Yorgun Savaşçı yeşil bir tepenin zirvesine doğru hızlı adımlarla yürüyordu. Güneş solundaki dağların ardından hızla batıyor, ertesi şafağa kadar iyi bir uyku çekmeye hazırlanıyordu. Batmakta olan güneşin kızıl ışıkları tüm gökyüzünü koyu bir turuncuya boyamıştı. Savaşçı, soluk soluğa tepenin zirvesine vardı ve önünde göz alabildiğince uzanan, beyaz papatyalarla bezenmiş vadiye baktı. Gözleri hızla vadiyi taradı. Bir şey arıyordu ama ne aradığını bilmiyordu. Şu anda nerede olduğunu da bilmiyordu. Bildiği tek şey bir şey vardı o da aradığı şeyin – o şey her neyse – buralarda bir yerde olduğuydu. Birdenbire bir hareket çarptı gözüne. Önünde, oldukça ileride hoplayıp zıplayan bir karaltı vardı. Halbuki az önce orada hiçbir şey olmadığına yemin edebilirdi. Bir adam için fazla kısaydı karaltı. Belki de sakallı bir cüceydi… Ama daha önce hiç hoplayıp zıplayan bir cüce görmemişti. Cüceler bu kadar neşeli olmazdı hem. Onlar genellikle sürekli somurtup homurdanır ve ayaklarını sürüye sürüye yürürlerdi. Bu ise oyun oynarmışçasına oradan oraya atlayıp zıplayarak ilerliyordu. Tıpkı bir çocuk gibi… Karaltı gittikçe uzaklaşmaya başlamıştı. Onu izlerken içinde ansızın bir aciliyet ve telaş ve hissi uyandı. O anda aradığı şeye bakmakta olduğunu anladı. Tepeden aşağı hızla, koşarcasına indi ve minik gölgeyi takibe başladı.
Ama takip umduğu kadar kolay değildi. Bir kere çok yorgundu, adı üstünde Yorgun Savaşçıydı o. Bacakları onu istediği hızda taşıyamıyordu. Hedefi ise tam aksine oldukça enerjik görünüyordu ve aradaki mesafeyi giderek açıyordu. Adımlarını elinden geldiğince hızlandırdı. Tam bir papatya öbeğinin ortasından geçecekti ki tam ayağının dibinden, pek çok ağızdan çıkarmış gibi gelen tiz bir ses “Basmaaaaa!!!” diye bağırdı. Savaşçı oracıkta, bir ayağı havada kalakaldı. Sesin nereden geldiğini anlamak için sağına soluna baktı. Tam o sırada sesler yine aynı tizlikte, hani kasetçaları hızlı çekime alısınız da sesiniz incecik çıkar ya, işte aynı o tonda konuşmaya başladı. “Sen nereye gittiğini sanıyorsun? Ne yapmaya çalışıyordun? Önüne baksana!” Ses gerçekten de pek çok ağızdan çıkıyordu, çünkü konuşanlar papatyalardı. Savaşçı şaşkın gözlerle papatyalara bakakaldı. Bu sırada 100 kadar papatya hala hep bir ağızdan konuşmaya devam ediyordu. “Bizi ezecekti gördünüz değil mi?” dedi biri. Hemen “Sen bir çiçek olmanın ne kadar zor olduğunun farkında mısın?” diye çıkıştı diğeri. “Hiç sanmıyorum şekerim. Baksana, bu daha çok bir hıyara benziyor” dedi öteki ve hep bir ağızdan gülüştüler. Savaşçı hala bir ayağının havada olduğunu fark ederek hafif utangaçlık hafif kızgınlıkla ayağını yere indirdi ve başını kaldırıp izlediği gölgeyi aradı. Gölge, bir tepenin ardında kaybolmak üzereydi, arayı iyice açmıştı. Papatyaların çığlıklarına kulak asmayarak çevik bir hareketle öbeğin üzerinden atladı ve hızla koşmaya başladı. Arkasından hep bir ağızdan yükselen tiz bir “Hıyaaar!!” bağırtısı duydu. Pelerini arkasında rüzgarla savruluyordu. Papatyalara basmamaya dikkat ederek, yorgunluğunu hiçe sayarak koştu savaşçı. Hedefine ne pahasına olursa olsun ulaşmalıydı.
Az sonra izlediği gölgenin kaybolduğu tepenin üzerindeydi. Artık iyiden iyiye soluk soluğaydı. Bir adım atacak hali dahi kalmamıştı. İşin kötüsü ise görünürlerde takip ettiği kişiden tek bir iz bile yoktu. Sadece alabildiğince uzanan çimenler ve geveze papatyalar… Bitkinlik ve bezginlikle, oturup dinlenebileceği bir yer aramak için arkasına döndü. Ve o anda tam arkasında duran bir çocuk ile burun buruna geldi. Şaşkınlıkla olduğu yerde zıplayıverdi. Bu, ufaklığın çok hoşuna gitmiş olacaktı ki keyifle kıkırdamaya başladı. Savaşçı ilk şaşkınlığı üzerinden attıktan sonra bu çocuğun takip ettiği gölge olduğunu fark etti. Çocuk tarif edilemez derecede tanıdık geliyordu kendisine, bir o kadar da yabancı. Başını hafifçe yana eğerek çocuğu dikkatle incelemeye başladı. Hayretle çocuğunda aynı kendisi gibi, başı hafifçe yana eğik bir şekilde kendisine bakmakta olduğunu gördü. Çocuk önce ona gülümsedi, sonra aklına bir şey gelmişçesine suratını astı ve küskün bir tavır takındı.
“Sorun nedir ufaklık?” diye başladı Savaşçı konuşmaya, birinin başlaması gerekiyordu çünkü…
“Beni unuttun” diye cevapladı minik sesiyle, küskün küskün.
“Seni unutmak mı? Ama… ama ben seni tanımıyorum bile”
“Bak, gördün mü? Unuttun işte…” diye çıkıştı ufaklık daha da küskün bir şekilde.
Savaşçı şaşırmıştı. Çocuk gerçekten de tanıdık geliyordu kendisine. Ama bir türlü nereden olduğunu çıkaramıyordu.
“Beni unutmayacağına söz vermiştin.” dedi ufaklık ve Yorgun Savaşçının bacağına doğru sıkı bir tekme savurdu. “Beni güya hiç unutmayacaktın, ne olursa olsun kaybolmama izin vermeyecektin. Söz vermiştin.”
“Ben kimseye böyle bir söz vermedim” diye çıkıştı Savaşçı, minik ayağın çarptığı yeri ovuşturarak.
“Yalan söylüyor, yalaaaaan!” diye geldi tepedeki papatyaların tiz cevabı. Savaşçı, çiçeklere öfke ile baktı ve o yöne doğru bir alev topu fırlatmamak için kendini zor tuttu.
“Kimseye değil, kendine…” dedi ufaklık ve manalı bir bakış attı. Savaşçı gözlerini kısarak baktı ufaklığa. Sonra anladı. Gözleri fal taşı gibi açıldı bu defa da…
“Sen… ama bu imkansız!” dedi şaşkınlıkla. Çocuk, hatırlanmanın verdiği gurur ve mutlulukla başını dikleştirdi. “Nedenmiş o? Eskiden imkansız diye bir şey olduğuna inanmazdık.” dedi. Biz demişti konuşurken, bu savaşçının tüm şüphelerini ortadan kaldırmıştı. Karşısındaki gerçektende sandığı kişiydi, yani içindeki çocuk…
Sanki şaşkınlık ve yorgunluk güçlerini birleştirip omuzlarına bastırmışlar gibi birdenbire üzerine bir ağırlık çöktü. Bu çok fazlaydı onun için… olduğu yere çöküverdi. Çocuk bir an için yine başını yana eğerek ona baktı, sonra savaşçının çok eskiden bildiği ama artık unuttuğu bir tekerleme söyleyerek hoplaya zıplaya savaşçının etrafında dönmeye başladı. Savaşçı ise oturduğu yerde şaşkınlıkla onu izliyordu. Sonra dönmeyi bıraktı ve yine küskünlük dolu bir ifade takınarak savaşçının yanına oturdu. “Neden?” diye sordu ağlamaklı bakışlarla “Neden beni unuttun?” Ona bakamadı savaşçı, konuşamadı. Zorlukla yutkundu, boğazında bir yumru vardı sanki. İçindeki çocuk ruhu kaybedeli uzun zaman olmuştu. Şimdi bu kadar aradan sonra onu yanı başında görmek onu şaşırtmıştı. Aslında onu –görmek- bile şaşırması için yeterliydi. Yavaşça başını tekrar ona doğru çevirdi ve hala beklenti ile kendisine bakan gözlerle karşılaştı. Sonunda konuşmaya başlaması gerektiğine karar verdi. “Üzgünüm” dedi “Ben artık eski ben değilim, farkındayım bunun. Hayat şartları değiştirdi beni. Hayat koşturmacasına o kadar kaptırmışım ki kendimi, zorluklarla mücadele etmeye o kadar adamışım ki, artık… artık…”
“Artık hayatın eğlenceli yanını görmez oldun” diye tamamladı ufaklık.
“Evet, maalesef öyle. Ama ne yapabilirim ki? Hayat gerçekte de çok zor ve tüm gücümle çabalamama rağmen hiçbir şey istediğim gibi gitmiyor. Rüzgar önünde oradan oraya savrulan bir yaprak gibiyim”
Tam o esnada rüzgarla savrulan bir kuru bir yaprak “Bir de bana sor…” diyerek yanlarından geçip gitti. Bir an için ikisi birden yaprağın ardından baktılar. Sonra çocuk gülmeye başladı. Kahkahası o kadar şen, o kadar bulaşıcıydı ki Yorgun Savaşçı da ister istemez gülmeye başladı. Birbirlerinin omuzlarına yaslanarak dakikalarca güldüler. Uzun zamandır böyle gülmediğini fark etti birden savaşçı… uzun zamandır hayattan zevk alamadığını fark etti. Çocuğa baktı ve “Üzgünüm, gerçekten…” dedi.
Çocuk anladığını belirtmek için hararetle başını salladı ve umut dolu bakışlarla “O halde burada kal, yanımda.” dedi “Birlikte oyunlar oynar, maceralar yaşarız. Tıpkı eski günlerdeki gibi”
İlk başta bu teklif çok cazip geldi Savaşçı’ya. Tüm dertlerinden ve tasalarından kurtulmak ve hiçbir şeyi umursamadan yaşamak. Sonra sorumlulukları geldi aklına, ona ihtiyacı olan insanlar geldi gözünün önüne. Yapamazdı. Başını olumsuz anlamda salladı. Yapılması Çocuk hayal kırıklığıyla baktı kendisine. Sonra hışımla ayağa kalktı ve koşarak oradan uzaklaştı. Savaşçı arkasından gitmeye yeltendi ama ne yapacaktı, ne diyecekti ona? Tutamayacağı sözler vermeyi sevmezdi. Burada kalamayacağını da biliyordu. Uzaklaşan çocukluğunu hüzünle izledi oturduğu yerde…
Üzerinde bir yerlerde bir esneme sesi duydu. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı ve Ay’ın uykusundan gerinerek uyandığını gördü. Kafasındaki ponponlu gece şapkasını çıkardı Ay ve gökyüzüne doğru silkeledi. Şapkanın içinde binlerce küçük yıldız saçılıp gökyüzünü kapladı. Gece çökmüştü. Düşüncelere dalmıştı. Orada ne kadar oturduğunu bilemiyordu. Artık hareket etmeye başlasa iyi olacaktı. Ağır ağır kalktı oturduğu yerden. Ne tarafa gideceğinden emin olamaz bir halde yürümeye başladı. Hala nerede olduğunu bilmiyordu. Bir müddet daha amaçsızca yürümeye devam etti. O yürüdükçe papatyaların boyu daha da uzadı, gövdeleri kalınlaştı. Az sonra bir papatya ormanında yürüyordu. Sapları ağaç gövdeleri gibi kalındı, tepeleri ise görünmeyecek kadar yukarıda. Biraz sonra ise gerçek ağaçların arasında, bir ormanın ortasında yürüyordu. İleride bir ateş görür gibi oldu. Pelerinine sıkıca sarınarak gölgelerin arasına ustalıkla karıştı ve sessizce ateşin yandığı açıklığa doğru yaklaştı. Küçük bir kamp ateşiydi bu. Üzerinde yavaşça pişmekte olan bir tavşan vardı. Ateşin arkasında ise parlak zırhı içinde oturan bir şövalye… İnanamayan gözlerle baktı Savaşçı. Şövalye gerçek olamazdı. O sadece kafasında canlandırdığı bir karakterdi çünkü, bir lakaptı o. Ama işte orada, tam karşısında oturuyordu çelik zırhı içerisinde. Ne yapacağını bilemez vaziyette orada dururken şövalye konuştu. “Orada olduğunu biliyorum” dedi. “Saklanmana gerek yok, seni ısırmam. Hem bu tavşanın senden daha lezzetli olduğuna da eminim” diye ekledi yemeğinden bir lokma alırken. Yorgun Savaşçı ileri doğru bir adım atarak gölgelerin arasından sıyrıldı. Şövalye eliyle karşısındaki kütüğü göstererek oturmasını işaret etti. Gösterilen yere oturdu. Nedense Savaşçı bir asabilik hissediyordu şövalyede. Bir süre konuşmadılar. Şövalye yemeği ile meşguldü. “Neden geldin?” diye sordu sonunda, tavşandan artakalanları bir kenara bırakırken. Bu soru şaşırtmıştı Savaşçıyı. Buraya tesadüfen geldiğini anlatmaya çalıştı, “İsteyerek gelmedim” dedi. Bu söz Şövalyeyi sinirlendirmişti. “Demek isteyerek gelmedin, öyle mi?” dedi sinirle, artık asabiliğini gizlemeye gerek görmüyordu anlaşılan. “Bende akıllandığını, pişman olduğunu sanmıştım. Ne kadar budalayım. Gerçekten de Gurulu Budala ismi iyi yakışmış bana.”
“O ismi sana ben takmadım biliyorsun. Hem ne için pişman olacakmışım?”
“Bir de soruyor musun? Hem utanmadan yanıma gelip huzurumu kaçırıyorsun hem de suçunu bilmezlikten geliyorsun. Savaşçıların yüzkarası seni.”
“Affet beni gururlu Şövalye ama gerçekten de neden bahsettiğini anlayamadım.”
“Anlamamışmış. Sen onu benim çizmelerime anlat. Uğruna savaştığı şeyleri terk eden sen değil misin? Sevgiden ve sevilmekten kaçan?”
Savaşçı bu kez anlamıştı. Ama buna verebileceği bir cevabı yoktu, Şövalye haklıydı çünkü. Bir müddet bakıştılar. “Evet” dedi sonunda Savaşçı “O uğurda savaşmaktan vazgeçtim ben”
“Neden?” diye sordu. Bu, bugün bu soruyu ikinci duyuşuydu Savaşçının.
“Çünkü öyle olması gerekiyordu. Söyle bana şövalyem. Bugüne kadar bu uğurda savaştık da ne oldu? Kıymetimizi bilen mi oldu? Bizim uğrumuza canla başla çabalayan mı?”
“Ama bu ileride olmayacağı anlamına gelmez. Bu soylu uğurda çabalamaktan vazgeçmemizi gerektirmez. Denemeye devam etmeliyiz” diye cevapladı şövalye hararetle.
“Hayır… o defterler benim için artık kapandı. Birkez daha aynı hayal kırıklıklarını yaşayamam. Ben vazgeçmeyi seçtim ve vazgeçiyorum”
“Korkaksın da ondan!” diye bağırdı şövalye sinirle.
“Hayır, sadece o kadar budala değilim” dedi Savaşçı iğneleyici bir tonla.
Şövalye bu hakareti kaçırmadı. Hışımla ayağa kalkarak kılıcını çekti ve Savaşçının üzerine yürüdü. Kılıç hızla indi ve başına bir iki santim kala durdu. Yorgun Savaşçı kıpırdamadı bile. Şövalyenin ona zarar vermeyeceğini biliyordu. Hem istese bile bir kılıçla kendisine zarar veremezdi zaten. Gözlerini kaldırıp Şövalyenin gözlerine dik dik baktı. Şövalyenin titreyen kolu kılıcı yavaşça indirdi. Arkasına döndü, birkaç adım uzaklaştı. Sonra bir savaş çığlığı atarak Savaşçının üzerine atıldı.
Uyandı… Sıçrayarak yattığı yerde doğruldu. Kalbi güm güm atıyordu, kollarını aslında orada olmayan bir saldırıyı savuşturmak için kaldırmıştı. Rüya görüyordu. Tabi ya… Bu bütün o gariplikleri açıklıyordu. İçindeki çocuk, esneyen ay… Derin bir nefes alarak tekrar başını yastığa yasladı ve düşünmeye başladı. Evet, bir rüyaydı gördüğü. Ama bu rüyada göz ardı edemeyeceği bir gerçek payı vardı. İçindeki çocuk gitmişti gerçekten de, içindeki şövalye de öyle… Geriye sadece bir kişi kalmıştı, Yorgun Savaşçı… Ve bunun tek sorumlusu maalesef kendisiydi. Uzaklardan bir yerden bir grup papatyanın kendisine “Hıyaaar!” diye bağırdığını duyar gibi oldu. Sonra yavaşça huzursuz ve mutsuz bir uykuya daldı.
Lina Areklew "Death in Summer"
1 gün önce
2 comments:
"hıyaaarr"ın desibeli kaç mit'ciim?:)o da etkili olmasın?
O kadar şey yazdım, aklında bir o mu kaldı kanki :)
Yorum Gönder