayayım.

En sonunda Yegâne Yeğen'den yola çıkarak şu cümleyi kurdum: "Yemen’de yetişen yegâne yeğenim Yemen’de yetişen yemişlerimi yedi..." Sonra da arkama bakmadan karanlıklara doğru kaçtım!

...diyorum, ve bir yazımı daha burada noktalıyorum. Umarım okurken siz de benim kadar keyif almışsınızdır. Sağlıcakla kalınız.