30 Nisan 2009 Perşembe

Uzak diyarların birinde... ( Bölüm 3 )

Bakmasını bilen biri için kitapta cadılar ve cadalozlar hakkında istemeyeceğiniz kadar bilgi mevcuttu. Ne yerler, ne içerler, süpürgelerini nereden sipariş ettirirler, korkutucu bir kahkaha için nerede şan dersleri alırlar… ve tabii ki şövalye için en önemli kısım, nasıl yok edilirler. Fakat bakmasını bilmeyen biriyseniz muhtemelen cadılar için 1001 saç modeli gibi alakasız bir konu okursunuz, tıpkı şu anda şövalyenin yaptığı gibi…
“Hey, bu modeli sevdim!” diye ciyakladı kılıç, toka olarak minik hançerlerin kullanıldığı bir saç modeline bakarlarken.
“Ben hiç sevmedim. Asa ile yeterince tehlikeliler zaten. Bir de tutup fırlatacağı bıçaklara ihtiyacımız yok” dedi şövalye huysuzca.
“İyi canım, kızma. Yorum yapıp neşeni yerine getireyim dedim. Hem neden saç modellerine bakıyoruz ki? Ben onu nasıl yok edeceğimizi aradığımızı sanıyordum, nasıl baloya davet edeceğimizi değil.”
“Çeneni kapar mısın sen?” diye çıkıştı şövalye dişlerini gıcırdatarak.
“İyi de çenem yok ki” dedi kılıç muzip muzip.
“Off… Neden her şövalye gibi normal bir kılıcım yok ki? Ya da neden diyarlardaki onca sihirli kılıç arasında tek meziyeti çok konuşmak olan bir kılıç buldum ki?”
“Evet ya, kitaba sorsana… Ben de neden onca cesur ve zeki şövalye arasında tek meziyeti şikayet etmek olan bir şövalyeye rast geldiğimi merak ediyordum.”
Şövalye sinirinden kıpkırmızı olmuş bir yüzle kılıca döndü, bir an duraksadı sonra hem kılıç hem de şövalye kahkahalarla gülmeye başladı. Şövalye o anda, ne kadar kızarsa kızsın aslında içten içe kılıçtan hoşlanmaya başladığını fark etti.
“Özür dilerim. Bak, kurtarılmayı bekleyen çocuklar var ve her geçen saniye benim aleyhime. Çocuklar ve ebeveynleri bana güveniyorlar. Bu yüzden biraz asabiyim, başarısız olmamam lazım.”
“Önemli değil canım, böyle durumlarda benim de kabzamın tasının attığı çok olmuştur” dedi kılıç. “Ama daha önce çocuklardan bahsetmemiştin. Onları kurtaracağız ha? Bak bu hoşuma gitti işte. Ben de seni hazine peşinde koşan diğer savaşçılardan biri sanmıştım. Eh haydi. Şu cadıyı alt etmenin bir yolunu bulalım. Beni kitaba yaklaştır.”
“Neden?” diye sordu şövalye merakla. Bir taraftan da denileni yapıp kılıcı kitapla karşı karşıya gelecek şekilde hizaladı. Kılıç yüksek sesle “Başa çıkılması gereken bir cadı var, yol göster bana ey kadim kitap!” diye bağırdı. Kitabın sayfaları yine hızla dönmeye başladı. Sizin de çoktan anlamış olduğunuz gibi kitap, kütüphanedeki tüm kitapların içeriğini gösteren bir araçtı. Doğru soruyu sorduğunuzda doğru içeriği karşınıza getiriyordu. “Yani bunca zamandır nasıl çalıştığını biliyor muydun?” diye uludu şövalye.
“E hiç sormadın ki… Ayrıca seni izlemek oldukça eğlenceliydi” diyerek kıkırdadı kılıç. Şövalye yüksek homurtular eşliğinde kitabı aldı ve incelemeye başladı.


Cadıları yok etmenin pek çok yöntemi vardı. Çünkü her ne kadar hepsi aynı oranda çirkin görünse de cadıların da farklı farklı türleri vardı. Batı cadıları ıslandıklarında eriyorlardı mesela, Anglosakson cadılar ise ateşe karşı dayanıksızdı. Kimisi yemeğe düşkündü, kimisi güzelliğe…
“İyi de bizimki hangisi?” dedi kılıç.
“Bilmiyorum ama bu yöntemlerden biri işe yaramalı.”
“Deneme yanılma yöntemi mi yapacaksın yani?”
“Gidip ona soracak halim yok ya? (sesini incelterek) Bakar mısınız saygıdeğer cadaloz hanım, sizi yok etmek istiyorduk da. Acaba hangi türden olduğunuzu bağışlar mısınız? diyecek halimiz de yok!”
“Neden benim yöntemlerimi kullanmıyoruz anlamıyorum. Şöyle kafayı boyundan ayıracak temiz bir darbe hoş olurdu nı-ha-ha-ha!” diyerek sadiste güldü kılıç.
“Ya, ne demezsin? Bunu beni bir kurbağaya seni de bir kibrit çöpüne çevirmeden önce mi yoksa sonra mı yapmayı planlıyorsun? Hem kesip biçmek dışında bir şey düşünmez misin sen?”
“İyi de ben bir kılıcım, başka ne düşünebilirim ki?”
“O da doğru ya…” dedi Şövalye. Tekrar kitabın sayfalarına gömüldü. Her sayfayı dikkatle okudu ve işe yarar gibi görünen her yöntemi belleğine kazıdı. Okudukça kafasında bir plan şekillenmeye başlamıştı bile.


Bir müddet sonra tekrar köşkün karanlık koridorlarındaydılar. Şövalye ses çıkarmamak içi büyük çaba sarf ederken kılıçta sessiz kalmak için büyük bir çaba sarf ediyordu. Baykuş ise kütüphaneden çıktıkları anda onları terk edip gitmişti. Uyumsuz ikili, dikkatle tüm köşkü araştırmaya başladılar. Zemin katta orada burada Goblinlerin varlığından izlere rastlamalarına rağmen ne cadıdan ne de çocuklardan bir eser yoktu. İkinci kata çıkmaları konusunda fikir birliğine vardılar ve sessizce üst kata çıkan merdivenleri tırmandılar. Darmadağın koridorda ilerleyip odaları tek tek kontrol ederlerken geniş, içi kafeslerle dolu bir odaya denk geldiler. Büyüklü küçüklü bir sürü kafes sıralanmıştı odanın içinde.
“Burası da ne böyle?” dedi şövalye, kafeslere tiksinti ile bakarak.
“Ah, evet… Marvin’in minik hayvanat bahçesiydi burası. Çeşitli türleri toplar, üzerlerinde araştırmalar yapardı.” dedi kılıç eski zamanların hatırasıyla.
“Bana daha çok bir hapishane gibi göründü” dedi Şövalye, kafeslerin arasında temkinle dolaşmaya başlayarak.
“Hayır, hayır. Sevgili Marvin ne kadar çatlak olursa olsun asla zalim biri değildi. Hayvanlara zarar vermezdi o.”
“Onu kastetmedim zaten. Baksana şu kafeslere… İçerilerinde paçavralaşmış kıyafetler, tek kalmış pabuçlar var. Muhtemelen cadı burayı hapishanesi olarak kullanıyor.” Derken gördüğü bir şey şövalyeyi birden soluksuz bıraktı. Gözleri irileşmiş bir vaziyette tek bir noktaya bakakaldı.
“Ne oldu? Ne? Ne gördün? Savaşılacak bir şey mi? Dev bir örümcek mi? Koboltlar mı? Ne?” diye sormaya başladı kılıç heyecanla.
“Ejderha…” diye fısıldadı Şövalye.
“Bir ejderha mı? Bu en çılgın hayallerimin bile ötesinde…” diye sevinçten uludu kılıç. “İyi de nerde?” dedi sonra da.
Şövalye önce ağır sonra giderek hızlanan adımlarla kafeslerden birine girdi ve diz çöküp paçavraların arasında yatan bir şeyi yerden aldı. Bu kendi el emeği göz nuru olan ejderha oymasının ta kendisiydi. Ejderhayı hüzünle elinde evirip çevirirken gözlerinde biriken yaşlara engel olamadı. “Nedir o?” diye sordu kılıç merakla.
“Bu…” dedi şövalye üzüntüden çatallaşmış bir sesle “geç kaldığımızın kanıtı. Bu ejderhayı çocuklardan birine hediye etmiştim. Korkarım ki onları kurtarmak için artık çok geç.” Kılıç anlayışla sessizleşti.


Bir müddet orada çömelmiş bir vaziyette durdular. Şövalye boş gözlerle ejderhayı evirip çevirerek kayıpları için sessizce yas tuttu. Sonunda sessizliği bozan kılıç oldu. “Haydi…” dedi her zamanki cırtlak sesinin aksine halden anlar bir ses tonuyla. “Haydi kalk. Burada böyle dikilerek çocukları geri getiremezsin. Durdurulması gereken bir cadı ve alınması gereken bir intikam var.”
Şövalye bu sözlerle bir an duraksadı. Sonra bıraktı intikam hırsı üzüntüsünü süpürsün ve kendisine güç katsın. Kaşlarını çattı ve kararlı bir şekilde ayağa kalktı. “Haklısın.” dedi kılıca. “Alınması gereken bir intikam var. O cadaloza yaptıklarının hesabını ödeteceğim. Artık kimseye zarar veremeyecek. Tarih olmaya hazırlan cadı!” diyerek gürledi.
“İşte bu! Haydi gidip şu işi bitirelim” dedi kılıç heyecanla. “Sende de biraz erkeklik varmış anlaşılan” diyerek kıkırdadı ardından da.
Şövalye tek kaşını kaldırarak kılıca bir bakış attı, sonra kılıcın esprisine hüzünlü bir tebessümle yanıt verdi. Ejderha oymasını biraz daha elinde çevirdikten sonra onu da yanına almaya karar verdi. Çocukların hatırası için onu hep saklayacaktı. Minik ejderhayı kemerindeki kesesine tıkıştırdı ve odadan ayrılıp koridorlara geri döndü.


Cadı, köşkün en üst katına kurduğu odasında bir iksir hazırlamakla meşguldü. Odanın tam ortasında bulunan, altında mavi bir ateşle fokur fokur kaynayan irice bir kazanı karıştırıyordu. Bir taraftan yüksek sesle, anlaşılmayan bir dilde bir şeyler söylerken diğer yandan kaynayan kazanın içine yarasa kanadından tutun ebegümecine kadar çeşitli malzemeler atıyordu. Bir müddet daha kaynayan kazanı karıştırdıktan sonra durdu ve pembe renkli karışıma burnunu kırıştırarak baktı. Sonuçtan hiç de memnun olmadığı her halinden belli oluyordu. İksirden yayılan pırıltı o kadar kuvvetliydi ki odadaki her şey pembenin tonlarında görünüyordu. “Neyi eksik yaptım acaba?” diyerek kancalı burnunun üzerindeki iri bir ben tanesi ile düşünceli düşünceli oynadı. Sonra ufak bir zafer çığlığı atarak odanın uzak tarafındaki tozlu raflara doğru yöneldi. Asasının ufak bir hareketiyle üst raflardaki minare şeklindeki kavanozun uçarak kendisine gelmesini sağladı. “Azıcık Minare tozu gerekli… hep unutuyorum heh-heh-heh!” diyerek cadısal bir kahkaha attı. Bir avuç tozu elinin içinde evirip çevirdikten sonra kazanın içine savuruverdi. Toz, iksire değer değmez etkisini gösterdi ve pembe renk yerini yeşilin hastalıklı bir tonuna bıraktı. Şimdi tüm oda yeşilin tonlarında görünüyordu. “İşte bu çok daha iyi” diyerek neşeyle kıkırdadı cadı, ellerini ovuşturarak. Tam yüzünü kapıya dönmüştü ki birdenbire başından aşağı sırılsıklam oluverdi. “Neler oluyor?” diyerek hırladı gözlerini ovuşturarak. Gözlerini kırpıştırarak açtığında bir elinde içi boş bir kova diğer elinde ise parıldayan bir kılıç olan şövalyenin şaşkın yüzü ile karşılaştı.
“Erimedi” dedi kılıç
“Görüyorum.” dedi şövalye boğuk bir sesle.
Cadı yüksek perdeden bir öfke çığlığı attı ve değneğini doğrulttuğu gibi arka arkaya lanetler yağdırmaya başladı. Ama şövalye çoktan tabanları yağlamıştı bile.
“Seni lanet olası budala!” diye bağırdı cadı, şövalyenin arkasından demet demet büyü ışınları yollarken. Şövalye ise koridorda tam gaz koşarken bir taraftan da “Budala değil, Şövalye!” diye bağırıyordu. Kırmızı bir büyü demeti büyükçe bir vazoya çarpıp onu onlarca kurbağaya çevirirken hızla bir köşeyi dönüp son anda kurtuldular.
“Sana onun bir Batı Cadısı olmadığını söylemiştim” diye ciyakladı kılıç, yeşil bir huzme yanlarından geçtikleri heykeli tuzla buz ederken. “Bir Batı Cadısı için fazla çirkin”
“Kapa çeneni ve koşmaya devam et!”
“Asıl sen koşmaya devam et, ömrümün geri kalanını bir kürdanlıkta geçirmeye hiç niyetim yok benim.”
“Merak etme, işte geldik” dedi şövalye basamakları ikişer ikişer inerek bir alt kata vardıklarında. Hemen merdivenlere en yakın odaya dalıp daha önce oradaki örtülerin altına gizlediği bir iki nesneyi çekip çıkardı. Ucuna bez bağlanmış dolu bir şişeydi bu. Cadının öfkeli çığlıklarına bakılırsa neredeyse köşeyi dönmek üzereydi. Hemen duvardaki meşalelerden birini kapıp bezi tutuşturdu ve cadı tam kapının önünden geçerken şişeyi tüm kuvveti ile fırlatıverdi. Cadı bir dehşet çığlığıyla anında alev aldı. Şövalye yumruğunu sıkarak bir zafer nidası attı. Tam o anda alevlerin ortasından mavi bir ışın fırlayarak şövalyeyi göğsünden vurdu. Şövalye büyük bir hızla geriye doğru savrularak arkasındaki duvara setçe çarptı. Sonra yavaşça aşağı kayarak olduğu yere yığılıverdi. Cadı korkunç bir kahkaha atarak odaya girdi. Şövalye inleyerek, acıdan yaşarmış kısık gözlerle cadıya baktı. Cadı, asasının basit bir hareketiyle üzerini kaplayan alevleri söndürdü. Hiç zarar görmemişti. “Sana onun bir Anglosakson olmadığını da söylemiştim, aksanı yok bir kere” diye ciyakladı kılıç.
“Budala… Beni bu basit numaralarla alt edebileceğini mi sandın?” dedi cadı.
“Budala değil, şövalye…” dedi yıkık kahraman, acıdan çatallaşmış bir sesle. Yattığı yerden doğrulmaya çalıştı ama başaramadı.

Sessizce cadının son darbeyi indirmesini bekledi.

Ama o bitirici darbe gelmedi.

Meraklı ve sabırsız gözlerle cadıya baktı. Fakat cadı ona bakmıyordu. Gözleri eğleniyora benzer bakışlarla başka bir şeye odaklanmıştı. “Bak sen bak… Burada ne varmış he-he-he-he!” diyerek kıkırdadı. Şövalye, cadının bakışlarını takip ettiğinde odanın zemininde duran küçük bir figür gördü. Figür tam cadı ile şövalye arasında duruyordu. Ejderha oymasıydı bu. “Demek beni yakmak istedin ha? Şimdi yanmanın ne olduğunu öğreneceksin. Biraz eğlenmeye ne dersin saygıdeğer budala?” dedi cadı ve asasını havada döndürerek garip kelimeler fısıldamaya başladı. Şövalye sinirle “Budala değil, şövalye” diyecek oldu ama lafı gördüklerinin etkisi ile yarım kaldı. Minik ejderha az önce kanat mı çırpmıştı yoksa gözleri ona oyun mu oynuyordu? Hayır, bu bir göz yanılsaması değildi, ejderha basbayağı hareket ediyordu işte. Hatta giderek büyüyordu da! Şövalye acısını falan unutarak, korku ile hızla ayağa kalktı. Cadı korkunç bir kahkaha daha attı ve bir pop! sesi ile ortadan kayboluverdi. Şimdi odada sadece şövalye ve giderek büyüyen ejderha kalmıştı. Ejderhanın boynu ve kuyruğu hızla uzuyor, dersinin rengi parlak bir kırmızıya dönüşüyordu. Kısa bir süre sonra odaya sığmayacak kadar büyüyecekti. Üstelik kahramanımızın çıkış yolu da kapalıydı çünkü ejderha tam kapı ile şövalye arasındaydı. Ejderha kuvvetli bir kükreme koyuverdi.
“Eyvahlar olsun. Bunu hiç ama hiç beğenmedim” diye ciyakladı kılıç.
“En çılgın hayalinin bir ejderha ile kapışmak olduğunu sanıyordum” dedi gözleri hızla bir çıkış yolu aramaya başlamış olan şövalye.
“En güzel hayaller ulaşılamayan hayallerdir, bilmez misin sen?” diye yanıtladı kılıç ciyaklayan sesi ile. Ejderha, ağzından bir alev huzmesi fışkırtıverdi ve odadaki perdeler hızla tutuştu.
“Perdeler!” diye bağırdı kılıç.
“Perdeler?” dedi şövalye soran bakışlarla.
“Perdeler tutuştu. Hemen çıkalım buradan”
“Perdeler…” dedi şövalye ve sevinçle perdelere doğru koşmaya başladı.
“Hayır, hayır o tarafa değil! Ateşten tarafa değil, ateşten uzağa koşman gerek. Senin ciddi bir yön problemin var biliyor musun? Senin başını biraz fazla bilemişler… Dursana, haaaaaayııııııııır!” Ama şövalye kılıcı dinlemiyordu bile. Hızla perdelere doğru koştu ve ateşin ortasına atlayıverdi. Bir cam kırılma sesi ve kılıcın cırtlak çığlığı eşliğinde köşkün pencerelerinden birinden dışarıya atlamışlardı. Çimlerin üzerine yumuşakça düştü şövalye, ufak bir takla attı ve hızla ayağa kalkıp gözlerini pencereye dikti. Ejderhanın boynuzlu başı buradan oldukça net görünüyordu. “Dikkat et! Arkanda!” diye bağırdı kılıç aniden. Şövalye çevik bir hareketle arkasına döndü ve başarılı bir hamle ile bir kılıç saldırısını engelledi. Goblinler buradaydı. Birkaç başarılı savunma hamlesi ile saldırılarını biraz yavaşlattı. Ama düşmanın sayıları oldukça fazlaydı, etrafı sarılmıştı. Tam ümidini kesmişken köşkten büyük bir gümbürtü yükseldi. Hem şövalye hem de Goblinler dövüşmeyi bırakıp dehşetle o yöne baktılar. Kanatlı dev, köşkün yan duvarlarını yıkarak pencereden bahçeye atlamıştı. Ayakları yere değmeden birkaç saniye önce kayış gibi olan kanatlarını açarak yıldızlı gökyüzüne doğru havalandı. Muazzam bir kükreme ile köşkün etrafında bir tur attıktan sonra yavaşça tekrar bahçeye, şövalyenin tam önüne iniş yaptı. Goblinler dehşetle dört bir yana dağıldılar, ejderha ise arkalarından bir iki alev gönderdi. Sonra mağrur başını yavaşça şövalyeye çevirdi.
“İşte şimdi yandık” diye inledi kılıç.

Red dragon by hardcolico
Books by Carnegie Library of Pittsburgh

2 comments:

shenem dedi ki...

şovalyeye dönen başlar hep mağrur olur.."şovalyem şovalyemm! o cadı'ya bakmayın siz.o saç modelleriyle meşkulken,biz topuklayalım burdan..":P
devamı devamı??mit'ciim fantastik roman okuyorum gibi:))

mit dedi ki...

Devamı yolda, azıcık sabır ;)