29 Ekim 2009 Perşembe

Göl halkı (Bölüm 6) -Son-


Gölün buz gibi suyu ayaklarına değdiğinde istemsizce ürperdi şövalye. Başka zaman olsa suya tamamen girmeden önce iyice oyalanır ve vücudunun suya alışmasını beklerdi. Ama şu anda böyle bir lüksü yoktu. Birkaç büyük adım daha atıp gölün ortasına doğru ilerlemeye başladı. Şimdi vücudunun yarısı suyun içindeydi fakat Galsamotu henüz bir işe yaramış gibi görünmüyordu. Endişe ile Marvin’in yanlış bir ot verip vermediğini düşünürken ellerinde garip bir karıncalanma başladı. Durdu ve merakla ellerini yüzünün hizasına kaldırıp baktı. Parmaklarının arasında çıkan perdeleri gördüğünde az kalsın şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Şimdi elleri normal bir insan elinden çok birer yüzgece benziyordu. Aniden boynunun yan taraflarında keskin bir acı hissetti ve elini o bölgeye attı. Solungaçları vardı! Bu kadarı da çok fazlaydı doğrusu. O kadar şaşırmıştı ki hafiften başı bile dönmeye başlamıştı. Hayır… Başının dönmesi şaşkınlığından değildi. Nefes alamıyordu! Ne yapacağını bilemez bir vaziyette kendini gölün soğuk ve karanlık sularına attı. Sudan aldığı ilk yudumda kendini daha iyi hissetti ve baş dönmesi anında geçti.

“Şu haline bak! Balık gibi oldun! Yoksa ayı balığı mı demeliydim?” diyerek kahkahalar attı kılıç. Şövalye kızgınlıkla bir şeyler söyledi ama ağzından çıkan şey sadece köpükler oldu.
“Ne dedin anlayamadım?” diye dalga geçti kılıç. Şövalye tek yumruğunu sallayarak kızgınlıkla bir şeyler daha söyledi ama ağzından çıkan şey yine baloncuklardan ibaretti.
“Evet haklısın. Bence de gulu-gulu-gulu! Mu-ha-ha-ha!” diyerek daha da gür bir kahkaha attı kılıç. “Bu harika! Ben konuşuyorum, sen susuyorsun. Üstelik beni susturmak için tek kelime bile edemiyorsun. İşte buna bayıldım doğrusu.” diye ekledi ardından, kıkırdayarak. Bunun üzerine şövalye resmen köpürmeye başladı. Hem de her iki anlamda…
“Tamam canım, sinirlenme hemen. Dinle… Galsamotu yalnızca 1 saate yakın bir dilimde etkili olacak. O yüzden rehineleri bulmakta acele etsek iyi olur.” dedi kılıç.
Şövalye her ne kadar sinirinden kuduruyor da olsa bu bilgiyi göz ardı edemezdi. Anladığını belirtmek için bir işaret yaptı ve daha önceden belirlediği bir rotayı takip ederek gölün derinliklerine doğru yüzmeye başladı.

El ve ayaklarında çıkan yüzgeçler sayesinde normal bir insanın hareket edebileceğinden çok daha hızlı ve kolay hareket edebiliyordu. Böylece suyun altında ilerlemek tahmininden çok daha kolay olmuştu. İçinden ihtiyar Rowling’e ve Marvin’e sessiz bir teşekkür etti. Belirlediği yönde bir süre ilerledikten sonra gölün dip kısmında doğal olmayan bir ışık kaynağı keşfetti. İlerleyişini bu yönde devam ettirdi ve kısa süre içinde istediği noktaya vardı. Kılıcının “Yosun mu? Iyy, iğrenç!” şeklindeki yakınmalarına kulak asmayarak uzun yosunların arasına saklanıp ışık kaynağına daha yakından baktı. Genişçe bir sualtı mağarasının girişinden geliyordu ışık. “Sence aradığımız yer burası mıdır?” diye sordu kılıç merakla. Tam o esnada, sanki kılıcın sorusuna cevap vermek istermişçesine mağaranın girişinden bir grup silahlı Sahuagin çıktı. İçlerinden biri, muhtemelen liderleri grubun geri kalanına kendi dillerinde bir takım emiler sıraladı. Grup, garip bir selam vererek hızla göl yüzeyine doğru çıkmaya başladılar. Geride kalan lider bir süre onların ardından baktı sonra tekrar mağaraya girerek gözden kayboldu.

“Eee? Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu kılıç. Şövalye, gözleri mağaranın girişine odaklanmış vaziyette bir şeyler söyledi. Çıkan ses yine kabarcıklardan ibaretti. “Ben de öyle tahmin etmiştim.” dedi kılıç alayla. Şövalye onu duymazlıktan geldi ve yosunların arasından sıyrılarak mağaranın girişine doğru yöneldi. Bu arada kılıç “Yosunlara değdirme beni! Öğğk!” diyerek şikâyet etmekle meşguldü.

İhtiyatla girişe doğru yanaştı şövalye. Sırtını girişin yanındaki taşlara yaslayıp bir müddet bekledi. Sonra ihtiyatla kafasını yana doğru eğerek içeri baktı. Görünürde kimsecikler yoktu. Anlaşılan tüm yaratıklar yukarıdaki istenmeyen ziyaretçilerin işini bitirmek üzere göl kıyısına çıkmışlardı. Şövalye bir kez daha yukarıdaki dostları için dua etti ve dikkatle yüzerek mağaranın içine girdi.


Sualtı mağarası şövalyenin düşündüğünden çok daha büyüktü. Sağa sola açılan bir sürü irili ufaklı odacık vardı içeride. Tavan ise giderek yükseliyormuş gibi görünüyordu. Su, burada göle oranla çok daha soğuktu. Ve sanki hafif bir tuz tadı vardı etrafta. Mağaranın girişinden sonuna doğru akıp giden bir akıntı da vardı üstelik. Neyse ki fazla kuvvetli bir akıntı değildi ve hareket etmeyi güçleştirmiyordu. Işık, mağara duvarındaki girinti ve çıkıntılara asılmış garip kristallerden geliyordu. Şövalye daha önce buna benzer bir şeyi hiç görmemişti. Muhtemelen yaratıklar tarafından, denizin derinliklerinden getirilmişlerdi. Şövalye tedbiri elden bırakmadan yüzmeye devam etti. Ana mağaradan ayrılmamaya özen gösteriyor, yan odalara girmeden dümdüz ilerliyordu. Bir anda mağara bir başka geniş girişle sona erdi. Burada su iyice soğuk ve tuzluydu. Dışarının görüntüsü ise gölün dibinden oldukça farklıydı.
“Deniz bu!” diye ciyakladı kılıç. “Zifir Deniz ile Uzun Göl arasında bir yer altı tünelindeyiz demek ki.” diye ekledi ardından. Şövalye katıldığını belirtmek için başını olumlu anlamda salladı. Bu tünelin doğal bir oluşum mu yoksa yaratıkların işi mi olduğunu merak ediyordu doğrusu. Fakat o anda buna kafa yoracak pek fazla vakti yoktu. Geldiği yönden geri dönüp rehineleri aramaya devam etti.

Tam mağaranın ortalarına yaklaşmıştı ki birden kulaklarına ince bir mırıltı geldi. Sanki birisi yabancı bir dilde bir çeşit ayin yapıyormuş gibiydi. Dikkatle sesi takip etti ve yan mağaralardan birine ilerledi. O anda aradığını bulduğunu anladı. Tam önünde sırtı kendine dönük bir Sahuagin ellerini ve kollarını garip bir ahenkle sallayarak bir şeyler mırıldanmaktaydı. Tam onun önünde ise rehinler, mercan kayalarından yapılmış devasa bir kafes içerisinde hareketsiz bir biçimde yatıyorlardı. Kafesin içerisinde kocaman bir hava kabarcığı vardı. Rehineler bu kabarcığın tam ortasındaydılar. Hava kabarcığının etkisiyle kafes suyun içerisinde süzülmekteydi. Onu olduğu yere sabitleyen tek şey ise alt tarafındaki kalın zincirdi. Onları o halde görünce şövalye bir an için çok geç kaldığını sandı. Fakat daha dikkatli baktığında rehinelerin belli belirsiz de olsa nefes alıp verdiğini fark etti. Demek ki hâlâ yaşıyorlardı. Derin bir oh çekti ve ağzından bir sürü kabarcık fırlamasına neden oldu. Hemen eliyle ağzını kapasa da artık çok geçti. Sahuagin onun farlığını fark etmişti.


Yaratık tıslayarak şövalyeye doğru döndü ve onu baştan aşağı bir süzdü. Sonra da “Demek işlerimizi bozan şu sıcak-kanlı sensin, öyle mi?” dedi, gayet düzgün bir ortak lisanla. Şövalye birkaç kabarcık ile cevap verdi.
Yaratık alay edercesine sırıttı. “Bakıyorum da Galsamotu kullanmışsın sıcak-kanlı.” dedi yaratık, şövalyenin elindeki perdelere bakarak. “Seni küçümsemişim… Bütün ırkdaşlarımı yukarı göndermekle hata ettim anlaşılan.” diye ekledi ardından.
“Bir balık için kafan biraz fazla çalışıyor.” diye fikrini beyan etti kılıç.
“Ah, konuşan bir kılıç... Değerli bir ganimet.” dedi Sahuagin.
“Teşekkür ederim! Beni şımartıyorsun.” diye yanıtladı kılıç. Ardından da halinden oldukça memnun bir ses tonuyla “Gördün mü bana değerli dedi.” diye mırıldandı şövalyeye.
Şövalye kapa çeneni demeye çalıştı büyük ve bol kabarcıklar eşliğinde.
“Ne diyor?” diye alayla sordu Sahuagin.
 “Seni parça pinçik edeceğim diyor.” diye cevapladı meydanı boş bulan kılıç. Şövalye kocaman açılmış gözlerle itiraz etmeye çalıştı ama artık çok geçti.
“Öyle mi? Göreceğiz…” diye tısladı Sahuagin. Ya şövalyenin itiraz dolu hareketlerinden bir şey anlamamıştı ya da kılıcın dediği gibi anlamak işine gelmişti. “Rehineleri ayin için kralıma canlı götürmem lazım. Onları kurban edeceğiz. Ama senin kelleni götürmek de hiç de fena olmaz. Kellenin yanında da konuşan bir savaş ganimeti olacak elbette. Kralım önünde itibarım artar.” dedi hain bir sırıtmayla, sivri dişlerini göstererek.
Şövalye rehineleri bırak gitsinler dermişçesine bir hareket yaptı. Kılıç ise bunu “Geleceğin varsa göreceğinde var balık efendi diyor!” olarak tercüme etti.


Sahuagin lideri, vahşi bir savaş narası attı ve çevik bir hareketle sırtına asılı olan silahını çekti. Üç ağızlı, çatal şeklinde bir zıpkındı bu. Yaratık hiç beklemeden şövalyenin üzerine saldırdı. Şövalye ise hızla kenara çekilip ilk darbeyi kılıcı ile savuşturdu. Sahuagin üst üste birkaç saplama hareketi daha denedi ama şövalye hepsini ustalıkla karşıladı. Hayretle kılıcını su altında da en az karada savurduğu kadar rahatça savurabildiğini fark etti. El ve ayaklarındaki yüzgeçler de yine hızlı hareket etmesini sağlıyordu. Ama vücudunun geri kalanı için aynı şeyi söylemek pek de mümkün değildi. Su altında vücudunun hareketleri oldukça ağır ve hantal kalmıştı. Kılıç ise bunların hiç birinin farkında değildi. O yine tamamen en sevdiği şeye yani dövüşe odaklanmıştı. “Ne yani? Tüm yapabildiğin bu mu sardalye bozuntusu!” diyerek ciyakladı. Sahuagin öfkeli bir tıslama ile saldırısının gücünü ve hızını arttırmaya başladı.

Şövalyenin bu dezavantajdan hemen kurtulması gerekiyordu. Yüzgeçli ayağının da yardımıyla Sahuagin’in suratına bir tokat patlattı. Çok güçlü bir darbe değildi fakat beklenmedik bir hareket olduğundan yaratığı az da olsa sersemlemişti. Şövalye bu fırsatı iyi değerlendirip ayaklarını var gücüyle çırptı ve geniş mağaradan çıkıp dar tünellere doğru yüzmeye başladı. Kılıç ise “Ay gene mi kaçıyoruz?” diye söylenmeye başlamıştı bile. Tam tünellerin ortasına gelmişti ki sağ bacağında hissettiği inanılmaz bir acı ile çığlık attı. Ağzından çıkan köpükler eşliğinde omzunun üzerinden geri baktı ve Sahuagin’in sivri dişlerini vahşice bacağına geçirmiş olduğunu gördü. Boşta kalan bacağı ile yaratığın suratına tekmeler savurmaya çalıştı. Fakat darbelerin hızı yeterince güçlü olmadığından bu pek de işe yaramıyordu. Bunun üzerine kılıcını yaratığın suratına doğru savurdu. Sahuagin darbeden kurtulmak için bacağı bırakıp geriledi. İki savaşçı tekrar yüz yüze geldiler. Fakat bu kez durum farklıydı. Dar bir koridorda bulunduklarından Sahuagin elindeki mızrağı istediği gibi savuracak kadar boşluğa sahip değildi. Şövalye bu avantajı kaçırmadı ve amansızca rakibine saldırdı. Bu kez kendini savunma sırası Sahuagin’deydi.

İki rakip birbirlerine hamle üzerine hamle yaptılar. Birkaç dakika boyunca birbirlerine bir üstünlük taslayamadılar. Sahuagin fazla acele etmeden, oldukça kontrollü dövüşüyordu. Sanki bir şeylerin olmasını bekliyormuş gibiydi. Şövalye bunun farkına varmıştı ama elinden gelen fazla bir şey yoktu. Rakibinin açığını kollayarak dövüşmeyi sürdürdü. Sonra birden dövüş başladığından beri kıkırdamakta olan kılıç sustu ve “Hey! Ne yaptığını biliyorum! Galsamotunun etkisinin geçmesini bekliyor. Bilerek zamana oynuyor!” dedi telaşla. Şövalyenin gözleri bu haberin etkisiyle faltaşı gibi açıldı. Rakibinin yüzüne yayılan geniş sırıtma kılıcın teorisini doğrular yöndeydi. Eğer büyülü otun etkisi geçerse boğulması kaçınılmazdı. Şövalye panikledi ve kontrolsüzce bir atak yaptı. Sahuagin ustaca kenara çekildi ve mızrağını şövalyenin boşta kalan sırtına acımasızca saplayıverdi. Şövalye tam zamanında kenara kaçsa da suyun etkisiyle hantallaşan vücudunu tamamen darbenin yolundan çekmeyi başaramadı. Üç ağızlı mızrak sol omzunun derinliklerine gömüldü. Şövalye yoğun bir kabarcık bulutu eşliğinde acı dolu bir çığlık attı. Aynı anda da sağ kolunu sertçe savurarak kılıcını Sahuagin’e sapladı. Darbe yerini buldu. Sahuagin inanamayan gözlerle şövalyeye bakakaldı. Ardından da titreyerek can verdi.

“Haha! İşini bitirdik!” diyerek zafer çığlıkları attı kılıç. Fakat şövalyenin yavaşça süzülerek mağaranın dibine çöktüğünü fark edince sevinci kursağında kaldı. “Hey! Sen iyi misin? Hadi ama… Alt tarafı küçük bir mızrak darbesiydi. Ben o mızraktan kaç darbe aldım! Bak bana, hiç şikâyet ediyor muyum?”
Şövalye cevap vermedi. Kılıcı bir tarafa bırakıp iki eliyle omzuna saplı mızrağı kavradı ve yüzünü buruşturarak silahı omzundan söküp çıkardı. İşte bu gerçekten de çok acı vermişti. Bir ara acıdan bayılacak gibi oldu fakat rehinelerin düşüncesiyle kendisini topladı. Kılıcını yerden alıp ardında kanlı bir iz bırakarak rehinelerin yanına döndü.

Rehineler hâlâ bıraktığı gibiydi. Hepsi büyülü bir uykudaymış gibi görünüyordu. Görünüşe bakılırsa kafesteki devasa kabarcık onları canlı tutuyordu. Bu yüzden kafesin kapısını açmaya cesaret edemedi. Zaten açsa bile bu insanların gölün yüzeyine kadar nefeslerini tutmalarına imkân yoktu. Bu yüzden dikkatini kafesin altındaki kalın zincire yöneltti. Bir kılıca bir de zincire sorarcasına baktı. Kılıç kendinden emin bir şekilde “Hiç şüphen olmasın.” dedi. Şövalye bu lafı ikiletmedi ve kılıcı sertçe savurdu. Zincir boğuk bir şangırtıyla kopuverdi. Kafes, içindeki kabarcığın etkisiyle suda serbest bir şekilde yüzmeye başladı. Şövalye fazla bir çaba sarf etmeden kafesi mağaranın çıkışına doğru yönlendirmeye başladı. Soluk alıp vermekte zorlanıyordu. Ya Galsamotunun etkisi geçiyordu ya da yarası onu zorluyordu. Belki de her ikisi birdendi. Mağaralardan çıktıkları anda kafes, içerisindeki havanın etkisiyle bir mantar gibi hızla su yüzeyine yükselmeye başladı. Şövalye son anda zincire tutunarak kafesin kendisini de yüzeye çıkarmasına izin verdi.

Kafes büyük bir şapırtı ile su yüzeyine çıktı. Aynı anda da içerisindeki hava kabarcığı patlayarak yok oldu. Kabarcığın yok olmasıyla rehinelerin uyanması da bir oldu. Şaşkın ve mahmur gözlerle etraflarına bakarak ayaklanmaya başlamışlardı ki kafes tekrar batmaya başladı. Rehinelerden bir panik çığlığı koptu. Fakat o anda şövalyenin başı suların arasından çıktı ve kılıcının bir darbesiyle kapının üzerindeki asma kilidi parçaladı. Kapı ardına kadar açıldı ve rehineler birbiri ardına kafesi terk etti. Yüzme bilenler bilmeyenlere yardım ediyordu. Şövalye de çocuklardan birini kaptığı gibi elinden geldiğince hızla kıyıya yüzmeye çalıştı. Galsamotunun etkisi geçtiği için o kadar da hızlı değildi artık. Üstelik yarası da yavaşlamasına neden oluyordu. “Ha gayret, az kaldı!” diye ciyakladı belindeki kılıç. Son bir gayretle kıyıya vardı ve sırtını kumsala yaslayıp soluklandı. Kurtardığı çocuk hızla diğerlerinin yanına koşturup görüş alanından çıktı. Şövalye ise yerinden kıpırdayamadı. Çok kan kaybetmişti.
“Tamam, merak etme. İyi olacaksın. Tek yapmamız gereken sana bir demirci bulmak.” dedi kılıç teselli etmek istercesine. Şövalye bitkin bir şekilde güldü.
Tam o esnada Sahuagin savaşçılarının vahşi naraları kulağına geldi. Panikle etrafına bakınmaya çalıştı ama kalkamadı. Rehineleri koruması gerekiyordu fakat kolunu bile kaldıramıyordu. Ranum nerelerdeydi? Ya Beved? Osgar ve Apol? Yoksa hepsi ölmüş müydü? Bütün çabaları koca bir hiç için miydi?
“Buraya kadarmış…” diye fısıldadı pes etmiş bir şekilde.
“Ne buraya kadarmış?” diye sordu kılıç üzüntü ile. “Haydi, kalkmalısın. Beni burada yalnız bırakma!”
“Üzgünüm efendi kılıç. Sen iyi bir yoldaşsın.” dedi şövalye acı ile yüzünü buruşturarak. Sonra gülümsedi. “Bir göl kıyısında uzanarak can vereceğim hiç aklıma gelmezdi.”
Aniden ardındaki tepelerde parlak beyaz bir ışık parladı. Gök gürültüsüne benzer bir ses ve çığlıklar duyuldu. Sonra her şey karardı…

***

Yeniden gözlerini açtığında daha önce hiç görmediği işlemeler ile dolu bir tavana bakıyordu. Altında da yumuşacık bir yatak vardı. “Cennette miyim?” diye sordu kendi kendine. Sonra sol omzunda duyduğu bir ağrı ile inledi. “Galiba değilim.” diye mırıldandı acıyla.
“Elbette ki değilsin. Benden kurtulmak o kadar kolay mı sanıyorsun?” diye ciyakladı kılıcı, odanın bir köşesinden.
“Ah… Yine mi sen? Anlaşılan cehennemdeyim.” dedi şövalye.
O anda bir kapının açılma sesi duyuldu. Ardından da çok tanıdık bir başka ses konuşmaya başladı. “Bakın kimler de uyanmış. Demek sonunda kendine gelebildin dostum? Doğrusunu söylemek gerekirse bizi çok korkuttun.”
“Marvin? Gerçekten de sen misin?” diyerek başını kaldırdı şövalye. Evet, bu yaşlı büyücünün ta kendisiydi. “Anlaşılan hâlâ hayattayım. Tabii şu garip deneylerinden biri yüzünden sen de ölmediysen…”
Marvin kıkırdadı. “Hayır, ölmedim. Laf aramızda buna pek de niyetim yok.”
“Neredeyiz?”
“Semmak’ta. Başkan Veskel’in konağındayız. Seni o halde daha fazla uzağa götürmeyi riske edemedim doğrusu.”
“Semmak…” diye mırıldandı başını tekrar yastığına koyan şövalye. Bir müddet tavandaki işlemeleri inceledi. Sonra da “Neler oldu? Sahuaginleri hatırlıyorum. Saldırıyorlardı. Sonra bir ışık gördüm. O sen miydin?”
“Evet. Yıldırım büyümün yansımasını gördün sanırım. Tam zamanında yetiştim doğrusu.”
“Ben… Araştırmaların olduğunu sanıyordum.” diye sordu şövalye.
“Evet, vardı. Ama sonra düşündüm de… Araştırmalarımın canı cehenneme...” diye yanıtladı büyücü.

O gün içerisinde önce Veskel ve Ranum şövalyenin ziyaretine geldiler. Ardından da Beved, Osgar ve Apol geldiler. Yanlarında Elanor da vardı. Arada diğer rehineleri yakınları ve kasaba halkından insanlar da uğradılar. Hepsi minnetlerini ve geçmiş olsun dileklerini sundular. Şövalyenin iyileşmesi için tüm kasaba elinden geleni ardına koymadı ve kahramanın kısa süre içerisinde yeniden ayaklanmasını sağladılar. Bu işte kılıcın payı da büyüktü elbette. Şövalye ayaklandığı ilk gün onunla bir saniye daha aynı odada kapalı kalamayacağını söylüyordu ne de olsa. Sonunda eve dönüş günü geldi çattı ve şövalye ile Marvin kasaba halkına veda edip ormanın yolunu tuttular. Kahramanlıkları ise nesilden nesile konuşuldu.

- Son -
( Nihayet...)

Göl / Lake by Stellab

0 comments: