7 Nisan 2009 Salı

Uzak diyarların birinde... ( Bölüm 1 )


Uzak diyarların birinde, çok eski bir krallığın sınırlarında bir orman vardı. Google ormanları denirdi buraya. Uçsuz bucaksız bir ormandı çünkü ve içerisinde aradığınız hatta aramadığınız her şeyi bulmanız mümkündü. Bu ormanda yaşıyordu Şövalye. Uzun zaman önce ülkesini terk etmiş (daha doğrusu zorla terk ettirilmiş), amaçsız bir şekilde dolaşırken buralara kadar gelmişti. Daha önceleri de gelmişti bu ormana, ama o zamanlar ormanın güzelliği dikkatini hiç çekmemişti. Büyük ihtimalle görevini her zaman her şeyin üstünde tuttuğu içindi. Ama bu sefer bir görevi yoktu. Hoş, artık kendisine görev verecek kimse de yoktu. Ve ilk defa o gün, ormanın güzelliği dikkatini çekmişti Şövalyenin. Çok sakindi bir kere, çok sessiz, çok doğal… Tam da emekliliğine ayrılmış ve artık kafasını dinlemek isteyen eski bir kahramanın isteyeceği gibi bir yer… O gün bu gündür orada yaşıyordu emekli kahraman. Ormanın ortasında kendisine ufak bir kulübe inşa etmişti. Tam kulübesinin yanında durgun, üzeri nilüferlerle bezeli geniş bir göl vardı. Altavista gölü diyordu halk buraya. Çünkü gölün içinde de ne ararsanız bulabiliyordunuz ama ormana kıyasla pek fazla değildi bu. Hemen arkasındaki ufak bir dağdan küçük bir şelale akıyordu göle. Şövalye uzun zamandır olmadığı kadar huzurluydu burada. Tek sıkıntısı yalnızlıktı. O da pek uzun sürmedi.


Ormanın hemen kıyısında küçük bir yerleşim birimi vardı. Şövalye, yerli halkın kendisini hoş karşılamayacağından kokuyordu. Ne de olsa bir yabancıydı ve ormanlarına izinsiz girmiş, hatta utanmadan bir de ev inşa etmişti. Ama korktuğu gibi olmadı. Köyün insanları sevecen bir halktı. İlk başta bu yabancıya kuşkuyla yaklaştılar elbette. Ama onu ve soylu ruhunu biraz tanıyınca bu sürgün edilmiş kişiyi hemen bağırlarına bastılar ve kısa zamanda ona kendilerinden biriymiş gibi davranmaya başladılar. Hatta kendisine yiyecek ve giyecek yardımı yapmayı bile teklif ettiler. Fakat Şövalye bunu kibarlıkla reddetti. Elbette yiyecek ve giyeceğe ihtiyacı vardı ama ne olursa olsun o hala soylu bir şövalyeydi ve böylesine bir yardımı kabul etmeyi gururuna yediremezdi. Şeref ve gurur bir şövalyenin her şeyiydi. Bu cevabı alan köylüler üzüntü ve anlayış mırıldanmaları ile karşıladılar şövalyenin yanıtını. Sonra içlerinden en yaşlısı ileri doğru bir adım attı ve bir teklifte bulundu. Şövalye bunları karşılıksız almak zorunda değildi. Eğer köyün sınırlarını ve ormanı köylüler için korumayı kabul ederse… Şövalye teklifi minnetle kabul etti. Böylece Şövalye ile köylüler arasında sıkı bir bağ kurulmuş oldu. Köylüler yakınlarda bir yerde böyle birinin olmasından çok memnundular. Şövalye de yeni hayatından oldukça memnundu. Memnun olmayanlar ise bu ufak köyü gözlerine kestirmiş olan goblinler ve kurt sürüleri idi. Çünkü hiçbiri gözüpek şövalyenin koruduğu bu yere yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Cesaret edebilen birkaçı ise çoktan atalarının salonlarını boylamıştı.

Böylece mevsimler mevsimleri, yıllar yılları kovaladı ve Şövalye yeni hayatına iyice alıştı. Artık kurt sürüleri de rahatsız etmiyordu onları. Goblinler ise uzun zamandır görülmüyorlardı civarda. Anlaşılan Şövalyenin namı kendinden önce yürüyordu. Bu durumdan hiç kimse şikayetçi değildi elbette. Bazen eski macera dolu günlerini özlese de kahramanımız da bu yeni, huzurlu hayatı daha çok seviyordu. Zaten sıkılmıyordu da… Köyün çocukları onu hiç yalnız bırakmıyordu çünkü. Sık sık ziyaretine gelip, onlara bir hikaye anlatması için yalvarıyorlardı. O da onları kıramıyor, her seferinde birbirinden farklı maceralar anlatıyordu çocuklara. Çoğu eskiden yaşadığı şeylerdi, bazılarını da kafasından uyduruyordu. Elbette biraz abartı sanatını da kullanıyordu anlatırken. Ama çocukların bir karış açık kalan ağızlarını görmek ve neşeyle kendisine tezahürat etmelerini duymak kendisine oldukça keyif veriyordu. Ufacık, küçük yalanların kimseye zararı olmazdı, özellikle de çocukları mutlu etmek için söyleniyorlarsa… Bunların dışında yeni bir hobi de edinmişti kendine, tahta oymacılığı… Ormanda geçirdiği yıllar ona ağaçları yakından tanıma fırsatı sunmuştu. Artık hemen hemen her ağacı tanıyor, her türlü bitkinin zarar ve faydalarını biliyordu. Tahta oyma işinde en çok gül ve ceviz ağaçlarını tercih ediyordu. Dalları özenle topluyor, dikkatli bir şekilde kulübesine getiriyor ve günler hatta gecelerce üzerlerinde çalışıyordu. İlk başta basit şekillerle yetiniyordu. Fakat ustalaştıkça daha güzel eserler çıkmaya başlamıştı ortaya. Atlar, çiçekler, kulübeler ve çeşitli küçük oyuncaklar yapıyordu tahtadan. Ama en büyük gözdesi, şaheserim dediği küçük ejderha oymasıydı. Ejderha, gerçeğine o kadar çok benziyordu ki Şövalye bile oyma işi bittiğinde elinden çıkan esere şaşkınlıkla bakakalmıştı. “Herhalde çok fazla ejderha gördüğündendir” diye yorumlamıştı ufaklıklardan biri bu durumu. “Sanırım haklısın” diyerek cevaplamıştı Şövalye, gevrek bir kahkaha eşliğinde. Oysa hayatı boyunca topu topu bir ejderha görmüştü, o da uzaktan. Zaten yakından görse şu an burada olamazdı, değil mi ama? Tabi ki bu küçük bilgi kırıntısını çocuklarla paylaşmak yerine kendisine saklamayı tercih etti. O, onların kahramanıydı ve bunun böyle kalmasını istiyordu. Genellikle tahtadan oyduğu şeyleri kendisini ziyarete gelen çocuklara hediye ederdi. Ama ejderha oymasına ayrı bir önem veriyordu ve onu öylesine birine vermek de istemiyordu. Bu yüzden çocuklar arasında ufak bir yarışma düzenledi ve birinci olana ejderhayı hediye etti. Kazanamayanlara da yine kendi oyduğu küçük oyuncaklardan dağıttı. Böylece herkes mutlu ayrıldı evine.


Günlerden bir gün bir öğle vakti, Şövalye kulübesinin önünde kestiriyordu. Çocuklar bugün ziyaretine gelmemişti ama biraz yalnız kalıp kafasını dinlemeye hiç mi hiç itirazı yoktu. Özellikle de böyle güzel bir havada… Harika bir bahar öğleden sonrasıydı. Kuşlar etrafta cıvıldıyor, bir meltem tatlı tatlı esiyordu. Tam kendinden geçmişti ki kulaklarına koşarak yaklaşan bir çift ayak sesi geldi. Tek gözünü açıp baktığında bunun köyün gençlerinden biri olduğunu gördü ve gerinerek oturduğu yerde doğruldu. Herhalde yaşlılar meclisiden bir haber getiriyordu, büyük ihtimalle yine o yemeklerden birine davetliydi. Sonra farklı bir şeyler sezdi havada, ters bir şeyler vardı. Koşuşunda bir telaş vardı gencin, yüzünde ise bir panik. Hemen ayağa kalktı ve delikanlıya doğru ilerledi. Haberci yanına vardığında soluk soluğaydı. Henüz ergenliğe yeni ulaşmış, çilli bir delikanlıydı. Konuşmaya başlayabilmesi için elleri dizlerinde bir müddet soluklanması gerekmişti. Sonra telaşla anlatmaya başladı.
“Cadı… çocuklar… gitmiş!”
“Hey hey, sakin ol bakalım delikanlı. Yavaş yavaş anlat bakalım, gel otur şöyle” dedi ve delikanlın koluna girerek onu kulübeye doğru yöneltti. Ama delikanlı karşı çıkarak Şövalyenin kolundan çıktı ve irileşmiş gözlerle anlatmaya devam etti.
“Oturmak için vakit yok soylu kişi. Çocuklar kayıp, hepsi gitti!” dedi telaşla
“Çocuklar kayıp da ne demek?” diye sordu Şövalye çatık kaşlarla.
“Kayıp… Hepsi gitti. Dün gece köye bir yolcu geldi. Yaşlı bir kadın. Bir geceliğine kalacak bir yer istedi, uzun yoldan geliyorum dedi. Biz de kıyamadık, kendisini buyur ettik. Her zamanki gibi akşam yemeği için büyük salonda toplanmıştık. Konuğumuzu başköşeye oturttuk. Her şey oldukça normaldi, hep beraber yiyip içtik ve konuğumuz şerefine geleneksel dansımızı yaptık. Gecenin ilerleyen saatlerinde konuğumuz ayağa kalktı ve bir konuşma yapmak istediğin söyledi. Bir teşekkür konuşmasıydı bu. Misafirperverliğimiz için bizlere teşekkür etti ama daha önemli işleri olduğunu ve bu kokuşmuş köyde daha fazla kalamayacağını söyledi. Hepimiz yüzümüzde geniş bir sırıtışla donakaldık. Bu resmen hakaretti. Sonra birden o sevimli yaşlı kadın gitti yerine çirkin, kanca burunlu bir kadın geldi. Yo bir kadın değil, bir cadı…” Birden o korku verici hatıranın etkisiyle genci bir titreme aldı. “O ko-ko-konuşurken salondaki ışıklar sönmeye başladı. O ise gittikçe büyüyordu sanki. Sonra anlayamadığım bir dilde bazı kelimeler söyledi ve avucundaki bir avuç tozu üzerimize üfledi. Sonrasını ise hatırlayanımız yok. Hepimiz uyumuşuz. Sabah uyandığımızda cadı gitmişti, tüm çocuklar ise kayıptı. Ne yapacağımızı bilemedik, her tarafı aradık, isimleriyle çağırdık ama…” delikanlının sesi gözyaşları ile kesildi. Şövalye nazik bir biçimde tekrar gencin koluna girdi ve oturması için yardım etti. Genç utangaç bir şekilde gözyaşlarını kuruladı. “Üzgünüm soylu kişi, bir erkek ağlamamalı biliyorum ama kardeşim… henüz üç yaşında ve onun için endişeleniyorum.”
“Sevdiğimiz biri için gözyaşı dökmenin utanılacak bir yanı yoktur evlat” diye teselli etti onu Şövalye. Genç minnettarlıkla baktı kendisine, biraz da olsa toparlanmış görünüyordu.
“Neden hemen bana gelmediniz?” diye sordu Şövalye.
“Büyülü uykudan çok geç uyandık. Saat neredeyse öğleni geçiyordu. Çocukların yokluğunu fark ettiğimizde ise aklımız başımızdan gitti. İçimizden biri doğru dürüst düşünene kadar epey bir vakit geçmişti. Yaşlılar birimizin sana haber vermesi gerektiğine karar verdi ve ben seçildim. Köyün en hızlı koşucusuyumdur” diyerek şişindi delikanlı. Bununla gurur duyduğu belliydi. Şövalye gülümsedi ve “İyi iş çıkardın evlat” diyerek delikanlının sırtını sıvazladı. “Git yaşlılar heyetine haber ver. Onlara de ki Soylu Şövalye hayatı pahasına da olsa çocukların peşinden gidecek ve onları kurtarmak için elinden geleni yapacak.” Genç ışıl ışıl, umut dolu bakışlarla baktı ona ve elini sıkarak ayağa kalktı. “Yaşlılarımızın dediğine göre cadının kulübesi ormanın karanlık tarafında. Buranın güneyinde kalan bir bölge. Biz oraya pek gitmeyiz. Senin de gitmemeni isterdim ama yolun oradan geçiyor maalesef. Bahtın açık olsun şövalyem.” dedi ve koşarak köyün yolunu tuttu.


Şövalye genç habercinin uzaklaşmasını seyretti. Delikanlı gözden kaybolduktan sonra bir müddet daha oturdu ve kendisine getirilen haberleri ölçüp tarttı. Eğer anlatılan hikaye doğruysa bu kez karşısında gerçekten de güçlü bir rakip vardı. Cadılarla hiç savaşmamıştı üstelik. Aslında kurtlar ve vahşi hayvanlar dışında hiçbir şeyle savaşmamıştı yıllardır. Kendini böyle bir mücadele için oldukça hazırlıksız hissediyordu. Kulübe duvarına yaslanmış bir şekilde duran, yer yer paslanmış, çentiklerle dolu kılıcına baktı. Kılıç da uzun süredir çalı çırpı toplamak dışında kullanılmamıştı, bir cadıya karşı pek bir yararı dokunmazdı doğrusu. Ama kendine güvenen bu insanları ve çocukları yüzüstü bırakacak değildi. Özellikle de çocukları… Yavaşça kalktı ve eski kılıcını alıp belindeki kınına yerleştirdi. Birden kanında dolaşan adrenalini hissetti. Bu huzurlu yaşamı ne kadar sevse de aslında için için yeni bir macera yaşamaya can attığını inkar edemezdi. Ve işte… yeniden bir maceraya atılıyordu. Heyecanlı ve kararlı adımlarla ormanın derinliklerine doğru yürümeye başladı.


Ormanın içerisinde saatlerce ilerledi. O yürüdükçe ağaçların şekilleri yavaş yavaş çarpılmaya ve deforme olmaya başladı. Kuşların neşeli cıvıltıları ve sağda solda koşuşan sincaplar da yerlerini şüpheli karaltılara bıraktılar. Şövalye daha önce bu bölgeden bahsedildiğini duymuştu ama bu taraflara hiç gelmemişti hayatında. İlerledikçe de ‘iyi ki gelmemişim’ demeye başlamıştı zaten. Gençlik günlerinde olsa, hele bir de kendine verilmiş bir vazife ile gelse bana mısın demez, gözü kara bir şekilde dalardı ormana. Ama şimdi belinde paslı bir kılıç ve üzerinde yılların yorgunluğu ile orman hiç de davetkar görünmüyordu. Hani gururuna yedirebilirse korkuyorum diyecekti. Sinirle “Ne yaptığını sanıyorsun sen budala?” dedi kendi kendini azarlayarak. “Sen bir şövalyesin. Cesur… Yürekli… Korkuyorum da ne demek? Şimdi git ve o yaşlı kokonaya gününü göster!” Tam o anda arkasından bir huuu! sesi geldi ve şövalye olduğu yerde zıplayarak geri döndü. “Kim var orda?” diye bağırdı korkuyla. Sesi çok zayıf çıkmıştı, titremekten zırhı tangırdıyordu. Hu-uuu! diye geldi ses tekrardan, ardından karanlık dalların arasından iri bir baykuş havalanarak uzaklaştı. Şövalye etrafta bu utanç dolu anı gören kimse olmadığına büyük bir memnuniyet duyarak alnındaki terleri sildi ve karanlık orman yolunda dikkatli bir şekilde ilerlemeye devam etti.



Bir saat kadar sonra hava iyice kararmıştı. Artık ağaçların arasından kuşku dolu, parlak kırmızı gözler görünüyordu. Bu gözlerin neye veya kime ait olduğunu bilmek dahi istemiyordu şövalye. Tek isteği kendisini rahatsız etmemeleriydi o kadar. Sonra orman birden bire sona erdi, yol ise aşağı doğru bir meyil alarak genişledi. Yolun sonunda, pencerelerinde sıcacık, pırıl pırıl ışıklar yanan büyük, lüks bir köşk çarptı şövalyenin gözüne. Köşkün çok davetkar bir görüntüsü vardı, sanki insanı kendisine doğru çekiyordu. Ormanın karanlığını arkada bıraktığına sevinerek, dost bir yüz bulma ümidiyle eve doğru adımlarını hızlandırdı. Yolun ortasında birdenbire midesinde çok büyük bir açlık hissetti. Öyle bir açlıktı ki bu, yiyecek bir şeyler bulma hevesiyle evin kapısına doğru koşmaya başladı. Demir parmaklıklı, çift kanatlı geniş bir kapı karşıladı kendisini. Kapının her iki yanında, büyük sütunlar üzerinde, kanatlarını açmış iki melek heykeli vardı. Kapının tam ortasında ise kocaman bir kek amblemi vardı. Bu resim iyice iştahını açmıştı kahramanımızın. O yaklaşırken kapılar kendiliğinden açıldı. Hayretle kapıların şekerden yapılmış olduğunu fark etti, duvar tuğlaları ise çikolatadandı! Hevesle duvardan bir parça koparmak için ileri atıldı. Tam iri bir parça tuğlayı mideye indirecekken Huuuu! diye bir ses geldi tepesinden. Şaşkın gözlerle yukarı baktı şövalye ve ormanda kendisini az kalsın korkudan zırhının dışına fırlatacak olan baykuşla göz göze geldi. Huuu! diyerek öttü baykuş tekrar usulca, gözlerini şövalyeye dikmiş vaziyette. “Şapşal kuş! Şimdi seninle uğraşamam, inanılmaz derecede açım” dedi şövalye ve çikolata parçasını yemek için ağzını açtı. Baykuş tünediği sütundan havalandı ve şimşek gibi bir hareketle çikolata parçasını şövalyenin elinden kaptı, tekrar yükseldi ve eski yerine geri kondu. Şövalye ağzı bir karış açık kalakalmıştı. Birdenbire içinde bir öfke patlaması hissetti, açlık maçlık kalmamıştı aklında. O anda tek düşünebildiği o aptal baykuştan intikamını almaktı. Yumruklarını kuşa doğru sallayarak bağırmaya başladı. “Seni geri zekalı tüy torbası, sen ne…” Sözü gördüğü manzara karşısında yarım kaldı. Sütunların üzerindeki melek heykelleri gözünün önünde yavaş yavaş çirkin birer Gargoyle’a dönüştü. Az önce rengarenk olan kapılar şimdi paslı demirlerle kaplıydı, ortasındaki amblem ise kaynayan bir kazana dönüşmüştü. Hızla arkasındaki köşke doğru çevirdi bakışlarını ve az önce gözüne oldukça davetkar görünen köşkün geçirdiği değişim karşısında şok geçirdi. Köşkün yerinde şimdi tamamen deforme olmuş bir yapı vardı. Camlarından hastalıklı yeşil bir ışık yayılıyor, bacasının etrafında iri yarasalar uçuşuyordu. Baykuş tekrar öttü ve şövalye anladı. Cadının büyüsü etkisindeydi. Bu, duyduğu o büyük açlık hissini açıklıyordu. Herhalde bunaltıcı ormandan çıkan herkes uzaktan ferahlatıcı görünen köşke doğru çekiliyordu. Köşke yaklaşınca da cadının büyüsüne yakalanıyor, müthiş bir açlık hissediyor ve evden bir parça koparıp kim bilir hangi karanlık sona doğru sürükleniyordu. Sahi, az önce yemeğe çalıştığı duvara ne olmuştu? Başını çevirip duvara baktı ve tiksinti ile geriledi. Çikolatadan tuğlalar yerlerini garip, yeşilimsi bir maddeye bırakmıştı. Ve az kalsın onu yiyecekti, eğer baykuş onu engellemeseydi… Sinirlendiği zaman açlık fikri tamamen aklından çıkmış, bu sayede de büyünün etkisinden kurtulmuş olmalıydı. Aklına yatan en mantıklı açıklama buydu. Başını kaldırıp merakla baykuşa baktı. Baykuş hala kendisini seyretmekteydi. “Teşekkürler” diye mırıldandı şövalye. Kuş sanki anladığını belirtmek istermiş gibi tek bir kez öttü ve havalanarak gözden kayboldu.


Birdenbire korkunç bir kahkaha duyuldu. Bir kadın sesiydi bu, tabi ne kadar kadınca olduğu tartışılırdı. Köşkün üst pencerelerinden biri açıldı ve Cadı konuşmaya başladı. “Demek çocukların bahsedip durduğu şu meşhur şövalye sensin.” dedi çatlak, çatallı bir ses. Bakıyorum da küçük tuzağımdan kurtuldun. Hmmm… Etkilendim doğrusu. Bu tuzaktan kurtulmayı başarabilenlerin sayısı yok denecek kadar azdır. Gerçekten de değerli bir rakipsin. Ne yazık ki ölmek zorundasın!” Son kelimelerini bağırarak söylemişti cadı ve o bağırdığı anda bir grup goblin köşkün ön kapılarını savurarak dışarı çıktı. Şövalye “Goblinler mi? Hah… en iyi numaran bu mu?” dedi ve küçümseyerek rakiplerine baktı. Goblinler, şövalyenin kendinden emin tavırları ve parlayan zırhı karşısında bir anlığına duraksadılar. Şövalye hızla paslı kılıcını kınından çekmek için harekete geçti. Ama o da ne? Kılıç sıkışmıştı. “Lanet olsun!” diye bağırdı ve koşabildiği kadar hızlı bir şekilde kaçmaya başladı. Goblinler ise savaş çığlıkları atarak onu kovalamaya başladılar. Bir taraftan da mızraklarını fırlatarak avlarını yakalamaya çalışıyorlardı. Ağır zırhının elverdiği kadar çabuk bir şekilde dış kapılara yöneldi ama o yaklaşır yaklaşmaz kapılar büyük bir gümbürtüyle kapanıverdi. Okkalı bir küfür salladı ve tam zamanında eğilip başına hedef alınmış bir mızraktan kıl payıyla kurtuldu. Duvar boyunca can havliyle koşmaya devam etti, goblinler ise hemen arkasındaydı ve hızla yaklaşıyorlardı. Tam daha fazla dayanamayacağını düşünürken birdenbire ayaklarının altındaki zemin çöküverdi ve dipsiz bir karanlığa doğru düşerek gözden kayboldu…


( Devam edecek... )

2 comments:

shenem dedi ki...

en heycanlı yerinde kalmışş bebeyimm..:)devamını merakla beklioruss

mit dedi ki...

Teşekkürler shenemcim, üzerinde çalışıyorum ama bi rahat vermiyolar ki bitireyim. Bırakın beni, kurtarmam gereken çocuklar, durdurmam gerekn bi cadı var diyorum çıldırmışım gibi bakıyolar yüzüme :) neden acaba? :)