İstanbul’da bir akşam vakti… Şişli semtinin bütün caddeleri birbirinden ışıltılı yılbaşı süsleri ile donatılmış, vitrinler ışıklarla bezenmiş, yani yaklaşan yeni yıl kutlamaları için gerekli olan tüm hazırlıklar yapılmıştı. Büyük şehrin insanları ise her zamanki gibi bu güzelliklerden bihaber bir şekilde oradan oraya koşturuyor, bir yerlere yetişmeye çalışıyorlardı. Yılın bu son günlerinde hava da iyice soğumuş, şehrin caddelerine yer yer kar atıştırmaya başlamıştı.
Tüm bu koşuşturmacanın ortasında yaşlı bir adam yavaş adımlarla karlı kaldırımları arşınlıyor ve elindeki çanı isteksiz bir biçimde sallayıp bağırıyordu.
“Ho-ho-ho! Herkese mutlu yıllar, ho-ho-ho!” dedi yürürken. Son “Ho” gereğinden de cansız bir şekilde dökülmüştü dudaklarından. “Mutlu yıllarmış, peh!” dedi adam, üzerindeki Noel Baba kıyafetlerini memnuniyetsizlikle çekiştirerek.
“Paraya ihtiyacım olmasa bu gâvur kıyafetlerini bana zor giydirirdiniz ya neyse…” diye homurdandı kendi kendine, başındaki beyaz ponponlu kırmızı şapkayı düzeltirken.
Aniden “Önüne baksana babalık!” dedi arkasından gelen bir ses sertçe.
Yaşlı adam gayri ihtiyari olarak geriye döndü ve iri yarı bir güvenlik görevlisi ile burun buruna geldi. Görevlinin üzerindeki üniformayı ve belindeki silahı gördüğünde ise ne diyeceğini bilemedi. “Mu-mutlu yıllar…” diye kekeleyebildi sadece.
“Yolumuzu kapatıyorsun ihtiyar, çekil şöyle kenara!” dedi güvenlik görevlisi asabi bir şekilde. Noel baba ancak o zaman görevlinin arkasındaki diğer adamları fark edebildi. Usulca kenara kayarken önünden geçen grubu ürkek ama meraklı gözlerle süzmeyi de ihmal etmedi.
İri yarı üniformalı adamın arkasında yine onun kadar iri ama siyah takım elbiseler içinde iki kişi daha vardı. Ellerinde de her hallerinden tıka basa dolu oldukları anlaşılan iki büyük çanta taşıyorlardı. Onların hemen arkasında ise ilkine nazaran daha tıknaz fakat daha kalıplı olan bir görevli daha yürüyordu. Adamlar seri adımlarla Noel Baba’nın yanından geçip genişçe bir binanın cam kapılarından içeri girdiler ve gözden kayboldular. Noel Baba başını kaldırıp binanın tepesindeki tabelaya baktı ve ülkenin en büyük bankalarından birinin önünde durduğunu fark etti şaşkınlıkla.
“Para…” dedi dalgınlıkla. “Onlar para çantalarıydı. Transfer saati gelmiş olmalı.” dedi saatine bakmak için kolunu sıvarken. Sonra da borçlarını ödeyebilmek için baba yadigârı kol saatini sattığını hatırlayarak okkalı bir küfür etti. Elindeki çanı sinirli sinirli çalıp sıkılı dişlerinin arasından “Mutlu yıllar!” diyerek yürümeye devam etti ardından. Bir yandan yürürken bir yandan da o çantalardan birine sahip olmak için nelerini feda edebileceğini düşünmeden edemiyordu.
***
Küçük grup bankanın kapısından girerken kendi aralarında gülüşüyorlardı.
“İhtiyar bunağın yüzündeki ifadeyi gördünüz mü?” diye sordu öndeki güvenlik görevlisi, halinden gayet memnun bir şekilde sırıtarak.
“Herif neredeyse altına yapacaktı.” dedi çanta taşıyan adamlardan ikincisi. Hep birden gürültülü bir kahkaha attılar.
“Ona müstahak bile. Böyle pislikleri barındırmamak lazım. Bana kalsa ibret-i âlem olsun diye hepsini Taksim Meydanı’nda sallandırırım.” dedi en arkadaki güvenlik görevlisi.
“Al benden de o kadar anlatabildim mi!” dedi çanta taşıyanlardan ilki.
“Yine kimi asıyorsunuz ulan?” diye bir ses geldi, hemen ötelerinden. Bankanın güvenlik görevlisiydi bu.
“Boş ver birader, kendi aramızda konuşuyorduk işte.” dedi en öndeki koruma kıkırdayarak. “Şu kasayı aç da paraları yerleştirelim.” diye devam etti ardından.
O esnada arkalarından gelen bir soğuk hava dalgasıyla birlikte hepsi birden geriye döndü. Az önceki Noel Baba bankanın kapısından içeri girmişti.
“Ne o ihtiyar? Dilencilikten kazandığın bozuklukları bütünlemeye falan mı geldin?” diye sordu en arkadaki koruma. Hep birlikte bir kez daha kahkahalara boğuldular. Fakat yaşlı adam karşılık vermedi. Ne bir sinirlenme belirtisi gösterdi ne de söylenileni duyduğunu gösteren bir başka harekette bulundu. Bomboş gözlerle öylece ileriye bakmaktaydı. Kahkahalar yavaşça yerini endişeli bir suskunluğa bıraktı.
“Hey…” dedi en arkadaki koruma, ihtiyarın bu halini hiç beğenmeyerek. “Neyin var senin moruk?” diye sordu bir kolunu adamı ittirmek için kaldırarak. Aynı anda ihtiyar adam beklenmedik bir hızla harekete geçti ve korumanın kolunu kavradığı gibi sertçe döndürdü. Bankanın içinde iç burkan bir kırılma sesi yankılandı. Koruma acı ile çığlık atarken, Noel Baba kendisinden beklenmeyecek bir kuvvetle boşta kalan eliyle adamın yüzüne yumruğu yapıştırdı. Tıknaz koruma darbenin şiddetiyle veznelere doğru uçtu ve kafasını çarpıp kendinden geçiverdi.
Aynı anda bankadaki tüm müşteriler ve vezne görevlileri korku ile bağırıp çağırmaya ve sağa sola kaçışmaya başladılar. Bankanın güvenlik görevlisi hızla sağ taraftan Noel Baba’nın üzerine atıldı. Yaşlı adam sağ kolunun dirseği ile ani bir hareket yaptı ve az önceki kırılma sesinin bir benzeri bu kez görevlinin burnundan yükseldi. Görevli acı ile inleyerek geriye sendelerken önce kasıklarına ardından da ense köküne aldığı darbelerle kendini yerde buluverdi.
Diğer üç adam şaşkınlıklarını üzerlerinden yeni atmışlardı ki Noel Baba’nın koşarak üzerlerine geldiğini gördüler. Ayakta kalan tek koruma elini silahına atamadan yaşlı adamın uçan tekmesini suratının ortasına yemişti bile. Zarif bir hareketle yere inen Noel Baba tek bacağını dışa açıp yerde bir topaç misali dönmeye başladı. Böylelikle çanta taşıyan diğer iki adama çelme takmış ve ikisinin de yüzükoyun yere kapaklanmasına neden olmuştu. Çevik bir hareketle doğruldu Noel Baba. Yerde korumasız yatan dört para çantasını kaptı ve hızla kapılardan dışarı fırlayarak kendini sokağa attı. O çıkar çıkmaz da bankanın alarmları çalmaya başladı.
***
Televizyondaki program aniden kesildi ve son dakika müziği çalmaya başladı ekranda. “Yayınımıza bir son gelişme haberi için ara veriyoruz sayın seyirciler.” dedi televizyondaki spiker. Ardından görüntü değişti ve İstanbul caddelerindeki bir bayan muhabir görünmeye başladı.
“Evet sayın seyirciler! Ben muhabiriniz Melahat Pekmerak ve yine bir son dakika gelişmesi ile karşınızdayım.” dedi kadın heyecanla. “Az önce ülkemizin en önde gelen bankalarından birinde bir soygun gerçekleşti. Hem de güpegündüz! Noel Baba kılığındaki bir şüpheli üçü silahlı beş korumayı hastanelik ederek oldukça yüklü bir miktar parayı da çalarak kaçtı.” Kamera bankanın tabelasına ve giriş kapısına zum yaparken kadın hararetle konuşmaya devam ediyordu. “Korumalardan üçünün durumunun ağır olduğu söylenirken çalınan paranın miktarı hakkında ise bir açıklama yapılmadı. Olay yerine gelen polis güçlerinden de henüz bir bilgi alamadık. Hey, bir dakika… Bu o mu?”
***
“Bu o.” dedi polis memurlarından biri yanındaki arkadaşını dürterek. Bankanın kapısı açılmış ve içeri uzun boylu, kırk yaşlarında bir adam girmişti o sırada. Onu gören diğer polisler hemen kendilerine çeki düzen vermeye başladılar. Memurlardan biri öne çıkarak “Hoş geldiniz müfettiş.” dedi.
“Hoş bulduk.” diye cevapladı Müfettiş Selim Kuzgun. Soyadına yakışır bir biçimde kuzgun karası saçları ve aynı renkte gözleri vardı adamın. Şakaklarındaki beyazları bu mesleğe adadığı uzun yıllara borçluydu. Her zaman giydiği kahverengi uzun pardösüsüyle ve ağzından hiç düşürmediği piposuyla polisiye romanlardan fırlamış gibi bir hali vardı.
“Meraklı Melahat yine dışarıda ortalığı birbirine katıyor.” diye devam etti müfettiş, gayet sakin bir ses tonuyla dışarıdaki muhabiri kastederek. “Birisi şu kadını buradan uzaklaştırsın.”
“Emredersiniz.” dedi polis memuru ve bir arkadaşını yanına alarak dışarı çıktı.
Veznede görevli kadınlardan biri ağlayarak bir-iki saat kadar önce yaşanan olayları yanındaki polis memuruna anlatıyordu. Diğer polisler ise parmak izi almakla meşguldüler.
“Durum nedir?” diye sordu müfettiş bir diğer polise yaklaşarak.
“Çok fazla bir şey elde edemedik efendim. Etraftaki parmak izlerini alıyoruz ve görgü tanıklarıyla konuştuk fakat veriler oldukça yetersiz.”
“Nedenmiş o?” diye sordu müfettiş, piposundan derin bir nefes alırken.
“Şüpheli bir Noel Baba kıyafeti giyiyormuş, dolayısıyla da kimse gerçek yüzünü görememiş. Ayrıca eldiven taktığını sanıyoruz çünkü etrafta ona ait bir parmak izine rastlayamadık.”
“O bir insan değildi!” diye bağırdı veznedar kadın hıçkırarak. Bir anda tüm gözler ona döndü.
“Ne demek istiyorsunuz hanımefendi?” diye sordu Selim, kadının yanında çömelerek.
“O… O çok hızlıydı. Ve de çok güçlü. Adeta… Adeta insanüstü biri gibiydi.”
“Kusura bakmayın müfettiş.” dedi polis memuru sıkılgan bir şekilde gülümseyerek. “Kadın hâlâ olayın şokunu üzerinden atamadı, saçmalıyor.”
“Saçmalamıyorum!”
“Doğru söylüyor!” diye geldi boğuk bir ses hemen arkalarından. Bütün bakışlar bu kez de o yöne döndü. Selim doğrularak yeni gelen adamın karşısına dikildi.
“Çantaları taşıyan görevlilerden biri efendim. Olay sırasında buradaymış.” diye açıkladı yanına yanaşan polis memuru.
“Buradaydım, evet.” dedi takım elbiseli adam. “Tam durduğunuz noktada yeri öpmekle meşguldüm! Anlatabildim mi? O adam… Onda garip bir şeyler vardı.”
“Ne gibi garip şeyler?” diye sordu Selim.
“Olaydan birkaç dakika kadar önce kendisini sokakta gördük. Yaşlı bir adamdı ve iki büklüm yürüyordu, anlatabildim mi? Kendini zor taşıyordu desek yeridir. Birkaç dakika sonra ise sanki karşımızda Malkoçoğlu vardı! Adam tek eliyle hepimizi hallaç pamuğu gibi dağıtıverdi anlatabildim mi? Çok hızlıydı… Ve de inanılmaz kuvvetli. Anlatabildim mi?”
“Belki de sokaktayken rol yapıyordu.” diye tahmin yürüttü Selim.
“Hayır… Bu öyle bir şey değildi. Onda bir gariplik vardı, anlatabildim mi? Gözleri… Adam sanki… Sanki bir çeşit transtaymış gibi görünüyordu. Sanki burada olduğunun ve ne yaptığının farkında değilmiş gibiydi, anlatabildim mi?”
“Anlatabildiğini pek söyleyemeyeceğim.” dedi Selim, gözlerini kısarak. “Kamera kayıtları nerede tutuluyor?” diye sordu sonra da yanındaki kadına dönerek.
Titreyen kadın sadece parmağını kaldırarak arka taraftaki bir odayı göstermekle yetindi.
***
“…kapılardan deli danalar gibi fırladı ve bu tarafa koştu.” dedi bankanın tam karşısındaki büfenin sahibi, tombul parmağı ile sokağın aşağısını işaret ederek.
“Teşekkür ederim.” dedi Murat Pekcan ve adamın gösterdiği yöne doğru ilerlemeye başladı.
Akademiden yeni mezun olmuş ve oldukça hevesli bir polisti Murat. Kendini göstermeye ve başarı basamaklarını tırmanmaya da bir o kadar istekli… Yaşı henüz genç olmasına rağmen teşkilattaki pek çok meslektaşından daha başarılıydı. Orta boyu, kumral rengi saçları ve yeşil gözleri ile oldukça yakışıklı bir çocuktu aynı zamanda. Daha birkaç yüz metre gitmişti ki yerde duran bir nesne dikkatini çekti. Eğilip baktığında bunun bir Noel Baba şapkası olduğunu gördü. “Birinci çinko.” dedi yüzüne yayılan geniş bir sırıtışla.
Arkasına dönüp keskin bir ıslık çaldı ve devriye arkadaşına kendisini takip etmesini gösteren bir işaret yaptı.
“Telsizi kullanmayı ne zaman öğreneceksin çaylak?” diye bir ses yükseldi kemerindeki cihazdan.
“Sen bana çaylak demeyi kestiğin zaman.” diye yanıtladı Murat, telsize konuşarak.
“Öyle mi? Bana kendini ispatlayana kadar gözümde bir çaylak olarak kalacaksın. Ve henüz öyle bir hareketini de göremedim.”
“Bu nasıl?” dedi Murat, Noel Baba şapkasını uzaktan sallayarak.
“O lanet şey de ne öyle?”
“Uzun donunu düşürmüşsün. Neye benziyor? Noel Baba’nın şapkası tabi ki!”
“Şüphelinin mi yani? Onu da nereden buldun?” diye sordu polis, koşar adımlarla Murat’ın yanına doğru giderken. Şaşkınlıktan telsizin düğmesine basmayı unutmuştu. Murat bu fırsatı kaçırmadı; “Telsizi kullanmayı ne zaman öğreneceksin çaylak?”
Ortağı küfrü basmakta gecikmedi.
***
Polis memuru gördüğü görüntü karşısında okkalı bir küfür savurdu düşüncesizce. Sonra da Müfettiş Selim’in yanında olduğunu hatırlayarak özür mahiyetinde bir şeyler geveledi.
“Al benden de o kadar evlat.” dedi Selim, kaşları çatık bir şekilde güvenlik kamerasının çektiği kaydı seyrederken. Noel Baba kılığındaki adam karate filmlerine taş çıkartırmışçasına ortalığı birbirine katıyordu görüntülerde.
“Bu işte bir yanlışlık olmalı efendim. Hiç kimse bu kadar hızlı olamaz.” dedi polis, ağzı bir karış açık vaziyette.
“Yanlışlık falan yok.” dedi takım elbiseli koruma. “Bunlar gerçek ve bu herif bunları harbiden de yaptı, anlatabildim mi?”
“İyi ama nasıl?” dedi polis memuru hayretle, gözlerini ekrandan ayıramayarak.
“Evet, gerçekten de nasıl?” diye sordu Selim kendi kendine.
O sırada bankanın kapısından içeriye nefes nefese bir başka polis daha girdi. “Efendim! Müfettiş Selim, efendim!”
“Evet, buradayım!” diye bağırdı Selim, seri adımlarla kapıya doğru ilerleyerek.
“Çok… Çok önemli bir… haberim var… efendim.” dedi polis, soluk soluğa.
“Tamam, sakin ol. Nefes al önce.”
“Adamı… Adamı bulduk.” dedi polis.
“Ne?! Nerede?”
***
“Nerede kaldı bu herif?” dedi Murat Pekcan, sinirle sağa sola yürüyerek. Bankanın biraz aşağısında bulunan ufak bir sokak arasındaydılar. Polisler sokağın girişini kordon altına almış, hiç kimsenin yaklaşmasına izin vermiyorlardı. Özellikle de “Meraklı Melahat” takma adıyla bilinen Melahat Pekmerak’ı…
“Birazdan burada olur merak etme. Ayrıca terbiyeni takınsan iyi ersin çaylak, müfettiş Selim teşkilatta en çok saygı duyulan polislerden biridir.” dedi ortağı.
“Ya, eminim öyledir. Ben de teşkilata alınan ilk elbise askıları kadar yaşlı olsam bana da aynı saygıyı duyardınız.” diyerek güldü Murat. “Ayrıca neden onu beklememiz gerektiğini anlayamıyorum. Herifi biz bulduk, olayı biz çözdük. Ona ihtiyacımız yok!”
“Bu soruşturmanın başında o var ve teşkilattaki herkes bilir ki Selim Kuzgun işine karışılmasını hiç sevmez.”
“Yemişim onun işini! Çekil şuradan, ben şu herife bir bakacağım.”
“Yerinde olsam bunu yapmazdım evlat!” diyen tok bir ses geldi sokağın başından. Selim Kuzgun olay yerine varmıştı.
“Hoş geldiniz müfettiş. Ben Şişli karakolundan Güngör Hepyatar, bu da ortağım Murat Pekcan.”
“Ben de elbise askısı kılıklı Selim Kuzgun.” diye yanıtladı müfettiş, gözlerini Murat’tan ayırmadan.
“Ortağımın kusuruna bakmayın efendim, kendisi akademinden yeni mezun oldu ve henüz yerini öğrenemedi.” dedi suratı utançtan kıpkırmızı olan Güngör.
Murat ise hiç oralı olmamıştı. “Eh… Geldiğinize göre ben artık cesedi incelemeye başlayayım, ne dersiniz?” diye sordu pişkince sırıtarak.
“Cesedi mi?” diye sordu Selim şaşkınlıkla.
“Evet, cesedi.” diye yanıtladı hâlâ sırıtmaya devam eden Murat.
Selim hızlı adımlarla ikilinin yanından geçerek yaşlı Noel Baba’nın cansız bir biçimde yattığı sokak arasına girdi. Murat ve Güngör bir anlığına, pek de dostça olmayan bakışlarla birbirlerine baktılar ve Selim’in peşi sıra sokağa girdiler.
Her iki ucunda da birer girişi olan, bir apartman ile bir duvar arasında kalmış dar bir sokaktı burası. Duvar dibindeki karton ve gazete yığınını saymazsak boş bile sayılırdı. Bir de yerde yatan cesedi elbette… Noel Baba kılığındaki adam sokağın ortasında yüzüstü bir biçimde yatıyordu. “Onu hanginiz buldu?”diye sordu olay yerini inceleyen Selim.
“Ben tabi ki.” diye cevapladı Murat. “Sizi beklemek zorunda kalmasaydık büyük bir ihtimalle olayı çoktan çözmüş olacaktım.” dedi ardından da, sesinde bariz bir küçümseme ile. Güngör kendisine sertçe bir dirsek attı ve “Kes şunu!” dedi ağzını sessizce oynatıp gözlerini öfke ile açarak.
“Eminim çözerdin ufaklık.” dedi Selim, ağzında piposu ile cesedin etrafındaki izleri incelerken.
“Paralar burada değil. İyi ama neredeler?” diye sordu Güngör kafasını kaşıyarak.
“Ve burada da tekerlek izleri var!” dedi Murat, sokağın diğer ucunu göstererek. “Birisi olay yerini hızla terk etmiş anlaşılan. Aslına bakarsanız ben olayı çözdüm bile.”
“Öyle mi? O halde anlat bakalım Sherlock.” dedi Selim, kendinde gayet emin bir şekilde gülümseyerek.
“Çok basit.” dedi Murat. “Soyguncular iki kişiydi. Biri burada beklerken…” dedi bir eliyle lastik izlerinin olduğu yeri gösterirken “…diğeri ise bankanın önünde pusu kurmuştu. Noel Baba kıyafeti yılın bu zamanı için biçilmiş kaftan ne de olsa. Para geldiğinde korumaları alt etti ve buluşma yerine geldi. Fakat ortağının kendisine ihanet edeceğini tahmin edememişti. Ortağı onu öldürdü…” diye devam etti bir eliyle sanki ateş ediyormuş gibi yaparak “…ve paraları alıp tüydü. İşte hepsi bu!”
“Fena değil Watson, hiç fena değil.” dedi Selim gülümseyerek.
“Hey, az önce bana Sherlock dediğini sanıyorum.”
“O az önceydi.” diye yanıtladı Selim. “Yani büyük bir mantık hatası yapmadan önce… Burada gerçektende ikinci bir kişi olduğu doğru, çünkü bu lastik izleri henüz çok taze. Bu yüzden işin içinde en az iki kişi olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu adamın üzerinde tek bir yara izi bile yok.” diye devam etti cesedi çömelip çevirerek. “Kan yok, boğuşma izi yok.”
“Aslına bakarsanız gayet sağlıklı görünüyor.” dedi Güngör, kendi kendine.
“Ölü olduğunu saymazsak…” dedi Murat.
“Yüzündeki şu ifadeye bakın. Ne diyorsunuz?”
“Acı.” dedi Murat.
“Izdırap.” diye ekledi Güngör.
“Aynen öyle…” dedi Selim. “Bu adam kalp krizi sonucu ölmüş.”
“Ne yani? Onca adamı patakladıktan sonra tam da paraları yiyeceği sırada ömrü mü yetmemiş?” diye sordu Güngör.
“Öyle görünüyor. Ortağı da korkup kaçmış olmalı. Hem böylece ganimetin hepsi ona kalmış oluyor.” diye fikir yürüttü Murat.
“Yine yanlış Watson.” dedi Selim, halinden memnun bir şekilde sırıtarak. Murat ona öfke ile bakarken çömeldiği yerden doğruldu ve “Madem ortaklardı, adam neden tanınma riskini göze alıp onu arkada bıraksın ki?” diye devam etti. “Hayır, bu işin içinde başka bir iş var ve bu bey…” dedi köşedeki gazete kâğıdı ve karton yığınını tutup hızla kenara fırlatarak. “Bu bey bize gördüklerini anlattığında bazı şeylerin açığa kavuşacağına inanıyorum.” dedi kâğıtların altında saklanan berduşu açığa çıkararak.
Güngör ve Murat ağızları bir karış açık vaziyette bir Selim’e bir de berduşa bakıyorlardı. Berduş da en az ikili kadar şaşkın vaziyetteydi.
“Beni nasıl gördün len?” dedi berduş, buram buram alkol kokan nefesi ve içki içmekten yamulmuş ağzıyla.
“Sen ne zamandır orada gizleniyordun ha?” diye sordu Güngör öfke ile copunu kemerinden çözerken.
Berduş korku ile ellerini başına siper etti fakat Selim tam zamanında araya girerek polisi durdurdu. “Tek görgü tanığımıza zarar vermeyeceksin değil mi?”
“Ben… Hayır.”
“Güzel. Onu merkeze götürüp sorgulayalım o halde.” dedi Selim. “Eğer bildiklerini anlatırsan güzel bir yemek seni bekliyor olacak ihtiyar.” diye ekledi ardından.
Yemek lafını duyan berduş birden keyiflendi ve gitmek için sallana sallana ayağa kalktı.
“Onun baştan beri orada olduğunu biliyor muydun yani?” dedi Murat, hâlâ şaşkın bir vaziyette.
“İşte bu yüzden sen Watson, ben ise Holmes’um.” dedi Selim ve sırıtarak sokağı terk etti.
( Devam edecek... )
5 comments:
işte bu!!! özlemişim hikayelerşni Mitçim:)) ben Murat'a güveniyorumm:) bu işi çözecek.deevamını beklioruz:)
sevgilerimle.
Teşekkür ederim :) Sana daha önce de bahsettiğim uzun soluklu hikaye buydu işte. Ocak ayında yazmıştım bu bölümü. Son kısmı ise Nisan'da yazıldı. İlerleyen günlerde devamını da yayınlayacağım inşallah. Sevgiler...
Sherlock Holmes okuduğum bu zamanlarda bu hikaye gözüme çarptı okurken yine kendimi bir Holmes davasının içindeymiş gibi hissettim. Öte yandan diyaloglarda yine mizahı eksik etmemiş olmanız polisiye tarzına ayrı bir hava katmış, misal Murat ile Güngör arasında geçen telsiz muhabbetinde bayağı güldüm. :)
Holmes Selim ve Watson Murat'ın gelecek bölümdeki stratejilerini ve maceralarını okumayı sabırsızlıkla beklerim, uzun soluklu öykünüz için kaleminize sağlık! :)
süperr dört gözle bekliyoruzz:))
@ Shinigami: Mizah... Evet :) Artık hikayelerimdeki imzam gibi bir şey oldu bu unsur benim için :) Okuduğun için çok teşekkür ederim sevgili Shinigami. Hikayelerimi büyük üstat Conan Doyle ile karşılaştırmaya değer bulduğunuz için de ayrıca teşekkürler. Her ne kadar yanına yaklaşmasam da... :) Tekrar teşekkürler.
@ Kamikaze: Bekleyin bakalım :)
Yorum Gönder