22 Temmuz 2017 Cumartesi

Bu bizim bahçemiz değil… (Ya da: Çılgın Bahçıvan Bahçemize Ne Etti?)


Geçen ay birkaç günlük bayram tatilini fırsat bilip rahmetli dedemin uzun zamandır uğramadığımız yazlığına bir gidelim dedik. Maksat hem birkaç kulaç atmak hem de evin orasını burasını onarmak. Bir de sevgili arka bahçemizi düzenlemek tabii… Küçük bir yerdir, bir ucundan ötekine taş çatlasa on adımda ulaşabilirsiniz ama (kısmen) yeşil çimlerle kaplı zemini, bir-iki gül ağacı ve sarmaşıklarla kaplı parmaklıklarıyla gönlümüzde ayrı bir yeri vardır bu minik köşenin. Yazlığa varır varmaz çoğunlukla ilk işimiz arka tarafa geçip bahçemizin görüntüsünden bir yudum çekmek olur. 

Ama bu sefer gittiğimizde bir de ne görelim? Bizim küçük çimenliğimiz olmuş size koskoca bir yağmur ormanı! Upuzun otlar, sağdan soldan fışkıran sarmaşıklar, ne idüğü belirsiz küçük ağaçlar… Öyle ki öteki ucuna ulaşabilmek için elinize bir pala alıp otları kese kese ilerlemeniz gerekebilirdi. Bir de üç tane kedi yuvalanmıştı bir köşeye. Bir anne, iki yavru… Ama onlar da ortamdan etkilenmiş olacak ki hepsi de birer aslan edasıyla dolanıyordu otların arasında. “Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur” atasözümüzün en derin anlamlarını iliklerimize dek idrak etmiştik anlayacağınız. Bu bizim bahçemiz değildi…

Bahçenin eski hâlinden bir kare.
Sonradan öğrendik ki o kış için anlaştığımız bahçıvan eve hiç gelmemiş, hatta uğramamıştı bile. Neyse ki para falan vermemiştik adama. Ama böyle oturamazdık hâliyle. Eh, biz de kesemezdik doğrusu bu kadar otu. Böylece bahçesi olan komşulara doğru toplu taarruza… aman, şey… ziyarete geçtik ve güvenilir bir bahçıvan aramaya koyulduk. Neyse efendim, sonunda allem ettik kalem ettik, Doğan Usta adında orta yaşlı bir amcayla anlaştık. Adam işe başlamadan önce anneannem onu kenara çekip bahçenin arka duvarını saran sarmaşıkları gösterdi ve onlara kesinlikle dokunmamasını tembihledi. Çünkü onlar sayesinde anayoldan geçip gidenler içeriye bakamıyor, biz de çimlerde rahat rahat çıplak koşa… eee, şey… dolaşabiliyorduk. “Tamam, siz hiç merak etmeyin. Ben hallederim,” dedi usta ve başladı otları yolmaya.

Akşama doğru bir de baktık ki adam tüm yabani otları, sarmaşıkları vs. kesip atmış, bahçeyi tertemiz etmişti. “Vay be,” dedik, “elin amma hızlıymış. İşinin de ehliymişsin hani…” Adam bir sevindi, bir böbürlendi ve başladı bize işi nerede öğrendiğini, karşıki küçük dağları nasıl yarattığını falan anlatmaya. Sonra da o günlük paydos ettiğini, yarın sabah yine geleceğini ve bu sefer de kenarları budayacağını söyleyerek bizimle vedalaştı. Kaldık sağda solda istiflenmiş ot öbekleriyle baş başa. Bu az da olsa bizim bahçemizdi sanki… 

Ertesi sabah yataktan kalkıp uyku mahmuru gözlerle arka kapıyı açmamla birlikte Doğan Usta’yı bahçede çalışırken buldum. Asmaları buduyordu. Ama bir terslik vardı sanki… Çünkü evin arkasından geçen anayolu apaçık görebiliyordum. Eğer o esnada benim yerimde Arthur Dent olsaydı, “Gri,” derdi herhâlde. Karşı komşu da bana bakıyordu ayrıca. Bizim karşı komşumuz mu vardı? Hem neden sarmaşıklar yolu kapa… Sarmaşıklar?! Sarmaşıklara ne olmuştu?? Tam o esnada yanımda biten anneannemin karşısındaki manzarayı görmesiyle tiz bir nida atması bir oldu. Kadıncağız kelimenin tam anlamıyla yalın ayak başı kabak vaziyette dışarı fırlayıp, “Ustaaaaa!” diye bağırdı canhıraş şekilde. “Usta ne yaptın yahu! Ben sana oraları kesme demedim mi?” 

Demişti… demişti ama iş işten geçmişti artık. Doğan Usta kem küm etti, ucundan keser kesmez tüm asmanın devrildiğinden tutun da böylesinin daha iyi olduğunu, sarmaşıkların şimşek gibi uzayacağına dek yarısını hâlâ tam olarak idrak edemediğim bin bir bahane uydurmaya falan başladı. Ardından, “Ben bunu telafi edeceğim!” deyip makasını kaptığı gibi evin ön tarafına yollandı. Bizi de yirmi senedir özene bezene büyüttüğümüz, parmaklıkları sarsın diye uğraşıp durduğumuz sarmaşığın toptan kesilip yere atılmış hâliyle, ağzımız bir karış açık vaziyette baş başa bıraktı… Bu esnada anayolun karşısındaki yaşlı komşu da bizi göremeden geçirdiği onlarca yılın her bir saniyesinin acısını çıkarmak istercesine dik dik bize bakmaya devam ediyordu. Belki de yıllardır gördüğü yeşil örtünün ardında gerçek bir ev ve yaşayan insanlar olduğunu keşfetmenin şokunu yaşıyordu, bilemiyorum… Ama kesin olan bir şey varsa o da bunun bizim bahçemiz olmadığıydı.

Şaşkınlığımdan sıyrılınca aklıma gelen ilk soru adamın nereye kaybolduğuydu. Böylece başladım onu aramaya. Kolay oldu… Tek yapmam gereken “makas seslerini” takip etmekti. Bir de baktım ki Usta bu sefer de bizi yan komşudan ayıran asmaları budamaya koyulmuş. Ama “budamak” ile “kökten kesmek” arasında bir fark görmüyor olacaktı ki resmen bitki katliamına çıkmış bir Elmyra gibi çalışıyordu. Bunun üzerine ben de kendisine saygısı olan her yetişkin erkeğin yapacağı şeyi yaptım: “Anneeeeee! Baksana yaa, napıyor!?”

Biz daha dur usta, onları kesme demeye kalmadan asmalar çoktan basmadan fistan giymişlerin cennetini boylamıştı. Annemle ben orada, komedi filmlerindeki tiplemeler gibi ağzımız açık bir vaziyette boşluğa bakarken usta evin ön tarafındaki küçük bölüme yöneldi. Kontrolden çıkan asmalar evin önüne sıçramış, oradaki küçük çama ve zakkum ağacına dolanmıştı. Anneannemin, “Asmaları kes ama zakkuma dokunma diyen sesini işittim. “Tamam,” dedi usta. Derken anneannemin, “Zakkumu değil, asmaları keseceksin!” diye ısrar eden sesi geldi. Bir “Tamam,” daha duyuldu. Sonra çatırt! diye bir ses geldi. Koşar adımlarla oraya vardığımızda en az on yıllık zakkum ağacının yarısının yerde yattığını gördük. “Dokunmamla düşmesi bir oldu!” dedi Doğan Usta, bahane repertuvarını başa sararak. 

Biz, “Usta ne yaptın?!” falan diye feryat figan ederken her şeyden bihaber babamın – çünkü en son babalar duyar – arka taraftan adama seslendiğini duyduk. Usta bahçe makasını kaptığı gibi o tarafa koşturdu. Durduramıyorduk adamı! Babamın, “Şu ağacı biraz buda, pencereyi kapatamıyoruz,” dediğini duyduk. Hangi ağaçtan bahsettiğini hemen anladım; yatak odasının önündeki küçük Japon gülüydü. Hep zorluk çıkarırdı bize. “Tamam,” dedi Doğan Usta, kendinden emin bir sesle. Ama önceki hayatında ya sünnetçi ya da kasap olsa gerek, onu da kökünden “budayıverdi.” 

Gün sona erdiğinde dümdüz edilmiş, duvarları çıplak, gülleri kuru bir arazi parçasının ortasında mahzun bakışlarla, afallamış bir vaziyette otururken bulduk kendimizi. Burası artık kesinlikle bizim bahçemiz değil…


4 comments:

Adsız dedi ki...

Sebep?

mit dedi ki...

Frenleri tutmuyormuş :)

Berre dedi ki...

Günün anlam ve önemine binaen kontrol ettim blogu, o da ne yeni bir anı! Yine güldüm gülmesine fakat bu sefer canım da acıdı bir yandan abi. Allah affetsin içimden bahçıvanı budayasım geldi -.-' Umarım en kısa zamanda küçük yağmur ormanı...eee yani bahçenize kavuşursunuz yeniden.

(Yalnız fark ettim de ben uzun zamandır Berre olmamışım, ufak bir kimlik bunalımı yaşadım bu yorumu yazarken. Kimim ben kiim??!!)

mit dedi ki...

Ooo, aman efendim, kiimleri görüyorum? Berre hanım kızımız da buradaymış :) (Sen hep Berre olarak kalacaksın benim içün nihoho!)

Valla bizim de içimiz bir acıdı, bir acıdı başlarda, sorma gitsin. Ama sonra gülüp geçtik, ne yapalım? Değişik bir anı oldu işte bu da :) Bakalım bir sonraki gidişimizde evi bulabilecek miyiz yerinde? O konu biraz muallakta :D

Çok teşekkürler yorumun için.