30 Eylül 2011 Cuma

Bir başka iftar macerası

Eğer yazılarımı yakından takip edenlerdenseniz kimilerine göre şans kimilerine göre şanssızlık olarak değerlendirilen maceralarımın bol olduğunu bilirsiniz. Şu yazıda anlattığım iftar yemeği serüvenimi okuyanlar ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır. Sonuçta ben, bardağında sineklerin jakuzi partisi yaptığı bir insanım. 

Geçtiğimiz Ramazan ayında yine bir iftar yemeğine davetliydik. Yer, Bayraklı semtinin yeni gözdelerinden olan Arena’ydı. İlk defa gidiyordum bu mekâna ve gerçekten de çok hoşuma gitti. Gün batımının turuncu ve mor dansına, ayaklarımızın dibinde uzanan denizin sakin manzarasına doyum olmuyordu. Gerçi oruçlu olduğumuz için sadece manzarayla doyamamamız normaldir herhalde. İftarın iyice yaklaşmasının da etkisiyle insan o saatte deniz ve mehtaptan çok mayonez ve ketçapı düşünüyor haliyle. 

Her neyse… Ezan saati yaklaşırken oturduk masalarımıza, sevdiklerimizle selamlaştık, sevmediklerimize rosto gözüyle baktık. Derken ezan okundu, bir bardak su eşliğinde dua edildi ve hemen yemeğe geçildi. Daha doğrusu ben hariç herkes yemeğine başladı. Neden mi? Çünkü benim oturduğum yerde çatal-kaşık yoktu! O kadar aradım, tabağın altından masanın ayaklarına kadar her yeri taradım ama yoktu işte. O anda aklıma daha önce yaşadığım çatal faciası geldi. Resmen aynı olayın Ramazan versiyonunu yaşıyordum. Bir an evrendeki tüm çatal ve kaşıkların bana karşı bir komplo hazırladığı fikri canlandı zihnimin karanlık köşelerinde. 

Sonra her makul insanın yapacağı gibi en yakın garsona saldırıp… öhöm… seslenip bir çatal rica ettim. “Tamam efendim, hemen getiriyorum!” dedi garson telaşla. O –hemen– kelimesi adet olduğu üzere havada kaldı ve yaklaşık on dakika kadar masa örtüsünün kenarını kemirerek açlığımı bastırmaya çalıştım. Sonra bir başka garsona, ondan sonra da bir başka garsona gayet yam-yamvari bakışlarla (adam etli butluydu, ben ne yapabilirim?) isteğimi yineledim. Masadaki herkes “Çok şükür” çekerken ben “Ya sabır” demekle meşguldüm. Neyse ki sonunda yanımda oturan arkadaşlardan biri bana acıyıp bir başka masaya doğru atağa kalktı ve boş bulduğu bir çatalı kapıp bana getirdi.

17 Eylül 2011 Cumartesi

“Way of Kings” ön okuması yayında!


Brandon Sanderson’un sıradışı romanı The Way of Kings ön okumasıyla Kayıp Rıhtım’da!

Yakın zamanda Arkadaş Yayınları’nın kitabı dilimize kazandıracağını açıkladığı The Stormlight Archive (Fırtınaışığı Arşivi) Serisinin ilk kitabı olan The Way of Kings (Kralların Yolu) kitabının ön okuması M.İhsan Tatari çevirisiyle ilk defa Rıhtım’da sizlerle buluşuyor!

Bu seride kişisel çıkarları için mücadele eden insanlar, gücünü fırtınalardan alan büyülü silahlar, keskin hatlarıyla kötü kahramanlar ve bir fantastik eserde aradığınız, alışılmışın çok ötesinde bir macera var. 10 kitaplık bir seri olarak tasarlanan The Stormlight Archive (Fırtınaışığı Arşivi)daha ilk kitabından anlatacak çok şeye sahip!

Dolu dolu, yaklaşık 1000 sayfalık ilk kitabı ile daha başından okuyucuya muazzam bir dünyanın sırlarını veriyor.

İstiyorsanız gelin, ÖN OKUMAdan önce hep birlikte bu ilk kitabın tanıtım yazısına göz atalım:
Son Haraplık’tan önceki günleri özlüyorum.

Haberciler’in bizi terk etmelerinden ve Radiant Şövalyeleri’nin bize karşı dönmelerinden önceki çağ… Hâlâ dünyada büyünün ve insanların kalbinde onurun olduğu bir zaman…

Dünya bizimdi ve biz onu kaybettik. Görünüşe göre zaferin kendisinden başka hiçbir şey insan ruhunu daha fazla kamçılayamaz.

Ya da, tüm bu zaman boyunca zafer bir illüzyon muydu? Onlar daha sert savaştıkça bizim de daha güçlü karşı koyduğumuzu düşmanlarımız fark etmişler miydi? Belki de, sadece daha iyi bir kılıç yapmak için, ısıyı ve çekici gördüler. Ama çeliği yeterince görmezden gelirsen sonunda paslanır…

İzlediğimiz dört kişi var. İlki, zamanımızın en vahşi savaşında asker olmak için iyileştirmeyi zorla bir kenara bırakmış bir cerrah. İkincisi bir suikastçı, öldürdüğü gibi göz yaşı da döken bir katil. Üçüncüsü bir yalancı, bir hırsızın yüreğinin üzerinde bir bilim adamının gömleğini giyen genç bir kadın. Sonuncusu ise bir prens, savaşa olan arzusu azalırken gözleri geçmişe açılmış bir kumandan.

Dünya değişebilir. Surgebinding ve Shardwielding geri dönebilir; eski zamanların büyüsü yeniden bizim olabilir. Anahtar, bu dört insan.

Onlardan biri bizi kurtarabilir.

Ve bir tanesi, bizi yok edebilir.
Ve şimdi maceraya adım atmaya hazırlanın! Kitabın yaklaşık ilk yirmi sayfasını içeren ÖN OKUMAsına ulaşmak için yapmanız gereken tek şey BURAYA tıklamak!

Herkese iyi okumalar!

11 Eylül 2011 Pazar

Yemekhanedeki kıkırdamalar

Üniversite yıllarım… Yaz stajımızı yapabilmek için haldır huldur uygun yer bakınıyorduk Fatih’le. İşletmelerin stajyerlere bakış açısı şimdi nasılsa o zaman da aynen öyleydi. Yani stajyer eşittir istenmeyen adam. O yüzden staj yeri bulmak pek de kolay olmuyordu. Yine de uzun uğraşlar sonucu bir tekstil fabrikasında kendimize yer bulmuş ve hemen başlamıştık. 

Her ne kadar stajyerler istenmeyen adamlar olsalar da el altında bulundukları vakit değerleri birdenbire artar. Neden mi? Çünkü ücretsiz işçi pozisyonundadırlar. Bu yüzden her türlü işe koşturulup boş oturmamaları itinayla sağlanır. Bu kural bizim için de değişmemişti ve daha ilk günden koskoca fabrika içinde dört dönmüştük Fatih’le. Laboratuar, boyahane, dokuma, iplik derken girmediğimiz delik, çalışmadığımız yer kalmamıştı. 

O günün iş çıkışını hiç unutamıyorum. Yazın sıcağının altında bacaklarımızda derman kalmamış bir halde otobüs durağına yürüyorduk Fatih’le. Bir an göz göze geldik. İkimizde resmen ağlayacak vaziyetteydik. Birbirimizin varlığından destek almasak hüngür hüngür ağlayabilirdik de… Şimdi hatırladıkça gülüyoruz o halimize. 

İşin bir de yemekhane kısmı vardı. Kriz döneminde olduğumuzdan (evet, o zaman da vardı bu illet) fabrikaların kısıtlamaya gittiği ilk şey yemekhane masrafları oluyordu. Bizimkinde de durum farklı değildi. Haftanın belirli günlerinde hep aynı yemek çıkardı. Mesela pazartesileri kuru fasulye-pilav ikilisi… Salı günleri ise en çok güldüğümüz menü vardı; beyaz peynir, salatalık, domates ve su. Stajın ikinci günü büyük bir iştahla girdiğimiz yemekhanede bu sofrayla karşılaşmak tam bir hayal kırıklığı olmuştu bizde. 

“Bari yanında çay verselerdi.” demişti Fatih. 

“Suyun çay olduğunu hayal et.” demiştim ben de. Sonra da çay gibi höpürdeterek bir yudum su içmiştim. 

Fatih önce somurtmuş sonra o da benim oyunuma katılmıştı. O gün yemekhanede menüye rağmen gülebilen bir tek biz vardık herhalde. Ondan sonraki yemeklerde de bu oyunu sürdürdük ve çay niyetine yudumladık sularımızı. Etraftakilerse bize hep deli gözüyle bakmaya devam ettiler staj boyunca. 

*** 

Yıllar yıllar sonra askerdeyken aklıma geldi bu anı. Kışla yemekhanesinde oturmuş, Erhan’la önümüzdeki yemeğe bezgin bir şekilde bakıyorduk. Hep aynı yemek çıkıyordu çünkü; tavuk… 

Kısa bir iç çekişin ardından Erhan’a baktım ve tabağındakileri memnuniyetsizlikle süzdüğünü gördüm. Ardından onu neşelendirmek için su-çay oyunumuzdan bahsetmeye başladım. Zaten askerliğimin yarısı Erhan’ın moralini düzeltmeye çalışmakla geçmişti. Onunla uğraşmaktan kendi şafağımı saymıyordum. Eh, bir bakıma da iyi oluyordu. Askerlik psikolojisine kapılmıyordum bu sayede. Her neyse, anlattığım hatıra çok hoşuna gitti ve çelik bardaklardan birini kapıp höpürdeterek bir yudum aldı. 

“Oh, mis gibi çay.” dedi kıkırdayarak. Ben de ona uydum ve etraftakilerin şaşkın bakışları arasında gülmeye başladık. 

“Burası da boğaz zaten…” dedim, elimle pencereleri işaret ederek. 

“Vay be, manzaraya bak.” dedi Erhan, daha da fazla gülerek. “Ya şu karidesten çok sıkıldım artık. Hep karides, hep deniz mahsulü olmaz ki ama…” diye ekledi sonra da, önündeki tavuğu işaret ederek. 

“Al benden de o kadar! İnsan ara sıra tavuk falan yapar yahu!” dedim ben de kahkahalar eşliğinde. Ondan sonraki yemeklerde de bu oyunu sürdürdük çılgın kahkahalar eşliğinde. Etrafımızdakilerse bize hep deli gözüyle bakmaya devam ettiler askerliğimiz boyunca.

3 Eylül 2011 Cumartesi

Dresden Dosyaları 3: Hayalet Tehlikesi - Kitap İnceleme


Hayatınızın çok monoton geçmesinden mi şikâyetçisiniz? Bir daha düşünün. Harry Dresden bir parça monotonluk için sizinle asasını bile takas edebilir. Ya da Bob’u…
Önce kara büyücüler ve iblisler, ardından da gözü dönmüş kurt adamlar… Tam Harry “Daha kötü ne olabilir ki?” demişken âdet olduğu üzere işler bir kez daha kontrolden çıkıyor ve bahtsız büyücümüze bu kez de hayaletler musallat oluyor. Üstelik yanlarında pençelerini, dişlerini ya da bilumum kesici uzuvlarını Harry’ye geçirebilmek için yanıp tutuşan pek çok yardakçıyı da beraberlerinde getirerek…
Kimi arayacaksınız?
Hayalet Tehlikesi, tabiri caizse fırtına gibi bir açılışla başlıyor. Hayaletler bilinmeyen bir nedenden ötürü zıvanadan çıkmış durumda ve itina ile Chicago’nun altını üstüne getirmekle meşguller. Hayalet Avcıları’nın numarasıysa maalesef rehberde yok. Onun yerine talihsiz büyücümüz Harry’ninki var ve işler içinden çıkılmaz bir hal almaya başlayınca ilk aranan da o oluyor elbette. Telefon rehberindeki tek profesyonel büyücü kendisi olunca böyle durumlardan kaçınması zor oluyor sanırım.

İşler sadece hayaletlerle de sınırlı kalmıyor elbette. Tıpkı ilk iki romanda da olduğu gibi her şey yine bir güzel sarpa sarıyor. Bianca ve vampirleri yeniden boy gösteriyor ve ilk kitapta ekilen husumet tohumlarının filizlenmeye başladığına şahit oluyoruz. Kan emici dostlarımız dışında“Kâbus” isimli son derece kuvvetli ve bir o kadar da gizemli bir düşman daha ortalıkta dolaşmakta ve yaşayanların dünyasına aşırı derecede zararlar vermekte.

Ama panik yok, Harry bu kez yalnız değil. Kendisine Michael adında (tam adı Michael Joseph Patrick Carpenter) gerçek bir şövalye eşlik ediyor. Normal hayatta basit bir marangoz olan Michael da tıpkı Harry gibi modern zamanlarda yaşayan eski çağların insanlarından. Omuzlarında bir pelerin ve elinde Amoracchius adındaki devasa kılıç, altındaysa kot pantolon ve spor ayakkabılarla arşınlıyor sokakları. Michael gerçekten de enteresan ve sevilesi bir karakter. Daha ilk anlardan itibaren asil tavırları, sarsılmaz inancı ve modern dünyayla oluşturduğu tezatla kalbinizi fethetmeyi başarıyor. Kendisini özetlemem gerekseydi kısaca Harry’nin tam tersi derdim herhalde (bu arada demiş de bulundum). Michael, Harry’nin büyücülük numaralarından ve inançsızlığından pek de hoşlanmıyor fakat her ikisi de ortak bir amaç için yani kötülüğü yok etmek adına çabaladıklarından bazı şeylere göz yumuyor. O ve bir de Harry’nin aslında iyi yürekli bir insan olması… Bu ikilinin arasında geçen diyaloglar da kitaba ayrı bir tat katıyor gerçekten de.
Harry: Allah kahretsin!
Michael: Öyle demek istemedi Tanrım!
 Harry ise yine bildiğimiz Harry. Yani olup olmadık yerde yorumlarıyla okuyucuya kahkahalar attıran, başı beladan kurtulmayan ve bir türlü iki yakası bir araya gelmeyen Harry.