1 Ağustos 2010 Pazar

Anahtar ( Bölüm 3 ) -Son-

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

Ertesi sabah işe gitmedi. Zamanında kalkamadığından değil, her zamanki gibi tam vaktinde uyanmıştı. Canı istememişti o kadar. Ve yalnızca canının istediğini yapabilmek bile çok hoşuna gitmişti. Uzun bir müddet yatakta oyalandıktan sonra kalkıp duşunu aldı ve dışarı çıktı. Annesini ziyaret etti. Doktorların tedavinin iyi gittiği yönündeki haberlerini sevinçle karşıladı. Gün içerisinde işyerinde uğradı ve istifasını verdi. Polisler oradaydı. Kendisine birkaç soru sordular. Hepsini kendini bile hayrete düşürecek bir soğukkanlılıkla cevapladı. Dün burada değildi. İşten erken çıkmıştı. Polisler de onun üzerine fazla gitmediler. Ne de olsa erken çıktığına dair bir sürü görgü şahidi vardı. Üstelik ne kapıda ne de kasada bir zorlama izi vardı.
“Bence…”dedi polislerden biri “Bu işi anahtarı olan biri yapmış.”
“İşyeri sahibini mi kastediyorsun yani?” diye sordu diğeri.
İlk polis kafa sallamakla yetindi ve ikisi birlikte ayrılarak genç adamı yalnız bıraktılar. Adam istemsizce gülümsedi. Domuzcuk hapse girecekti, ha? Bu iş tahmininden de harika gidiyordu.

***

Kalabalık bir kaldırımda, evine doğru ilerliyordu. Yürüdüğü cadde şehrin en lüks yerlerinden biriydi ve etraf birbirinden hoş bayanlar ve lüks mağazalarla doluydu. Bir taraftan ıslık çalarken bir taraftan da mağazaların vitrinlerine bakarak kendini oyalıyordu. Cebinde hâlâ biraz parası vardı ama parayı harcamayı düşünmüyordu. İleride ihtiyacı olabilirdi. Hem bir daha hırsızlık yapmayacağına dair kendisine de söz vermişti. Sonra vitrinlerden birinde çok şık bir takım elbise ile karşılaştı. Lacivert renkli ve oldukça şık bir takımdı. Her zaman böyle bir elbisesi olsun istemişti. Bir müddet elbiseye büyülenmiş gibi bakakaldı. Onu alabileceğini bilmek bile harika bir duyguydu. Nefsiyle savaşmaya çalıştı ama sonunda vazgeçti. O elbiseyi istiyordu ve alacaktı. Hem de parasıyla… “Tek bir takım elbisenin kime ne zararı olabilir ki?” diyerek mağazaya girdi.

Mağazadan çıktığında eli kolu paketlerle doluydu. Sadece takım elbiseyi almakla kalmamış, ona uygun gömlekler, kravatlar ve ayakkabılar da almıştı. Keyfi oldukça yerindeydi. Canını tek sıkan şey ise elinde bu kadar yük varken eve kadar yürüyecek olmasıydı.
“Keşke bir arabam olsaydı.” diye mırıldandı kendi kendine. Sonra da “Hey… Neden olmasın ki?” diye ekledi yüzüne yayılan sinsice bir sırıtışla. Kaldırım kenarına park etmiş lüks arabalara şöyle bir baktı ve bir tanesini gözüne kestirdi. Anahtarını çıkarıp arabaya yaklaştırmasıyla birlikte bir “Blip!” sesiyle arabanın alarmı kendi kendine kapandı. Anahtar ise anında bir otomobil anahtarına dönüşüverdi. Adam keyifle kıkırdayarak kapıyı açtı ve arabanın geniş koltuğuna rahatça kuruldu. Elindeki paketleri arka koltuğa fırlatıp motoru çalıştırdı. Zevkle motorun mırıltısını dinledi. Ardından da gazı sonuna kadar kökleyip keskin bir patinaj eşliğinde trafiğe fırladı.

Arabayla bir müddet dolaştıktan sonra evine gitmekten vazgeçti. O köhne yere bir daha gitmek istemiyordu. Sahile çıktı ve yakıtı bitene kadar arabayla turladı. Benzin bittiğinde biraz morali bozuldu, depoyu dolduracak kadar parası kalmamıştı çünkü. Sonra yol kenarına park etmiş şık bir cip çarptı gözüne. “Her zaman bir cipim olsun isterdim. Kullanmayı becerebilir miyim acaba?” dedi hevesle. Arabadan inip cipe geçti. Arka koltuktaki paketlerini alma zahmetine katlanmadı bile. Cipi sürmeyi pek beceremedi. Hatta köşelerden dönerken aracı birkaç kez sürttü ama bunu çok da önemsemedi. Saatlerce dolaştıktan sonra dizi dizi villaların sıralandığı oldukça zengin bir muhitte buldu kendini. Buradaki villalara hayranlık ve imrenme ile karışık bir duygu ile baktı. Gelişi güzel bir yere park edip araçtan indi. “Bu evlerde yaşamak nasıl olurdu acaba?” dedi kendi kendine. Muhtemelen anahtarı sayesinde istediği bir tanesine girebilirdi. Hatta ev sahibi gelinceye dek evin keyfini de sürebilirdi. Ama o bunu istemiyordu. O bu evlerden birine sahip olmak istiyordu. Kaçak gibi içinde yaşamak değil. “Biraz param olsaydı…” diye mırıldandı. Ardından da “İşte yine para! Her yerde karşıma çıkıyor. Bu soruna kökten bir çözüm bulmak lazım.” diye devam etti. Orada duran kırmızı bir spor arabaya binerken çoktan kararını vermişti bile…

***

Yarım saat sonra kırmızı spor araba oldukça büyük bir binanın birkaç sokak ötesine park edilmiş vaziyette duruyordu. Bina tepeden basık ve genişçe bir yapıdaydı ve oldukça iç karartıcı bir görüntüye sahipti. Çünkü ilgi odağı olması için tasarlanmamıştı. Aksine insanları binanın içindekilerden uzak tutması için inşa edilmişti. Çünkü burası şehrin en büyük bankasıydı. Banka o kadar güvenilir ve sağlamdı ki kasasında sadece kendi mevduatı değil aynı zamanda çevresindeki büyük iş yerlerinin birikim ve sermayeleri de bulunurdu. Böylesine önemli bir bankanın güvenliği de bir o kadar önemliydi elbette. Bugüne kadar birkaç hırsızlık girişimi olmuş ama hepsi de başarıyla önlenmişti. Bugüne kadar…

Bu gece bir şeyler farklıydı. Eğer o gece orada biraz dikkatli birisi olsa kapıda sürekli nöbet tutan güvenlik görevlisinin yerinde olmadığını fark ederdi. Biraz daha dikkatle baktığında ise güvenlik görevlisinin olması gereken yerdeki kırmızı lekeleri fark ederdi. Aynı zamanda kırmızı lekelerin kapıya doğru bir yol oluşturduğunu ve kapalı görünmesine rağmen kapının da açık olduğunu fark ederdi. Ama ne yazık ki etrafta öyle biri yoktu.

Genç adam, başından yaraladığı güvenlik görevlisini girişin yanındaki sütunlardan birinin ardına bırakıverdi. Simsiyah giyinmişti. Ellerinde deri eldivenler, başında ise yüzünü kapayan koyu renkli bir kar maskesi vardı. Durup biraz soluklandıktan sonra yaralı adama şöyle bir baktı. Çok kan kaybediyordu ve zamanında müdahale yapılmazsa muhtemelen ölecekti. Adam sadece omuz silkti, umurunda değildi. Kendindeki bu değişime hayret etti ama üzerinden fazla durmadı. Şu an tek düşündüğü şey paraydı. Anahtarının yardımıyla duvardaki kontrol kutusunu açtı ve alarm sistemini devre dışı bıraktı. Ardından dikkatli bir şekilde kontrol noktasına ulaştı ve kameraları da kapattı. İkinci güvenlik görevlisini de başarı ile saf dışı ettikten sonra soluğu devasa kasanın önünde aldı. Şimdi önünde tek bir engel kalmıştı. Ağır bir tane... Kasanın çelik kapısı… Çünkü karşısındaki normal bir kapı değildi. Üzerinde ne bir kilit vardı ne de bir tokmak. Sadece şifrelerin girileceği dijital bir panel... Kara kara bu kapıyı nasıl geçeceğini düşünürken aklına çılgınca bir fikir geldi ve anahtarını çıkarıp dijital tuşlara yaklaştırdı. Tuşlar kendi kendine hareket etmeye başladı ve şifre girildi. Ardından kısa bir bip! sesi ve keskin bir tıslamayla ağır kapı açıldı ve yavaşça yana kayarak ardındaki hazineyi ortaya çıkardı. Küçük banknot dağları, altın külçelerinden ufak tepeler, mücevherat dolu çekmeceler… Hepsi onundu.

Genç adam heyecandan soluk soluğa kalmıştı. Koşarak geniş kasanın ortasına kadar geldi ve kollarını iki yana açarak. “İşte bu! Hepsi benim! Hepsi!” diyerek sevinçle bağırdı. Tam o esnada tüm ışıklar aniden söndü ve adam karanlıklara gömüldü. Yakalandığını düşünerek panikle arkasına döndü ve polislerle yüzleşmeye hazırlandı. Fakat arkasında kimse yoktu. Ya da o öyle sanıyordu çünkü hiçbir şey göremiyordu. Hatta kapı aralığından süzülmesi gereken ışığı bile… “Anahtarı geri ver!” diyen emrivaki bir ses duyuldu aniden. Adam hızla sesin geldiği yöne baktı ve yaşlı anahtarcı ile burun buruna geldi. Hiçte anahtar dükkânındaki gibi müşfik ve ağırbaşlı görünmüyordu artık. Aksine, soylu ve hükmeden bir görüntüsü vardı. Karanlığın içerisinde açıkça görülen tek şey oydu. Sanki etrafına hafif bir ışık yayıyormuş gibi görünüyordu.
Genç adam hayretle bir-iki adım geriledi ve “S-se-senin ne işin var burada?” diye kekeledi.
“Anahtarı geri ver!” dedi anahtarcı yeniden. Genç adam biraz kendini toparlar gibi oldu ve “Niye verecekmişim? O artık bana ait!” diye çıkıştı.
Anahtarcı oralı bile olmadı ve tek elini avucu yukarı dönük olduğu halde öne doğru uzatarak “Şimdi…” dedi.
“Sıkıyorsa gel de al!” dedi adam. Demesiyle pişman olması bir oldu. Bir anda etrafında bir düzine adam daha belirdi. Hepsi simsiyah giyinmişlerdi. Görülen tek kısımları gözleriydi ve hepsinin belinde de birer kılıç sallanıyordu. Sanki hepsi birer ninjaydı. Fakat daha farklı, daha üstün bir havaları vardı. Sanki ninja olmaya özenen kişiler gibi değil de ninjalar onlara özenmiş gibi… Adamın etrafını bir daire oluşturacak şekilde çevirdiler. Çok yakın durmuyorlardı. Adamla aralarında en az 10 adım vardı ama adama sorarsanız yeterince uzak da değillerdi.
“Anahtar!” dedi tekrar yaşlı anahtarcı. Genç adam bu kez itiraz etmedi. Titrek bir şekilde başını olumlu anlamda salladı ve elini cebine daldırıp paslı anahtarı cebinden çıkardı. Anahtarcı memnuniyetle gülümsedi ve elinin bir hareketiyle birlikte anahtar havaya karışarak yok oldu.
“Kimsiniz siz? Nesin sen?” dedi adam panikle.
“Kim olduğumuzun bir önemi var mı?” diye sordu yaşlı adam. “Yüzyıllardan beri insanların arasında yaşadığımızı bil yeter. Tibet’in karlı dağlarında da bulunduk Mısır’ın engin çöllerinde de… Şerefimize anıtlar dikildi, kuleler inşa edildi. Hatta askerlerimizin kıyafetleri ve gelenekleri bile kopya edildi.” dedi bir eliyle etraflarında duran siyahlar içindeki sessiz adamları göstererek. “Kiminize bilgeliğin anahtarını sunduk kiminize sonsuz yaşamın… Kiminize mutluluğun anahtarını sunduk kiminize ise sevginin… Ama insanoğlu hiçbir zaman elindekinin kıymetini bilemedi. Hiçbir zaman elindeki ile yetinmeyi bilemedi. Tıpkı senin gibi…” diye devam etti, işaret parmağıyla adamı işaret ederek.
“Sana bir şans sunuldu. Sevdiğine yardımcı olabilmen ve ihtiyacı olanın yanına koşabilmen için bir fırsat, bir üstünlük verildi. Ama sen de tıpkı senden öncekilerin düştüğü hatalara düştün. Hırsına yenildin, ihtiraslarının seni ele geçirmesine izin verdin, malın ve mülkün manevi değerlerinin önüne geçmesine müsaade ettin. Ve kaybettin…”
Genç adam hiçbir şey söyleyemedi. Duyduklarını idrak etmekte zorlanıyordu. Bir taraftan da içinde kabarıp duran yoğun pişmanlık hissini bastırmaya çalışıyordu.
“Sonuç olarak ırkının iradesinin bizim irfanımızı ve öğretilerimizi paylaşmak için hâlâ çok zayıf olduğunu göstermiş oldun bize. Bu yüzden yok edilişini bir hiç olarak görme.”
“Yok edilişim mi?” diye sordu genç adam.
“Çok şey gördün, çok şey duydun. Gizliliğimiz için tehlikesin…”
“Hayır, kimseye anlatmam yemin ederim.” diye yalvardı adam.
“Daha nefsini bile kontrol edemeyen birine nasıl güvenebiliriz ki?” dedi yaşlı adam. Sonra başıyla belli belirsiz bir hareket yaptı. 12 kara adam şimşek hızı ile harekete geçti. Hepsi aynı anda ve kusursuz bir uyum içinde hareket ediyordu. Seri bir hareketle kılıçlarını kınlarından çıkardılar. O kadar hızlıydılar ki, genç adam kılıçlarını çektiğini bile görememişti. Sanki kılıçlar bir anda ellerinde belirivermişti. Göz açıp kapayıncaya kadar adamlar aradaki mesafeyi aşmış ve adamın yanına varmışlardı. Kılıçlarını başlarının üzerine kaldırdılar. Kılıçlar sanki büyülüymüşçesine mavi bir ışıkla parıldadı ve amansızca indi. Adamdan geriye kalan tek şey bir toz yığınıydı. 12 sessiz figür sanki bir dans gösterisindeymiş gibi aynı anda kılıçlarını kınlarına soktular. Anahtarcıya dönüp eğilerek sessiz bir selam verdiler ve havaya karışıp gözden kayboldular. Anahtarcı memnuniyetsizlikle yerdeki toza şöyle bir baktı ve şöyle dedi; “Hıh! İnsan…”

5 comments:

Newbahar dedi ki...

Zevkle ve heyecanla, merakla okudum.

Son satırlarda Tibetin adı geçince Ferrarisini satan bilge aklıma geldi.

İnsanoğlu tamahkar, doyumsuz...
Öykünün ana fikri harika ve bunu en başlarda tahmin etmek çok zor hatta imkansızdı.

İlk başlarda sadece adamın anahtarcı ile olan ilişkileri mi anlatılacak diye tahmin etmeye çalışsamda gidişat gerçekten beni hayrete düşürecek bir hal aldı.

Teşekkürler

mit dedi ki...

Çok teşekkürler. Sizlerden gelen böyle değerli ve güzel yorumları görmek benim için büyük mutluluk.

Hikayenin ana fikrini kavramanız ve bu konuda bana hak vermeniz de ayrı bir sevinç konusu.

Tekrar tekrar teşekkürler...

Sanart Madamı dedi ki...

Merhabalar,

Anahtar öykülerinizi okudum ve öncelikle şunu söylemeliyim her şeyin anahtarı kavramı çok özgün geldi. Hikayenin uygunsuz gidişi ve gereksiz yinelemeler benim yazanlarda görüğüm başlıca hatalardandır ve buna düşmemeniz çok güzel.

Ayrıca eklemeden edemeyeceğim uzun yazıları okumaktan kaçınan-gerek vakti olmadığı için gerekse üşendikleri için- bir kitleye karşı sizin olan bir şeyleri ki bunlar bence bir inssanın paylaşabileceği en önemli şeylerden birisidir, kendi kelimeleridir, yayınlamanız takdir edilecek bir cesaret..

Serap dedi ki...

bunu çok sevdim ben. doyumsuz insan oğlu ve sonun da ki hıh insan küçümsemesi harikaydı. yetinmemeyi bilememe. kendimi düşündün ne yalan söyleyim. böyle hatalara düşmeyelimn dişerek kalemine sağlık diyorum.

mit dedi ki...

@ Sanart Madamı:

Merhabalar;

Öncelikle hikayemi okuduğunuz ve değerli yorumunuzu esirgemediğiniz için çok teşekkürler. Yazarken okuyucuyu sıkmamaya ve özgün bir şeyler yazmaya elimden geldiğince gayret ediyorum. Yorumunuzdan anladığım kadarı ile bunu bir parça da olsa başarmışım.

İnsanların uzun yazıları okumaktan kaçındıkları maalesef doğru. İnternet ortamında bu çok daha fazla. Neyse ki sizin gibi okumayı seven değerli insanlar da var. Sizler okudukça ben de paylaşmaya mutlulukla devam edeceğim.

Tekrar teşekkürler.

@ Serap: Teşekkürler arkadaşım :) Hayatta bu ve bunun gibi pek çok hata yapıyoruz maalesef. O hatalara hiç düşmememiz dileklerimle. Sevgiler...