30 Ocak 2013 Çarşamba

John Scalzi ile Röportaj


Kayıp Rıhtım beşinci yıl şenlikleri bomba gibi bir röportajla başladı! Sitemizin beşinci yılını (5 yıl!) kutladığı şenlikler kapsamında pek çok röportaj, makale ve hikayeler sunulacak okurlara. Bunların yanı sıra ödüllü radyo programı ve yarışmalar da eksik olmayacak! 

Şenliğin açılışı, dünyaca ünlü Amerikalı bilim-kurgu yazarı John Scalzi'yle yaptığımız röportajla yapıldı. Bu röportaj aynı zamanda kendisinin Türk okurlara ilk seslenişi olma özelliğini de taşıyor. Sanırım işin en güzel tarafıysa tüm ününe ve başarısına rağmen zerre kendini beğenmişlik taşımaması yazarın. Çok sıcak, çok samimi ve çok içten biri kendisi. Kitaplarındaki o neşeli üslubun ve insana kahkaha attıran esprilerin kaynağını şimdi daha iyi anlıyoruz. Neyse efendim, lafı fazla uzatmadan röportaja geçelim. 

Karşınızda John Scalzi!

Röportaj teklifimizi çok kısa sürede cevaplayıp kabul ederek öncelikle Kayıp Rıhtım ekibi olarak bizi, sonrasındaysa tüm üyelerimizi çok mutlu ettiniz. Dilerseniz vakit kaybetmeden sorulara geçelim.
  • İlk olarak ülkemizde de çok sevilen John Perry karakteri ile başlayalım. Kendisinin kalbimizde ayrı bir yeri var. Her şeye en az bizim kadar yabancı olması ve her durumu bir şekilde şakaya vurabilmesi bunun en büyük sebebi gibi görünüyor. Sizce de öyle mi? Peki siz karakterleriniz arasında en çok hangisini seviyorsunuz?
John Perry’nin çoğu duruma mizahi açıdan yaklaştığı doğru – bu, onun hayatındaki muazzam değişiklikle başa çıkma yöntemi. Düşünsenize; tüm hayatınızı dünyada geçirdikten sonra uzaya çıkıyorsunuz ve sizi öldürmek isteyen birçok yabancı yaşam formuyla savaşmanız isteniyor, kafanızda buna bir anlam verebilmek için bir yol bulmaya çalışırdınız!
John Perry’nin ayrıca çoğu okuyucunun anlayıp yakınlık duyacağı bir karakter olması gerekiyordu – o bir süper kahraman değil, normal bir insan. Bence bu onun ulaşılabilir biri olmasını ve her nerede olurlarsa olsunlar çoğu insana tanıyıp sevdikleri bir kişi gibi görünmesini sağlıyor.
  • John Perry ile devam edecek olursak, ona baktığımızda sizinle aynı ismi taşıdığını görüyoruz. Bu kendinize yaptığınız muzip bir gönderme mi, yoksa bir yerden esinlenme mi? Çevreniz sizi Perry ile benzetir mi?
John Perry benim değil, Journey adında Amerikalı bir rock grubunun iki üyesinin adını taşıyor. Adı klavyeci Jonathan Cain’den ve soyadı eski solist Steve Perry’den alındı. İlk bölümde Steve Cain adında da bir karakter var; solistin adını ve klavyecinin soyadını alıyor.
İnsanlar bana çoğunlukla John Perry ben miyim diye soruyor, ben de hayır diyorum – öykünün başında benim şehrimde yaşıyor olmasına karşın! Ama kişilik olarak o benden çok farklı. Yaşlı Adamın Savaşı’ndaki karakterlerin içinde bana en çok benzeyeni Harry Wilson.
  • Bu defa da sorumuz Jared Dirac için gelsin. Serinin devam kitabında ana karakter olarak benimsediğimiz kişi gidiyor ve sadece adı bir kere geçmesine rağmen eksikliği pek hissedilmiyor. Bunu nasıl başardınız? Jared'ın o kendine has duygusal ve içe kapanık yapısını düşünürsek kendisini pek çok okura sevdirdiği de ortada. Bu aslında Perry ile karşılaştırıldığında büyük bir ironi. Gerçekten zıt kişiliklere sahipler. John Perry'yi Jared'ın abisi gibi görebilir miyiz? Jared Dirac'ı yaratıcısı olarak siz nasıl tanımlarsınız?
Hayalet Tugay’ı yazdığımda, Yaşlı Adamın Savaşı’nın devamı olmasını düşünüyordum fakat beni endişelendiren konulardan biri insanların ilk kitabı okumadan ikinci kitabı göreceği ve olayları takip edemedikleri için küçümseyeceğiydi. Bunu istemediğimden tek başına ayakta durabileceğini düşündüğüm bir kitap yazdım – yani Yaşlı Adamın Savaşı’nı okumayıp sadece Hayalet Tugay’ı okuduğunuzda da hoşlanabilecektiniz. Bunu yapmanın bir yolu yepyeni bir baş karakter, yani Jared Dirac’ı tanıtmaktı.
Kısmen okuyucuların sadece tek tip karakter yazabildiğimi düşünmemeleri için Jared’ın John Perry’den farklı olması gerekiyordu. Ama aynı zamanda o özel bir karakter tipiydi – Özel Kuvvetler’in bir üyesiydi ve bu tipte biri olarak John Perry ve diğer insanlardan farklı bir hayatı olması gerekiyordu. Bu nedenle farklı biçimde canlandırılmalı ve farklı bir kişiliğe sahip olmalıydı.
Şahsen John Perry’yi Jared Dirac’a bir ağabey olarak görmüyorum, fakat başkalarının bunu neden isteyebileceğini anlıyorum ve bu ilişkiyi kurmalarında benim için sakınca yok.

28 Ocak 2013 Pazartesi

Elantris - Kitap İnceleme


Yıllardır o ve ya bu şekilde adını duyduğum bir yazardı Brandon Sanderson. Ama neden Zaman Çarkı gibi efsanevi bir eserin kendisine teslim edildiğini ya da niçin bu kadar el üstünde tutulduğunu tam olarak bilmezdim. Ta ki Elantris'e başlayana kadar...

Elantris, romanın geçtiği ülkenin en büyük ve en ışıltılı şehrinin adı. Mucizeler şehri Elantris. Güç, ışık ve büyünün şehri Elantris. Şehrin sakini olan Elantrianların da uzun boyları, ak saçları ve gümüş derileriyle görünüş ve azamette şehirden aşağı kalır yanları yok. Bu halk, AonDor adı verilen bir büyü sistemi sayesinde tüm insanlara yardım eden, gerektiğinde onları iyileştiren ve adalete önem veren bir halk. İşin ilginç tarafıysa Elantrianların her biri de adına Shaod denen dönüşüme uğramadan önce normal birer insan olması. Shaod ayrım gözetmezdi. İster basit bir çiftçi, isterse zengin bir soylu olsun Shaod'un dokunduğu herkes Elantrian olabilirdi. Kısacası Elantris ışığın, bilginin ve adaletin ebediyen süreceği bir yerdi. Tek sorun ebediyetin 10 yıl önce sona ermiş olmasıydı.

Arkadaş Yayınları, 2010, 624 Sf.
Çevirmen: Can Sevinç
10 yıl önce bilinmeyen bir sebepten dolayı Elantris tüm ihtişamını yitiriyor. Şehir artık ışık yerine çamur saçıyor, insanları ak saçlı ve gümüş derili değil, kel ve vücutları lekelerle dolu. Mucize dağıtan değil, mucizelere muhtaç, aklını kaçırmış, acıyla sayıklayan bir halka dönüşmüş. Shaod'un dokunuşu bir armağandan çok bir lanet. Çünkü hâlâ ayrım yapmaksızın insanları almaya ama bu kez farklı olarak bir ucubeye dönüştürmeye devam ediyor. Elantrian olanlarsa apar topar yüksek duvarlarla çevrili şehrin karanlık ve pis sokaklarına atılıp kaderine terk ediliyor.

Kitap, birbirinden tamamen farklı üç karakterin hikayesini anlatıyor. bunlardan biri Elantris'in dibindeki Kae adlı şehrin prensi Raoden. Halkın sevgisini kazanmış, dürüst ve ahlaklı biri. Fakat genç prens bir sabah uyandığında Shaod'a yakalandığını fark ediyor ve apar topar Elantris'e atılıyor. Böyle bir rezaletin duyulmasından korkan babasıysa tüm krallığa oğlunun öldüğünü ilan ediyor.

İkinci karakterimiz, kuzey ülkesinin genç prensesi Sarene. Ama prenses deyince aklınıza o klasik hanım hanımcık, duygusal prensesler gelmesin. Sarene her anlamda çok farklı bir genç kız. Zeki, dobra ve politik meselelerde de inanılmaz başarılı. Arelon'a Prens Raoden'le politik amaçlı bir evlilik yapmak için geliyor, hatta kimselere itiraf edemese de prensten içten içe hoşlanıyor da. Ama şehre ayak basar basmaz çok büyük ve de kötü bir sürprizle karşılaşıyor. Çünkü görünüşe göre müstakbel kocasını tanıma fırsatı bile bulamadan dul kalmış durumda...

Üçüncü ve son karakterimiz ise Hrathen adında bir rahip. O da tıpkı Sarene gibi ülkeye yeni ayak basanlardan. Fakat tamamen ayrı sebeplerden dolayı... O bu ülkeyi kendi dinine çevirmeye gelmiş bir din adamı. Daha önce başka ülkelerde de aynı amaçla bulunmuş ve kanlı bir isyan çıkararak amacına da ulaşmış bir adam. Bu kez işlerin o noktaya varmasını istemese de Arelon halkını kendi dinine döndürmeye oldukça hevesli. Hatta kendisini onların kurtarıcısı olarak bile görüyor.

Kitaptaki olaylar yan karakterlerinde katılımıyla bu üç kişinin etrafında dönüyor. Bir yandan bu üçlünün başından geçen maceralara konuk oluyoruz, diğer yandan da yaptıkları şeylerin diğerlerinin hayatını nasıl etkilediğini görüyoruz.

Şunu baştan belirtmekte fayda var. Kitap alışılmış fantastik romanlardan çok daha farklı bir kurgu ve üsluba sahip. Sanderson ilk kitabı olmasına rağmen gayet iyi bir iş çıkarmış. Tamamen özgün, klasikleşmiş fantastik eserleri taklit etmeyen, kendi ırklarına ve büyü sistemine sahip bir evren yaratmış. Bununla da kalmamış bunların hepsini oldukça merak uyandıran bir kurguyla birleştirmeyi de başarmış. Her şeyden önce kitapta epik savaşlar, büyük kahramanlık destanları ve muhteşem kahramanlar yok. Bunun yerine bol bol akıl oyunu, politik entrikalar ve zeka kokan diyaloglar var. Bir de çözülmeyi bekleyen koca bir sır... Özgürlük için savaşmak yerine özgür kalabilmek için savaştan kaçınma, büyüyle harikalar yaratma yerine büyünün neden bozulduğunu ve onu yeniden nasıl kullanılabileceğini arama mücadelesine şahit oluyoruz kitap boyunca.

Pek çok insanın kitabı uzun diyalogları, sıkıcı olması ve akıcı olmaması nedeniyle terk ettiğini görüyorum. Halbuki kitap tam aksine hem çok akıcı hem de gayet keyifli. Bütün mesele beklentide... Eğer büyücülerin birbirlerine ateş topları fırlattığı (Hayı Fizban, otur yerine!), palaların dans pistlerinde cirit attığı, destansı savaşlar içeren bir kitap beklentisiyle başlarsanız hayal kırıklığı elbette kaçınılmaz olacaktır. Ama şunu da unutmamak gerekiyor ki fantastik edebiyat dediğimiz şey sadece bunlarla sınırlı değil. Bunun en güzel örneği de tüm özgünlüğüyle Elantris. Kaldı ki bazı okurların anlamsız ve boş olarak addettiği uzun diyaloglar kitabın sonunda öyle bir detayı ortaya çıkarıyor ki resmen tokat yemiş gibi hissediyorsunuz. Satır aralarına gizlenmiş detaylar, karakterlerin karşılaştığı sorunlara getirilen mantıklı açıklamalar, şiddetle değil zekayla çözülen olaylar okurken insana inanılmaz bir keyif veriyor. Kitabın son 100 - 150 sayfasıysa adeta akıyor.

Sanderson zeki bir adam... Oluşturduğu düzeni oturup uzun ve sıkıcı metinlerle anlatmak yerine onları okuyucunun keşfetmesine izin veriyor.Örneğin kitabı ilk bölümlerinde Galladon (favori karakterim olur kendisi ) isimli bir güneyliyle karşılaşıyor Prens Raoden. Kendi âdetleri, kendi aksanı ve kendi kültürü olan bir adam. Konuşması esnasında sürekli sule, kolo, daloken gibi yabancı kelimeler kullanıyor. Fakat Sanderson oturup da bunları açıklamak yerine ne anlama geldiklerini bulmayı okuyucuya bırakıyor. Bu da benim gerçekten çok hoşuma gitti.

Kitabın hiç mi kötü yönü yok peki? Tabii ki var. Daha önce de belirttiğim gibi, bu yazarın ilk kitabı ve zaman zaman bunu ister istemez hissediyorsunuz. Örneğin Prens Raoden'in Elantris'e kapatılması çok çabuk, sadece birkaç sayfada gerçekleşiyor. Bazı konular çok yüzeysel anlatılmış, son bölümlerdeyse olaylar birazcık fazla hızlı gelişiyor. Bunun yanı sıra ufak tefek çeviri hataları da var. Fakat bunların hiçbiri okuma zevkini baltalayan unsurlar değil. Yarısını geçtikten sonra kitabı kesinlikle elinizden bırakamıyorsunuz çünkü.

Eğer alışılmışın dışında ve iyi yazılmış bir fantastik kurgu arıyorsanız Elantris'e bir şans verin. 

25 Ocak 2013 Cuma

Yitik Öyküler 2, bizlere TRT'den el salladı


Okul adlı sinema filmi ile Hayalet Kitap ve Varolmayanlar adlı romanlarıyla adından sıkça söz ettiren sevgili Doğu Yücel şimdi de televizyon sunuculuğuna soyundu. Hem de elini attığı her işte olduğu gibi gayet başarılı bir şekilde... TRT'de yayınlanan "Liste Kitap" adlı programı sunan sevgili Doğu, her hafta beş dakika içerisinde beş kitap tanıtıyor bizlere. Bakmayın siz sürenin kısalığına, o beş dakikaya ne harikalar sığıyor bir bilseniz.

Programın bu haftaki bölümü benim için büyük bir sürprizi de içinde barındırıyordu. Çünkü tanıtılan ilk kitap Yitik Öyküler 2 - Bilekbüken'di! Kitabımdan övgüyle bahseden Doğu Yücel, beni de bilgisayar ekranımın karşısında dumura uğrattığından habersizdi tabii. Bengü ve Yosun sağ olsunlar, haberi bir güvercin ordusu eşliğinde ulaştırdılar bana. Ne diyeyim? Şaşırdım, küçük dilimi yuttum, duygulandım... Ve de çok müteşekkir kaldım. Kitabımı tanıtan, sadece bununla da kalmayıp öykülerimden övgüyle bahseden Doğu Yücel'e buradan kocaman bir teşekkürler gönderiyorum huzurlarınızda. 

Eğer programı izlemek isterseniz (istersiniz, istersiniiiiz) onu da hemen aşağıya ekliyorum. Şimdiden iyi seyirler ve hepinize tekrar tekrar teşekkürler.

13 Ocak 2013 Pazar

Nefes Kesen Bir Macera: Mesih’in Klonu - Kitap inceleme


Yıllardan beri ağzımıza pelesenk olmuş bir soru vardır: Türkler neden yabancı yazarlar kadar kaliteli macera romanları kaleme alamıyor? Eğer siz de sıklıkla bunu dile getirenlerdenseniz size bir müjdem var, çünkü Mesih’in Klonu bu alandaki hasretimizi her anlamda dindirmeyi başarıyor.

Bugüne dek Aşkın Güngör’ün pek çok yazılı eserini okudum; kitaplar, hikayeler, denemeler ve hatta şiirler. Hepsinden de ayrı bir tat, ayrı bir keyif aldım. Ama hiçbiri Mesih’in Klonu kadar keyif vermedi bana. Kendisi sadece Aşkın Güngör’den okuduğum değil, hayatım boyunca okuduğum en iyi macera kitaplardan biri.

Yeniden Doğan

Yıl 2035... Teknoloji almış başını gidiyor. Tofaş Ankalar saatte 400 km hızla otobanlarda cirit atarken holografik telefonlar da konuştuğunuz kişiyi anında gözlerinizin önüne seriyor. Yine de insanlar mutlu olmaktan çok uzak. Çünkü 20 yıl kadar evvel Mayaların kehaneti gerçekleşmiş ve Marduk gezegeni dünyayı tam anlamıyla bir kıyamete sürüklemiştir. Bu da kıyamet haberleriyle büyüyen, üstüne üstlük kıyamete yakın bir felakete şahitlik eden huzursuz ve de inançsız bir toplum çıkarmış ortaya. Bugüne, geçmişe, geleceğe ve hiçbir dine inanmayan hatta varlıklarını bile unutan insanlar... Boşluğunu hissettikleri, unuttukları bir şeyler var elbette ama ne olduğuna dair en ufak bir fikirleri bile yok.

Derken, bir gün, Amerikalı bir bilim şirketi ortaya çıkıyor ve Kutsal Kase’deki kan örneğini kullanarak Hz. İsa’yı klonladıklarını ilan ediyor. Üstüne üstlük Mesih’in şu anda otuz bir yaşında olduğunu ve tüm dünyaya kucak açacağını da ekliyorlar. Bu da yetmiyormuş gibi Mesih, Beyaz Saray’da bir konuşma düzenliyor. Hıristiyanlığın tek geçerli din olduğunu, Tanrı’nın oğlu İsa’nın da herkesi doğru yola davet ettiğini söylüyor bu konuşmasında.

Tahmin edebileceğiniz gibi tüm dünya şoka uğruyor. Hıristiyan toplumlar coşkuyla diğerleriyse şaşkınlıkla çalkalanıyor. Bu doğru olabilir miydi? Hz. İsa gerçekten de yeryüzüne mi dönmüştü? İncil’in sözünü ettiği yeniden doğum mucizesi bu muydu? Peki ya diğer dinler? Onlar birer safsatadan mı ibaretti? Tüm bu sorular kafalarda yankılanıyor, kimse gerçeğin ne olduğunu tam olarak bilemiyordu. Bir kişi hariç…


Endişeye mahal yok 

Öncelikle şunu belirtmekte fayda görüyorum; hem yukarıda anlattığım girizgah yüzünden hem de kitabın işlediği konu ve isimler yüzünden ister istemez kafalarda bazı soru işaretleri oluşabilir. Konu din olduğunda bu çok normal. Fakat Aşkın Güngör’ün kurgu kadar, bu hassas noktaya da azami önem gösterdiği çok açık. Kitapta ne Müslümanlığa ne de diğer dinlere karşı en ufak bir hakaret, inkar ya da alay yok. Aksine, yazar dinler arasındaki farklı inanışları çok güzel analiz edip onları çok başarılı bir kurguyla birleştirmeyi başarmış. Kurgu. Kitabın bize sunduğu şey tam olarak bu, içinde geçenleri gerçeğin yerine koymadığımız sürece zararsız bir olgu. Diğer fantastik öğeler için de aynı şey geçerli değil mi zaten?

Tarihin karanlıkta kalmış noktalarına mantıklı yaklaşımlar getiren, gelecekte geçen heyecan dolu bir macerayı bu varsayımlarla başarılı bir şekilde birleştiren bir roman Mesih’in Klonu. Bir yandan yeryüzüne tekrar dönüş yaptığı iddia edilen Mesih’in yaşadıklarına, bir yandan Cesur Kadaşman ile Murat Yenitürk adlı iki gencin maceralarına, bir yandan Mehdi’nin (a.s.) saf ve yalın gerçeği insanlara gösterme savaşına, diğer yandan da Hz. İsa’nın, 12 Havarinin, Magdalı Meryem’in ve hatta Tapınak Şövalyeleri’nin başından geçen olaylara şahit oluyoruz bölüm bölüm, sayfa sayfa, kelime kelime. Tüm bunlar büyük bir ustalıkla, tıpkı bir nakkaşın hünerli parmaklarıyla oluşturduğu bir nakış gibi işleniyor kitapta. Öyle ki sayfaların nasıl aktığını, zamanın nasıl geçtiğini bir türlü anlayamıyor, bazı yerlerde kalbinizin heyecandan küt küt atmasına mani olamıyorsunuz okurken. Hani bitmesini hiç istemediğiniz ama merakınıza yenik düşüp satırları gözlerinizle silip süpürmeye devam ettiğiniz kitaplar vardır ya… İşte Mesih’in Klonu’da kelimenin tam anlamıyla onlardan biri.

Yazarın kitaba başlamadan önce pek çok konuda araştırma yaptığı, her ayrıntıya azami önem gösterdiği ve yazım aşamasının uzun yıllar ve büyük emek aldığı (4 yıl) okuduğunuz her satırda kendini belli ediyor. Sizi temin ederim, bu eseri kütüphanenizdeki Da Vinci Şifresi tarzı kitaplarınızın yanına koymaktan gurur duyacaksınız.

Zirveyi hakkeden bir yapıt 

Hiç şüphe yok ki Aşkın Güngör ileride de pek çok başarılı esere imza atacaktır. Ve yine şüphe yok ki Mesih’in Klonu onun başyapıtlarından biri olarak anılmak için zirveyi her zaman zorlayacaktır. Çünkü bu eserin hakkettiği unvan bu. Bir başyapıt...

Not: Bu inceleme ilk olarak Kayıp Rıhtım'da yayınlanmıştır.

8 Ocak 2013 Salı

Özel Hastanelerin Ameliyat Tuzağına Kanmayın

Beni bilirsiniz, genelde bu tip konularda pek fazla kalem oynatmam. Ama bu durum cidden çok vahim, okursanız kendiniz de göreceksiniz.


Bu bir internet geyiği değil, yalan bir haber hiç değil. Şimdi anlatacaklarımın hepsi başımızdan geçen olaylar. Bunları yazmaktaki yegâne amacım sizleri bilgilendirmek ve aynı tuzağa düşmemenizi sağlamak. Kesinlikle bir art niyetim, propaganda hedefim yok. Sizden ricam sevdiklerinizin hayatına ve kendi sağlığınıza değer veriyorsanız sonuna kadar okumanız.

1) Geçtiğimiz aylarda bir arkadaşımın annesi, kontrol için gittiği özel hastanede kalp krizi riski sebebiyle apar topar ameliyata kaldırıldı. Anjiyo oldu, beynine pıhtı kaçtı ve az kalsın hakkın rahmetine kavuşuyordu. Ameliyat olduğu özel hastane, operasyon sonrasında kadınla hiç ilgilenmedi, üstüne üstlük böyle ameliyatlarda pıhtı kaçmasının normal olduğu ve yapılacak bir şey olmadığı şeklinde bir açıklama yaptılar. Kadıncağız yine apar topar taburcu edildi, fakat durumu gün geçtikçe kötüleşti. Çareyi devlet hastanesine gitmekte buldular. Orada sadece kadını iyileştirmekle kalmadılar, ameliyatın boşu boşuna yapıldığını ortaya çıkarttılar. Kalp krizi riski sıfır çıktı. Sıfır.

2) İki hafta önce şeker hastası olan babam kan tahlillerini yaptırmak için özel hastanelerden birine gitmişti. Dosyasını inceleyen doktor birdenbire panikleyip dosyayı çarparak kapatmış ve hemen ameliyat olması gerektiğini söylemiş. Kalp krizi riskinin çok yüksek olduğunu, ameliyatı hemen olmazsa her an ölebileceğini de ekledikten sonra sözde -aşırı dolu- olan ameliyat çizelgesinde -sadece bir telefonla babama özel- bir yer ayırtmış. “Hiçbir yakının gelmesin, boşuna kapıda beklerler, sen de hemen hazırlan, ameliyata giriyorsun,” diye de ısrarla belirtmiş. Babam alt üst olmuş haliyle.

Eve geldi ve hastaneye yatmak için hazırlıklara başladı allak bullak bir vaziyette. Fakat ne benim ne de annemin aklına yattı bu iş. Babama bakıyoruz, turp gibi maşallah. Ne ağrısı var ne nefes nefese kalma durumu. “Bir de devlet hastanesine gidelim,” dedi annem, tamam dedik. Dokuz Eylül’e gittik, profesör doktorlardan biri önce tahlillere baktı, fakat bir risk göremedi. “Yine de biz işi sağlama alalım,” dedi. Tahliller yeniden yapıldı ve sonuç: Değerleri normal ve kalp krizi riski sıfır çıktı. Sıfır.

3) Dün amcamın oğlu böbrek rahatsızlığından dolayı özel bir hastaneye gitmiş. Doktor muayeneden sonra dosyayı telaşla kapayıp böbrek taşı çok büyük olduğundan onu hemen ameliyata almaya kalkmış. Amcamın oğlu şaşırmış, “Benim hiçbir aşırı ağrım ya da sızım yok ki, ben hiçbir şey hissetmiyorum,” demiş. Doktorun cevabı aynen şu olmuş: “Böbreğin tamamen çürüdüğü için bir şey hissetmiyorsun.” Bunu duyan kuzenim yıkılmış, eve dönüp ameliyat hazırlıklarına başlamış. Sonra bir de devlet hastanesine gideyim demiş Allah’tan. Orada tetkikler, kan testleri vs bir dizi işlemden geçmiş ve bilin bakalım sonuç ne çıkmış? Böbrek sağlam, taş var ama ameliyatlık değil, bol bol su içerseniz geçer.

“Ameliyat olmanız şart!” Bu cümleyi duyan tüm bu insanların ve ailelerinin o andaki psikolojilerini düşünebiliyor musunuz? Dünya başınıza yıkılıyor, doğru dürüst düşünemiyorsunuz ve o haleti ruhiyeyle doktorun dediği her şeye razı oluyorsunuz. Güvenip canınızı emanet ettiğiniz o adamınsa tek derdi var; sizi masaya yatırmak. Peki neden? Maaşları düştü ya! Artık bıçak başına para alıyorlar ve durduk yere ameliyat kararı çıkarıyorlar kafalarından. 

Bu anlattıklarım asparagas haber değil, gerçeğin ta kendisi. Lütfen bilinçli olalım. Bunu her özel doktor yapıyor demiyorum, mutlaka aralarında mesleğine ve kendisine saygısı olanlar vardır. Ama bu haltı yiyenlerde çok maalesef. O yüzden siz siz olun, böyle durumlarda en az iki doktora gitmeye, içlerinden en az birinin devlet hastanesi doktoru olmasına azami önem gösterin. 

Çünkü sağlığımız en büyük servetimiz ve hiç kimsenin onunla oynamaya hakkı yok.