26 Şubat 2009 Perşembe

Mutluluk İksiri

Şövalye yorgun atının üstünde yavaş yavaş dağa doğru yaklaşıyordu. "Sonunda..." dedi yorgun bir nefes vererek. Dağ tahminlerinden çok daha kadim ve oldukça yüksekti. Dağın üst kısımlarında bir mağaranın belli belirsiz girişi gözüne çarptı. Aradığı kişi orada olmalıydı. Uzun zamandır yolculuk ediyordu. Çünkü aldığı bir emir vardı; -Sürekli mutluluk iksirini bulmak-

Düşünceleri geçmişe, görevini aldığı güne doğru gitti. Ülkesinin prensesi herkes tarafından sevilen ve sayılan bir kişiydi. Fakat prenses mutsuzluktan dertliydi. Arada bir geçici mutluluk iksirleri alarak kendisini mutlu ediyor, etraflarına neşe saçıyordu. Gel görelim ki iksirin süresi kısaydı ve birkaç gün içinde tekrar mutsuzluğa gömülüyordu. Böyle zamanlarda prenses sürekli "Balkabağım parçalandı, üzerimde yırtık pırtık elbiseler, cam ayakkabılarım kayıp" gibi kelimeler sarfediyordu üzgün üzgün sarayın içinde dolanarak. Bu durum tüm ülke halkını çok üzüyordu. Sonunda kızını böyle görmeye daha fazla dayanamayan kral, şövalyeyi yanına çağırdı ve ondan bir efsaneyi yani sürekli mutluluk iksirini aramasını ve eğer gerçekten böyle birşey varsa ne pahasına olursa olsun onu kızına getirmesini istedi. Şövalye görevi gurur ve mutlulukla kabul etti. Zaten kendisinin de yapmak istediği şey tam olarak buydu.

O günden bugüne pek çok gün belki de hafta geçmişti. Şövalye karanlık Google ormanlarını taramış, nice diyarlar gezmişti. Bir çok alime danışmış, birçok tehlikeler atlatmıştı. Elde ettiği bilgiler onu dosdoğru bu dağa, daha doğrusu dağın tepesinde yaşadığı söylenen bilgeye getirmişti. Kimse bilmiyordu bilgenin neye benzediğini... çok az kişi tanışmıştı onunla. Bu biraz da kimsenin o kadar yükseğe tırmanmayı göze alamamasından da kaynaklanıyordu. Onun çirkin bir cadı veya kötü kalpli bir büyücü olduğuna dair söylentiler bile vardı. Şövalye bunların hiç birini umursamadı ve kararlılıkla baktı yukarıdaki mağaranın girişine. Prensesi için tüm tehlikeleri göze almaya hazırdı. Atını bir ağaca bağlayıp dinlenmeye bıraktı, kılıcını son bir kez kontrol etti ve dağa doğru yürümeye başladı.

Tırmanış zordu, gerçekten zor... Sarp kayalar kolayca geçit vermeye oldukça isteksizdi, sanki kötü kötü homurdanıyorlar, şövalyenin ordaki varlığından rahatsızlık duyuyorlardı. Zırhının ağırlığı da cabası... Yine de yılmadı şövalye, ağır ağır ama kararlı bir şekilde tırmanışına devam etti. Birkaç yorucu saat sonunda tepedeydi. Mağaranın girişine yaklaştı soluk soluğa ama temkini elden bırakmadan. Kılıcını yavaşça kınından çekti. Kılıç batmakta olan güneşin kızıl ışığı altında parıldadı. Hiç ses yoktu, civarda kuş bile ötmüyordu. Yavaşça mağaraya girdi ve derinlere doğru ilerlemeye başladı. İleride bir ışık vardı. "Ya şimdi ya hiç" dedi kendi kendine. Dişlerini sıktı, kılıcını hazır konuma getirdi ve ileri atıldı.

"Merhaba" dedi samimi bir ses. Şövalye duraksadı. Şaşırmıştı... Hem de çok! İçerisi genişti, ferahtı. Tam ortada bir masa ve masanın üzerinde daha önce hiç görmediği bir cihaz vardı. Cihazın bir parçası, üzerinde latince harflerin Q harfinden başlayarak sıralandığı bir plakaya benziyordu. Diğeri ise daha büyükçe, bir yüzü cam kaplı kare şeklinde bir kutuydu. Kutunun cam yüzeyinden renkli ışıklar saçılmaktaydı ve Windows Xp yazısı açık ve net bir şekilde okunuyordu. "Kim bilir hangi kadim dilde yazılmış" diye düşündü bir anlığına şövalye. Bilge kişi ise bir sandalyeye oturmuş, elinde belli ki şövalye odasına dalmadan önce okuduğu bir kitap ile ona bakmaktaydı. Ama bunların hiç biri şövalyeyi şaşırtan şey değildi. Onu asıl şaşırtan şey "bilge" kişinin top sakallı ve gözlüklü bir adam olmasıydı...

"Ne oldu?" diye sordu bilge kişi şövalyeye. "Yoksa çirkin bir cadı veya kötü kalpli bir büyücü ile karşılaşmayı mı umuyordun?" diye ekledi muzipçe. "Şey..." dedi şövalye kılıcını yavaşça kınına sokarken "aslında beklediğim tam olarak öyle bir şeydi." Bilge kişi güldü ve şövalyeye eliyle yer gösterdi. "Otur lütfen, yorgun görünüyorun. Sana nasıl yardımcı olabilirim cesur savaşçı?" Şövalye önce tereddüt etti, ya bu bir tuzaksa? Ama savaşçı içgüdüleri herhangi bir tehlike sezmiyordu. Aksine bir huzur havası vardı burada. Gösterilen yere oturdu.

"Ben..." diye başladı söze "ben sürekli mutluluk iksirini arıyordum. Sizin yardımcı olabileceğinizi söylediler. Bu yüzden geldim."
"Ah... evet. Şu iksir. Elbette sana yardımcı olurum ama korkarım ki aradığın iksir aslında yok" dedi bilge.
"Ama nasıl olur?" dedi şövalye ayağa tekrar kalkarak hiddet ve umutsuzlukla.
"Sakin ol savaşçı, sana yardım edeceğimi söyledim ya" dedi bilge kişi telkin edici ve kendinden emin bir sesle. "Umutsuzluğa kapılmana gerek yok. Şimdi otur ve beni iyi dinle. Dediğim gibi, sürekli mutluluk iksiri diye birşey fiziki olarak yok. O yalnızca burada..." diyerek kafasını işaret etti. "Sürekli mutluluk akılda başlar ve akılda biter cesur savaşçı. İnsanlar nedense hayata hep kötü yanından bakarlar, ellerindekilerin değerini bilmezler. Kimisi geçmişine takılır kalır, kimisi de güllere ulaşmak için papatyaları ezer. Oysa ki şükredecek o kadar çok şeyimiz vardır ki; mesela ailemiz, dostalarımız, arkadaşlarımız, sıcak yuvamız ve elbetteki sağlığımız. Bunlara sahip olmak için herşeyini verecek bir sürü insan var dünyada. Ama biz bunların değerini sadece kaybedince anlarız. Böyle olmamalı şövalye. Birinci kural, sahip olduklarımız için şükretmeyi bilmeliyiz. Çünkü hayat gerçekten kısa, çok kısa ve yaşanacak çok şey var. Fakat insanlar kendi kendilerine acımakla o kadar meşgüldürler ki ellerine geçen sınırlı sayıdaki mutluluk fırsatlarını da kaçırırlar, bazen göremezler bile... Bu da yanlış şövalyem... İkinci kural; hayatımızı kendi kendimize zehir etmek, kendi kendimizi paralamak yerine bugünü yaşayarak o anın tadını, hayatın tadını çıkarmamız gerekir, tabi ki dozunu kaçırmadan. Evet, bazen hayat çok acımasız olabiliyor, insanın başına hiç beklenmedik şeyler gelebiliyor, çok sıkıntılı günler geçirebiliyor insan. Ama onda bile bir hayır vardır dostum. Her batan günün ardından elbet bir güneş doğar. Böyle zamanlarda yapılması gereken sabretmek ve dua etmektir. Başka bir bilgenin de dediği gibi; "Her kötü geçen saniyenin sana getireceği büyük mutluluğu sakın unutma" Ve umudunu asla yitirme şövalyem. Çünkü umut insanı hayata bağlayan, ayakta tutan en büyük güçtür. Eğer bu dediklerimi unutmazsanız mutlu olmamak için bir sebebiniz de olmaz. "

Ardından sessizliğe büründü bilge ve okumakta olduğu kitaba geri döndü. Konuşmanın bitmiş olduğunu anladı şövalye ve yavaşça yerinden kalktı, derin bir nefes aldı ve bunu yapabildiği için şükrederken buldu kendini. Gülümsedi, gülümsemesine engel olamıyordu. Bilgenin de bıyık altından gülümsediğine yemin edebilirdi. Mesajı almıştı. Şimdi hemen ülkesine dönmeli ve bu öğretileri paylaşmalıydı halkıyla. Ve özellikle de prensesiyle... Sevinçle geldiği yola döndü ve mağaranın çıkışına doğru ilerlemeye başladı. "Son birşey daha..." diye seslendi bilge arkasından. Şövalye merakla arkasına döndü ve bilgenin mağaranın diğer tarafını işaret ettiğini gördü. "Böylesi daha rahat inan bana, inerken asansörü kullan."

Dağ Manzarası Montana Ulusal Parkı / Montana National Park

23.11.2006

0 comments: